Rise of Empires: Ottoman Netflix'te İstanbul'un fethi




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 89.FİLM 

-Spoiler içerir -




Rise of Empires: Ottoman, 24 Ocak 2020 tarihinde altı bölümlük tek sezonun yayınlandığı, yönetmen koltuğuna Emre Şahin'in oturduğu, senaryosu Celal Şengör ve Emrah Safa Gürkan danışmanlığında; Kelly McPherson tarafından kaleme alınan, tarih ve kurgu türündeki Netflix'in Türk orijinal belgesel dizisini seyrettim.

İlk iki bölümünde bize anlatılan tarihe göre biraz duygusal yaklaştığımdan belki de manevi yönünü zayıf buldum. Fatih çok gergin bir tip olarak çizilmiş. Fevri, inatçı, ergen bir adamın bu kadar başarılı bir yönetici olması, Fatih olması mümkün değildir. Fethi mukaddes görmesinden dolayı uzun yıllar daha çocukluktan beri fetih için kafa yordu. Bir de Osmanlı'da şehzadeler sancaklara gönderilirken her zaman anneleri de çocuklarının başında idi. Bu dizide ciddi bir hata. 

Bunun haricinde onun deha düzeyinde zeki olduğu, manevi yönünün de gösterildiği sonraki dört bölümü tek oturuşta izleyince beğendim.

Gelelim oyunculuklara:


Bir strateji dehası olan Fatih'i oynayan Cem Yiğit Üzümoğlu çok başarılıydı. Henüz 26 yaşında olan oyuncu bu ağır rolün altından kolayca kalkmış.


Ve Birkan Sokullu. Dizide Konstantin’in gizli silahı olan Cenevizli paralı asker Giovanni Giustiniani Longo rolünde olan oyuncu, gösterişli yiğit bir adam ve surlu şehirleri savunma konusunda tanınmış bir uzman. Oyunculukta başarısı kadar yakışıklılığı ile de göz dolduruyordu tabi ki. 

Selim Bayraktar da Muhteşem Yüzyılda Harem ağası Sümbül Ağa iken burada köklü bir aileden gelen güçlü bir paşayı, Çandarlı Halil Paşa'yı müthiş canlandırmış.   

Tuba Büyüküstün de her zamanki güzelliği ve zarafetiyle rolünün hakkını vermişti. Tarihte yeri bu kadar önemli değilse de dizide epey öne çıkarılmış. Belki de erkek egemen bir yapıyı biraz daha görsel, izlenebilir hale getirmek amacıyla senaryo  böyle hazırlandı.  Ama tarihi gerçeklerde manevi desteği veren sırp üvey annesi değil Akşemsettin idi. Bu karakterin olmaması dizinin en büyük eksiği.  

Gelelim dizideki gerçeklere, yapılan eleştirilere...Bunu da bir tarihçiden dinlemek gerek. Bu nedenle buraya Talha Uğurluel'in soruları cevapladığı video linkini bırakıyorum

Kostümler, dekor açısından son derece başarılı çalışıldığını söyleyen tarihçi senaryoda hatalar olduğundan bahsediyor.

Fatihin annesinin belli olmadığı, annesinden ayrıldığı, dövüldüğü sahnelerin mümkün olmadığını anlatıyor.   

Daha detaylı  şekilde dönemi merak edenler yukarıdaki linkten dinleyebilir.

İkinci bölümü ise buradan izlenebilir.   

Daha iyisi nasıl mümkün diyerek böyle tarihi yapımların artmasını, içerik bakımından daha doğru senaryolarla çalışılmasını dileyelim, Netflix 'e teşekkür edelim.  
  

YÜZÜN ÇİÇEKLERİN EN GÜZELİDİR

 

Yüzümüz, bizim en ayırt edici yanımız olmalı ki, resmi ve özel yazışmalarda, profillerde onu gösteren fotoğraflar kullanırız. "İnsan insana benzer" deseler de, her insanın yüzünde ayrı bir sanat olduğundan ikizleri bile tanıyıp simalarına aşina oldukça farkları sezeriz. Sanki Allah, her yüze diğerinden ayrı bir suret vererek sanatını göstermek istemiş, milyarlarca insana farklı göz bebekleri çizerek sonsuz sayıda olasılığı göstermiştir. Bu yüzden her yüz özeldir. İlgiyi hak eder. 

Zamanla insanın içi de yüzüne yansır. Bebek yüzlü katiller de gelmiştir bu dünyaya ama dikkatle bakıldığında onların yüzünde de insanı tedirgin eden bir hal sezilir. Yaşlansa da iyi insanların yüzüne başka bir güzellik oturur, bakana huzur verir.   

Bizi bizimle karşılaştıran aynalarda da gördüğümüz yüzümüzdür. Cesaret edersek göz denen pencereden girip kendimize, içimize de yüzümüzden bakarız. 

Mutlu isek yüzümüzden bellidir, üzgün isek yüzümüzden düşen bin parçadır.

Uzaklara daldıysa gözlerimiz, bir yüzü özlediğimizdendir. "Özlemek ne uzun mesafe" demişler ama biz aslında yüzlerin hikayelerini özleriz. Çünkü hepimiz hayatı anlamlandırma çabasındayız. Anlam hikayede, hikaye yüzdedir. Kelimelerinizi gizleyebilirsiniz ama yüzünüz hepsini fısıldar karşınızdakine. 

Derler ki, güzelliğin de yüzde sekseni yüzdedir. Hatta argoda hepimizin bildiği kese kağıtlık diye bir ifade bile vardır ki, yüzün önemini bir kez daha ispatlar. 

Yüz üzerine deyimler, atasözleri söylenmiş, "Yüz"den türeyen kelimelerle diller anlam kazanmıştır. Yüzsüz, iki yüzlü, nur yüzlü, temiz yüzlü, şeytan yüzlü diyerek kısa yoldan anlatırız hissimizi. 

Yüz üzerine filmler de çekilmiştir. Yüz/Mug adlı yapımı şurada yazmıştım, ilgilenenler bakabilir. Gerçekten yüzün ne kadar önemli olduğunu çok güzel anlatan bir filmdir. 

Bir de Orhan Pamuk'un, kitabından kendisinin senaryolaştırdığı, Ömer Kavur tarafından çekilen Gizli Yüz filmini yazmıştım ki, o da bilmediğinin peşinde yani bir hayalin, gölgenin aşkına düşen genç bir adamı anlatıyordu. İzlemeyenlere önerilir. Yazıyı okumak için tıklayabilirsiniz.  

Üşenenler için de o yazıdan şöyle bir alıntı yapayım: 

"Gizemli kahramanına "Bir yüzü diğerinden ayıran nedir? Bir hikaye! Anlamlı bir yüzün hep hikaye anlattığını söylerdi babam." dedirten yazar bir başka kahramana da, "Bir yüze bakarsın, hayale kapılırsın. Ama göz açıp kapayıncaya kadar hayal kaybolur. Hayal artık aklında ama doğru mu? Her zaman yanında olmalı, aklında değil... Yoksa yanarsın" diye söyletiyor. 

Oysa herkesin takılı kaldığı bir "an"ı, anı vardır. Ruhunun gizli çarklarında ezildiği, bozulduğu, hayatın durduğu, bir zaman sonra yeniden çalışmaya başladığı onu ölümüne taşıyan bir saati elbette vardır. Sesi kesilmiş de olsa, rakamlara hapsetse de bize gerçekleri de, hayali de hala saatler ve yüzler hatırlatır.

Film "Bir zamanlar bir ülkede bir hırsız yaşarmış, hayal hırsızı. Rüyalara girer, beğendiklerini çalarmış. İnsanlar uyanır ama artık anılarını hatırlatacak nesneler çalındığından rüyalarını bir türlü hatırlamazmış." derken bizi de bir hayal aleminin kapısının önünde bırakıyor ve bundan sonrasını yalnız yürüyeceksin diye salık veriyor." 

Yüz, hikayesi olan bir ayna olunca üzerine çok sayıda şarkı da yazılmıştır. İlk aklıma gelenleri buraya ekleyeyim de konuya dair güzel bir potpori olsun, isteyen üzerine tıklayıp şarkıyı dinlesin: 


Yaşar, "Dün birini gördüm yolda/ Gözler aynı sen" demiş. "Batıyor ama acıtmıyor senin sevdan" diye eklemiş. Rüyasında görmüş yüzü "Hayırdır İnşallah" diye şarkılar söylemiş. 

Yüksek sadakat "Bak benden arta kalan biraz kül, biraz duman" demiş, kaybettiği yüzü anımsamış. Model, "Bakması ne zormuş o güzel yüzüne/toplamış yine bütün güneşi üstüne" diye yürek dağlamış şarkısında. 

Aşık Veysel, "Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa" diyerek yüz güzelliğinden geçip yüzdeki hikayeyi anlamlandıranın aşkı olduğunu haykırmış. "Her topalın bir kör alıcısı olur" diye sözler icad eden atalar, kendini günün güzellik ölçütlerinin dışında hissedenlerin yüreğine su serpmiş. 

Sezen Aksu'nun seslendirdiği Çocuklar gibi' adlı şiirde Sabahattin Ali "Yüzün çiçeklerin en güzelidir" demiş. 

Nazım Hikmet Hasret adlı şiirinde "Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli" demiş, Ahmet Kaya "Aynı daldaydık, aynı daldan düştük ayrıldık" diye seslendirmiş bu şiiri.   

Hasıl-ı kelam, insan var olduğu sürece "Yüz" şarkıların, şiirlerin, aşkların doğrudan muhatabı olmayı sürdürecek. Unutulmayan, hikayesi olsa da, hatırlanan hep yüz olacak.  

Sözü Hande Mehan ile bitirelim "Ben seni unutmam/ Sen beni güzel hatırla

Geçtiğimiz yerlerde güzel hatırlanmak dileğiyle... Güzel görenlerimiz, güzel sevenlerimiz, yüzümüzü diğer tüm yüzlere tercih edenlerimiz olsun bu hayatta.
    


ADALET... SUÇ VE CEZA

İlginç zamanlardan geçiyoruz. 

Tekrar tekrar kitaplığımdan çıkarıp karıştırdığım bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum bu gece. Her yaşta bir daha okunası.  

Bir başyapıt olan Suç ve Ceza şöyle biter:

"O günün akşamı zindanın kapıları üzerine kapanınca
Raskalnikov ranzasına uzandı ve Sonya’yı düşündü... 

Onu nasıl sürekli üzdüğünü ona acı verdiğini hatırladı. ...

Hem geçmişe gömülü bütün bu acılar da ne demekti işlediği cinayet, mahkumiyeti, sürgüne gönderilişi, her şey, her şey onun şu ilk coşkunluk anında kendisi ile hiçbir ilgisi olmayan kendisinin dışında ve ötesinde tuhaf gerçekler gibi görünüyordu. Aslında bu akşam hiçbir şey üzerinde durup uzun uzun düşünecek zihnini belli bir noktada yoğunlaştıracak halde değildi. Şu anda bilinçli olarak herhangi bir şeyi çözebilmesi de olanaksızdı; Şu anda o yalnızca hissediyordu, yalnızca duygular vardı onun için, diyalektiğin yerini hayatın kendisi almıştı. Öyleyse bilinç düzeyinde de bambaşka şeyler tercih edilmesi gerekti.
Yastığının altında bir İncil vardı kendisi de farkında olmadan eli kitaba uzandı. Sonya'nındı bu İncil. Lazar'ın dirilişini (Lazar’ı iyileştirme süreci, şifa istendiği anda başladı!)
Sonya bu kitaptan okumuştu. 

Ona kürek hayatının ilk günlerinde Sonya’nın kendisini durmadan Tanrı’dan dinden söz edeceğini onu incil okumaya zorlayacağını sanmıştı ama şaşılacak şey Sonya ona bir kez olsun bunlardan söz etmediği gibi İncil okumasını da istememişti. Geçenlerde hastalanmazdan hemen önce kendisi istemişti Sonya'dan bu incili. Sonya da hiçbir şey söylemeden getirip vermişti. Şu ana kadar açıp bakmamıştı bile kitaba. Şu an da açıp bakmadı ama birden şimşek gibi bir şey geçti kafasından; artık onun inançları benim de ilaçlarım olamaz mı, hiç değilse onun duyguları hevesleri gönül akışları...

O günü Sonya da heyecan içinde geçirdi hatta gece yeniden hastalandı ama öylesine mutluydu ki neredeyse korkuyordu mutluluğundan.

Yedi yıl, yalnızca yedi yıl mutluluklarının ilk anında her ikisine de bu yedi yıl bazen yedi gün gibi geliyordu hatta Raskalnikov bu yeni hayatını kendisine karşılıksız verilmediğini buna gelecekte kendisini bekleyen büyük özveriler karşılığı çok pahalıya sahip olabileceğini de bilmiyordu ama burada yeni bir öykü başlıyor bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin yeni bir hayat bulmasının bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü.

Ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor"

                                               Ülkede gün geçmiyor ki ilginç deneyimler yaşanmasın
                                               Ülke kocaman bir olay yeri:(((
                                               Söz biteli çok oldu artık hastag ler konuşuyor. Önemli olaylarda 
                                               hemen bunları sulandıran etiketler de zirveye taşınıyor ama bu gün 
                                               başlıklardan bazıları şöyle: 

#hergünşehit 
#kadirşeker 
#kadiriçinadalet 
#özgecanaslan  
#kadıncinayetleri 
#adaletistiyoruz 

Sussan olmuyor susmasan olmaz demiş şair ama elimizden bir şey gelmiyor. 

Her gün başka bir acı düşüyor bu topraklara. 

Kimse üzerine düşünmüyor. 

Herkes kendini haklı görüyor, karşısındakini dinlemiyor. 

Dünyanın manyetik alanı değişiyor, kutuplar kayıyor ama kutuplaşmalar bitmiyor.


1866 yılında basılan SUÇ VE CEZA'dan paylaştığım yan taraftaki sayfada da bunlar anlatılmış. 

Demek ki insan olması beklenerek dünyaya bırakılan bu mahluk hep aynıymış. İnsan adını alabilmesi için de epey yollardan geçmesi gerekiyormuş. Ne diyelim, yol uzun ve engebeli, varış noktasına kadar yol kesicilerle çevrili...

Yolda olduğunu unutmayanlara, ilginç deneyimlerini, ilginç bakış açılarını kolaylıkla atlatanlara selam olsun. İlla ki yolun sonu vardır. 

Yolda herkes yalnız, yolun sonunda herkes yorgun. Ama sonuçtan mutlu ya da mutsuz olmayı şimdiki kararları ile kendisi seçiyor insan.... Bu da unutulmamalı... 





SENDEN, BENDEN BİZDEN, YENİDEN:))






MERHABA ŞUBAT

2020'ye büyük umutlarla girip koskoca OCAK ayını ne olduğunu anlamadan devirdik. Hayatımızda neler değişti, hangi hedeflerimize yürüdük? Tam da bu gün, Şubat tatili biterken bir muhasebesini yapmak güzel olur.

Buralarda epeydir yoktum. Tabi bloga giremesem de Ocak ayının ilk yarısı benim için dolu dolu geçti @nil_cokyasa ile @sanalyazievi nde #öyküatölyesi ne katıldım, yüzümü güldüren öyküler yazdım. 

Onun haricinde halim pek yamandı. Tıpkı dünyada ve ülkemizde doğal afetler, depremler, seller, orman yangınları, düşen uçaklar, çıkmaya ramak kalan savaşlar, adaletsizlikler, kazalar eksik olmadı ya, kişisel hayatlarımıza da bu olayların gölgesi düştü. Kayıplar ister istemez hepimizi üzdü. 

Ayrıca tüm dünyayı korkutan, çeşitli adlardaki grip salgınları da insanları acillere yığmış, yataklara düşürmüş durumda. Çok şükür hastaneye düşmedim ama düşenleri götürüp getirirken ben de nasiplendim. On iki günlük İzmir tatilimiz sürekli başa dönerek tekrarlayan bir griple geçti. Tatil bitti, ama hastalık sürüyor.

Neyse ki, ara sıra dışarı çıkmayı başardım. Denizi, rüzgarı, martıları ile yine güzeldi İzmir.
Buluşabildiğim arkadaşlarımla ölüler konuşmalı kitabımın mini imza günlerini de yaptım.

Kitapağacı'nın İzmir'deki toplantısına da katıldım.


Sonunda ben de bunca zorluk ve yoğunluk arasında şeytanın bacağını kırayım dedim ve eve dönünce ikinci ayın ikinci gününde bloga bir şeyler yazayım istedim. 

Bloga uğrayamadığım zamanlar sık sık olur da film izlemeyi pek bırakmam. Normalde geçen yıl bazen günde iki film izledim ama galiba bu yıl biraz daha yazı ile haşir neşir olacağım. Bunun habercisi olduğunu varsayıp yılın 33. gününde ikinci filmi izlemiş olmaktan hiç telaş duymadım. 

Yaşadığımız günlerde nasıl bir bereketsizlik var bilmiyorum. Filmi daha sonra yazacağım, şimdi geçiştirmek istemiyorum. Tam da hızla giden günümüz karmaşasını anlatan 2017 İsveç yapımı film mutlaka izlenmeli çünkü.

Bu gün 02.02.2020 gibi şık duran özel bir tarih olunca bloga geleyim, biraz kendimden haberler vereyim istedim. Dünya üzerinde yaşayan kimse bir daha tersten de düzden de okunsa aynı yazılan bu tarihi göremeyecek. Ondan özel bir enerjisi vardır diye düşünüyorum. Hatta bu yazı da yayına blogda 20:02' de, instagramda 20: 20 de girsin :))

Şimdi gelelim habere:))

Barış İnce'nin @izmiryaziatolyesi nden arkadaşlarım @ilknurdemir66 ve @neslihanyigitler in sürekli yazarı olduğu @yaziyorumdergi nde bu ay ben de varım. 

Başta editör @zeynoeesin olmak üzere dergide emeği geçen herkesin eline, yüreğine sağlık :) 

Dergiye bu linkten PDF olarak ücretsiz ulaşabilir tüm sayıları indirebilirsiniz. #edebiyatdergisi #kültürsanatedebiyatdergisi 

#yazıyorumdergi si özellikle edebiyat okuru için son derece verimli bir kaynak. Titizlikle hazırlanıyor. 

Benim yazıma ise 21. Sayıyı indirip 51. Sayfada ulaşabilirsiniz 

#hayatyazıyor #bizoynuyoruz


Mutlu Şubatlar:))

EKSİK


Eksik diye üzülme. 
Ne gerekli ne değil düşünme.
Eksikken mutluluk veren insanlar var ya,
Kendinle mutluyken eksikliklerini unuttukların bir de...
Hayat o eksiklerle daha güzeldir belki de:))
Üzmek tehlikeli ve yasaktır, üzme
Kendi sınavında de geç, üzülme...
Değmiyor kimseye:))

Not: Blogda kullandığım tüm resimler bana aittir, bu hariç.
Dün Eymir Gölünde çektiği bu güzel ve anlamlı kareyi hikayesinde paylaşarak buraya not, yüzümüze bir gülümseme bırakan gezgin Hukukçumuz Mesut Çavdar'a teşekkürle. 

ZERKALO AYNA Andrei Tarkovsky


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 88.FİLM 

-Spoiler içerir -

Şiir gibi bir filmi iki kez üst üste izledim. Hiç sıkılmadım. Defalarca izlenecek kadar güzeldi. Bunun üzerine film ile ilgili bir kaç yazıya baktım. Sözü uzmanlarına bırakayım kendime de arşiv olsun diyerek buraya linklerini bırakmak istediğim alıntıların ilk yazısı şöyle:

"Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez,
çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini,
son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır…” Andrei Tarkovsky

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’a göre Andrei Tarkovsky, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Tüm hayatı boyunca yumrukladığı ve ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildiği kapıları, Tarkovsky büyük bir tabiilikle dolaşmıştır. Çünkü onun için sinema –sanat- duadır. Filmleri, tanrıyla arasında kurduğu yegâne bağdır. Yapıtlarında ruhunu zincirlerinden kurtarır ve yaratıcının huzuruna çıkartır. Tanrısız bir sanata inanmıyorum, der Tarkovsky, sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana…

Rus yönetmenin filmografisi on iki dizelik lirik şiir biçiminde ele alınırsa, Zerkalo (1975, Ayna) en kişisel mısrası olacaktır. Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo. Savaş esnasında yitirilen çocukluğun olanca saflığına tutulmuş aynadır. Tarkovsky’nin ailesi uğruna yaktığı hüzünlü –ve bir o kadar özlü- ağıttır. Tam da bu sebepten; sanat eserlerini kalıplara sokmayı ve üzerinden kuramlar türetmeyi büyük bir meziyetmiş gibi gören entelektüel kesim tarafından, asla gerçekten anlaşılmamıştır. Entelektüel her türlü okumadan bağımsız olarak, Tarkovsky eserlerini insan ruhuna seslenme amacıyla çeker. Onun filmleri sadece hissedilmelidir. Zira ‘anlaşılma’ çabası içerisinde izlenen ve –doğal olarak- anlaşılamayan Ayna’yı karmaşık oluşuyla suçlamak; Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu yeterince parlak bir tepsi olmadığı veya Balzac’ın Vadideki Zambak romanını şöminede yeterince harlı yanmadığı gerekçesiyle suçlamaktan daha mantıklı değildir.

Ayna; ölüm döşeğindeki bir adamın anılarının bilinç akışı tekniğiyle anlatıldığı, düşlerin gerçeklikle iç içe geçtiği bir hikâyedir. Film süresince yüzünü göremediğimiz Aleksei’nin anıları ve pişmanlıkları, Tarkovsky’nin geçmişiyle büyük oranda örtüşür.

Taflan Deniz yazısının devamı için tıklayınız.








Ekşi sözlükte de şöyle geçmiş filmin bahsi:

'kitabın bir para kazanma yöntemi olmadığını,bir ifade biçimi olduğunu kavrayamıyor.'' 

 ''şiir, ruhu harekete geçirmek içindir, putperestleri beslemek için değil''



bu sözler doğrultusunda izlenmeli zerkalo. karmaşık bir zaman dizilimi içinde bir çocuk ve babasının anıları, bağlı bulunduğu büyüleyici kuzey atmosferinde, sinemasal tadında anlatılıyor. anılar... bizi biz yapan, fotoğraflarda olduğundan çok daha kanlı ve canlı olan anılar. belleğin sisli ülkesinde saklanan güneşvari, kendini gösterince tüm alacalığı dağıtan tutamaklar. filmde, bu anılar öylesine fotografik ve basitliğin mistik gücü eşliğinde anlatılır ki, tarkovski'nin neden büyük bir yönetmen olduğu asıl bu filminde anlaşılır. siyah-beyaz gerçek savaş ve yıkım görüntülerinin birer eleştiri olduğunu kabul edebiliriz ama asıl işlevi o anıların yer aldığı yıllığı içine alan katmanı seyirciye hissettirmek ve filmi sarmalamaktır. ülkesinde gösterimi hiç de kolay olmayan bu film sansüre takıldıysa sebebi, onu anlamayan sovyet yurtseverlerinin algılama özürüdür. 


insanın anılarından başka neyi vardır soyut dünyada? rüzgarın otları ve ağaçları dalgalandırması, bir horozun ölüm sahnesi ve anneyi tanıyor muyum? sorusu, sütün yere damlayışı, halka biçimli buğunun dünyanın en güzel tekniğiyle doğal yok oluşu, yağmurun yangınla beraber yanışı. yangın anıları sarmalayan bir başka çeper. kim ne derse desin, savaş bu anılarda önemli bir pay sahibi. anne ve baba ilişkisi, anıların paralel tekilliği ve aynı zamanda çoğulluğu bunlar yadsınamaz imgeler. 

tarkovski, sadece sezdiriyor bize, gerisi izleyiciye kalmış. ne hissediyorsan öyle yaklaş filme ya da sadece izle. 


ayna, dünya ve biz baktığımızda, gördüklerimizle yetindiğimizden çok daha fazlasını görürüz onda. anılar arkası sırlanmış bir camda bize gösterilendir ya da değildir kim bilir?

"ağaçlar hiçbirinin acelesi yok. oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. durup düşünmeye zamanımız yok."

filmi izleyeli baya oluyor, ama baba tarkovsky şiirlerine olan aşkım trois couleurs bleu filmindeki finalle tavan yapmış durumda. sevgi benim şiirim. adı sevgi mi bilmiyorum aslında ama sevgi yani. 

"kelimeler bazen tüm duygularımızı ifade etmeye yetmiyor, çok sönük kalıyor.. 

rüyamda seni gördüm."

çok not almışım ama sadece yazmak istediğim "rüya". 

sevgili kalbime rüya.

(tek izlerken tek olmama üzüldüğüm filmler vol 2)


sanılanın aksine filmdeki şiirleri tarkovski'nin babası değil, ünlü sovyet tiyatro ve sinema oyuncusu olan inokenti smoktunovski okunmuştur. fakat şiirler arseni tarkovski 'ye aittir. arseni tarkovski ise andrey'in babasıdır.

matematiksel bir tutarlılıktan bağımsız bir andrey tarkovski filmi.

insanların küçük hayatlarda kendilerini görmeleri, daha önce hiç bulunulmamış yerlerde yaşanan dejavular, hayatlarımızın birer aynadan yansıyormuşçasına birbirleriyle ortak noktalar barındırdığını simgeliyor. yaşantılarımızın her ne kadar farklılarsa da, aslında bir o kadar ortak oldukları. babalarını taklit eden çocuklar, yaklaşık olarak aynı toplum düzeninden geçmiş, benzer travmaları yaşamış zihinlerimiz; birbirlerimizin aynalarıyız biz. bazen baba ve oğul arasında, bazen de dünyanın öteki yüzündeki insanlarla aynı fikirleri, benzer yaşamları paylaşıyoruz. bu döngüselliğin sonu biz olmayacağız. anneler, çocuklar, dedeler, babalar, torunlar her zaman var olmaya ve birbirlerini taklit etmeye, benzer arzular ve amaçlar barındırmaya devam edecekler. çocuğunun kendine, karısının annesine benzememesi için eski eşine evlenmesi önerisinde bulunan adamın, bunu yapma sebebi çocuğunda kendini görmesidir ve benzer bir yaşamdan kaçınmasını istemesidir. şiirde söylendiği gibi ''tek bir masa dedeler ve torunlar için''*

tarkovski'nin şiirsel bir anlatım kullandığı, gündelik işlerimizi duygularımızı törpülemeden sade bir anlatımla gösterdiği filmde, herkes kendinden bir şeyler bulabiliyor. anlatılan toplumun parçası olmak bu işi kuşkusuz kolaylaştıracaktır. 

film aynı zamanda sadece arseni tarkovski şiirleri ve bach dinlemek için de izlenebilir durumda. kendinizi müziklerin ve seslerin akışına bırakıp filmi anlamlandırmaya çalışmamak daha anlamlı olabilir. ben anlamlandırmaya çalıştım ama çok yanlış gelmiş olabilirim. filmin konusunun, amacının çok dışında algılar oluşturabilirim. tarkovski'nin belirttiği üzere film üzerine yazılmış hiçbir yazılı kaynak yokmuş. anlamak istediklerimizi anlamamızı ve bunlarla yetinmemizi istemiş olsa gerek.

tarkovski'nin filmin bir sahnesine dair anlatım tekniğini açıkladığı bir yazıyı da beğendim. paylaşayım.

''ayna'daki kadın kahramanımızla anatoli solonizin tarafından canlandırılan meçhul adamın karşılaştığı sahnede, görünürde tesadüfen karşılaşan bu iki insan arasındaki bağı, adam görüntüden çıktıktan sonra da sürdürüp işlemek bizim açımızdan çok önemliydi. bu adam giderken kadın kahramanımıza dönüp 'anlamlı' bir bakış fırlatsa her şey fazlasıyla belirgin, tek boyutlu olur, yanlı bir anlam kazanırdı. aklımıza tarladaki rüzgar sahnesi böyle geldi. rüzgar o kadar ani çıkar ki meçhul adamın dikkatini çeker, onu o yöne bakmaya zorlar... böyle durumlarda kimse yaratıcının elindeki kozları göremez, somut bir maksat peşinde olduğunu kimse kanıtlayamaz.''

tarkovski anlatılmak istenenin basit bir ifadeyle, seyircinin gözüne sokarcasına ifade edilmesinin, seyirciyi perdeye yansıtılan olaydan duygusal olarak koparacağını söyler. olaydan duygusal açıdan kopan seyirci, tasarıyı ve bunun nasıl gerçekleştirildiğini değerlendirmeye başlar. filmin akışından bağımsızdır artık. tarkovski'nin şiirsel sinema anlayışı bu gibi durumlara yer vermemek adınadır.

ek: tarkovski'den bir açıklama.

''insanlar ayna'yı gördükten sonra bu filmin ardında, şifrelenmiş gizli ve farklı herhangi başka bir gaye yatmadığına onları ikna etmek çok güç oldu. filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep kuşkuyla karşılandım, insanlar hayal kırıklığına uğradı.

bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmazdı. gizler, simgeleri gayeler peşinde koştular durdular. çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değillerdi, ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.''23.06.2014 20:31 freddie mercury nin disleri

film tarkovskinin hayatından, anılarından süzülmüştür. filmde bütünsellik aramadım, film kurgusallıktan arınmıştı çünkü. sanki tarkovskinin bilinçaltında geziyordum izlerken. 

herkes kendini bir şekilde ifade eder kimi sözler kimi şiirler kimi bakış.. tarkovskinin kendini kendine dahi en iyi ifade ettiği yer şüphesiz ki film. 

o zaman, hep bu dokunaklı şiirlerin, filmlerin failleri ifade gücü yüksek insanlar mıdır yoksa derin, içsel, naif, samimi, eşsiz benlikleri mi dir onları fail kılan? tarkovski bu iki cevabı üstünde taşıyan bir insan. 

ayrıca bilinç ne de bütündür öyle ne geçmişe uzaktır ne şimdiden kopuk. tarkovski gösterir ki bilinç zaman boyutundan münezzehtir.


ayna'nın adı dahi ne güzel... aynaya ne için bakarız? anlamak için mi görmek için mi? görmeyi ne için yaparız? anlamak için mi? anlamak için göreyim der miyiz? bazan. görürüz ve anlarız, arada bir bağıntı var mı? görmeden anlayamaz mıyız? anlayabiliriz. gördüğümüzü anlamadığımız olur 


Üçüncü alıntı yazı için tıklayınız: 

Ayna’nın en gizemli yanı, arka plandaki anlatıcının varlığıdır. Anlatıcı, sanatçının bizzat kendisidir aslında. Gerçekte, öyküyü eni konu anlatan bir anlatıcıdan söz etmiyoruz burada. Varlığını hissettiğimiz, derinliklerine kendi gözleriyle şahit tutulduğumuz, bazen şiir okuyan, bazen annesiyle garip ve hüzünlü telefon konuşmaları yapan, bazen de anılara dalan, öykünün asıl kahramanı, içine ayna tutulan sanatçıdır bu.
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı şeyi “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” olarak özetleyebiliriz. “Anlara bu derinlemesine dalış” bir taraftan filme, genel anlamda bir şiir kıvamı verirken diğer yandan anların “somut kaynağıyla yeniden karşılaşma” sonucunda onların “şiirsel niteliğinin zedelenmesi” sonucunu da doğurur. Bu karmaşık yapı Ayna’nın “en orjinal ilke”sidir bir bakıma. Bu İlkeyi şu şekilde ortaya koyar yönetmen: “Olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. Kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. Kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. Ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar.”[4]
Tarkovsky, “rüyanın öyküsü”nü, hayatın görünür ve doğal biçimlerine sadık kalarak perdeye yansıtma çabasında olan bir yönetmen olarak farklı teknikler kullanır. Ayna’daki yapı, bildik tekniklerin ötesinde bir yapıya ve kurguya sahiptir. Salt kurguyu önemseyen bir sinema anlayışından farklı olarak yönetmen, izleyicinin sunulan öyküden yola çıkarak gördükleri ile kendi tecrübelerini bağdaştırmasını ister gibidir. Böylece yönetmen, izleyicinin, sınırlarını aşmasına yardım etmiş ve filmini, sadece bulmacalardan kurulu bir öyküden ziyade insanın duygu yoğunluğuna seslenen ve eline alıp kendi yüzüne bakabileceği bir “ayna” haline getirmiş olur. Ayna, insanın sadece entelektüel yanına hitap eden ya da benzetme ve imgelerden kurulu bir sinema filmi değildir. Dolayısıyla Ayna’ya bakan izleyici, klasik bir kurgudan ve takip edebileceği bir senaryodan yoksundur. Tarkovsky, öyküyü ortaya koyarken diğer filmlerinde olduğu gibi özel yöntemler kullanır: Şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, anların ağır çekim rüya görüntüleriyle zenginleştirilmesi ve böylece zaman/mekan kavramlarının silikleştirilmesi, etkileyici müzikler, kendisini sürekli hissettiren dramatik hava, kameranın lirik gücü, düşlerde yapılan yolculuklar, siyah-beyaz ve renkli görüntülerin ahengi. Olayların ard arda akışından ziyade kamera görüntüleri ön plandadır Ayna’da. Kamera teknikleri ve geçişler kusursuzdur. Bir rüyada olduğunu ya da bir bambaşka bir gerçeklikle yüzleşmek durumunda kaldığını hisseder izleyici.
Ayna’da, üzerinde durulması gereken en önemli mesele, filmdeki “zamansızlık” ya da “tüm-zamanlılık”tır. İzleyici zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. (Bir aynaya uzun süre baktığınızda söz edilen duyguya kapılır insan). Bunun, “anların zamansız oluşu” ile yakın ilgisi vardır, zira “anlara dalışta” zamanın ve hareketin kurallarından bağımsızlaşır insan zihni. Örneğin, annenin saçlarını yıkarken saçlarından suyun süzülmeye başlamasıyla birlikte yukarıdan, evin tavanından ve duvarlarından sular akmaya başlar; böylece zaman, mekan ve hareket ortadan kaldırılmış olur ya da masadaki kahve fincanının buğusunun buharlaşmasıyla akıp giden ve buharlaşan zaman gösterilir bize veya uzaktaki çayırlarda ve yapraklarda esen rüzgarla kalbimizde hükmünü icra eden aşkın sonrasızlığına şahit tutuluruz. Bunu yaparken kullanılan mekanlar, anlara dalıştaki zamansızlığı ve mekansızlığı daha da güçlendirir. Filmin lirik akışına, pastoral bir anlatım katılmış olur böylece. Tarkovsky’nin yaptığı “özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak” ve kendi içinde “varolan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritmlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygusunu yansıtmaktır.”[5]
Böylece Ayna’da Tarkovsky, aynanın yüzeyinde zamansızlık ve mekansızlıktan ötürü oluşmuş olan buğuyu silerek orada karşılaşılan görüntüler aracılığıyla izleyicinin kendi gerçekliği ile yüzleşmesine imkan vermiş ve onu “gerçek hayatın kesintisizliği ve beklenmedikliği” üzerinde düşünmeye yöneltmiş olur. Sanatçı, Ayna’ya bakan izleyiciyi “filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etme”nin güç olduğunun farkındadır. Ona göre Ayna’nın, “gerçeği söylemekten” başka bir amacı yoktur; dolayısıyla “gizler, simgeler, gayeler, peşinde koşmak” Ayna’daki gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelecektir. İlk bakışta zor gibi görünen bir durumdur bu fakat “görüntüsel şiire alışık” olanlar ve Tarkovsky bakışını, Tarkovsky dilini bilenler, gerçeklikle ve kendileriyle ilgili bu örtüyü nasıl kaldıracaklarını ve örtü kalktığında neyle karşılaşacaklarını bilirler."







Günler ateşler gibi geçerken geriye hep kül kalıyor

Handan Kılıç May 29, 2025 Bir hafta aradan sonra selam, İhmal değil imkânsızlıktan atladığım hafta ve devamı son derece yoğun geçti. ...