Ankara Route Selanik Söyleşisinden Kesitler


 Ankara'da Yazı-Yorum Dergi ekibi ile Hikayeci Dergisinin ROUTE SELANİK adlı mekanda düzenlediği etkinlikte buluştuk. 


Uzun ve keyifli bir söyleşiydi. Buraya kısa kesitler koyarak paylaşmak istedim. Videolar farklı katılımcılardan geldiği ve bunun dışında profesyonel kayıt olmadığı için görüntü kalitesi zayıf. Bana ulaştırılırken ve bloga yüklenirken daha da görüntü kalitesi düştü. Instagram'da daha net olanları da var. Ama zaten amacım artık bir anı olan günden kendim için arşiv amaçlı paylaşım yapmak. 


2009 yılından beri blog yazarı olarak roman yazıyor olsam da buradayım. Bloglar bizim nefeslenme alanımızdır. 

Varlığınız için teşekkür ederim.   




                                                              Handan Kılıç Kimdir?  



Handan Kılıç'ın yazı ile ilişkisi nasıl başladı? 



                                       Çam ağacının gölgesinde adlı romanınız ne anlatıyor?




Edebiyat bir zehir midir? Kötü zamanlarda ne işe yarar ki?


Konuklardan editör-hoca Çiğdem Ülker hanımın yorumu: Sizi bugün burada tanımaktan çok hoşnutum. Kitabınızı çok merak ettim. İki ağaçtan bahsettiniz biri kurumuş bir hayatta kalmış ve siz birbirinin dilinden mektup yazmışsınız. Bu çok yazarca bir tavır. 





 

Çiçeklenelim, vakit bahar!

“Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelmesini engelleyemezsiniz.” demiş Pablo Neruda

Çiçekler koparılıp baharda kış yaşatılalı çok oldu ama yeşil inadı diye bir şey var. Parklarda döşenen yumuşak zeminler arasından, yollarda asfalt çatlaklarından, duvarlarda tuğla aralarından başını gösterir yeşiller sayısız defa.

Yenilgilerimiz gibi, yenilmememiz gibi. Yeniden yeniden bahara durur mevsimler.

Biz düştük, kalktık, devam ederken taşa takıldık yine düştük, dizimiz, elimiz kanadı ama onları gördük. Yerdeyken topladık çiçekleri. Yaralı avuçlarımızda kırmızı gelincikler, sarı hindibalar, bembeyaz papatyalar, bazen laleler, güller ama her daim renkler ve umutlar vardı.

Olmaz denenler oldu, bitmez denenler bitti. Gitmez denenler gitti. Özlemler depreşti, bazen giderildi bazen kocaman olup içimizden taştı ama bu sefer de bahçemizi çiçeklendirdi.

Bütün çiçekleri kopardılar, hala koparıyorlar ama yenilerinin çıkmasına engel olamıyorlar. Kimse olamaz, dünya durdukça. Çünkü sahibi var, sözü bazen çiçekler bazen yağmur bazen kuraklık olur, dileyen okur. Fark etsen de etmesen de mevsimler sırayla gelir akar geçer dışımızdan. Bakarsak, dalarsak renklerine içimizden…

Yeniden gelir bahar, çiçekleniriz aşkla, yaşamla dolarız aniden.

Adı konulmamış zaferler bırakır hayatımıza bahar. Zaferler kutlanır her yıl. Kutlamalarda mutlaka çiçekler vardır. Hatırlayan çiçeklendirir hatırladığını, kutlar çiçeklerle baharını. Getirdiği çiçekler solar ama fotoğrafları zihnimizde kazınır.

Kutlayacağımız güzellikler baharla gelecek yine.

Bakar körlüğümüze rağmen göremediğimiz o zamanlarda bile her yerden başını uzatacak, yeşil, ince, nazenin ama inatçı güzellikler arasından renkler. Betonun bile yarılacağını hatırlatan, zayıfın güçlü olduğunun kanıtları. Hadi geliniz ve açınız hayatlarımıza.

Her sonbahar düşen yaprağın ardından tomurcuklanırmış dal. Ayrılıktan canı acımasın diye. Romantizm değil anlattığım açık yerden iltihaplanmasın diye öyle tasarlanmış yaratılırken.   Vakti gelince açmak için önlemleri almalı. Don yememeli. Ağaçların aptalı bademler gibi hemen atlamamalı ortalığa. Nisanda çiçeklenmeli portakallar gibi. Mis gibi bir koku bırakmalı ardımızda. Ve mart sonundan Mayıs ortalarına kadar göz şenlendiren dayanıklı laleler gibi olmalı, doldurmalı her yanı.

Her şey çok güzel olacak demiyorum. Çünkü her şey her hali ile güzel, bakıp anlayana.

Lale devri bir kere yaşanıp bitmedi. Her bahar yeniden başlar lale devri, gör ve hisset. Görüyorum baharı, kabul ediyorum çiçeklerini.

Handan Kılıç

20 Mart 2024


 

Kuvvetli Bir Alkış (2024) Berkun Oya Netflix'te.

 


Kuvvetli Bir Alkış dizisiyle Berkun Oya yine Netflix'te. 

Biz 2020 yılından beri "Bir Başkadır" dizisinin devamını bekleyeduralım Berkun Oya araya Cici adlı filmle altı bölümlük mini diziyi aldı. 

Yazan, yöneten bir insan olarak sanatçı kimliğiyle beklentilerden bağımsız ama kendi hayat ve düşünce çizgisiyle paralel hareket ettiği ortada. Çok ses getiren, karakterleri oturmuş bir dizinin yeni sezonunu değil de Kuvvetli bir alkış' ı çekti. 

Çünkü bu dört yılda çok şey oldu. 2020 yılında Bir Başkadır'ı umut görenlerden biri olarak yazmıştım. 

Yazının tamamı buradan okunabilir. 

O vakit şöyle demiştim: "Eğri oturup doğru konuşalım. Bizim toplumuz hiçbir zaman ötekine çok da hoş görülü olmadı. Herkes herkesin hayat tarzına karıştı. Sistemde güçlenen, diğerini ezdi. Kendi çıkarlarını gözetti. Bir insana yapılabilecek en büyük saygısızlık onu görmezden gelmektir ya, bir topluluğu, inanç tarzını, yaşam kültürünü yok sayıp kendininkini dayatmak da, sonuçları ağır bir eylemler bütünüdür. En iyi hali ile bu durum, ezilen, yok sayılan, kaynakların eşit dağıtılmamasının bedelini fakir ve eğitimsiz kalarak ödeyen insanları güce karşı biler. Ve bir gün o güç yer değiştirdiğinde ezilmiş, yok sayılmış insanlar refleks olarak öç alır, güçlü görünen temsilcilerini kayıtsız şartsız destekler ki, tekrar ezilen, yok sayılan hale düşmesinler. Hatta kimisi öyle bilenir ki, göze batarak varlığını ispatlamayı marifet zanneder. Simgelerini ilan eder, her yere diker ki, yok sayanlar adım başı karşılaşsın ve varlıklarını görmezden geldikleri zamanların geçtiğini hatırlayarak eziyet çeksin. Ama güç öyle bir hırs yumağıdır ki, kısa zamanda sahiplerinin sahibi olur."

Öyle de oldu. Bir Başkadır'ın ötekine bakma, diyalog kurma, empati geliştirme hayali zamanla daha da kutuplaşıldığından kayboldu. İnsanca ve dostça birlikte yaşama üzerine var olan imkanlar yitirildi. Umutlar tüketildi. Demografi beyin göçüne zorunlu göçler eklenerek değişti. Giderek hissiz, boş vermiş bir topluluk oluştu.

Yine demiştim ki, "İşte bu dizide de, toplumda sorun olarak ima edilen sosyo- ekonomik, dinsel, inançsal, etnik yapılara ait prototipler ele alınmış ama hepsinin hayatlarına yakın planlarla bakılarak tek ortak noktamıza, insan olduğumuzu hatırlamamız hususuna dikkat çekilmiş. İşte buradan da seyirci yakalanmış. 

Dört yüz yıldır bu sebeple okunan Shakespeare “Konuşulmayan acı kalbi parçalar” der. Bize insani olana bakmamız gerektiğini edebiyatla, sanatla anlattığı için güncelliğini korur. Hem yönetmenliği, hem oyun yazarlığı hem de dizi senaryoları ile yetkinliğini kanıtlamış olan Berkun Oya da, karton karakterler yerine, hepimizin tanıdığı birine benzeteceği karakterler yazmış. " 

Ardından küresel bir kriz olan pandemi kapımızı çaldı. Korku, endişe, hayata kendini kaptıran insanın birdenbire ölümle karşılaşması rutinleri kırdı. Lezzetler acılaştı, her zevk anlamsızlaştı. Bu sefer aynı düşüncedekiler de birbirinden koptu. Herkes can güvenliğini, virüsü bahane ederek kendi evinde yalnız başına yaşamayı kabullendi. Zaten cep telefonlarının verdiği yalancı kalabalık, sosyal medya platformları  artmıştı. Bunun kuru kalabalık olduğu unutan, sosyal medya arkadaş sayısına kanan insan kimseye muhtaç değilim havalarına girdi. Uzaklarda köy evleri, yazlıkları olanlar oraya geçip şehir yaşamından uzaklaştı. Dünyayla online yaşamı benimsedi. 

Berkun Oya da Cici'yi bu sırada memleket denen uzakta bir evde çekti. Uzunca bir filmde geçmiş ve travmalar konu edilmişti. Hepimiz bu dönemi evlerimizde kalıp kendimizi deşerek, içsel yolculuklarımızı tamamlama yolunda bir eğitimden diğerine koşarak geçirdik. Meditasyon her kesimden insan için vazgeçilmez ibadetlerden biri haline geldi.

İşte Kuvvetli Bir Alkış da meditasyon yapan sakin ama huzursuz bir kadın sahnesiyle açılıyor. Adı Zeynep. Gereklilikler listelerinin peşinden koşan kadınları temsil ediyor. Kocası ona uyum sağlamaya çalışan bir figüran olarak o üzülmesin diye etrafında dönen Mehmet. Zeynep Türkiye'de en çok konan kız ismi Mehmet de en çok verilen erkek ismi. Bu bile giderek birbirine benzeyen, yaş alsa da olgunlaşmayan, şımarık bir ergen havalarında yaşlanmamayı kafasına koymuş, arkadaşlarıyla beraber olduğunda bile cep telefonu ekranına bakan, sıkılgan, sürekli dışarıdan yemek söyleyen, muhabbetleri sosyal medya paylaşımları üzerinden olan insanları göstermeyi hedeflediğinin kanıtı.

Çocuğun adı da Metin. "Acılara dayanabilen, güçlü kimse." manasındaki bu ismi taşıyan çocuğun anne karnında geçen süreçteki kederli hali görülmeye değer. Perşembe pazarına benzeyen annesinin travmalarla dolu içinde yok yok. Seksenlerin okul çantaları önlükleri, doksanların kasetleri, cd'leri, iki binlerin mini kot şortları dahil bir kız çocuğunun biriktirdiği anılarla travmaların birbirine geçmiş halinin sahibi Zeynep ne kadar meditasyon yapsa da huzura eremiyor. 

Baba Mehmet ise böyle bir duygu mahzeni olmadığından yiyip içip yatınca hemen uykuya dalan bir erkek olarak karısının istediği o ideal erkek hedefine ulaşamıyor. Karısını bir türlü mutlu edemiyor. Ama yalnız kalmamak için sevgili olan, alıştığı için evlenen, ayrılmamak için çocuk yapan bu çift dertli kederli nihilist oğullarıyla mutsuz hayatlarına tüm ilişkilerin geçtiği aşamalardaki çatışmaları yaşayarak devam ediyor. Bu nedenle bize benziyorlar, günümüzden aramızdan seçilmişler. Çocukları için her şeyi yapıp kendilerini erteliyorlar. Başrol oyuncularımız zaten çok iyiler, hele Zeynep ama oğul Metin'in her yaşını oynayan oyuncular da çok başarılı. Karakter bütünlüğü sağlanmış. 

Normal denen anormallikleri içine sindiremeyen Metin, anne karnında karşılaştığı idealist dava adamı olmaya niyetli Kudret'i de boş buluyor. Yaşamda karşılaştıklarında davayı unutup narsist bir yazar olduğunu görüyor. Kendisi de anne karnının kederli ortamından daha öncesini, portakalda vitamin olduğunu düşündüğü vakitleri özlüyor. Aidiyetsizlik öyle bir boyuta geliyor ki sahilde yılanıyla oturan turunculu bir dilenci oldun diye annesi üzülüyor. Hayatı boyunca eleştirilmiş olmalı ki, kendi evladıma bunu yapmayacağım diyen Zeynep, oğlu ne yapsa arkasında duruyor. Birbirileriyle bile yüz yüze samimi gerçek hislerle konuşamayan çift çocukları doğarken yaptıkları bir telefon konuşmasında ilk defa dürüst olsalar da bu konuşmanın içeriği hayatlarının sonuna kadar Mehmet için merak konusu oluyor.

Berkun Oya, pandemiden yalnızlığımıza geçip birlikteliklerin ciddileştiği süreçte evlendi, çocuk sahibi oldu. Bebek alışverişlerinin bitmeyen temposundan yorulmuş olmalı ki, olmayan çocuk için sürekli alış veriş yapan çifti gösteriyor ilkin. 

Tıpkı günümüzün resmedildiği, idealini, umudunu, geleceğini kaybetmiş, beraber yaşama arzusu, olsa da olur olmasa da olur seviyesinde, yorgun ve mutsuz insanını kara komedi tarzında ne güzel anlatmış.     

İlk bölümlerinde Lars Von Trier'in Dogville benzettim. Yani bittiğinde tıpkı o güzel film gibi sarsılmıştım. Trier’in Amerika’ya bakınca gördüğü pisliği anlatan film gibi bizi aynılaştıran, gereklilik kalıbına sokan her konuya, belki de en çok anlamsızlığa karşı bir duruş sergilenmiş dizide. 

Tiyatro kökenli olan Berkun Oya bunu çekim tarzına da yansıtmış. Bazen dördüncü duvarı yıkarak çekilmiş dediğiniz sahneler farklı tekniklerle birbirine bağlanmış. 

Yine başarılı yönetmenin naif müzikler eşliğinde her bölümü bir başka şarkıyla bitirmesi de çok güzel. Yeni müzisyenler ve parçalarını tanımış oluyoruz. 

İşte biri buradan dinleyebilirsiniz.

İzlediğimiz absürt kara komedi de olsa hüzünlü müziklerle çok derine işleyen bir sızı ilmek ilmek örülüyor içimize. 

Hele son bölümde çalan Sızı adlı parçada anlamsızlığın zirveye taşındığı bir hayatta içimizde oluşan boşluğun ne kadar acıtabileceğini anlıyoruz. 

Netflix‘in bir başkasına göz at diyerek hemen kesmeye çalıştığı bu müthiş şarkıyı sonuna kadar dinledim. Sonra da YouTube’a gidip bir kez daha dinledim. Sezen Aksu çok dinlesem de bildiğim bir şarkısı değildi. Yüreğime oturdu. Berkun Oya'ya hem bu güzel müzikler hem de kaliteli yapıtlarıyla bizi düşünmeye davet ettiği için teşekkür ederiz. 

Hasıl-ı kelam, Kuvvetli Bir Alkış "Bir Başkadır"dan sonra içine düştüğümüz anlamsızlık bataklığını farklı bir gözle bakarak ekrana yansıtmış. Büyümenin diğer adı özlemek, yaşadıkça gördüklerimizinse hayal kırıklığından başka bir şey olmadığı hatırlatılmış. Alkış, beğeni peşinde heder olan hallerimize göndermeler yapılmış.  

Unutmayalım; insanın anlam arayışı ömür boyu bitmez. Bir anlam bulup hayatına katamayan herkes iğreti bir yaşam sürer. Ve anlamsızlığı sürdürmek yüktür. Anlamımızı bulmamız, sızılarımızın o anlamla hissedilmez hale gelmesi dileğiyle.

Handan Kılıç

5 Mart 2023 

     Not: Bloga yorum yazmak herkese zor gelir. O nedenle buraya yorum yazma zahmetinde bulunan dostlara özel teşekkür ediyorum ve yazıya WhatsApp' tan gelenleri de foto olarak ekliyorum. Herkese teşekkür ederim.




 

Neresidir evin?


 “Ev, anımsamaktır.” demişler. Yıllardır evimi arıyorum #çamağacınıngölgesinde adlı kitabımda oturup uzun uzun yazdım bunu aslında.

Evim neresi, nereye aitim, çocukluğuma mı şimdiye mi?

Oradan oraya taşınırken takılıp kaldığım evler oldu mu? Rüyalarımın şimdi yıkılmış olan eski evimizde olması normal, hepimizin elinde çocukluktan başka neyimiz var?

Ev dört duvar değildir, nefes alır, dağılır, toplanır, temizlenir, yine kirlenir. Bizim, halden hale girişimizi seyretmekle kalmaz, uyum sağlar hayat dansımıza. Pencerelerinden dünya seyredilir, başının üstündeki çatı gökten inenlerden, duvarlar bayırdan kopup gelenlerden korumak içindir. Ev güvendir, güvenliktir, sığınmak, sarılmaktır.

Bazen de sıkışmak… Üzerinize duvarların geldiği zamanlar olmaz mı? Aslında o vakit insanı yoran nedir diye bakmalı, seçtiğimiz eşyalar mı seçemediğimiz insanlar mı? Evin duvarları hareket edip üzerimize gelmediğine göre bizi nefessiz bırakan ne diye düşünmeli. Bulduk diyelim, çaresi ne? Ev kavramının içini doldurmaya ne dersiniz?

Kendimizi dışarı atınca sıkıntımızın geçeceğini sandığımız zamanlar geçince, eve dönüp onunla dost olmayı öğreniriz.

Oraya geldiysek “Evim, evim güzel evim!” lafını ayrı kaldığımız kısa zamanlardan sonra bile söyleriz.

Ev bizimdir, bizle doludur, anılarla, onları somutlaştıran objelerle, okuduklarımızla, bizi biz yapan unsurlarla. Hem özgürlüktür, ötekinin sınırlarından kurtulmaktır. Kendinle anlaşmayı öğrendiysen kucaktır.

İnsanların türlü oyunlarıyla çevrili, zorlu koşullardan oluşmuş “dışarı”dan sonra nefes aldığın sevgilidir. Hatta gün gelir sevgilin bile canını yakar da ev hep orada kollarını açmış sakince bekler seni avutmak için.

Ondandır herkesteki ev sevdası, kaplumbağa kadar şanslı değiliz, başımızı sokacak bir kabuğu bulana kadar nerelerden geçer yolumuz. Bu yolculukta insan kendine hangi evleri durak yapar ve sonunda “işte evim!” dediği yeri nasıl bulur bilinmez.

Uzun uğraşlar sonunda benim vardığım yer belli. Defterimle kalemimin benimle olduğu yerleri evim kabul ettim. Masalar, odalar, adresler, şehirler değişir, hatta kalemler, defterler biter ama onlarla icra ettiğimiz eylem, yazmak hep bizimledir.

Yazıyı ev belleyince hayat değişir. Kelimeler bazen konfeti gibi başımın üzerinden dökülür eve gelince, sürprizler yapar. Bazen de aniden kesilen su gibi bekletir kendisini. Dağınıktır bazen ortalıkta, oradan buradan nanik yapan haylaz bir çocuk gibi peşinden koşturur beni, oyun ister.

Yazmak dilediğin gibi oynamaktır. Kelimeler kimsenin elimizden alamayacağı oyuncaklardır. Legoların parçaları gibidir, istersen bina yapabilirsin istersen kulübe. Sadece etrafını da çevirebilirsin bahçenin. Oradan oraya at koşturursun kime ne, kalem benim, kâğıt benim, kelimeler benim. İster renkli ışıklarla bezeli lunapark yaparım, istersem tünel ucundaki ışığın heyecanını yazarım. Yorulursam, dinlenmek için yatağa uzanırım.

Evimdir kelimeler, her harfini sevdiğim, iyi ki varlar dediğim. Evinin peşinde olanlara yazmayı öneririm.

Handan Kılıç

11 Ocak 2024

*Bu yazı ilk kez 11 Ocak 2024 tarihinde medıum.com adresinde yayınlanmıştır.

Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik?

 

  Bu gece konuğumuzdu Ercan Kesal. “Bilgiyi bilgelikle mücehhez edelim.” diyerek bitirdiği sohbetinde kaybettiğimiz hasletlerimizden bahsetti ve sezgi, içe doğma, gibi hallere dikkat kesilmemizi salık verdi. “Bilgiden vazgeçemem, doktorum ben ama dokunmayı okuma yazma bilmeyen annemden öğrendim,” diyerek bizi yazarken ve yaşarken iç sesimize güvenmeye davet etti.

Annesiyle halasının bir konuşmasına rast geldiğini, hayatı boyunca başına türlü belalar gelen halasının, annesine “Ben ölmüş anamın sütünü emdim Fadime, nasıl gün göreyim ki?” dediğini duyunca kulak kesildiği bir anekdotunu anlattı ve günümüze bağladı.

Saadet halam hem gülüyor hem de bunları söylüyordu. O daha emzikte iken annesi hastalanmış ve yatağa düşmüş. Sonra da ölmüş. Bebeği almışlar koynundan ve defin hazırlığına başlamışlar. İş uzayınca bebek ağlamaya başlamış. Anneyi mi gömecekler, bebeği mi doyuracaklar? Ölmüş annenin göğüslerinden hala süt sızdığını gören ihtiyarlardan biri, “acıkmış bu, annesinin sütünü istiyor” diyerek bebeği ölmüş annesinin göğsünden emzirmiş.”

Saadet halam başına gelen tüm felaketlerin sebebini buna yoruyordu: “Ölmüş annemin sütünü emdim ben abla, niye gün göreyim ki?”

“Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik? Anadolu’nun sütünü. Göç yollarında ölen komşularımızın, kovuklarda kıstırılıp kurşunlanan köylülerin, yanmış otellerin içinde kalan kardeşlerimizin Anadolu’su. Issız dağ yamaçlarının, serin çavlanların, bozkırın Anadolu’su.” nu diye sormuştu zaten yıllar önce gazeteye yazdığı bir yazısında. “İyiliğe inancınızı kaybetmeyin,” diye bitirmişti satırlarını.

O günlerin üzerinden çok acı günler daha geçti, geçiyor. Bu topraklarda acı aynı kaldı ama ezilenler sürekli değişti, mahalleler karşıdakilerin de ana evladı olduğunu unuttu. Kulaklarını ötekine tıkadı. Ölmüş anaların sütünü içmişçesine başı beladan kurtulmadı.

Bulandırılmış hakikat, bulandırılmış süttür…Şimdi, sonuna kadar hakikat ve sadece hakikat için… Korkmadan, utanmadan ve katlanarak… Sütümüzü berrak kılalım. Helal süt emmiş kardeşlerimizi hatırlayarak…” diyor Ercan Kesal.

Hasıl-ı kelam, en sevmediğiniz mahalledekilerin de insan olduğunu unutmayıp insanlık onuruna yakışır şekilde davranmayı becermezsek bu acılar artarak devam edecek. Aklımızı başımıza alalım artık, vesselam.

Yazısının tamamını, sitesinden buraya eklediğim bağlantıdan okuyabilirsiniz. 

DÖNGÜ

      


                                                                                                                                             Sevgili Öykü Tekşen’e

Toprak yağmura doyamıyor ben sana. 

Oysa kanmak istiyorum artık.

Su hayattır, Bengisu bir hayal. Geçen giden bir suret. 

Uzun kıvırcık saçlarını görüyorum arkadan, yüzünü saklıyor ama bekliyor beni, herkesin gideceği yerde. Sadece zamanımız başka. 

Üşüyor mu, hayır, sarıp sarmalamış kendini. Hem sahibi var üşütür mü hiç kendine döneni!

Döngü devam ediyor, bulutlar göğü karartıyor, hep gri, hep puslu derken yağmurlar yağıyor. 

Kanacağım bu sefer diyorum ağzım, yüzüm görünen ve görünmeyenlerimle kanacağım. 

Bu sefer sevgiye, berekete doyacağım, baraj kapaklarıyla da tutacağım suyun bir kısmını, kendimde. 

Geldiği gibi gitti her şey. Başladı ve bitti yaşananlar.

Ama döngü hep devam etti. Maskelerin boş sureti yok artık, dudağı yukarı kalkmış bir rahatlıkla gülümsüyor içinden bakan. Sen de güzel bak diyor.

Irmaklar coşkun, balık bol. 

Gözyaşlarına sahip ol. 

En iyisi bir çeşme yapmak önüne. 

Ama sürekli akandan değil, başı da olsun ki suyu aç kapa gerektiğinde.

Açık kalırsa çeşme, hatırla dünyayı, geleni ve gideni. 

Kaybedilen kadar kazanılanı. 

Ve hep biraz kendine yaşam suyu bırakman gerektiğini.

Sonra yine ver, verebildiğini.

Almayı da bil ki, devam etsin dünyanın dengesi.

3 Ocak 2024

Handan Kılıç

*Bu yazı ilk kez medium.com da yayınlanmıştır. 

Ankara Route Selanik Söyleşisinden Kesitler

 Ankara'da Yazı-Yorum Dergi ekibi ile Hikayeci Dergisinin ROUTE SELANİK adlı mekanda düzenlediği etkinlikte buluştuk.  Uzun ve keyifli b...