misafir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
misafir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yazı-yorum Dergi 46. Sayısı Misafir Filmi Andaç Haznedaroğlu


 Merhaba,

Yazı-yorum Dergi 46. sayısı yayınlandı. Ben de Misafir filmini yazdım. 

Andaç Haznedaroğlu'nun mülteciler üzerine çektiği son derece etkileyici bu filmi izlemelisiniz. 

Yazıyı okumak ve dergiyi indirmek için de linki tıklayın.

46. Sayıyı ücretsiz indirebilirsiniz.  




COĞRAFYA KADER MİDİR, KEDER Mİ?



Yakın zamanda Afyon'daydık. Akşam vakti balkonda ceketli oturup çay içiyordum. Hava çivi gibi soğuk...Çünkü coğrafya... Çay olmasa ellerimi ceplerime sokarak ısınırdım ama iyi ki çay var da hem içim ısınıyor hem de elimdeki bardakla parmaklarımın buzu çözülüyor. 

Ben bir şeyler okurken annem akşam yürüyüşüne çıkmış ve tabi ki ot toplamış. Bahçede çimler, çam ağaçları, ekilen bahçe bitkileri, güller var. Onlar düzenli düzenli sulanınca tesisin bahçesi adeta bir cennet... Duvarın dışı ise sapsarı bozkır... İç tarafta ege otları bile var oysa... Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ dedikleri bu olsa gerek
 


Soğuk arttıkça gözümün önünden buzullar geçiyor. Ürperdiğim balkonda manzaram sarı ama annem ot ayıkladığı için burnuma gelen yemyeşil bir koku. Duyularımın hepsi birden uyanmış, sonbaharda kış soğuğu, bozkırın ıssızlığında taze ot kokusu. İçimin buzullarından sahralarına uzanan yolda yalnızlığı bölen çocuk sesleri. 

Radika, labata, ısırgan, lita, çohoz bulmuş annem. Radikallarla çohoz haşlanıp zeytinyağ ve limon ile salata olacakmış, diğerleri soğanla kavurup üzerine yumurta kırılarak karışık ot adı ile bir öğünde bizi sebze ile buluşturacak. Kış geliyor ya iç ege pazarlarında bile doğru düzgün sebze yok, her şey buruş buruş. İç Anadoluya daha yakın bu ilde bulgur zamanı başlamış ama biz Giritliler ot yemeden duramaz, çıkar dolaşır yeşiline kavuşuruz işte. 

Atalarımız "Bahçene erik, evine yörük sokma" demişler ama Giritlilerin her yerden ot toplamasından rahatsız olmamışlar demek ki. Sonuçta yabani diye atılan ya da kuruyup giden yeşilliklerden yemek çıkarmak, üretimin en ileri boyutlarından. Tabi bunu becerenler babaannem, ve merakından dolayı gelin geldiği yerde bütün otları öğrenip pişiren annemin kuşağı. Bizim nesil yer ama toplamaz.

Annem, bir yandan ayıklıyor, bir yandan da konuşuyor; her bıçakla kökünü yapraktan ayırışta ortalığı çim biçildiğindeki tazelik kokusu kaplıyor. "Kartlaşmış bunlar, tabii kimse toplamıyor, yazık vallaha" diyor annem. 

Gülüyorum, "Toplamaz annem artık kimse böyle meşakkatli işlerin altına girmez. Babaannem ve sen gördüğün otu tanırsın ama ben daha bir çok ağacın ismini bile bilmiyorum. Şehirde büyümenin neticesi, evinde her gün ot pişmiş bizim nesil bile hangi yaprak hangi otun ayırt edemiyoruz  işte... Kitapların yaprakları arasında kaybolmanın sonuçları... 

Ya bizim çocuklarımız, bırak ağaçların isimlerini bilmeyi kafalarını kaldırıp orada bir ağaç var mı diye bakmıyor. Sürekli farkındalık geliştirmekten, bu dünyaya geliş gayemizin sürekli kendini yenileyen bir dünyadaki düzeni fark etmek, her canlının kendi dilinde bize söylediklerini duymak olduğundan bahsediyoruz ama her gün daha da azalan yeşile o kadar uzak, betona o kadar aşinayız ki...Çünkü coğrafya...Çünkü kader... Sonuç hep keder...

Gözümü ufka dikiyorum. Sarı, uçsuz bucaksız değil uzaklar kah kahverengi, kah koyu yeşil... Nerede ne var, her yer ekilmiş mi, bazısı sürülmüş, kimi nadasa mı bırakılmış. Deniz yok, ufuk çizgisini tarlalar belirliyor. Hissettiğim tek şey sınırlanmak... Yolunu kesen dağlar, soğuktan burnumun ucunun kıpkırmızı olması, karşıda yeni yapılan bir otelin inşaatı... Yüksek bir yerde... İçerisi tıpkı bu tesis gibi yeşillendirilmiş. Ama tepeye çıkan yol da iki taraftan ağaçlandırılmış. 

Annem "Toprak kaymasın diyedir bu ağaçlar" diyor... Başımı sallıyorum. Toprak nicedir kayıyor, yeryüzü değişiyor, iklimler, sınırlar, çöller, sular, savaşlar, göçler, yalnızlıklar, Ege denizinde boğulan çocuklar, evlerine, ülkelerine sığdırılamayan kadınlar, yabancı topraklara canından canı gömen çaresiz babalar, işinden evinden yurdundan olmuş doktorlar, akademisyenler, hakimler, savcılar... Babası nehir sularına kapılmış evlatlar, uzaklarda ne yiyor ne içiyor diye düşünülen yavrular, endişelenecek kimsesi kalmamış garipler... Sarılacak tek akrabası olmayan göç mağduru çocuklar... Okulları yarım kalmış, hayallerinden uzağa düşmüş binlerce insan... Toprağı, vatanı, evi, kalbi, ailesi, insan sevgisi, inancı, umudu ellerinden kayıp gitmiş çocuklar... 

Suyun boğamadıklarını da sessizliğin boğduğu bir coğrafya... Evet coğrafya kaderdir... Bazı coğrafyalar da kederdir işte...

Bir dikili ağacın toprağı tuttuğu yerde insan tutunamıyor insana. Herkes gözüne kulağına kalbine toprak atma derdinde... Toprak altına ölüler girer, toprakla öldürülen vicdanlar bir gün kalan bedeni de gömer acının içine, sıran geldiğinde. O zaman şimdi kulağını tıkadığın çığlıkları yükseltirsin de bir başkası tıkar kulağını. Açar müziğini, filmini, duymaz kimsenin sesini... Kendini de unutur, insanlığı da... Gömer kafasını sosyal medyaya, oyuna verir kalbini, orada kaybedince toprağını ağlar... Topraklarının ayaklarının altından kaydığından habersiz yaşar. 

Hırsları yüzünden gözleri gönülleri doymayan insanları toprak doyurur derler ya hani, gerçekten öyleymiş. Tutunacak toprak, vatan olacak toprak, hırsları ile kör olanların gözlerini dolduracak da toprak... Doyuran da toprak, mezar olan da...

Azot döngüsünde yerini almadan önce farkını koymalı insan... Topraktan geldiğini, toprağa döneceğini hatırlamalı, kalbi, gözü, vicdanı toprak olmadan onları yaşatacak duyguları aktif hale getirmeli, üzerindeki ölü toprağını silkmeli... 

Coğrafya kaderdir elbette, kederdir bu topraklarda nefes almak. Düşünsenize son otuz yılda yaşanan olaylar bir Kuzey Avrupa ülkesinin beş yüz yıllık tarihine yayılmıştır. Ondan belki vatandaşını kör, sağır, dilsiz yapmıştır bu coğrafyalar ama elimizin eriştiği yeri ağaçlandırmak, uzattığımız kollarımızla kimsesiz yavruları, çaresiz insanları sarmak, onlara bir kucak, yeşillenecek toprak olmak da gerektir. 

Osmanlı şehri isimli bir kitap okumuştum. Dünyaca ünlü mimarlık ödüllerini iki kez alan tek kişi olan yazar Turgut Cansever, Avrupa gibi tek tip bir mimariye sahip olmamamızı, inanç sistemimize dayandırmış, insanın kendini inşa ederken evinin önünü de güzelleştirmesi, yeşillendirmesi gerektiğini, bunu Avrupa'daki gibi devletin değil tek tek fertlerin yapmasının vazife olduğunu anlatmıştı. Zaten kendini inşanın yolu çevrene, üretime katkı ile doğru orantılı değil midir ?

Öyleyse hepimiz coğrafyanın kader olduğunu bilip çok da kederlenmeden evimizin önünden, kalbimizin toprağından başlamalı, elimizin ulaştığı yerde yeni fidanlara su vermeli, yıllanmış ağaçların içinin boşalıp devrilmesine müsaade etmeden gerektiği anda destek olmalıyız ki, dünyaya katkımız olsun, kalbimizin toprağı kaymasın, yeşillensin, bağrımızdan sürgün veren otlarla karınlar doysun. 

Bir insanın yüzünde gülücüğe sebep olursan kalbinde açacak güllerin dalında da bülbüller şakır. Bunlar hayal değil, idealize edilmiş büyük hedefler de değil. Tıpkı herkesin evinin önünü süpürmesi gibi dünyaya karşı borcumuz. Nasıl karbon ayak izi bırakmadan çevreye duyarlı seçimler yapmamız gerek tıpkı öyle de, kalbimizin kurumasını engelleyecek eylemlerde bulunmak da kendimize karşı vazifemiz. Toprağımızın elverdiği ölçüde, coğrafyamızın izin verdiği ağaçlarla da olsa kederlenmeden kaderimizi yeşillendirmeli. Tıpkı yukarıdaki fotoğraflarda olduğu gibi kalbine de bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ... 
   



MİSAFİR-2017- Andaç Haznedaroğlu


Sinema Günlüğü 53.Film

Bugün İzmir Fransız Kültür Merkezi'nde idim. Amacım, dün başlayan ancak benim yine, yeniden başıma gelen tatsız ve haksız bir takım olaylar nedeniyle ilk gününe katılamadığım film festivalindeki tüm gösterimleri izlemekti. 

İlk filmin çok iyi olduğunu biliyordum ancak ikinci filmden itibaren izleyici olabildim. 

"Kaplumbağalar da Uçar" adlı bu 
filmin başka bir yazının konusu olacağı muhakkak. Gün içinde de bir çok güzel kısa film ve uzun metrajlı yapım izledim. Elbette festivalden sonra bunlara dair de bir şeyler karalamak istiyorum. 

Ama bu gün bahsetmek istediğim film, son gösterimde yer alan Misafir.

Yönetmen Andaç Haznederoğlu'nun üçüncü filmi olan yapım gerçekten çok güzeldi ve bir festival gününü zirvede kapatmak için iyi bir tercihti. Gösterimin heyecanıyla eve gelip sıcağı sıcağına yazmak istedim. 

Filmin konusuna ve künyesine dair detaylı bilgilere de buradan ulaşabilirsiniz.  


Daha önce "Yakından geçen mülteci öyküler" adlı kitapla ilgili olarak yazdığım yazıda mültecilik, göçmenlik, iltica, göç gibi kavramlar üzerinde epey durmuştum. (Merak edenler kitabın adı olan linki tıklayabilir.)

Bu nedenle daha çok filmin bıraktığı duygu üstüne bir kaç kelam etmek istiyorum.  

Gösterimden sonra, filmin senaristi ve yönetmeni olan Andaç Haznedaroğlu'nun söyleşisi vardı. "Film burada bitmedi, başka yerlerde devam ediyor. Sizin için de buradan çıkınca devam edecek" diyerek söze giren yönetmen, amacını Hz.İbrahim'in içine atıldığı ateşe su taşıyan karınca üzerinden izah etti: "Safımız belli olsun, bir kişi için bile farkındalık oluşması kazançtır." 

İltica, göç ve insanları buna zorlayan şartlar misal, savaş, siyasi baskılar, hukuk skandalları, yoksulluk, tabi afetler, insanlıkla yaşıt konular. 

Ama hiç bir dönemde insanlar bu kadar görünür hale gelen acılarla, zulümlerle, haksızlıklarla, savaşlarla karşılaşmadılar. Canlı yayınlarda gerçekleşen bombalamalar, oralardan kaçan mazlumlar, trafikte, parkta, bir yerde otururken karşımıza aniden çıkıp görmezden gelinen yersiz yurtsuz kalmış insanlarla kuşatılmışız ama hala olan biteni yok sayarak yaşamaya devam ediyoruz. 

Bu açıdan film, insanı merkeze alıp, kanıyla canıyla, duygularıyla, kayıpları ile yaşam konforlarının biranda yıkılması ile vatansız kalan, ağır travma halindeyken bir de ötekileştirilmenin acısını yaşayan insanları anlamamız, empati yapmamız için fırsat sunuyor. 

Yönetmen amacının, farkındalık oluşturmak olduğunu, filmin hazırlık aşamalarında mülteci kampında kaldığını, imkanların kısıtlılığı karşısında haftada bir yıkanabilmenin, her öğün karnını doyurabilmenin mutluluk sebebi olduğunu, daha sonra kendi hayatına dönünce kentin temposunda, konfor alanlarımızda yaşarken kendimize mutsuzluklar icat ettiğimizi fark ettiğini anlattı. 

Ve sanırım filmin söylemek istediği cümle benim için "Farket, hisset, dünya için, insanlık için, insan olma, insan kalma adına bir şeyler yap, iyileştir ki iyileşesin"  oldu. İçimde var olan ateşi alevlendiren bu güzel motto filmden bana kalan duygu. Bunun için başta yönetmen olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler.            
Kalabalık bir izleyici topluluğunun yönetmeni soru yağmuruna tutması ve alkışlarla kutlaması da filmin ilk amacını gerçekleştirdiğini, çok da beğenildiğini gösteriyor. 

Bence de, son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerdendi. Türk sineması adına da çok sevindirici. Yönetmenin diğer filmlerini de festival bitince izleyeceğim ama sanırım bu film onlardan farklı. Bağımsız sinema adına yaptığı özel bir çalışma ve bir hikayenin yapması gerekeni, önce yönetmenin sonra da izleyenlerin hayatına yapıyor, onları dönüştürüyor. Jenerik akarken film başladığındaki siz olmuyorsunuz.

Sinematografik açıdan da kaliteli olan film bir çok festivalden ödülle döndüğü gibi Avusturya'da okul gösterimi listesine girmiş. Darısı bizim eğitim sisteminin başına 

Film müzikleri, çekim perspektifleri, çoğu amatör olmasına rağmen oyunculuklar da çok güzel. Ağır travmalar içeren bir konu tıpkı yaşam gibi anlatılabilmiş. Hepimiz gün içinde türlü sıkıntılar yaşarız, zor dönemleri de mizahla atlatmaya çalışırız ya filmde de dramanın yanında tebessüm ettiren sahneler var. Üzerinizde ağır bir hava değil umut ve iyi bir film izlemiş olmanın zevki kalıyor. 

Mültecilerin de bizler gibi bir hayattan geldiği, dünyalarının bir anda yıkıldığı hatırlatılıyor. İnsana insan olduğu için değer vermemiz gerektiği vurgulanıyor.       

Yönetmen Andaç Hanım'ın da dediği gibi "Kavramları birleştirirseniz, insanları ayrıştırırsınız" Suriyeliler, Iraklılar, Türkler diyerek insanları karşı karşıya getirirseniz provake edersiniz. 

Bu gün yapmamız gereken insan ortak paydasında buluşmak, dünyanın hepimize ait olduğunu hatırlayarak elimizdekileri paylaşmak, günlerin insanlar arasında döndürüldüğünü unutmadan empati ile hareket etmek. 

Ve filmin konusu özelinde söylersek zaten ağır ve travmatik bir hali yaşayan, insanın en temel ihtiyacı olan güvenlik, barınma, karnını doyurmak gibi haklardan mahrum kalan bu insanların hayatlarına dokunarak misal çocukların okula gitmelerini sağlayarak ihtiyaçlar piramidinin en tepesindeki kendini gerçekleştirme zirvesine yönelmelerine katkı sunmak gerek. Bu hem bizi hem de onları oldurur. Kin, nefret, ayrışma söylemleri de ruhumuzla beraber insanlığı öldürür.  

Hepimizin misafir olduğumuz bu dünyada misafirlerimizle bereketli zamanlar yaşayalım. Onları kaybetmek yerine kazanalım.  

Bir sonraki yazıda, yine bu gün çok beğendiğim bir kısa filmden uzun uzun bahsedeceğim. "All together" isimli film Nejla Osseriran tarafından çekilmiş.

Bu gün ve yarın da devam edecek festival programına buradan erişebilirsiniz. 

Bu filmi mutlaka izleme listenize alın derim. İyi seyirler.    


 


Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...