DENEMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DENEMELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Üç Renk: Mavi, değil sadece Renkli

 


Bir hafta daha dolu dolu geçti. Buraya bunları neden yazıyorum sorusu hala içimde yankılanıyor. Sesime ses veren karlı dağlar olmasın istiyorum belki de. Ama insan her şeyi kendi için yapmalı martavallarıyla sık sık manipüle edildiğimiz bu çağda hiç olmazsa kendine rapor çıkarmış oluyorsun diyerek avunuyorum. Sesime ses verenlere teşekkürüm bile vermeyenlere gönderme olarak algılanmış ve bu konuda biz de beğen yapıyoruz diyerek sitem eden arkadaşlarım oldu. Elbette yeni bir yolculuğa çıktığım bu mecrada herkesin katkısı çok kıymetli ama kalkıp yorum yazma zahmeti göstermiş olanlar da en azından ek bir teşekkürü hak ediyor diye düşünüyorum. Alınmak, içerlemek için istersek çok sebebimiz olur da keşke enerjimizi birbirimizi büyütecek desteklere harcasak, ota çöpe üzülmesek de sağlımızı bozmasak. Zira geçen haftanın yedi gününden altısını hastanede geçirmiş biri olarak epey ibretlik görüntü ve hali yaşadım. Rutin kontroller için gittiğim hastaneden de bir süre uzak olmayı diliyorum. Bu nedenle birbirimize yardımcı olalım. Buradan kimseyi kastederek bir şey yazmıyorum. Pasif agresif tutumlarım da yoktur. Konuşarak her konu aşılır. Aksi düşünülüyorsa da susulur, ne diyeyim. Şimdi kendime verdiğim raporuma geçiyorum.

Cumartesi günü “RASKOLNİKOV, TEĞMEN DROGO, GREGOR SAMSA: ŞEMALAR ÇERÇEVESİNDE PSİKOLOJİK ANALİZ Erken Dönem Uyum Bozucu Şema” başlıklı bir seminere gittim. Edebiyat söyleşilerinin olduğu bir etkinliğe Aile Bakanlığında çalışan bir klinik psikolog Taha H. Can davetli idi. Tamamen kendi ilgisiyle çalıştığı bu konuda roman kahramanlarının şemalarını çıkarmak çok yaratıcı geldi bana. Verimli geçen toplantı sonrası talep üzerine bu şekilde romanları inceleyeceği bir okuma kulübü kurması istendi. Bakalım nasıl sonuç doğuracak. Şimdi buraya Taha Beyin bizimle paylaştığı notlarından en azından bir kahramanı alıntılamak istiyorum, hepimize faydalı olacaktır.

Tatar Çölü DİNO BUZZATİ

Adı: Giovanni Drogo Mesleği: Subay (Teğmen) Yaşı: Romanın başında yaklaşık 22–23 yaşlarında Sosyal Statüsü: Orta-sınıf kökenli Eğitim: Kraliyet Harp Akademisi mezunu Medeni Durum: Bekar Ailesi: Annesiyle yaşadığına dar ipuçları var, babası muhtemelen hayatta değil İlk Görev Yeri: Bastiani Kalesi Kişilik Özelliği: Disiplinli, duygularını bastıran, idealler ve görev bilinci yüksek bir genç adam

Ana Temalar Bekleyiş, anlam arayışı. Görev, bağlılık ve fedakarlık. Boşluk ve anlamsızlık. Değişime direnç ve alışkanlıkların gücü

Şemalar:

Duygusal yoksunluk Kusurluluk Onay Arayışı Kendini Feda Duygusal Yoksunluk İlgi, şefkat, sıcaklık yoksunluğu Köken: Anne ilişkileri- “… Evde, yalnızca, kendisine veda etmek üzere kalkan annesinin bulunduğu yan odadan gelen küçük tıkırtıların bozduğu derin bir sessizlik hüküm sürüyordu.”

Kendini açma ve duygusal destek yoksunluğu Köken: Anne ilişkileri- “Annesiyle vedalaşırken kadının gözler dolmuştu ama ağlamamaya çalışıyordu. Drogo ise bunun çok da önemli olmadığını düşünmeye çalışıyordu.“

Duygusal Yoksunluk Yalnızlık ve yabancılaşma Köken: Anne ilişkileri- “Annesi hemen geldi; … ama o da az sonra bir arkadaşıyla buluşarak kilseye gidecekti… dünyada herkes Giovanni Drogo’ya hiç de aldırmaksızın yaşayıp duruyordu.” Yoksunluk ve ihtiyaç (sevgi, onay, destek vb.) Köken: Anne ilişkileri- “Annesinin yanında, onunla aynı odada, lambanın bildik ışığı altında olsaydı, Giovanni ona her şeyi söyleyebilirdi.

Şemaya Teslimiyet Drogo’nun iç dünyasındaki duygusal yoksunluğun simgesel karşılığı olarak tatar çölü tıpkı annesi gibi resmedilir. İhtiyaçlara karşılık vermez-

Boşluk ve yalnızlık uyandırır-

“Bir tek kelime edilmeden geçen uzun saatlerde… kimse yoktu, sadece sessizlik vardı.“ Teslimiyet- “Bir sabah uyandığında bu manzaranın artık ona garip gelmediğini fark etti.

Bastiani Kalesi: Dış dünyanın içsel yansıması. Issız, tenha, iletişmsiz. Kahramanlık yanılsaması. Anlam arayışı. Tekrarlayan döngüler. Konfor alanı.

Kendini Feda “Uzun ve belirsiz vadeli bir iyilik uğruna, küçük sevinçlerden vazgeçmiş olmasından acı bir tat alıyordu.” “Yirmi yıl önce… yaz harekâtları, tiyatrolar, balolar… Ama tüm bunlardan şimdi elinde ne kalmış olacaktı ki?

“Belki bir gün savaş çıkarsa, herkes kahraman olacak… ve ben de kalede kalmamın nedenini anlamış olacağım.” “Hemen gitmek istiyorsanız en uygunu hastalık gerekçesidir… Ama dört ay kalırsanız, işler daha nizami olur.” “Ama Drogo annesini anımsadı: Bu saatte onu düşünüyor ve oğlunun vaktini sevimli arkadaşların ve belki de, belli mi olur, hoş bir hanımın eşliğinde geçirdiğini düşünüp teselli buluyor olmalıydı…” Unutulmamak için insanın kendisini göstermesi gerektiğini ve eğer bizzat harekete geçmezse, hiç kimse kalkıp da kendiliğinden Giovanni’yle ilgilenmeyecekti…”

Cumartesi bu eğitimle başladı. Örgüye meraklı iki eski arkadaş eğitim çıkışı Kızılay’da dolaştık, kahve içip kendimizi ipçide bulduk. İpleri çok ilginç buluyorum. Örmeyi de. Olay örgüleri gibi yeni bir öyküyü adım adım ilmek ilmek örmek çok eğlenceli. O dükkan binlerce ihtimal var dedirten heyecan verici bir yer.

Renkler, örnekler, farklı nesnelere dönüşebilecek o kadar malzeme var ki, hayat gibi. Bir gün tamamlanmayı bekleyen roman taslaklarım gibi. Eve gelir gelmez hemen beş motifli çantaya başladım. Pazar da bitmek üzereyken başıma giren ağrıyla bıraktım. Bırakmayı bilmeli, artık öğren dedim. Pazartesi ise ilk fırsatta tamamladım. Çok tatlı bir çanta oldu ve renklerle oynamaya karar verdim. Minik minik denemelerle ne olacağını tasarlamadan parçalar üretiyorum günlerdir.

Salı günü bir arkadaşımın Yedi vadi adını verdiği bir Simurg Atölyesine başladım. Onun ilk heyecanında, 5 Numara adlı mekanında 7 yeni insanla tanıştım, kolaj yaptım.

Benim için ilginç olan 7 kişinin de hayatımdan geçmiş ve önemli dönemeçlerde yoldaşlık ettiğim isimlere sahip olmasıydı. Bir kaçıyla yollarımız ayrılmıştı. Özlediğim ama bir nehirde iki kere yıkanılamadığından tekrar yarenlik edemeyecek kadar uzaklaştığım insanların sanki 7 haftada 7 yüzleşme yaşamam gerektiğini hatırlatırcasına dizilmesi ilginçti. Bir yandan da yepyeni simalar bambaşka insanlardı tanıştıklarım. Her şey değişiyor, her acı geçiyor dercesine aynı isimler üzerinden gülümsüyorlardı bana.

Sonra Ankara’ya ilk geldiğim zamanlar evinde sık sık kaldığım yakın arkadaşım orada oturduğu için beraberce dolaştığımız yerlerde gezindim. Mavi spiral havuzda suyun merkeze akışını izledim. Bu atölye, düzenleyecisinden, içeriğinden ziyade beni tetiklemeye başlamıştı bile. Zaten 2023 Ağustos’ta Sanal Yazı Evinin geleneksel kitap yazma ayı programında başladığım 7 vadili bir taslağım vardı. Ona dönmem için de işaret olabilirdi. Ayrıca son okumasını yapmak için epey uzaklaştığım novella ve geçen yıldan beridir dinlendirdiğim Dipsiz Göl’ün ikinci kitabı da dün gece itibariyle editör kontrolünden geldi. Yani yapacak öyle çok işim var ki, oyalanmamalıyım diyorum kendime. Hadi, hadi diye peşimde bir iç ses darladıkça ben iplerle kaçıyorum. Zihnim kitap taslaklarımda elim iplerde, gönlüm renklerde gündemden uzak durmaya çalışarak kendi gündemimi yaşamaya çalışıyorum. Çünkü gündemde boğulduğum vakitlerde çözüm üretemediğim ülke sorunları olmayan tansiyonumu yukarı çekerken elimden bir şey gelmiyor. En azından kendi gündemimle meşgulken ürettiklerim var. Sosyal medya yüzünden sık sık haberdar olup yıpranıyoruz zaten.

Salı günü neredeyse tüm gün ve gece kendimle, kendimce geçti. Özlediğim bir durumdu. Hiç ev iş yapmadım mesela. Tam böyle düşünürken gece 00:00 olduğunda makinede biten çamaşırları gördüm, kuruyanları katlayıp ıslakları asınca yine ev işi yolumu kesti dedim ama artık ertesi güne geçmiştik. Akşam için de Mehmet Açar’ın yeniden başladığı film okumalarına katıldım. En sevdiğim şeylerden biri sinema. Ve onun üzerine izleyip yazmak. Uzun yıllar önce seyrettiğim Üç renk serisinden Mavi filmini dinledik. Her zaman ki gibi güzeldi. Bir sürü notlar aldım. Sonra defteri kapatıp bir başka deftere geçtim. Yeşim Hoca tetikleriyle yazmak isterken ders boyunca çalan kapıya 3 kez kalkınca çok güzel başladığım bir yazı yarım kaldı. Bugün onu yazacaktım, burayı hatırladım. Yeşim Hoca demişken “Kendimi Yazıyorum” e kitabını alalı kaç hafta oldu hala çalışmaya başlayamadım.

Bu arada Mustafa Çevikdoğan’ın geçen hafta dinlediğim ve çok sevdiğim öykü kitabı Temiz Kağıdı’nı aldım, okudum. Çok güzeldi. Javier Cercas’ın Saplantı adlı kitabı da çok güzel gidiyor. Bir kaç ayrı kitap daha var yarım, hepsini okuyorum. Ve anladım ki ben tek bir kitap tek bir örgü tek bir yazı tek bir arkadaş grubuyla yetinemiyorum. Tek olan tek şey oğlum. Ve artık kabul ediyorum, ben böyle mutluyum Ve yalnız değilim. Misal 

 kadar renkliyim.

Bu yazıyı yüklerken 15:46’da deprem oldu biraz sürdü. Ankara’da deprem olmaz deyip çevre illeri düşündüm. Yoksa İstanbul mu, Simav mı derken(o kadar da gündemden kopuk değilmişim) AFAD 5.2 Konya Kulu diye açıkladı. Beklemediğimiz yerden yüksek bir şiddette geldi. Geçmiş olsun hepimize.

Not: Bu yazı ilk kez 15 Mayıs 2025 tarihinde https://handankilic.substack.com/p/uc-renk-mavi-degil-sadece-renkli adresinde yayınlanmıştır.

İstanbul Ansiklopedisi Üzerine

 

Merhaba,

Dördüncü haftaya geldik bile. Bu koca hafta önceden alınmış doktor randevularımızın peşinde harcanıp gitti. Yarın da alçının çıkış günü. İnşallah şifayla devam diyeceğiz. Hastaneleri hiç sevmem biran önce işimi bitirip çıkmak isterim ama neyse ki oğlum çalışma mekanına karşı benim hislerimi taşımıyor hatta iki haftadır uzak kaldı diye özledi bile.

Thanks for reading Handan’s Substack! Subscribe for free to receive new posts and support my work.

Rutinim haricinde dışarıda çok kalınca bana yazı hayatımdan vakit çalıyormuşum gibi geldiğinden huzursuzlanıyorum. Zaten büyük şehirde evden çıkmak en iyi ihtimalle yarım gün kaybı demek. Hele Ankara bitmiş azizim:)) 6 Şubat depremi sonrası aldığı iç göçle trafiğe yeni dört yüz bin araç dahil oldu diye okumuştum. Maalesef şehrimiz sokağa her çıktığımızda benim neyim eksik İstanbul’dan diyerek deniz keyfi vermeden trafiğini yaşatıyor. Uzun lafın kısası bu hafta yazı açısından verimsizdi ama yazmak sadece masa başında olmaz diyerek avuttum kendimi.

Önce geçen hafta konuk olduğum okuma grubunun kurucusuyla buluştum. En az altı yıldır takipleştiğimizden birbirimizin her haline vakıf olduğumuz halde ilk kez yüz yüze gelmiştik. Verimli ve kırk yıllık dost yakınlığındaki görüşmemizden zenginleşerek ayrıldık. Plazalar arasındaki AVM’den çıkınca hasbelkader henüz peyzaj yapılmadığı için hayatta kalmış bir ağacın gölgesine sığındım. Hava bir gün palto giydirip bir gün ince gömlekten daral getirtiyor bu aralar. Resimde de gördüğünüz, rivayete göre Ankara’da yaşayan herkesin üzerinden kaymak arzusu taşıdığı heyulayı izledim. Denizsiz şehirde manzara diye pazarlanan ve bağrında sadece inşaat yetişen toprak ağaca öyle hasretti ki neden yeşillendirilmiyor diye düşünürken belediyenin parklardaki ağaçları bile görülmemiş çıplaklıkta budadığı geldi aklıma ve sustum. Zira buralar böyle, beğenmen küçük oğluna almasın dedim. Buradan uzak olduğumda özlediğimi de hatırladım.

İçerde ve dışarda tempodan yorulunca kendimi Storytel’e verdim. Bu hafta mutfakta geçirdiğim sürede çok sevdiğim Alejandro Zambra’nın 12 saat 4 dk süren Şilili Şair adlı romanını bitirdim. Bir kap yemek yapıyorsunuz, her şeyi robotlar yapıyor diyen erkeklere kronometreli cevap olsun diye sesli kitabın süresini yazıyorum. Eve Dönmenin Yolları kitabını çok sevince bütün külliyatını okuduğum yazarın tek bu kitabı kalmıştı, seslendirilmesi iyi oldu. Üslubunu, kafasının çalışma şeklini, yazı yazma konusundaki sancılı süreçlerini de anlattığı kahramanlarını beğendiğim Zambra’nın bu seferki kahramanı kendisi gibi şairdi. Kitabı genel anlatımı olarak beğensem de özellikle ilk bölümleri fazla pornografik buldum. Sonra ülke edebiyatının, yaşam tarzının normali o, benim normalim olmasa da dedim.

Mutfaktan yorulup sallanan sandalyeme kendimi bıraktığımda yeni başladığım örgümle beraber 20 gün önce Netflix’e gelen İstanbul Ansiklopedisi dizisini izlemek için fırsat buldum. İki arkadaşım da beğenmediğini söyleyince meraklanmıştım. Konusunu hiç bilmeden ve hakkında hiç bir şey okumadan arda arda 6 bölüm izledim. Kalan iki bölüme de sabah devam edip sonuna geldiğimde on sayfa not almıştım. Üzerine düşünerek ileride detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum. Çünkü kahramanımız Zehra’nın araftaki halini anlayabiliyorum. Bu çatışmayı anane ve babanne taraflarımda izleyerek büyüdüm.

Resmi Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.

Yazının bundan sonraki kısmı için spoiler uyarısı yapıyorum. Ben süreç insanı olduğumda sonunu bilmek izleme ya da okuma motivasyonumu etkilemez, gidiş yoluna bakarım ama Z kuşağı bir sonraki bölümden bir sahne görse adeta acı çektiğinden uyarıya mecbur hissediyorum.

Diziye dair yapılan en büyük eleştiriye ben de katılıyorum ama her ne kadar adına mini dizi dense de ikinci sezonu çekebilmek için bu kadar çok soru bırakılmış olabilir. Zehra’nın taşradaki yaşamı, annesi, babası, kardeşleri konusunda bize bir şeyler vermeliydi ki biz daha çok empati yapalım. Burada detaylı olarak Nesrin’in hayatını, açmazlarını gördük. Onu daha net anladık.

Dizi bence eksikleri olmasına rağmen güzeldi. Türk dizileri içinde dijitale yapılanlar arasında BİR BAŞKADIR kadar verimliydi. (O dönem çok sevilen analiz yazımı buradan okuyabilirsiniz.) Toplumu uyutma amaçlı çekilmemişti. Hatta uyandırmak kavramı iddialı olur ama rahatsız etmek istediği kesindi. Belki de iki arkadaşım bundan dolayı rahatsız olmuştu.

Zehra’yı anlıyorum dedim ve bence en etkileyici yer tiyatro sahnesinde yaptığı doğaçlama konuşmaydı:

…İstanbul’a geldiğim gün başımı örtmek istemedim. Planlı değildi ama yeniden etiketlenerek, kategorize edilmek, birinin zihninde kaskatı yerimi almaktan korktum. Çünkü ben uçuşkan biriyim aslında bir balon gibi. Balonun içinde de hava var ama kimse onu görmez, ilgilenmez, dışına bakarlar hep…Herkes gibi herkes kadar görülmek istedim, filtrelenmeden, bu yüzden iki ayrı alan açtım kendime. Utanmadım diyemem çok utandım ama kendimi dış dünyayla hemzemin edebilmek için aradan bazı taşları endişeli bir iradeyle kaldırdım. Şimdi dönüp bakıyorum da epeyce tenhalaşmışım ve hangi toprakta büyümek istediğimi bilmiyorum.”

Diziyi bilmeyenler ve spoilerı önemsemeyenler için kısaca özetlersem, İstanbul’a okumak için gelen ve annesiyle kendisinin başörtülü olduğunu ancak 6. bölümde öğrendiğimiz Zehra kendisine yurt çıkmayınca annesinin yirmi yıldır görüşmediği arkadaşı Nesrin’in evine sığınır ve okula ancak ikinci dönemde kaydolur.

Okulda hoca İstanbul sizin için cesur yeni dünya ve onunla ilgili kendi kavramlarınız üzerinden bir ödev yapacaksınız der. Reşat Ekrem Koçu’nun yetmiş yaşında yazmaya başlayıp ölene kadar ancak G harfine gelebildiği ve İstanbul’un öne çıkmayan ama önemli yerlerini anlattığı İstanbul Ansiklopedisini örnek almalarını ister. Zehra yaşamayı çok istediği şehirde barınma problemini çözemezken sürekli yeni ortamlara girer ve hislerini de kaleme alır. İstanbul’a geldiğinde sadece metaforik anlamda değil gerçekten de kimlik kartını kaybetmiş olan kahramanımızla İstanbul’dan nefret ederek yurt dışına taşınmaya çalışan ve tek yoldaşı kedisini kaybeden Nesrin beraber bir arayışın içinde oradan oraya savrulur.

Kendisini bir kalıba sokmasınlar isteyen Zehra başını açarak en azından eğitim hayatında Nesrin ve diğer insanlarla aynı çizgide olmaya çalışır. Ama bu bir kıyafet değişikliğiyle çözülecek mevzuu değildir. Nesrin’in evindeyken, sevgilisi, Zehra’nın alkol kullanmamasına şaşırınca “mayonez de kullanmıyorum ama onun nedenini soran yok,” diyerek gülümser. İçinde fırtınalar kopan 19 yaşında taşralı bir genç kızı dışarıya o sevimli gülümsemesiyle izleriz. İnançlarının ondan istedikleriyle yaşamın sürüklediği yer sürekli çelişkilere düşürür. O gün idare etse de yargılanmıştır ve bir sonraki alkol teklifinde hele de fakülte arkadaşları arasında bunu yaşamak istemez, eline şişeyi alıp kimseye çaktırmadan yere dökerek içiyormuş gibi yapar. Yani sadece başörtüsünü çıkarmak onu rahatlatmaz. İnanmak kayıtsız şartsız bazı gereklilikleri kabul etmektir. Bunun için zordur. Misal arkadaşlarıyla dışardayken sürekli yeni bir namaz vakti girmektedir ve sırt çantasında seccade ve namaz elbisesi taşıyarak bulduğu her yerde namazını kılmaya çalışır. Namaz için abdest gerekir, abdest için oje sürmemek gerekir. Erkeklerle mesafelenmesi, hoşlandığı erkek arkadaşıyla yakınlaşmaması da lazımdır. Başörtüsünden vazgeçse de bunlardan uzağa düşmek istemez. Ama başında örtü olsa kategorize edileceğinden kaçınması gereken hususlarla ilgili gerekçelendirme sıkıntısı çekmeyecekti. Ama şimdi onlar gibi görünüp onlar gibi yaşamadığından tutarsız bir profil çizmektedir. Yine de inançlarından ve ibadetlerinden vazgeçmez, yanlışa düştüğünde günaha girmiş olmanın vicdan azabını duyar. Çünkü bu onun şimdiye kadar ki yaşamıdır, normalidir. Ama evine sığındığı Dr. Nesrin’in normalleriyle annesi Aylin’in normalleri başkadır. Çok sevsem de Zambra’yla benim normallerimin farklı olması gibi. “Doğduğun ev kaderindir,” diye boşuna demiyorlar. Misal Nesrin ses etmese de Zehra’yı ilk kez namaz kılarken gördüğünde dehşete düşmüşçesine şaşırır. Birbirinden bu kadar uca savrulmuş iki arkadaşın da hayattaki kaskatı, adeta alçıya alınmış gibi sert duruşundan hoşlanmayan Zehra en büyük korkusunun annesi ve Nesrin’e benzemek olduğunu söyler. Ben akışkanım ve istediğim sadece kendimde gezinmek der. Henüz on dokuz yaşındadır ve hayata hükmedeceğini sanmaktadır. Oysa Aylin de Nesrin de kim bilir neler yaşayarak bu kadar katılaşmış, zamanla bu alanı konforlu zannetmişlerdir.

Bugün hala bu iki normali çatıştırarak ayakta kalan yapılara inat diziyi yazan-yöneten ve başarılı işleriyle adından söz ettiren Selman Nacar bir diyalog ortamı kurmuş, iki tarafın da insanlık ortak paydasında buluşup birbirini sevebileceğini göstermek istemiş. Bunu da taşrada sorun edilen konuların İstanbul şehrince sorun edilmediği, gök kubbe altında herkese yer olduğunu söylercesine, ah bir de insanlar anlasa birbirini demiş adeta. Ülkenin en büyük çatışma konusu gibi gösterilip iki tarafın da hassaslaştırıldığı bir dönemde bunu ortada durarak yapmaya çalışmış. Kolay bir iş değil ve bu yüzden Aylin karakteri üzerine de çalışılmalı.

Bana en absürt gelen yer de iki arkadaşın bir mesele yüzünden küstüğü, konuşmadıkları mevzuunda özellikle başta çok duruluyor. Merak uyandırılıyor. Sonuna kadar bu konuyu açıklayacak diye bekledim. Aylin, Nesrin’in sevdiğiyle falan mı evlendi diye düşündüm. Ama sonuçta yüzleştiklerinde Nesrin’in tıp fakültesi kazanıp Amasya’dan ayrıldığı, Aylin’in sınavı kazanmaması nedeniyle birlikte gitme hayallerinin yarım kaldığı, Aylin’in Nesrin’in sınav haftasında İstanbul’a gelip komiteye çalışan kız kendisiyle fazla ilgilenemedi diye küstüğünü öğreniyoruz. Öyle ki annesi arkadaşının adını anmayı yasaklıyor, onunla ortak şarkıları Büklüm Büklüm’ü Tülay Özer’den dinlemesine izin vermiyor. Tekrar üniversite sınavına girmek yerine çarşafa girip yaşı büyük bir adamla evleniyor. Beni bu küslük sebebinde ikna edemedi dizi. Hepimiz eski arkadaşlarımızla yollarımız ayrılınca uzaklaşırız. Hele de okul arkadaşı, komşu, çocukluk arkadaşı diyeceğimiz insanlarla ortak mekân ve hayat paylaşımı bitince başkaca bağlar kurulmamışsa uzaklaşırız. Ama yıllar sonra karşılaşsak konuşur, bir kahve içer, yemek yeriz. Aylin gibi üniversiteyi kazanan arkadaşını düşman belleyip adını anmayı yasaklayarak çocuklarımıza mevzu etmeyiz. Bir şeyler daha olmalı, Zehra’dan olduğu kadar seyirciden de saklanmış olup ikinci sezonda çıkmasını diliyorum.

Aylin’in yıllar sonra kızı illa ki oralardan gitmek isteyince Nesrin’e benzeyecek diye korkması normal, ilk dönem yurt çıkmayınca da göndermemesi mantıklı ama ben buralara sığamıyorum diyen Zehra da kararlı. Sonunda dayanamayıp yurt çıktı diyerek sene ortasında gidiyor. Evsiz kalınca bir gece yatsıdan sonra camide saklanıyor, kapılar kilitlenince orada kalıyor. “Burası senin evinmiş Allah’ım, ben evime sığamadım, sen de buraya sığamazsın değil mi, bana yardım et, açım,” diye ağlayarak uyuyakaldığı sahne de etkileyiciydi. Hasılı kelam on sayfa not aldığım diziden çok yazı çıkar ama burada bırakıyorum, saat 23:00 oldu.

Ayrıca bu yazının da arasına mutfak girdi. Mutfak demek Storytel demek bizim evde. Alçının çıkması umudu şerefine kuru dolma ve sarma işine girdiğim bugün de Temiz Kağıdı adlı kitabı dinledim. Son zamanlarda karşılaştığım en güzel öykü diliydi. Mustafa Çevikdoğan bu kitabı 2017 yılında Can Yayınlarından çıkarmış. Bir süre aynı yayınevinde editörlük yapan yazar şimdilerde kendi kanatlarıyla uçuyor. 2024 yılı baskısı ise Holden Yayınlarından çıkmış. Bu kitabı alıp bir de gözle okuyacağım. Storytel’de beğendiğim kitapları kütüphaneme de alıyorum. Çünkü kulak başka göz başka ayrıntıyı yakalar.

Oyuncuların hepsinin çok iyi performans sergilediği dizi bence izlenmeli üzerine de düşünülmeli. Bu kutuplaşma halinden birbirini anlamadan çıkış yok.

Ve hukukun mantalitesi, karşınızdakinin burnunun başladığı yerde sizin yumruk atma özgürlüğünüzün bittiği gerçeğini kabulle en sevmediğiniz insanların hakkını koruyacak kadar adaletli olmaktır. Hukuk ortak paydasında buluşacağımız günleri görmek dileğiyle.

Not: Bu yazı ilk kez 8 Mayıs 2025 tarihinde https://handankilic.substack.com/p/istanbul-ansiklopedisi-uzerine adresinde yayınlanmıştır.


Günler ateşler gibi geçerken geriye hep kül kalıyor

Handan Kılıç May 29, 2025 Bir hafta aradan sonra selam, İhmal değil imkânsızlıktan atladığım hafta ve devamı son derece yoğun geçti. ...