ingmar bergman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ingmar bergman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KIŞ IŞIĞI-NATTVARDSGÄSTERNA- WINTER LIGHT - Ingmar Bergman



SİNEMA GÜNLÜĞÜ- 73.Film

-Spoiler uyarısı-

TRT2' de İngmar Bergman filmleri kuşağı Pazartesi geceleri devam ediyor. İnanç-inançsızlık üzerine üçlemesinin ikincisi Kış Işığı dün gece yayınlandı. İkinci kez izledim. 

Önceki filmlere şuradan ulaşabilirsiniz:

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/ingmarbergman-filmleri.html

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/yaban-cilekleri-ingmar-bergman.html  

Bu filmde ise:

Son derece soğuk bir ülkenin, İsveç'in taşrasında kalbi daha soğuk bir hal almış rahibin baş rolde olduğu filmde rahibe aşık olunca hayatının neşesini yitiren, adeta onun kapısından ayrılmadan bir gün sunacağını düşündüğü aşk için bekleyen, inançsız bir ailede yetişmiş olsa da sürekli ayine giden bir taşra öğretmenin hikayesi vardı. Aşık olduğu karısının ölümü üzerine yalnız kalan ve bir türlü bu kaybı anlamlandıramayan Rahip kendisine aşık öğretmenle iki yıl beraber yaşıyor ama içinde, kalbinde boşalan o yer hiç bir şekilde dolmuyor. Kendini her manada onda erittiği, tamamen bendesi olduğu adama aşkının ışığını, sıcaklığını bir türlü hissettiremeyen kadın o ateşte kül olurken adamın umurunda olmuyor. Çünkü kalpte sevginin ana kaynağı ile irtibatı kopmuş. Bunu çok net bir şekilde gördüğümüz filmde ister istemez sorgulamaların içine düşüyorsunuz ve sizi oradan kurtaracak tek bir ip olduğuna yeniden inanıyorsunuz. 

İman denen o ip, inanmayanlar için bir esaretmiş gibi algılansa, geniş kitlelere o şekilde lanse edilse de aslında bize dünyadaki her şeyle anlamlı bir bağ kurma şansı veren hayat ipidir. Dünyadan kopup gitmemizi engeller. Sahipliklerimizi tekrar tekrar gözden geçirip yokluklarına üzülmememiz gerekenleri, bize dünyanın geçiciliği üzerinden hatırlatan da, bu gün elinde olanların asıl sahibinin sen olmadığını, zenginliğin, güzelliğin, yeteneklerin, başarıların bile emanet şanslar olduğunu, her an kaybedebileceğini gösteren de o bağdır. Yokluğuna yerineceğin, varlığına sevineceğin her şeyle ilişkini eşitleyen bu ip insanı dengede tutar. 

Filmde, sevdiği kadınla evli, ekonomik durumu iyi, karısı yeni çocuklarına hamile iken, hayatında hiçbir görünür sorun olmamasına rağmen "Neden yaşamak zorundayım?" diye kendine soran, intihar etme fikrini eşiyle paylaşan, bunun üzerine karısının hayata, yaşamaya ikna etmesi için kiliseye getirdiği bir çift de var. Tabi onları orada bekleyen kötü sürpriz, inancını yitirmiş bir rahib,n görev yapması. Sonuçta rahibin, kendini öldürmeyi planlayan adamdan daha fazla olan kafa karışıklığı danışanın intihar sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramıyor ve kadın çocukları ile tek başına kalıyor. 

İntihar konusunda her ne kadar Kuzey Avrupa ülkelerinin sürekli kış ışığı modunda karanlık, soğuk bir havasının olması gösterilse de asıl önemli nokta yaşamın bir hediye olarak verildiğinin unutulması. Sorunları sistem tarafından çözülmüş, maddi olanakları, yaşam standartları yükseltilmiş insanlar, onlara bir sınavdan geçtiklerini hatırlatacak olaylarla karşılaşmıyor, adeta onları diri tutacak bu olumsuzluklardan uzak, rutine alışarak yaşıyorlar. Sonrasında her hangi bir şey ters gittiğinde hem olay hem de yalnızlıklarıyla baş etmeleri zorlaşıyor. Yitip gidenlerin hiçliğe savruldukları düşüncesi, mukadder olan ölümden kaçışın olmayışı, yaşanan zorlukların başka bir alemde kolaylık ve güzellik olarak yeniden vücuda geleceğine olan inancın yokluğu da hayatla olan bağın pamuk ipliğine bağlı olmasına sebep oluyor. Sonuçta kabul etmek gerekir ki, insanın hayatı o ışıkla aydınlanmayınca kışın soğuğuna, karanlığın yutan enerjisine teslim olmaması için bir sebep yoktur.    

Filmdeki mektup sahnesi de en etkileyici bölümlerden biri. Aşağıda da paylaştığım videodan mutlaka izlenmeli. Aşkın da hayatı aydınlatmak, kalbi ısıtmak için yeterli olmadığını fark etmeli. Kalbin anahtarı inançtır ve ona dokunduğunda kalple beraber bütün dünya aydınlanır. Yoksa bu dünyada kimsenin bizim sesimizi duymadığını düşünmek, ölümden sonrasında yok olacağı düşüncesi hayatı katlanılmaz bir zindan yapar. Sonu da malum... 

Seçme şansı bize verilmiş, neyi ne kadar seçiyoruz, sonuçları ile seçimlerimiz uyuşuyor mu konusunu tartmak, düşünmek ise herkesin kendisi yapması gereken bir muhasebe... Sırf bu soruları sordurması ve kendimizi yoklama imkanı vermesi, filmin kahramanı gibi sıkıntılar içinde bir kalbimiz var ise de ölmeden önce çaresine bakmak  açısından izlenmesi gereken bir film serisi.

İyi seyirler... 

 

Filme dair iyi bir eleştiri yazısı için tıklayınız.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Ingmar Bergman

İSVEÇ / 1963 / DCP / Siyah-Beyaz / 81´ / İsveççe; Türkçe, İngilizce altyazılı 
Senarist: Ingmar Bergman 
Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist 
Kurgucu: Ulla Ryghe 
Oyuncular: Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Max von Sydow, Gunnel Lindblom, Allan Edwall, Kolbjörn Knudsen 
Yapımcı: Allan Ekelund 
Yapım Şirketi: Svensk Filmindustri 
Dünya Hakları: Swedish Film Institute 
Bergman’ın Tanrının Sessizliği üçlemesinin ikinci filmi olan Kış Işığı, üçlemenin diğer filmleri gibi, insanın Tanrı ve dinle ilişkisine yoğunlaşıyor ; Bergman’ın sözleriyle “nüfuz etmiş ”ten söz ediyor. Varoluşunu sorgulayan, inancını yitirmiş bir rahibin, ondan yardım isteyenler ve ona yardım etmek isteyenlerle olan ilişkilerini konu alan film , İsveç taşrasının karlı ve soğuk günlerini dingin ve şairane bir sinematografi eşliğinde sunuyor. 1960 ’ların nükleer savaş tehdidinin her anına sızdığı Kış Işığı Bergman’ın kendi yaşamından da izler taşıyor. 

YABAN ÇİLEKLERİ- İNGMAR BERGMAN - Smultronstallet


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 72.Film



Önceki gece TRT2'de müthiş bir İngmar Bergman filmi daha yayınlandı. "Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler" sözünü motto yapan film son derece samimi duygularla çekilmiş yönetmenin de hayatından kesitler taşıyan böylelikle hayalden çok gerçeğe dayanan mesele ettiği konularda söyleyecekleri olan kaliteli bir yapım. Bu nedenle mutlaka tavsiye ediyorum. Sanırım benim yönetmenim Bergman:) Bu paylaşım da bloga yazdığım üçüncü film oldu. Önceki iki film yazısına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. 

-Spoiler Uyarısı-

Biraz konudan bahsedecek olursak; çevresinde kötü bir insan olarak tanınmak en büyük kabuslarından olan bir doktorun, mesleğinin 50. yılında üstün başarı ödülü almak için ödülün verildiği bölgeye yaptığı yolculuk esnasında yaşadığı farkındalıklar anlatılmış.
Arabaya aldığı üç otostopçu genç ve gelini olan kadınla beraber giderken kaza yapmaları üzerine çarptıkları araçtaki huzursuz karı kocanın da eklendiği yolculuk farklı sıkıntıları olan yedi insanın kesişme kümesi oluyor. Her ne kadar başka sıkıntıların taşıyıcısı olsalar da hepsinin hikayesinin birbirinin üzerinde etkisi var. 

Zaten hayat da böyle değil midir, sürekli yollarımız birileriyle kesişir ve aynı olaylar herkesin üzerinde farklı şiddette sarsılmalara sebep olur. Bunda elbette çocukluk denen zihnin arka bahçesine ekilmiş tohumların etkisi vardır. Filmin kahramanı doktor da yolculuk boyunca hem yolcuların konuşmaları hem fiziki olarak daha önce yaşadığı yerlerden geçmeleri ile kah rüyada kah hayalen hatıralarında gezinmeye başlıyor. 
  
Herkesin sevdiği, saydığı bir adam olarak ödül alacağı bir günde bütün hayatını yeniden gözden geçiriyor. İşte o zaman fark ediyor ki, içinde başarısızlıklar, mutsuzluklar, vazgeçilişlerle yaralanmış, kendini hiç de iyi hissetmeyen, herkesin sonu olan ölümden de korkan bir adam var. 

Senaryo, insanın kara kutusu olan çocukluk ve ilk gençliğe dair anılarda dolaştırılınca biz de kahramanın bugün yaşadıklarını ve hissettiklerini daha kolay çözümlüyoruz. Detaylarda, insanın hayatındaki doğru bağlanma modelinin belirleyicisi, o esnada doksan altı yaşındaki annesi ile olan resmi ilişkinin kendisi gibi doktor olan oğlu ile de aynı olduğunu görüyoruz. Bu diyaloğun şahidi olan gelini de babaannesini tanıyınca kocasını ve kayın pederini daha iyi anlıyor. Adeta o da kendi iç yolculuğunda bir aydınlanma yaşıyor.  

Ayrıca kahramanımız, hiç unutamadığı gençlik aşkının onu değil de ağabeyini tercih edip evlenmesi ve beş yeğeninin annesi olmasının travması ile de hayalen yüzleşiyor: Sevdiği kız ona "Sen çok iyisin düşünceli, kariyerlisin ağabeyin kibirli, çapkın kaba ve bu özellikleri ile bakıldığında sana kıyasla kötü ama biz onunla başkayız, birbirimizi tamamlıyoruz bambaşka bir sevgi yaşıyoruz, kalbinin kırıldığını biliyorum seni incitmek istemiyorum ama önümde uzun bir hayat var" diyerek gidiyor ve sevgiyi değil aşkı seçiyor. 

Yıllar geçip bir başkası ile evlense de, bu incinmişliğin, bırakılmışlığın travması ile baş edemeyen ama çevresinde biraz da insanlara yardım etme, şifa dağıtma vesilesi olan doktorluk mesleği sayesinde sevilen, işinde başarıyı önceleyen fedakar hekim evde güzel eşini görmezden gelip hayatını kabusa çeviriyor. Bir zaman sonra bu baskılara dayanamayıp onu aldattığını öğrendiğinde bile tepkisiz kalması kadını daha da yaralıyor. Bu şekilde yıllarca yaşadıkları sıkıntılar kahramanın gözünün önünden tek tek geçiyor. Yönetmenin film senaryosunu yaş aldığı yıllarda, bir hastane odasında yatarken yazdığı notunu da düşelim ki, bu durumun filmin bütününe duygu olarak sızdığı aşikar.














Bu mutsuz evliliğin tek meyvesi olan oğulları başarılı bir doktor oluyor ancak aşık olduğu kadınla evlenmiş olmasına rağmen kesinlikle çocuk sahibi olmak istemiyor. Babası da on kardeş olmasına rağmen ikinci bir çocuk sahibi olmamıştı. Belki de hayatının en büyük kazığını ağabeyinden yemiş olmasının acısını unutamamış olması buna sebepti bilinmez ama dünyaya başkaca bir çocuk getirmeme fikri babası gibi oğlunda da baskın bir düşünce olarak gözleniyor. 

Kazara hamile kalan ve bu çocuğu doğurmak isteyen gelini, kendisi ya da bebeği seçmesi konusunda eşinden baskı görünce kayınpederinin evine sığınıyor. Bu süreçte onu izliyor. Ödül törenine giderken de kendisine yoldaş oluyor. Eşinin soğukluğundaki şifreyi böylece çözüyor. "Aynı oğlunuz gibisiniz" derken eşinin babaannesiyle tanışınca taşlar tam manasıyla yerine oturuyor. Yaşlı kadının çocuklarına karşı son derece soğuk, sevgisiz, mesafeli bir insan olduğunu fark edince nesilden nesile aktarılan bu sevgisizliğin kendi çocuğuna da geçeceği korkusunu taşıyor. Bir yandan da eşini daha iyi anlayıp çocuk istememe konusundaki ısrarını ilk kez anlamlandırabiliyor. 
Film, kahramanın gördüğü bir rüya ile başlıyor ve hayal, rüya, geçmiş hesaplaşmaları ile bu yaşında fark ettiği gerçeklerle devam ediyor. 

Vikipedi "Yaban Çilekleri, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman'ın 1957 yılında çektiği film. Yaşlı bir profesörün ölümle ve kendisiyle olan hesaplaşmasını rüyalar üzerinden anlatır. Kafkavari rüya sahneleri ile dolu film, yüzyılın belki de en etkileyici yapıtları arasında yer alıyor." diye tanıtıyor. 

Hayata dair önemli konuların ele alındığı filmi seyrettiğinizde siz de kendi yaşamınızdan kesitlerle yeni farkındalıklar yaşayacaksınız. Bu nedenle filmi ısrarla tavsiye ediyorum. Her ne kadar spoiler kabul edilebilecek bilgiler vermiş olsam da bu bir sonuç değil süreç filmi olduğundan herkes kendi çıkarımlarını ancak seyrettiğinde yapabilir. Bu nedenle konuyu bilseniz de izlemek sizi zenginleştirir. 

İyi seyirler...






















#IngmarBergman Filmleri




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 69. Ve 70. Filmler



69-Evlilikten Sahneler



Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği, Liv Ullmann ve Erland Josephson'ın oynadığı 1973 İsveç Televizyonu bakanlığı filmidir. 

Öyküsü, boşanma konusunda uzmanlaşmış bir aile avukatı olan Marianne ile Johan arasında 10 yıl süren dağılma olayını incelemektedir.



Neredeyse sadece diyaloğa dayalı bu film 2 saat 49 dk 

Senaryo metni çok sağlam 
Çocukları olmayan bir çift var
Evlilikte aşk mı arkadaşlık mı önemli? 
Başka birileri ile yeni bir birliktelik denemek gerekli midir?
Bu denemeden sonra insan gerçek dostluk kurduğu ve ayrıldığı ilk kişi ile yasak bir ilişkide yeniden mi devam etmek ister?
Yasak hep cazip midir? şeklindeki sorularla evlilik kurum üzerine sesli düşünülen bir film. Oldukça önemli bu yapıt diyalog filmlerini sevenler için kesinlikle tavsiye edilir.


70-Güz Sonatı


Autumn Sonata, Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği ve Ingrid Bergman, Liv Ullmann ve Lena Nyman'ın oynadığı 1978 İsveç yapımı bir drama filmi. 

Grafiği, ünlü bir piyanist ile yıllarca ilk defa karşılaşan ihmal edilmiş kızını takip ediyor ve birbirlerine nasıl zarar verdikleri konusundaki acı tartışmalarını anlatıyor.

Son zamanlarda seyrettim en etkileyici filmlerden biri... Anne kız ilişkisinin üzerinde durulmuş Sevgili Nihan Kaya’nın son zamanlarda sık sık bahsettiği konular irdelenmiş. 

"Çocukta yaparım kariyer de" diye sloganlaştırdığımız bir kadının güçlü olabilmesi için kendini gerçekleştirme şansı veren işlerde çalışmasının evde onu bekleyen sevgisine ilgisine şefkatine ihtiyacı olan çocukların varlığı ile beraber mümkün olup olmadığının sonuçları ile beraber anlatıldığı filmi her kız çocuğu ve anne izlemeli. Bu konu üzerine mutlaka bu yüzleşme yapılmalı.

Çocuklarına hiç kızmayan, ama bakıcılar ile büyüten, onlara karşı çok nazik olan ama gerçekten acı çektiği hiçbir durumu onlara yansıtmayan, kariyerini her şeyin önüne koyan bir annenin yıllar sonra kızının, ihtiyacım olduğu anlarda yoktun diyerek nefret kustuğu yüzleşmenin etkileyici sahnelerle anlatıldığı sağlam bir senaryonun güzel bir oyunculuğun bizi beklediği film kesinlikle tavsiye edeceğim bir baş yapıt 

Filmde de görüldüğü gibi kariyer basamaklarını hızla tırmanan ve adını yaptığı işte en iyiler arasına yazdıran kadınların iyi bir anne olması çok rastlanır bir şey değil ama sadece evde oturan ve kendini gerçekleştiremediği için varoluşsal sancılar içinde kıvranan bir kadının da fiziken çocuklarının yanında olmasına rağmen ruhen onlara katkıda bulunması mümkün değil iken bu ikilem nasıl aşılır? 

Bu sorunun cevabını şimdilik bulabilen bir toplum yok ve çocukta yaparım kariyer de sadece bir şarkı sözü olmaktan ileriye geçemiyor. Çünkü yapılıp bakıcılara bırakılan çocuklar yapayalnız ve sevgisiz büyüdüklerinde anne ve babalarından intikamlarını kötü şekilde alıyor. Güçlü, kariyerleri ile ün yapmış kişilerin çocukları da sürekli daha iyisi beklendiğinden silik, özgüvensiz, kıyıda köşede yaşamayı seçmiş insanlar oluyor. 

Çocuk yetiştirmek son derece zor bir zanaat ama eğer bu tercihte bulunulduysa artık bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirecek anne-babalık için kendi hayatından ödün vermek gerekiyor. Burada da ölçü çok önemli kendini tamamen silmeden ama çocukları merkeze alıp kendi haklarımıza onların da saygı göstermesini öğreterek bir orta yol aramak şart. 

Çoğu zaman kendisi nitelikli anne babayı memnun etmek mümkün değil ama çocukların da memnun olduğu ebeveyn olmak da çocuk merkezli bir çağda ciddi fedakarlıklar istiyor.

Olabildiğince yanında olarak bir çocuğa birey olmayı öğretmek vazifemiz. Göz teması kurarak, onu dinleyerek, bol bol sarılarak vazifemizi kolaylaştırmak da bizim elimizde. Ancak insan almadığı bir şeyi veremez. Geriye dönük olarak suçlanacak birilerini ararsak da bu iş Hz. Adem'le Havva'ya kadar gider. O nedenle taşın altına elimizi koymalı, evladımıza gösterdiğimiz şefkati içimizdeki çocuğa da göstermeliyiz.   


























Aşağıda linkini paylaştığım bir yazıda da filmlerden şu şekilde bahsediliyor

“Dünyaca ünlü bir piyanist olan Charlotte (Ingrid Bergman), kariyeri uğruna ailesini, özellikle iki kızını ihmal etmektedir. Yedi yıl süren bir sessizlikten sonra, kızı Eva (Liv Ullmann), Charlotte’u kendileriyle birlikte bir hafta geçirmesi için Norveç’e davet eder. Charlotte’un hasta küçük kızı Helena da Eva’nın yanında kalmaktadır. Film, anne-kız yüzleşmesini işler. Bu tema, yüzeyde fazla dramatik görünmese de, film, Bergman’ın yazdığı güçlü ve dramatik sahnelerden, özellikle Eva’nın annesine ulaşmaya çalıştığı, geceler boyu süren konuşmalardan oluşur. Her ne kadar çekim sırasında starlar arasında çatışmalar yaşanmış olsa da Ingrid Bergman ve Liv Ullman performanslarının zirvesindedirler. Ingrid Bergman, 1981’de yayımlanan otobiyografisi, Yaşamım’da Güz Sonatı’nın en iyi FILMLERinden biri olduğunu belirtir. Özellikle her iki Bergman’ın da dünyaca ünlü sanatçılar olduğu, aileleri ve çocuklarının geri planda kaldıkları düşünüldüğünde filmin özel yaşamlara da değinen hassas bir temayı işlediği ortaya çıkar. “

http://ankarasinemadernegi.org/listings/guz-sonati/

Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...