adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
adalet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KAS(I)MA

Bir hoş oldum ele güne karşı

İçim ağlarken yüzüm gülüyor.

2 Kasım 2021!

Neydi V For Vendetta’nın repliği; “5 Kasım’ı unutma.”

Unutmadım. 2 Kasım’ı da unutmayacağım.

Gülümsemeye ve dimdik durmaya çalışırken gözümden süzülen yaşa engel olamadım yine ama bu sefer daha azdı. Çabuk bitti. Yine yalnız olduğum vakte denk geldi. Buna da alıştım. Birkaç kişi halimi sordu yazarak, üzülme dediler sonra. 

ADALET... SUÇ VE CEZA

İlginç zamanlardan geçiyoruz. 

Tekrar tekrar kitaplığımdan çıkarıp karıştırdığım bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum bu gece. Her yaşta bir daha okunası.  

Bir başyapıt olan Suç ve Ceza şöyle biter:

"O günün akşamı zindanın kapıları üzerine kapanınca
Raskalnikov ranzasına uzandı ve Sonya’yı düşündü... 

Onu nasıl sürekli üzdüğünü ona acı verdiğini hatırladı. ...

Hem geçmişe gömülü bütün bu acılar da ne demekti işlediği cinayet, mahkumiyeti, sürgüne gönderilişi, her şey, her şey onun şu ilk coşkunluk anında kendisi ile hiçbir ilgisi olmayan kendisinin dışında ve ötesinde tuhaf gerçekler gibi görünüyordu. Aslında bu akşam hiçbir şey üzerinde durup uzun uzun düşünecek zihnini belli bir noktada yoğunlaştıracak halde değildi. Şu anda bilinçli olarak herhangi bir şeyi çözebilmesi de olanaksızdı; Şu anda o yalnızca hissediyordu, yalnızca duygular vardı onun için, diyalektiğin yerini hayatın kendisi almıştı. Öyleyse bilinç düzeyinde de bambaşka şeyler tercih edilmesi gerekti.
Yastığının altında bir İncil vardı kendisi de farkında olmadan eli kitaba uzandı. Sonya'nındı bu İncil. Lazar'ın dirilişini (Lazar’ı iyileştirme süreci, şifa istendiği anda başladı!)
Sonya bu kitaptan okumuştu. 

Ona kürek hayatının ilk günlerinde Sonya’nın kendisini durmadan Tanrı’dan dinden söz edeceğini onu incil okumaya zorlayacağını sanmıştı ama şaşılacak şey Sonya ona bir kez olsun bunlardan söz etmediği gibi İncil okumasını da istememişti. Geçenlerde hastalanmazdan hemen önce kendisi istemişti Sonya'dan bu incili. Sonya da hiçbir şey söylemeden getirip vermişti. Şu ana kadar açıp bakmamıştı bile kitaba. Şu an da açıp bakmadı ama birden şimşek gibi bir şey geçti kafasından; artık onun inançları benim de ilaçlarım olamaz mı, hiç değilse onun duyguları hevesleri gönül akışları...

O günü Sonya da heyecan içinde geçirdi hatta gece yeniden hastalandı ama öylesine mutluydu ki neredeyse korkuyordu mutluluğundan.

Yedi yıl, yalnızca yedi yıl mutluluklarının ilk anında her ikisine de bu yedi yıl bazen yedi gün gibi geliyordu hatta Raskalnikov bu yeni hayatını kendisine karşılıksız verilmediğini buna gelecekte kendisini bekleyen büyük özveriler karşılığı çok pahalıya sahip olabileceğini de bilmiyordu ama burada yeni bir öykü başlıyor bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin yeni bir hayat bulmasının bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü.

Ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor"

                                               Ülkede gün geçmiyor ki ilginç deneyimler yaşanmasın
                                               Ülke kocaman bir olay yeri:(((
                                               Söz biteli çok oldu artık hastag ler konuşuyor. Önemli olaylarda 
                                               hemen bunları sulandıran etiketler de zirveye taşınıyor ama bu gün 
                                               başlıklardan bazıları şöyle: 

#hergünşehit 
#kadirşeker 
#kadiriçinadalet 
#özgecanaslan  
#kadıncinayetleri 
#adaletistiyoruz 

Sussan olmuyor susmasan olmaz demiş şair ama elimizden bir şey gelmiyor. 

Her gün başka bir acı düşüyor bu topraklara. 

Kimse üzerine düşünmüyor. 

Herkes kendini haklı görüyor, karşısındakini dinlemiyor. 

Dünyanın manyetik alanı değişiyor, kutuplar kayıyor ama kutuplaşmalar bitmiyor.


1866 yılında basılan SUÇ VE CEZA'dan paylaştığım yan taraftaki sayfada da bunlar anlatılmış. 

Demek ki insan olması beklenerek dünyaya bırakılan bu mahluk hep aynıymış. İnsan adını alabilmesi için de epey yollardan geçmesi gerekiyormuş. Ne diyelim, yol uzun ve engebeli, varış noktasına kadar yol kesicilerle çevrili...

Yolda olduğunu unutmayanlara, ilginç deneyimlerini, ilginç bakış açılarını kolaylıkla atlatanlara selam olsun. İlla ki yolun sonu vardır. 

Yolda herkes yalnız, yolun sonunda herkes yorgun. Ama sonuçtan mutlu ya da mutsuz olmayı şimdiki kararları ile kendisi seçiyor insan.... Bu da unutulmamalı... 





ASLAN KRAL 2019- THE LİON KİNG






  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 67. Film     -Spoiler uyarısı-


Epey zamandır sinemaya gitmiyordum. Bunda her zamankinden daha bezgin ruh halimin etkisi büyüktü. Gün boyu koşuşturup çok yorgun vaziyette kanepeye serildiğim geçen akşam, oğlum ve yeğenim tarafından zorla gece seansına götürüldüm. Bir çok şeyi hayatta çocuklarımız için yapmaz mıyız zaten. Ama itiraf etmeliyim bu zorlama iyi oldu, bahaneyle kendimden çıktım. Artık küçük olmayan bu gençlerle çocuk filmi izlerken bir de baktım epey derin sulara yelken açmışım. 

Her zaman, hayatın madem bir döngüsü var, ona teslim olmak lazım diye düşünürdüm. İzlediğim bu filmden sonra da fikrim pekişti. Hayatın şefkat dolu bir döngüsü vardı. Her gün yeniden güneş doğuyor, minik yavrular dünyaya geliyor, her canlı aleminde anne ve babaları o güçsüz yavruların hizmetini karşılıksız görüyordu. Sonra o yavru büyüyor, kendi evladını büyüten ve ona hizmet eden bir yetişkin oluyor, vakti dolunca da sahneden çekiliyordu. 

İşte azot döngüsü dediğimiz ve indirgenemez komplekslik olarak da tarif edilen sistem bir saatin çarklarındaki düzenle yoluna devam ediyordu. Her şey arasında bir bağlantı ve matematiksel oran vardı. Her hangi bir gezegenin bir saniyelik hızlanması bütün sistemin sonunu getirebilirdi. Tüm canlılar aleminde herkes döngüdeki yerini koruyor, vazifesini aksatmıyordu. İşte, akla ve yüreğe sahip olması ile bir takım sorumluklar kendisine yüklenen insan, varlığını anlamlandıracak bu döngüyü fark etmeliydi. Yapması gereken tek şey olanı anlayıp oluşu kabul etmekti. 

"Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" u bir süredir kendine motto edinmiş biri olarak büyük planda hayat senaryosuna müdahale hakkımın kısıtlı olduğunun bilincindeyim. Hatta yazan yöneten ben değilsem, sadece bir oyuncu olarak içinde bulunduğum sette yönetmenin isteklerini yerine getirmekten başka işim yok desem kim itiraz edebilir. Yapabileceğim tek şey rolümü oynarken jest ve mimiklerimle karaktere ruh katmak, bir nevi kendi imzamı atmak olabilir. Aksini iddia ettiğimizde hiç bir yönetmen bizi filminde oynatmaz. 

İşte hayat da böyle bir senaryo olduğundan direnirsek kısırlaşan bu döngüyü kıramayız. Oysa yapmamız gereken dengeleri fark etmek, müdahale şansımız olan noktalarda harekete geçerek hayatın doğal döngüsü içinde kalmayı başarmaktır. Bu nedenle insan önüne çıkan her fırsatı değerlendirmeli, kendisine gönderilen mesajları zamanında okumalıdır. Bu mesajlar illaki posta kutumuza düşen iletiler gibi açık olacak değildir. Kimi zaman bir filmin tek sahnesinde, bir şiirin kimsece sevilmemiş mısralarında, bir kitabın son sayfasında ya da gökyüzünde kayan bir yıldızın ışığındadır. 

İşte bu nedenlerle zorla getirildiğim filme dikkat kesildim ve bu animasyonda saklı olacak mesajların peşine düştüm. Hayat döngüsünden, evlatlardan, sevgiden, kıskançlıktan, kardeş ihanetinden, zalimlerden, yırtıcı hayvanlardan farkı olmayan fırsatçılardan, yıkılan umutlardan ve tekrar ayağa kalkmaktan bahsedildiğini gördüm ve zihnimde birikmiş hikayelerle ilişkilendirdim. Tabi bu durumda anlamı artan filmi keyifle izledim. Çünkü her başarılı sanat eseri gibi kendi teması etrafında saydığım evrensel konuları işlemişti. 

İlki 1994 yılında çekilen animasyon film serisinin birincisi olan The Lion King, 2019 yılında foto gerçekçi bilgisayar teknikleri ile yeniden çekildi ve vizyona girdi. Jeff Nathanson tarafından yazılan ve Walt Disney Pictures tarafından üretilen müzikli animasyon Jon Favreau tarafından yönetildi. Birbirinden renkli karakterleriyle ve dokunaklı öyküsüyle yakın dönem animasyon klasiklerinden biri olan Aslan Kral, müziklerini yapan Hans Zimmer’a da bir Oscar kazandırmıştı.


Şöyle ki linkten de izleyebileceğiniz gibi film bu şarkı ile başlamıştı:

"Hayatın farkı bu
bitmeyen bu yolda
Dertler ve umutlar
Sevgi ve inançla 
Bir dünya kurmaya çabalarken insan 
Her şey aynı hayat çarkında"

Yani devam eden döngüden bahsetmiş, sürekli tazelenen hayatla ilgili umut vermişti. 

Ancak 1994'ten beri insanların yaşam dili öyle değişti ve sertleşti ki, bu sefer film "Hayat adaletsizdir" diye başladı. O cümlede daha moralim bozulmuştu. Ama sonra gerçekleri hatırladım. Hayatın adaletsiz görünen bir yüzü elbette vardı ama şarkıda söylendiği gibi, canlılığın devamı, hiç bıkmadan tekrarlanan döngü ile mümkündü. Günler insanlar arasında döndürüldüğünden, kötü günler yaşarken yarın ola hayrola, illa ki sabah olacak diyebiliyorduk. 

Elbette hayat da, tıpkı ormandaki gibi çok farklı zorluklarla dolu idi ama zayıfı kollayan bir döngü de inkar edilemezdi.  Bunun tersinin işlediği durumlarda mutlaka insanoğlunun parmağı vardı. Ozon tabakasına zarar veren ve günümüzde aşırı sıcaklara maruz kalan da saat gibi işleyen düzeni bozan insanoğluydu mesela. 

Kahramanımızın başına gelen elim olaydan sonra da can dostlar tanıması güzellikti. Kendini arama ve bulma sürecinde aslında yaşadığı duygusal çöküntü ile her şeye karşı geliştirdiği farketmez modundaki isteksizlik onu minik böceklerle doymayı denemeye kadar götürdü. Ama aslan yavrusu fıtratı ile çelişen kararları bir süre hayata geçirse de bunlar ona mutluluk vermedi. Dostlarının tek önerisinin "Kafana takma, hayatın zevkini yaşa" olması da geçici bir çözümdü. Yüzleşmesi gereken gerçekler vardı. Yolunu dört gözle bekleyen sevenleri, sorumluluklarını yerine getirmesini isteyen halkı ve ülkesi uzaklardaydı. Artık yetişkin olmuştu. 

Sonunda yolculuk onu değiştirmiş ve geliştirmiş olarak vatanına döndü. Kararlı bir mücadele içine girdi, evladı oldu. Babasından devraldığı döngüde yerini buldu. Filmin başında babasının söylediklerini idrak etti. O, sorumlulukları olan bir kraldı ve bu evrende başıboş davranamazdı. Hayatın yardımlaşma ile örülü döngüsünde kimse sahip değildi. Herkes bulduğunu korumalı, kendisine bir süre emanet edilen düzenin devamı için gayret göstermeliydi.  


Filmi izlerken zihnimde Mehmet Akif'in bir şiirinden mısralar dolaşmaya başladı:
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; 
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! " diyor ya hani, sırtlanların izleyeni rahatsız edecek kadar çirkin görüntülerini ve sürü halinde gezip kendisinden daha güçlü aslanları hilelerle tuzağa düşürme çabasını gördükçe her dönem yırtıcılıkta sırtlanları geçen o zalim insanları düşündüm. 

Hz Adem'in katil oğlu Kabil gibi kral olan kardeşini kıskanan amca aslanın kötücül planı ile sorumluluk sahibi kralın öldürülmesi görünürde kötü bir durumdu ama gerekli idi. Ayrıca film, tarih boyunca her toplumda iktidarını korumak isteyen muktedirin düzeni korumak için kardeş katlini uygulanmasına esaslı gerekçe gibiydi. 

Bir de film, asil insanları sırtlanların önüne atarak parçalatacak kişinin çok yakınımızda olabileceğini hatırlattı. Zaten insan en çok zararı yakınından görür. Bütün kaleler içten fethedilir. Düşmanına karşı teyazkkuzda durur bütün insanlar ve ordular ama dostun sırtından bıçaklayışı ile yıkılırdı. Herkes bu hikayeleri bilir ama yaşarken kendi başına geleceğini düşünmezdi. Bu nedenle her ihanette bir daha üzülür, kimi zaman da hayatını kaybeder, ya da geleceğini yıkacak yanlışlar yapardı.  

Kahramanımız, babasının tehlikeli olduğundan "Gitme" diye uyardığı vadiye gitmese, söz dinlese ülkesinde kalacak babası ile büyüyecekti. Ama Hazreti Adem'in cennetten kovulması gibi bir kandırılma süreci yaşadı, bedelini babasını, yani asli vatanını kaybederek ödedi. 

Kral, iktidar hırsından gözü dönmüş kardeşini fark edip cezasını kesse canından olmayacak, Habil gibi öldürülmeyecekti. Uzun süre sürgünde kalacak oğlunun kaderinin Yusuf gibi olacağını bilmiyordu elbette. Kardeşleri tarafından ölsün diye kuyuya atılan Yusuf'un kurtlarca yendiği yalanına kanan Yakup gibi üzülmeyecekti. 

Kısa sürecek bir iktidar hırsı için aslan kardeşlerini ezeli düşmanları sırtlanların önüne atan kardeş aslan sonunda ülkesinin başına bela ettiği sırtlanlar tarafından parçalanacağını hesap etmeliydi oysa. Çünkü herkes eninde sonunda fıtratının gereğini yapar, yılan sokar, akrep zehirler, sırtlanlar sürü halinde üşüşür, ne var ne yok hepsini parçalayarak yerdi. Ama ülkesini ve diğer aslanları satarken güç sahibi olmak uğruna kendi korumasını bile ezeli düşmanlarına verdiğinin farkına varmadı. Ya da yaptığı bile isteye, döngüde kısa bir zaman eline geçecek iktidar gücü için hainlikten başka şey değildi. 

Kahramanımız, vatanının terk etmemesi gerektiğini unutmasa, babasının öğretilerine sadık kalsa idi, hayatın düz bir çizgi olduğu, başlayıp bittiği, orada her şeyin anlamsızlaştığı bunalım sürecini yaşamayacak, kayıtsızlık çizgisi yerine mükemmel döngünün parçası olarak mutlu yaşayacaktı. 

Ama işte bu hayat bir yolculuktu. Kahraman evinden çıkmalı, yolda başına gelen olaylarla sarsılmalı, kendi yolunu bulup yeni yöntemler keşfedip evine değişmiş ve gelişmiş olarak dönmeliydi ki, hikayesindeki o dairesel hareket tamamlansın. Her varlık gibi o da büyük döngüde yerini alsın. 

Hasılı kelam, dünya kuruldu kurulalı, öyküler de döngüler de aynı. Kısır döngüler de güzel devranlar da, yaşam sahiplerinin seçimlerinin sonuçları. Senaryo bize ait olmasa da, rolün hakkını verirsek alkışlar, baştan savarsak yuhlar da bizimdir.

Unutmayalım, kimse bedel ödemeden rolünde başarılı olamaz. Kimse yerinde durarak döngüye katılamaz. Mutlaka kendinden çıkmalı, öteki ile karşılaşmalı, başkalaşıp evine dönmelidir.

Herkese iyi yolculuklar!






Hepimizin bildiği filmin konusu ve teknik detaylar kısaca şöyle anlatılmış:

Vahşi Afrika’da henüz yeni doğan bir aslan, doğaya egemen düzenin kökünden sarsılacağı bir döneme tanıklık etmek üzeredir. Ormanın kralı olan babasının tacını ileride devralacak olan yavru aslan Simba, kötülüklerle dolu ormanlarda farklı deneyimlerden geçecek, bir arayışa sürüklenecektir. Simba’nın sorumluluklarını üstlenme ve sorunları çözme becerisi, ormanın yeni kurallarını belirleyecektir. "

Biraz daha detay verecek olursak beyazperde sitesinden alıntı ile; "Aslan Kral, yavru bir aslan olan Simba’nın maceralarını konu ediyor. Ormanın kralı olan babası Mufasa'ya hayran bir yavru aslan olarak mutlu bir hayat süren Simba, sinsi amcası Scar'ın planlarından habersizdir. Kral olmak için fırsat kollayan Scar, Mufasa'yı öldürdükten sonra Simba için tehlike baş gösterir. Amcasının ihaneti ve babasının kaybı ile yıkılan Simba sürgüne gider. Zamanı geldiğinde hakkı olanı almak için geri dönecek ve amcasına yaptıklarının bedelini ödetecektir...

Genç Simba'nın cesur babası Mufasa'yı, orijinal filmde de karakteri seslendiren usta oyuncu James Earl Jones seslendiriyor. Simba'ya başarılı oyuncu ve müzisyen Donald Glover'ın hayat vereceği seslendirme kadrosunda; Disney'in ikonik kötüsü Scar olarak Oscar adayı oyuncu Chiwetel Ejiofor, sırtlan Kamari olarak komedyen ve oyuncu Keegan-Michael Key, yaban domuzu Pumbaa olarak Seth Rogen, mirket Timon olarak oyuncu Billy Eichner ve Simba'nın aşık olduğu aslan Nala olarak pop yıldızı Beyonce yer alıyor. Filmin yönetmen koltuğunda "Orman Çocuğu"na imza atan yönetmen Jon Favreau oturuyor."





YAKINDAN GEÇEN MÜLTECİ ÖYKÜLER





Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz. 

Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz. 

Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz. 

Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım. 

Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu. 

Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum. 

Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu. 

Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu. 

Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı. 

Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi. 


Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum. 

Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum. 


Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik. 

Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır. 

İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir. 

Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur. 

Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur. 

Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş. 

Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak

bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım. 

Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi. 

Hani Mevlana; 

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı. 

Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır. 

Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?

Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu. 

Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde, 

"Gözyaşlarına boğulur… ressam

düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim. 

Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım. 

Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...


Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın. 








































İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI


Sinema günlüğünde 48. film:

İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI 

TWO WISPS OF HAIR: THE MISSING GIRLS OF DERSIM
TÜRKİYE/TURKEY, 2010, betacam, renkli/color, 55’




YÖNETMEN/DIRECTOR: Nezahat Gündoğan

Bu belgesel filmde yönetmen, 1938’de Kürtler Dersim’den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen Kürt kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin, birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımlarıyla görünür kılıyor. Huriye ninenin sözleri, o kızların geride bıraktığı ailelerin özlemini anlatmaya yetiyor: “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım…”
  
Bu filmi ilk defa 2010'da Ankara Film Festivali'nde seyrettim. Salonun tıklım tıklım olduğu, başında ve sonunda uzun alkışların tutulduğu kaliteli belgeseli herkes izlemeli ki, tarih kitaplarımızda geçmeyen gerçeklerden kısmen de olsa haberdar olalım ve bunu bir girizgah yapıp konuyu derinlemesine araştıralım, diye düşündüm. 

Bu topraklarda sessizce yaşanmış, şahitlerinin her şeyi İlahi Adalet'e havale ettiği, kendi insanından umudunu kesip herkese içten içe küstüğü, hayata devam edecek güç bulmak için mağdurken ön yargılarla daha fazla yaftalanmaktan korkarak kimliklerini sakladığı öyle çok hikaye gelmiş geçmiş, geçiyor ki biraz duyarlılık geliştirdiğimizde başımızı hangi tarafa çevireceğimizi şaşırıyoruz. Oysa artık her çağdaş toplumun başardığı o gerekli yüzleşmeleri yapıp hakları teslim etmeli değil miyiz? 

Ancak o zaman ülkenin çeşitli fırsatlarla aynı acıları çekmiş farklı kesimlerini anlayabilir, bir insan olarak fark ederek yaşadıklarını anlatabiliriz. Böylece onların yüreklerine su serperken bir gün memnun olmadığımız bu düzen içinde çarkın ezdiği, diğerlerinin suskunlukla izlediklerinden olmamak için de, bireysel bazda üzerimize düşeni yapmış oluruz. 

Bu belgeselde anlatılan acı çekmiş insanlardan değilim ama belleğim acının, zulmün ne olduğunu idrak edecek kadar anı biriktirmiş olmalı ki, izlerken tüm salon gibi gözyaşlarımı tutamadım. 

Umarım diğer acı çekenler de maruz bırakıldıkları halleri böyle güzel anlatabilir ve toplumumuz empati yeteneğini geliştirerek birbirini anlama noktasına biran önce ulaşır diye dilekte bulundum. Hele bu günlerde bir garip kutuplaşma ile herkesin üst kimliklere takılıp birbirini dinlemeye gerek bile görmeyerek ciddi yarılmanın yaşandığı zor zamanlarda (niyeyse kolay zamanlar bir türlü uğramıyor buralara) "İnsan" ortak paydası üzerinden bir anlayış geliştirmek gerekli ki, her şey için geç olmasın. 

Her gün bir başka zulüm, katliam, cinayet, tecavüze kurban gitmesin insanımız. Böyle yapımların çoğalması ve insanımızın orada ne olmuş diyerek yazılan yazılara, çekilen filmlere dönüp bakması dileğiyle...   

Bu konuda Sema Kaygusuz'un "Yüzünde Bir Yer" adlı romanını anlattığı bir videoyu da paylaşmak istiyorum. 

Burada yazar, "Kurban dilinin manası dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı açar. "Peki bu neden oldu?""Çünkü, çünkü, çünkü... "Çünkü" diye açıklamaya başlar ve çok ahlaksız bir tartışmanın içinde bulursunuz kendinizi" diyor. 

Bu nokta çok önemli. Ortada bir haksızlık varsa hukuka, insana, demokrasiye inandığını iddia eden herkes tırnak içinde "Kendinden görmediği, ötekileştirilmiş" diğer insana yapılanları görebilmeli, yanlış olduğunu söyleyebilmeli, "Oh, iyi oldu, onlar da şunu yapmıştı" gibi nedenler sıralayarak ileride daha büyük sorunlara yol açacak kurban dilini pekiştirmemelidir. Sonuçta herkes ayrı bir bireydir, kimse, anasının, babasının günahı, bir kaç had bilmezin yanlışı üzerinden bireyselliği yok sayılarak, suç olarak nitelendirilen eylemlere kişisel katkısı tartışılmadan topluca mahkum edilmemelidir. 

Hele de katledilmek, sistematik işkenceye tabi tutulmak, tecavüz, yaşam hakkının elinden alınması, yaşam sevincinin bitirilerek sözde yaşayan özde ölü haline getirilmiş insanların çoğaltılması kabul edilemez. Bu anlayış geliştirilip insana, büyük acılara, kitlesel haksızlıklara karşı evrensel değerlerle bakıp herkese eşit mesafede durabilmeyi başarırsa insan, kendine karşı dürüst olabilir. Ancak bu seviyede insanlığı hisseden "Olgun"luğa yaklaşır, başını yastığa koyduğunda vicdanını ahlaksız "çünkü"ler, aklını ve kalbini saf dışı bırakan acımasız gerekçelerle ya da buna yardım edecek maddelerle uyuşturmadan rahatça uykuya teslim olur. 

En sevmediğimizin hakkını koruduğumuzda sistemin çalışmasını sağlayarak herkesin kendi hakkını kendi almasının yaratacağı kaostan kurtulmuş oluruz. 

Maalesef toplum olarak bu açıdan son derece kötü sınavlar verdik, veriyoruz. Ahlaksızlığın öyle bir boyutu ki bu öldürülmüş bir kadının ardından onun mahremine giriyor, bir mevtanın hak ettiği saygıyı hiçe sayıp gece dışarıda olmasını, alkol almasını tartışıyoruz. 

Maalesef meslek yaşamımda bu tarz çok olayla karşılaştım. Ne olursa olsun kadının haksız olduğuna kafadan inanmış eril bir karar verici kitlenin tartışmalarını izledim. Bu nedenle meftaya saygı yazarken bile acı acı güldüm. Birhan Keskin'in Penguen şiirini hatırlayıp "Biz bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile" diye mırıldandım. 

Bu çağda, kişisel verilerimiz kurumlarca her yere saçılmışken, şantaj yapılan bir kadının feryatla başvurduğu makamda ve akabinde yapılan yargılamada, suçun unsurları amiyane tabirle kabak gibi ortadayken, ceza vermeden önce, kadının telefon numarası adamda ne arıyormuş diye soranlar gördüm. Bunlara karşı dursak da sonucun değişmediğini görünce "Dilerim senin karının da başına gelir" diyerek ah eden kadınların, yine bir kadının canının yanması üzerinden içini soğutmaya çalıştığına şahit oldum. 

Bu yüzden bir şeylerin bizim canımızı yakmadan değişmesini istiyorsak canı yanan insanları göreceğiz, acılarını dinleyecek, haklarına beraber sahip çıkacağız.

Yoksa, yok olacağız. 

Şule Çet için adalet, tüm masumlar için adalet...   

      



Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...