sinema yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

The Words Çalıntı Hayat (2012) filmi Yazı-yorum.net de yayınlandı

310- Çalıntı Hayat

 Merhaba, 

Sinema filmi analiz yazılarım 2019 yılından beri yazı-yorum dergisinde yayınlanmakta.

57.sayıdaki film okumamız The Words Çalıntı Hayat (2012) filmi üzerine. 

Yazı-yorum.net den okuyabilirsiniz.

Çok Uzak Fazla Yakın

308- Çok Uzak Fazla Yakın

 Merhaba,

Bu sayının filmi ismini Adalet Ağaoğlu'nun ödüllü tiyatro oyunundan alınmış olduğundan dikkatimi çekti. 

Çok uzak olup fazla yakın olunanlar vardır elbet. 

Aşkın, sevdanın mesafeyle ilişkisi yoktur. 

Filmi izlemek isterseniz linki tıklayın dergiyi ücretsiz indirip yazımı okuyun.

Buradan indirin. İyi okumalar.  

Sırrımın Çiçeği (1995)

 307- Sırrımın Çiçeği

Bu ay Yazı-yorum Dergide Sırrımın çiçeği filmini yazdım. Bir yazar filmi. Aşk acısı var, yazamamanın sancısı var. Mubi den izleyebilirsiniz. 

Linke tıklayarak dergiyi ücretsiz indirebilirsiniz.

Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012)

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 287. FİLM



 Yazı-yorum dergi 42.sayısıyla yayında...

Ben de  Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012) adlı belgesel filmin analizini yaptım. 

Kapak konusu ve kitap incelemelerinin "Cinsiyetçilik üzerine yoğunlaştığı derginin yeni sayısını aşağıdaki adresten indirebilirsiniz. İncelikli tahlilimi okuyabilirsiniz.

 https://www.yazi-yorum.net/pdf-dergi/

Soğuk Zincir (yazi-yorum.net)



Dar zamanlardayız ama geniş gönüller sürmek muradımız. O vakit, zaman da, mekan da açılır ve olduğumuz yer adeta esen rüzgarın saçlarımızı okşadığı, dalgalarla sarıp sarmalanmış yeşil ve ferah bir adaya dönüşür çünkü.

Peki bu “Hal”e giden yol nereden geçer? Sanırım önce bu sıkışıklık hissini fark etmek, buradan çıkmaya niyet etmek ve bunun için kendimize izin vermekle işe başlamalı. İş diyorum çünkü en önemli işimiz; bizi kendimize götürecek o gemiyi çatmak, bireye bırakılmış bir iştir ve epey emek ister.  


ZERKALO AYNA Andrei Tarkovsky


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 88.FİLM 

-Spoiler içerir -

Şiir gibi bir filmi iki kez üst üste izledim. Hiç sıkılmadım. Defalarca izlenecek kadar güzeldi. Bunun üzerine film ile ilgili bir kaç yazıya baktım. Sözü uzmanlarına bırakayım kendime de arşiv olsun diyerek buraya linklerini bırakmak istediğim alıntıların ilk yazısı şöyle:

"Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez,
çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini,
son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır…” Andrei Tarkovsky

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’a göre Andrei Tarkovsky, sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Tüm hayatı boyunca yumrukladığı ve ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildiği kapıları, Tarkovsky büyük bir tabiilikle dolaşmıştır. Çünkü onun için sinema –sanat- duadır. Filmleri, tanrıyla arasında kurduğu yegâne bağdır. Yapıtlarında ruhunu zincirlerinden kurtarır ve yaratıcının huzuruna çıkartır. Tanrısız bir sanata inanmıyorum, der Tarkovsky, sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana…

Rus yönetmenin filmografisi on iki dizelik lirik şiir biçiminde ele alınırsa, Zerkalo (1975, Ayna) en kişisel mısrası olacaktır. Karanlık geçmişin, sessiz bir tablosudur Zerkalo. Savaş esnasında yitirilen çocukluğun olanca saflığına tutulmuş aynadır. Tarkovsky’nin ailesi uğruna yaktığı hüzünlü –ve bir o kadar özlü- ağıttır. Tam da bu sebepten; sanat eserlerini kalıplara sokmayı ve üzerinden kuramlar türetmeyi büyük bir meziyetmiş gibi gören entelektüel kesim tarafından, asla gerçekten anlaşılmamıştır. Entelektüel her türlü okumadan bağımsız olarak, Tarkovsky eserlerini insan ruhuna seslenme amacıyla çeker. Onun filmleri sadece hissedilmelidir. Zira ‘anlaşılma’ çabası içerisinde izlenen ve –doğal olarak- anlaşılamayan Ayna’yı karmaşık oluşuyla suçlamak; Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu yeterince parlak bir tepsi olmadığı veya Balzac’ın Vadideki Zambak romanını şöminede yeterince harlı yanmadığı gerekçesiyle suçlamaktan daha mantıklı değildir.

Ayna; ölüm döşeğindeki bir adamın anılarının bilinç akışı tekniğiyle anlatıldığı, düşlerin gerçeklikle iç içe geçtiği bir hikâyedir. Film süresince yüzünü göremediğimiz Aleksei’nin anıları ve pişmanlıkları, Tarkovsky’nin geçmişiyle büyük oranda örtüşür.

Taflan Deniz yazısının devamı için tıklayınız.








Ekşi sözlükte de şöyle geçmiş filmin bahsi:

'kitabın bir para kazanma yöntemi olmadığını,bir ifade biçimi olduğunu kavrayamıyor.'' 

 ''şiir, ruhu harekete geçirmek içindir, putperestleri beslemek için değil''



bu sözler doğrultusunda izlenmeli zerkalo. karmaşık bir zaman dizilimi içinde bir çocuk ve babasının anıları, bağlı bulunduğu büyüleyici kuzey atmosferinde, sinemasal tadında anlatılıyor. anılar... bizi biz yapan, fotoğraflarda olduğundan çok daha kanlı ve canlı olan anılar. belleğin sisli ülkesinde saklanan güneşvari, kendini gösterince tüm alacalığı dağıtan tutamaklar. filmde, bu anılar öylesine fotografik ve basitliğin mistik gücü eşliğinde anlatılır ki, tarkovski'nin neden büyük bir yönetmen olduğu asıl bu filminde anlaşılır. siyah-beyaz gerçek savaş ve yıkım görüntülerinin birer eleştiri olduğunu kabul edebiliriz ama asıl işlevi o anıların yer aldığı yıllığı içine alan katmanı seyirciye hissettirmek ve filmi sarmalamaktır. ülkesinde gösterimi hiç de kolay olmayan bu film sansüre takıldıysa sebebi, onu anlamayan sovyet yurtseverlerinin algılama özürüdür. 


insanın anılarından başka neyi vardır soyut dünyada? rüzgarın otları ve ağaçları dalgalandırması, bir horozun ölüm sahnesi ve anneyi tanıyor muyum? sorusu, sütün yere damlayışı, halka biçimli buğunun dünyanın en güzel tekniğiyle doğal yok oluşu, yağmurun yangınla beraber yanışı. yangın anıları sarmalayan bir başka çeper. kim ne derse desin, savaş bu anılarda önemli bir pay sahibi. anne ve baba ilişkisi, anıların paralel tekilliği ve aynı zamanda çoğulluğu bunlar yadsınamaz imgeler. 

tarkovski, sadece sezdiriyor bize, gerisi izleyiciye kalmış. ne hissediyorsan öyle yaklaş filme ya da sadece izle. 


ayna, dünya ve biz baktığımızda, gördüklerimizle yetindiğimizden çok daha fazlasını görürüz onda. anılar arkası sırlanmış bir camda bize gösterilendir ya da değildir kim bilir?

"ağaçlar hiçbirinin acelesi yok. oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. durup düşünmeye zamanımız yok."

filmi izleyeli baya oluyor, ama baba tarkovsky şiirlerine olan aşkım trois couleurs bleu filmindeki finalle tavan yapmış durumda. sevgi benim şiirim. adı sevgi mi bilmiyorum aslında ama sevgi yani. 

"kelimeler bazen tüm duygularımızı ifade etmeye yetmiyor, çok sönük kalıyor.. 

rüyamda seni gördüm."

çok not almışım ama sadece yazmak istediğim "rüya". 

sevgili kalbime rüya.

(tek izlerken tek olmama üzüldüğüm filmler vol 2)


sanılanın aksine filmdeki şiirleri tarkovski'nin babası değil, ünlü sovyet tiyatro ve sinema oyuncusu olan inokenti smoktunovski okunmuştur. fakat şiirler arseni tarkovski 'ye aittir. arseni tarkovski ise andrey'in babasıdır.

matematiksel bir tutarlılıktan bağımsız bir andrey tarkovski filmi.

insanların küçük hayatlarda kendilerini görmeleri, daha önce hiç bulunulmamış yerlerde yaşanan dejavular, hayatlarımızın birer aynadan yansıyormuşçasına birbirleriyle ortak noktalar barındırdığını simgeliyor. yaşantılarımızın her ne kadar farklılarsa da, aslında bir o kadar ortak oldukları. babalarını taklit eden çocuklar, yaklaşık olarak aynı toplum düzeninden geçmiş, benzer travmaları yaşamış zihinlerimiz; birbirlerimizin aynalarıyız biz. bazen baba ve oğul arasında, bazen de dünyanın öteki yüzündeki insanlarla aynı fikirleri, benzer yaşamları paylaşıyoruz. bu döngüselliğin sonu biz olmayacağız. anneler, çocuklar, dedeler, babalar, torunlar her zaman var olmaya ve birbirlerini taklit etmeye, benzer arzular ve amaçlar barındırmaya devam edecekler. çocuğunun kendine, karısının annesine benzememesi için eski eşine evlenmesi önerisinde bulunan adamın, bunu yapma sebebi çocuğunda kendini görmesidir ve benzer bir yaşamdan kaçınmasını istemesidir. şiirde söylendiği gibi ''tek bir masa dedeler ve torunlar için''*

tarkovski'nin şiirsel bir anlatım kullandığı, gündelik işlerimizi duygularımızı törpülemeden sade bir anlatımla gösterdiği filmde, herkes kendinden bir şeyler bulabiliyor. anlatılan toplumun parçası olmak bu işi kuşkusuz kolaylaştıracaktır. 

film aynı zamanda sadece arseni tarkovski şiirleri ve bach dinlemek için de izlenebilir durumda. kendinizi müziklerin ve seslerin akışına bırakıp filmi anlamlandırmaya çalışmamak daha anlamlı olabilir. ben anlamlandırmaya çalıştım ama çok yanlış gelmiş olabilirim. filmin konusunun, amacının çok dışında algılar oluşturabilirim. tarkovski'nin belirttiği üzere film üzerine yazılmış hiçbir yazılı kaynak yokmuş. anlamak istediklerimizi anlamamızı ve bunlarla yetinmemizi istemiş olsa gerek.

tarkovski'nin filmin bir sahnesine dair anlatım tekniğini açıkladığı bir yazıyı da beğendim. paylaşayım.

''ayna'daki kadın kahramanımızla anatoli solonizin tarafından canlandırılan meçhul adamın karşılaştığı sahnede, görünürde tesadüfen karşılaşan bu iki insan arasındaki bağı, adam görüntüden çıktıktan sonra da sürdürüp işlemek bizim açımızdan çok önemliydi. bu adam giderken kadın kahramanımıza dönüp 'anlamlı' bir bakış fırlatsa her şey fazlasıyla belirgin, tek boyutlu olur, yanlı bir anlam kazanırdı. aklımıza tarladaki rüzgar sahnesi böyle geldi. rüzgar o kadar ani çıkar ki meçhul adamın dikkatini çeker, onu o yöne bakmaya zorlar... böyle durumlarda kimse yaratıcının elindeki kozları göremez, somut bir maksat peşinde olduğunu kimse kanıtlayamaz.''

tarkovski anlatılmak istenenin basit bir ifadeyle, seyircinin gözüne sokarcasına ifade edilmesinin, seyirciyi perdeye yansıtılan olaydan duygusal olarak koparacağını söyler. olaydan duygusal açıdan kopan seyirci, tasarıyı ve bunun nasıl gerçekleştirildiğini değerlendirmeye başlar. filmin akışından bağımsızdır artık. tarkovski'nin şiirsel sinema anlayışı bu gibi durumlara yer vermemek adınadır.

ek: tarkovski'den bir açıklama.

''insanlar ayna'yı gördükten sonra bu filmin ardında, şifrelenmiş gizli ve farklı herhangi başka bir gaye yatmadığına onları ikna etmek çok güç oldu. filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep kuşkuyla karşılandım, insanlar hayal kırıklığına uğradı.

bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmazdı. gizler, simgeleri gayeler peşinde koştular durdular. çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değillerdi, ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.''23.06.2014 20:31 freddie mercury nin disleri

film tarkovskinin hayatından, anılarından süzülmüştür. filmde bütünsellik aramadım, film kurgusallıktan arınmıştı çünkü. sanki tarkovskinin bilinçaltında geziyordum izlerken. 

herkes kendini bir şekilde ifade eder kimi sözler kimi şiirler kimi bakış.. tarkovskinin kendini kendine dahi en iyi ifade ettiği yer şüphesiz ki film. 

o zaman, hep bu dokunaklı şiirlerin, filmlerin failleri ifade gücü yüksek insanlar mıdır yoksa derin, içsel, naif, samimi, eşsiz benlikleri mi dir onları fail kılan? tarkovski bu iki cevabı üstünde taşıyan bir insan. 

ayrıca bilinç ne de bütündür öyle ne geçmişe uzaktır ne şimdiden kopuk. tarkovski gösterir ki bilinç zaman boyutundan münezzehtir.


ayna'nın adı dahi ne güzel... aynaya ne için bakarız? anlamak için mi görmek için mi? görmeyi ne için yaparız? anlamak için mi? anlamak için göreyim der miyiz? bazan. görürüz ve anlarız, arada bir bağıntı var mı? görmeden anlayamaz mıyız? anlayabiliriz. gördüğümüzü anlamadığımız olur 


Üçüncü alıntı yazı için tıklayınız: 

Ayna’nın en gizemli yanı, arka plandaki anlatıcının varlığıdır. Anlatıcı, sanatçının bizzat kendisidir aslında. Gerçekte, öyküyü eni konu anlatan bir anlatıcıdan söz etmiyoruz burada. Varlığını hissettiğimiz, derinliklerine kendi gözleriyle şahit tutulduğumuz, bazen şiir okuyan, bazen annesiyle garip ve hüzünlü telefon konuşmaları yapan, bazen de anılara dalan, öykünün asıl kahramanı, içine ayna tutulan sanatçıdır bu.
Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı şeyi “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” olarak özetleyebiliriz. “Anlara bu derinlemesine dalış” bir taraftan filme, genel anlamda bir şiir kıvamı verirken diğer yandan anların “somut kaynağıyla yeniden karşılaşma” sonucunda onların “şiirsel niteliğinin zedelenmesi” sonucunu da doğurur. Bu karmaşık yapı Ayna’nın “en orjinal ilke”sidir bir bakıma. Bu İlkeyi şu şekilde ortaya koyar yönetmen: “Olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. Kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. Kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. Ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar.”[4]
Tarkovsky, “rüyanın öyküsü”nü, hayatın görünür ve doğal biçimlerine sadık kalarak perdeye yansıtma çabasında olan bir yönetmen olarak farklı teknikler kullanır. Ayna’daki yapı, bildik tekniklerin ötesinde bir yapıya ve kurguya sahiptir. Salt kurguyu önemseyen bir sinema anlayışından farklı olarak yönetmen, izleyicinin sunulan öyküden yola çıkarak gördükleri ile kendi tecrübelerini bağdaştırmasını ister gibidir. Böylece yönetmen, izleyicinin, sınırlarını aşmasına yardım etmiş ve filmini, sadece bulmacalardan kurulu bir öyküden ziyade insanın duygu yoğunluğuna seslenen ve eline alıp kendi yüzüne bakabileceği bir “ayna” haline getirmiş olur. Ayna, insanın sadece entelektüel yanına hitap eden ya da benzetme ve imgelerden kurulu bir sinema filmi değildir. Dolayısıyla Ayna’ya bakan izleyici, klasik bir kurgudan ve takip edebileceği bir senaryodan yoksundur. Tarkovsky, öyküyü ortaya koyarken diğer filmlerinde olduğu gibi özel yöntemler kullanır: Şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, anların ağır çekim rüya görüntüleriyle zenginleştirilmesi ve böylece zaman/mekan kavramlarının silikleştirilmesi, etkileyici müzikler, kendisini sürekli hissettiren dramatik hava, kameranın lirik gücü, düşlerde yapılan yolculuklar, siyah-beyaz ve renkli görüntülerin ahengi. Olayların ard arda akışından ziyade kamera görüntüleri ön plandadır Ayna’da. Kamera teknikleri ve geçişler kusursuzdur. Bir rüyada olduğunu ya da bir bambaşka bir gerçeklikle yüzleşmek durumunda kaldığını hisseder izleyici.
Ayna’da, üzerinde durulması gereken en önemli mesele, filmdeki “zamansızlık” ya da “tüm-zamanlılık”tır. İzleyici zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. (Bir aynaya uzun süre baktığınızda söz edilen duyguya kapılır insan). Bunun, “anların zamansız oluşu” ile yakın ilgisi vardır, zira “anlara dalışta” zamanın ve hareketin kurallarından bağımsızlaşır insan zihni. Örneğin, annenin saçlarını yıkarken saçlarından suyun süzülmeye başlamasıyla birlikte yukarıdan, evin tavanından ve duvarlarından sular akmaya başlar; böylece zaman, mekan ve hareket ortadan kaldırılmış olur ya da masadaki kahve fincanının buğusunun buharlaşmasıyla akıp giden ve buharlaşan zaman gösterilir bize veya uzaktaki çayırlarda ve yapraklarda esen rüzgarla kalbimizde hükmünü icra eden aşkın sonrasızlığına şahit tutuluruz. Bunu yaparken kullanılan mekanlar, anlara dalıştaki zamansızlığı ve mekansızlığı daha da güçlendirir. Filmin lirik akışına, pastoral bir anlatım katılmış olur böylece. Tarkovsky’nin yaptığı “özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak” ve kendi içinde “varolan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritmlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygusunu yansıtmaktır.”[5]
Böylece Ayna’da Tarkovsky, aynanın yüzeyinde zamansızlık ve mekansızlıktan ötürü oluşmuş olan buğuyu silerek orada karşılaşılan görüntüler aracılığıyla izleyicinin kendi gerçekliği ile yüzleşmesine imkan vermiş ve onu “gerçek hayatın kesintisizliği ve beklenmedikliği” üzerinde düşünmeye yöneltmiş olur. Sanatçı, Ayna’ya bakan izleyiciyi “filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etme”nin güç olduğunun farkındadır. Ona göre Ayna’nın, “gerçeği söylemekten” başka bir amacı yoktur; dolayısıyla “gizler, simgeler, gayeler, peşinde koşmak” Ayna’daki gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelecektir. İlk bakışta zor gibi görünen bir durumdur bu fakat “görüntüsel şiire alışık” olanlar ve Tarkovsky bakışını, Tarkovsky dilini bilenler, gerçeklikle ve kendileriyle ilgili bu örtüyü nasıl kaldıracaklarını ve örtü kalktığında neyle karşılaşacaklarını bilirler."







KIŞ UYKUSU- NURİ BİLGE CEYLAN - HALUK BİLGİNER



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 82. FİLM 

-Spoiler içerir -

Her filmin, her insana değen sahnesi başkadır. Genel olarak seyrettiğimiz zamandaki ruh halimiz bu sahneleri filmden cımbızlar ve filmi belleğimize o hislerle kaydeder.

Bu nedenledir ki bir filme dair yapılan tüm eleştiriler nesneldir ve aynı kişi başka bir zamanda seyretse farklı noktalara takılabilir. Bunu gözeterek herhangi bir filmi izlemeden önce tanıtım ve fragmanı dışında bilgi edinmek istemem. Sonrasında ben ne görmüşüm, başkaları ne görmüş diye yazılanlara şöyle bir göz atarım.

Bir de tabi marka olan isimler vardır, az çok ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Nuri Bilge Ceylan görsellik demektir mesela. Hareket ya da ağır diyalog bekleyenler tercih etmez. Sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görenler asla filmine gitmez. Festivalciler için vazgeçilmezdir, "İvedik"çiler için katlanılmaz. Bu sebeple beraber gidecek arkadaş bulmakta zorlandığım bir film oldu Kış Uykusu. 

Aslında neden birini aradım tam olarak da bilmiyorum. Seyircilik işinin bireysel olduğunu düşünen biri olarak böylesi filmlerde yanımdakilerin sadece odaklanmamı zorlaştırdığına inanırım ama bu sefer sanki içine düşeceğim derin hüzün girdabını hissetmişcesine yanımda biri olsun istedim.

Film seyretmeyi seven ve ara sıra da bunlar üzerine karalayan biri olarak çok teknik bir yazı yazmayacağım. Hele de böylesi ödüllü bir yönetmenin bence şimdilik en iyi filmi olan Kış Uykusu için ahkam kesme haddini kendimde görmüyorum.Bu nedenle burada zihnime çakılı kalan sahnelerden parça parça alıntılar yaparak sesli düşüneceğim. 

 Sinematografikbakışına hayran olduğum bir arkadaşımın da film üzerine notlar diye başladığı yazıyı görünce diğer eleştirmenlere de göz atayım dedim ve beğenerek seyrettiğim filme yaptıkları basit eleştirileri görünce çoğunun filmdeki mutsuz karakterlerden biriyle kurdukları ruh benzerliği neticesinde aslında kendilerine öfkelendiklerini gördüm. Azıcık düşünen her insanın kendinden parçalar bulacağı filme yazılan eleştirileri yersiz buldum. 

Oyuncuların hepsinin ayrı ayrı başarılı olduğunu belirtmeye gerek yok. Görsellik de her zamanki gibi mükemmel. Bu sefer biraz daha fazla diyalog barındıran film, imgelerle birlikte kimi zaman sözcüklerin yakıcılığını, kimi zaman tamamlayıcılığını, bazen de kurtarıcılığını da alarak yanına farklı bir Nuri Bilge Ceylan filmi çıkarmış ortaya. Kelimeleri seven biri olsam da, filmde, imgeleri gölgelemeyen tonda kullanılmış olmasına da sevindim.

Ancak filmde bir nevi münzevi hayatı yaşayan, hayal kırıklıklarının sürüklediği bu yerde böylesi durgun bir hayata alışan, hatta artık her şey için geç olduğunu düşünüp hareket etmekten korkan karakterler içime dokundu. Film, insanın ne kadar çaresiz, ne kadar yalnız, ne kadar fark edilmeye, beğeniye ihtiyacı olduğunu gösterirken yaratılışımızda o eksik bırakılan noktalarımızın ruhumuzu gerçekten besleyecek manevi çizgilerle birleştirilmediğinde insanın sanatla da bir yere varamayacağını, ne yaparsa yapsın, ne kadar zengin, eğitimli, kibar, yetenekli olursa olsun her insanın doğasındaki açlıkların ve açıkların kapanmayacağını ve bunların tüm insanlarda aynı olduğunu göstermede başarılıydı.

Nuri Bilge Ceylan filmleri için getirilen eleştirilerin başında “Eeee, şimdi noldu” cümlesi gelir. Bir durum tespiti yapar, sizi sorgulamaların içine bırakır ve gider. Çıkış yolu yoktur. Belli ki yönetmen bir yolcu olarak devam ettiği yaşam serüveninde cevabın değil doğru soruların peşindedir. Ruhunu(muzu) yakan soru(n)larda dolaşırken böylesi etkileyici görsel imgelerle seyirciye de soru sordurmak amacındadır.

Filmin başında, arabanın camına atılan taş, her şey rutinde giderken birden başımıza gelen ve bizi değişmeye zorlayan kırılma anıdır. Camın kırıkları arasından bakmak ve oradan hayatını seyretmek... Bu herkese ağır gelir ama bir taraftan da kısıldığın kapanı fark ettirerek bundan kurtulmanın yolunu aramana vesile olur. Tabi bu kapandan kurtulmak istiyorsan... 

Taşı atan çocuğa inen tokat, onu atan babanın diğer camı kırması iç içe geçmiş travmaları yansıtırken, Aydın’ın olayın geçtiği dış mekandaki estetik yoksunluğuna takılmış olması da insanın kendi içinden dünyaya bakıyor oluşunun, mesleki körlüğünün, belki de bu nedenle başkasının feryadına  hep sağır kalışının en güzel şekilde sunumudur.

Haluk Bilginer'in canlandırdığı Aydın karakterinin can alıcı sahnelerinden biri de yazdığı yerel gazetedeki köşe yazısına bir köydeki biçki dikiş öğretmeninden gelen övgü dolu mektubu karısını ve tek arkadaşını çağırarak okuduğu andır. Adeta, kendisinden istenen yardım talebinden ziyade onu fark eden ve beğenen birinin varlığını hissettirmeye çalışan Aydın’ın yalnızlığının resmi gibidir. 

Hayatın içinde evli ya da bekar, kalabalık bir ailede ya da filmdeki gibi kardeşi ve karısı yanında olsa da çevresindekiler onu görmediğinde, beraber olduklarını hissettirmediğinde herkes yalnızdır. Yalnızlık seçildiğinde insanı büyütürken mecbur kalındığında ruhu acıtır. Bu nedenle insanın arada kendisine denk hissettiği insanlarla rastlaşması ve ruhundaki pencereyi açıp ötekinin nefesini içeriye alarak ferahlaması büyük şans. Filmde Aydın karakteri böyle bir destekten yoksun. Onunla beraber yaşasa da kendi kültürüne denk gördüğü kız kardeşinin varlığı bu ihtiyacını gidermiyor. En acıyı bir kerede söyleyen bu kadının dobralığı ve negatif elektriğiyle Aydın daha da içe kapanıp yalnızlaşıyor. 

Derinlerinde, anlaşılmaya, dinlenmeye, takdir edilmeye olan özlem daha da artıyor. Bunu bir kış günü zorla ilerledikleri yolda o övgü dolu mektubun geldiği köyün tabelasını gördüğündeki bakışında görüyoruz. Entellektüel birikimi ile göz dolduran bir adamın normalde muhatap almayacağı bir kadının ilgisine bile hasret kalışında kendi kibri ile çevresine ördüğü duvarların etkisi olsa da aynı evde, farklı odalarda, farklı hayatları yaşayan ve neredeyse bir otelin misafirleri gibi yemekten yemeğe birbirini gören bu aile içinde herkesin sevgi açlığı çekmesi doğal. 

Elbette  başta hiçbir şey böyle değildir o kısımları göremiyoruz ama birbirini severek yola çıkan insanların birbirinden bunca uzağa savrulmasında yine ruhi yabancılaşmanın, ortak ideal yoksunluğunun, birer ulaşılamaz kale haline getirdikleri benliklerinin de katkısı büyük. 

Tam manasıyla teslim olmadıkları bir yazgıya, pasif direniş göstererek, karşı gelmeden yaşıyor gibi yapmak... Varlığın içinde yokluk, yokluğun içinde duyarsızlık, birlikteliğin içinde yalnızlık, yalnızlığın yanında hep gitme duygusu, ama kimsenin bir yere gidememesi. Olumlu ya da olumsuz bir adım atmadan bir kış uykusunu sürdürmesi.

Filmde acı çeken bu karakterlerin içinde en çok şefkate muhtaç olan Aydın. Çünkü o en güçlü, en kibar, en kibirli, en yalnız... Çok sevdiğim bir arkadaşım hep derdi, hayatta zayıflar kadar güçlülerin de şefkate ihtiyacı olduğunu unutma ve bu farkındalığı hiçbir zaman yitirme diye. Oysa bu gerçek, toplumda çok da anlaşılabilmiş değil. Yani ne kadar ortalamanın üzerine çıkar ve güçlenirseniz şefkate olan ihtiyacınız da aynı oranda artar ama kimse sizin buna muhtaç olduğunuzu düşünmeden şefkatini düşkünlere dağıtır. Belki de kibirle vakarı karıştıran insana verilmiş ilahi bir cezadır bu şefkatten uzak yalnızlık. Belki de iç yolculuğunu kısaltmak için verilmiş bir ödül. Nereden baktığınıza bağlı. 

Tabi bunu bir başkasında seyrederken fark ediyor da insan, bir türlü kendinden çıkıp kendine bu gözle bakamıyor. Hep derim, bir film seyreder gibi seyretsek hayatımızı, teslim olması da daha kolay olacak, çözüme ulaşması da.     

“Kötülüğe karşı koymamak” fikrine saplanan diğer mutsuz karakterin sorgulamaları da yine çıkmazda debelenip durmasının göstergesi. Bize kötülük yapana karşılık vermesek, o kötülüğünü anlayıp bundan vazgeçebilir mi, ondan özür dilesek, suçlu olduğu halde acaba nasıl bir yaşamımız olurdu” sorularının peşine takılmış bir bezgin Aydın’ın Ablası Necla.

Ve Nihal… Gençliğini, canlılığını bir adamın kanatları altında olmak için terk eden, onun kurallarına göre oynayacağı bir oyuna dahil olup bunu sürdürmekten memnun olmadığı halde bırakıp gidecek gücü olmayan, huzursuz, huzur vermeyen, kocasından en ufak şefkati esirgeyecek kadar ondan nefret eden bir kadın.

Yaşadığı düşünsel değişimle gittiği bir avdan elinde kendi vurduğu tavşanla dönen ve muhtaç olduğu şefkati önce kendisinin karısına göstermesi gerektiğini fark eden bir adam, Aydın. Morrocom’un çok güzel tespitiyle, filmin başında mantar toplayan 
adam kadın gibi toplayıcı iken, filmin sonunda vurarak getirdiği hayvanla artık toplayıcı değil doğada makbul erkek figürü gibi avcı olduğunu ispat ediyor ve film Aydın’ın yıllardır yazmayı planladığı kitabın başlığını atmasıyla bitiyor. Yani, "İnsan çevre şartlarını iyileştirse de kendini gerçekleştirme fikrinin ilk adımını yine kendisi atması gerekiyor" diye fısıldıyor kulağıma.

Kucağınızda bir sürü sorularla salondan çıkarken cevapları bulmak için daha esnek olmak, daha çok soru sormak gerektiğini hissediyorsunuz.

İnsan denen varlığın tüm özellikleri ile kendini keşfetmesi için çeşitli imtihanlardan geçerek dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğini bu filmde de görüyoruz. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etme huzurunu isteyeceğimiz yegane kapının da yüreğimizden açıldığını lakin şah damarımızdan yakın olan o birlikteliğe ulaşmanın bir ömür alabileceğini hatırlıyoruz.
  
Filmleriyle bize bizi hatırlatan, güzel sorular sorduran değerli yönetmene teşekkür ederken ruh tembelleri için bulduğu cevapları yeni filmlerinde, açıktan olmasa da sorular içine saklayarak vermesini diliyoruz. Ama unutmayalım ki, içsel yolculuklar tek başına yapılır. Herkesin sorusu başkadır, cevabı başka. Filmler, kitaplar bize kadim soruların üst başlığını verir ve yön gösterir. Yürünecek yol bizimdir.

Meraklısınca birkaç kez bile sıkılmadan izlenecek, Çehov öykülerinden esinlenerek çekilen film için herkese iyi seyirler…     

Not: Bu değerlendirme yazısı 2014 yılında filmin vizyonda olduğu dönemde tarafımdan yazılmıştır. 

Bu gün 2019 Emmy Ödülleri’nde ŞAHSİYET dizisindeki rolü ile En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül alan, her rolü ile oyunculuğun zirvesinde olan, kış uykusunun Aydın'ı Haluk Bilginer'i bu yazı vesilesiyle tebrik ediyorum. Dizi dünyasının Oscar'ını hak eden bir oyuncudur, nice başarılara...  

JOKER -2019


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 78. FİLM 

-Spoiler içerir -

Yaş sınırına rağmen gişede 1 milyar dolar barajını aşan ilk film olan Joker’i izledim bu akşam. Başrol oyuncusu Joaquin Phoenix film için 25 kg vermiş. O gülüş için altı ay çalışmış. Performansı etkileyiciydi. Ancak film bittiğinde çok gerilmiştim. +18 yaş uyarısı olan filmde kan ve şiddet sahneleri epey çoktu. 

Twitter’da “Vahşetin gıpta edilecek hale getirildiği, şahane bir temaşa, tam şeytan işi” şeklinde bir yorum gördüm. Film boyunca da aynı hissi yaşadım. Bu sebeple filmi, her zaman yaptığım şekilde sadece benim hislerim üzerinden değil eleştirmenlerin görüşlerine de yer vererek yazıyorum. Çünkü gerçekten uzman bakışı gerektiren, çok katmanlı bir yapım. 

Ancak sıradan, ezilmiş, hakkı hep yenen, asgari şartlarda yaşamaya çalışan, işsiz kalan, bir türlü çıkış bulamayan, sonunda varoluşsal sorgulamalarla her şeye inancını yitirmiş, insanlara karşı iyi olmaya çalışsa da horlanan, toplumun başarıya verdiği önemle sürekli kendini yetersiz hisseden insanlarca izlendiğinde, temas ettiği sorunlar, katmanlı tabakalardan çekilip çıkarılacak ve üzerine düşünülüp horlayan insanları daha iyi biri olma yoluna mı sevk edecek yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözünü hayata mı geçirtecek karar veremiyorum. Amerika’da da bu korkularla eleştiri alan film hiçbir şiddet olayına sebep olmamış. 

Ülkemizde de haftalardır gösterimde ancak daha duygusal bir millet olmamız sebebiyle ileri derecede psikolojik problemleri olan bireylerde tetikleyici bir etki yapar mı bilmiyorum doğrusu. Hele de her gün ayrı sorunla boğuşan ülke insanı intiharı seçenek olarak hayata geçirmiş, son iki haftada geçim derdi yaşayan aile reislerinin kararı ile üç aile siyanürle ölümü seçmişken, ODTÜ sosyoloji bölümünde yine son zamanlarda altı genç arka arkaya intihar etmişken böyle şiddeti yücelten bir film fayda mı sunar zararı mı büyütür kestiremediğim için sözü uzmanlara bırakıyorum.

Yazan ve yöneten Todd Phillips, fazla gelir, çok çılgınca olur diye bir çok doğaçlama sahnenin de çıkarıldığını belirtmiş. Çin’de gösterimi yasaklanan film için bazı devletler önlem almaya başlamış.

Filmi beğenenler de çok ama beğenmeyenlerin ciddi eleştirileri söz konusu. Şiddeti romantikleştirdiği ve sorunlu bir karakterin davranışlarını haklı gösterdiği gerekçesiyle filmi eleştirenler ve sakıncalı bulanlar çok fazla. 

Ben ikisi arasındayım. Eleştiriye gitmeme sebebim bütün bu yaşananların zaten hastanede yatan Joker’in kafasında geçiyor olduğunu düşünmem. Ama o zaman neden elleri kelepçeli olarak hastanede idi sorusu da beliriyor. Bir çok noktanın hayal mi gerçek mi olduğu muamma olarak izleyiciye bırakılmış. Psikolojikten ziyade sosyolojik bir bakış açısı kullanılmış.  

Sinema dünyasının en saygın eleştirmenlerinden Slavoj Zizek ise Filmloverss.com’da alıntılanan röportajda şöyle demiş:

“Film, Amerikan Ordusundan sosyal adalet savaşçılarına kadar bir çok grup tarafından eleştirildi ama aslında şiddete teşvik eden bir film değil, bunun yerine günümüzdeki siyasi sistemin hatalarına ışık tutuyor. “Kötü” bazı insanları şiddete teşvik edeceği gerekçesiyle neredeyse herkes tarafından eleştirildi ama görünen o ki, eleştirenler filmin altında yatan mesajı kaçırdılar. Film psikolojik sorunları olan bir bireyle değil, bizim “Hiç olmadığı kadar iyi” politik düzenimizin birçok kişinin kabul etmeyi reddettiği umutsuzluğuyla ilgili… “Toplumsal korku filmi” olarak nitelendirenler de var. ”

Bu röportajın devamını linkten okuyabilirsiniz. Zizek en son “Bu filmdeki şiddete şaşırmak gerçek hayattaki şiddetten kaçmaktır” demiş.

Ama biz her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, çocukların ailede, okulda, kursta, sokakta taciz edildiği, ailelerin intihar etmeye başladığı, zorluklara dayanan, haksızlığa maruz kalmış bir çok insanın da yine kendilerine sahip çıkan aileleri sayesinde toplumsal patlamaların yaşanmadığı, işsizliğin giderek arttığı, gençlerin umutsuz, uyaran çokluğu ve baskıdan vurdumduymazlaştığı ve anne babaları dahil herkese karşı gaddarlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Yani yeterince şiddete maruzuz.

Joker filmin başında sosyal hizmet uzmanı ile görüşürken “Bir ben mi yoksa bütün dünya mı çıldırıyor?” diye sorarken haklı aslında. Her şeyin çivisinin çıktığı bir çağda, akıl ve kalbini korumak tam bir kahramanlık işi. En büyük başarımız her hal ve şartta insan olmaya çalışmak, bu hal üzerine yaşamak olmalı iken insanın kalbinin ölmemiş olduğunun tek kanıtı olan vicdanına hayat vermesi süreci epey sancılı. Dışarıdan bakıldığında da saflık, salaklık olarak algılanan iyilik duruşunun bu günün acımasız sistemleri içinde yer bulması giderek zorlaşıyor.  

İşte hal böyle iken seyrettiğimiz filmde yönetmenin, defterine “Umarım ölümüm yaşamımdan daha anlamlı olur” diyerek hayattan çok ölüme yakın duran, cinnet geçirerek annesi dahil onlarca kişiyi öldüren bir jokeri sevilen bir kahraman yapması insanı korkutuyor.  

Toplumsal olarak her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında susmayı adet edinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı zirveye taşımış bireyler olarak görmezden geldiğimiz ve içimizde joker olmaya aday çok fazla insan barındırdığımızı fark etmemiz lazım. 

Tüketimin kutsandığı bir dünyada sadece sosyal medya üzerinden bile yaşanılan zamana bakınca, eğitimin, emeğin hiç de önemli olmadığı, üniversite okumanın faydasızlaştığı, derslerinde başarılı olsunlar aman deyip maddi manevi destek ve sorumluktan uzak yetiştirilen gençlerin kolay yoldan para kazanmak için her yolu mübah gördüğü, işsizlerin arttığı, fenomen olamayanların yaşam hakkını kaybetmişcesine üzüldüğü, maaşlı işlerdeki kazançların ancak yaşamı idame ettirecek düzeyde olduğu bu zamanda, kendini gerçekleştiremeyen herkes her an cinnet geçirebilecek potansiyele sahip görünüyor.

Filmde, aslında kendini korumak için saldırıya uğradığında işlediği ilk cinayetlerin ardından sosyal hizmet uzmanı ile yaptığı görüşmede “Hayatımın geri kalanı için gerçekten var olup olmadığımı söyleyemem ama ben artık varım ve bunu insanlar da anlamaya başlayacak” diyen hasta bir adama, jokere, devlet genel ekonomik tedbirler kapsamında uzman ve ilaç desteğini kesiyor. Zaten işsiz, horlanan, hasta, yalnız sevgisiz, zenginler hatta fakirlerce bile ittirilip kaktırılan adamı devlet de yalnız bırakıyor. Böylece kaçınılmaz değişim başlıyor.              

İnsanın en önemli ihtiyaçlarından görülme, fark edilme, kabul edilme, sevilme ihtiyaçlarının farkında olunmaması bir süre sonra bunları gerçekleştirmek için tıpkı dikkat çekmeye çalışan yaramaz çocukların olumsuz davranış kalıpları sergilemeleri gibi bireyin normalden sapmasına sebep oluyor.

Joker de defterine, Arthur Fleck’ten Joker’e dönüşmeye başladığının sinyallerini veren şu cümleyi yazıyor: “İnsanlar, başka insanların kendileri hakkında nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle görünürler.” Yani taktığı maske toplum içinde hepimizin arkasına saklandığı rol kimliklerimiz, gerekliklerimizi temsil eden varoluşsal bir simge olarak kullanılmış filmde. Olduğu gibi kabul görmeyen, kahraman olacak niteliklerden uzak olan adam bir anti kahraman olarak görünür oluyor.

Hasılı kelam, yapacak çok şey var ama imkanlar ve zaman kısıtlı. Bu durumda elimizin, gönlümüzün eriştiği yerlere yardımı esirgememeliyiz. Uçaklardaki oksijen maskeleri gibi önce kendimize nefes aldıracak alanlar açmalı sonra da en yakınlarımızdan başlayarak etrafımızı görmeliyiz. Yaşadıkları ruh halini fark etmeli, her halleri ile kabul etmeli, sevgimizle desteklemeliyiz. 

Herkes kendi evinin önünü süpürürse nasıl temiz bir dünya için umutlu olabiliyorsak, elimizin, kalbimizin yetiştiği evladımıza, kardeşimize, anne babamıza, eşimize, dostumuza yoldaş olalım ki yalnızlıklarının karanlığını dünyayı yakarak dağıtmasınlar. Ama önce kendimiz “Gör beni” diyebilecek cesareti gösterip acil durum çekici ile kapalı kaldığımız benliğimizin duvarlarını yıkmalı, kendimizden çıkmalıyız.      

                    

İki Dil Bir Bavul-2003


 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 66. Film  

  • Yönetmen: Orhan Eskiköy Özgür Doğan
  • Senaryo: Orhan Eskiköy
  • Görüntü Yönetmeni: Orhan Eskiköy
  • Kurgu: Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol
  • Oyuncular: Emre Aydın, Zülküf Yıldırım, Rojda Huz, Vehip Huz, Zülküf Huz
  • Yılı: 2009
  • Süre: 81'
Türk öğretmenin, uzak bir Kürt köyündeki bir yılı. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, bir yılını çocuklara Türkçe öğretmekle geçirir. Yılın sonunda çocuklar Türkçe öğrenebilecekler mi? İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar. 

Ödüller:
2009 15. Gezici FF; Gümüş Boğa Ödülü | 2009 15. Londra Türk FF; Seyirci Ödülü | 2009 Antalya Altın Portakal FF; En İyi İlk Film Ödülü | 2009 Abu Dabi 9. Orta Doğu FF; En İyi Orta Doğu Belgesel Film Ödülü | 2009 Adana Altın Koza FF; Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü

DÜŞÜNCEM :)) Güzel bir belgesel-filmdi. Doğuyu-zorluklarını bilelim diye çekmemişler bu filmi. Yönetmen de zaten aynı dil problemini yaşamış bir kürt olduğunu ifade etti film sonrası söyleşide. Orada bir kültür var diyor, onlara acımayın, yoksul değiller o kültür sebebiyle yere oturuyorlar, çekyat alamadıklarından değil diyor. Çocukların 7 yılda öğrendikleri ana dile rağmen okula başladıklarında nasıl da sıfırlandıklarını, idealist bir Türk öğretmenin çabalarını, hiçbir siyasi-ideolojik mesaj vermeden, birinden birini kötülemeden vermesi filmin en büyük başarısı.    




1.İzmir Uluslararası Mülteci Film Festivalden Notlar 2

Epeydir süren, konunun takipçileri için iyi bir kaynak niteliği taşıyan, mültecilik ve iltica kavramları üzerine düşünenler için faydalı Film Festivali notlarının sonuna geldik. 

Genel hatları ile aynı sıkıntılara değindikleri için çok güzel olsa da detaylı yazmayacağım bir kaç film ve belgeselin de festival kataloğundaki görsellerini paylaşarak kaynakça sunma görevimi ifa edeyim istedim.

HUMAN FLOW-İNSAN SELİ 2018




İMROZ

     
Ayrılığın Yurdu Hüzün


























Yeni Bir Yurt Edinmek


























STYX
























VEGERİN
























TRANSİT







Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...