çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Can Kızım, Cansız Kızım

 


Canım kızım,

Sensiz onuncu yıl. Kolay geçiyor sanma! Gelseydin belki çok zorlanacaktın bizimle. Neler oldu bu on yılda neler! Seninle birkaç ay arası olan Mina’nın doğum gününü yaptılar bugün. O kadar yakınken beni çağırmadılar, okul arkadaşlarını ve onların annelerini çağırmışlarmış.

“Abla senin başın kaldırmaz diye hiç söylemiyorum. Hem hediye işine giriyorsun, boş yere bir sürü masraf.” dedi Güler.

Boş yere. Boş ve yer… Kocaman bir boşluk yokluğun. Sen gideli ne yerim var ne yurdum. Seni düşünüce bazen bulutların üzerindeyim bazen de karanlık bir ormanda kaybolmuş. Sonunda herkesin gördüğü, bildiği, görmezden geldiği, yanından geçerken dikkat ettiği bir obruğa dönüşmüşüm sanki, sen gideli. Ya da daha doğru ifadeyle gelmekten vazgeçeli. Güler de haklı. Çocuğunu kaybeden bir kadının kalbini kırmak istemedi belli ki. Kırıldım yine de. Gerçi gitsem de kırılırdım. Kırgınlığım baki, Güler’e değil, Ayşe’ye, Fatma’ya, Mina’ya ya da sana hiç değil. Kader böyleymiş, karşı gelemem. Başını taşa vurup kırmaktır bilirim. Veren Allah, alan Allah. Sahibimize de emanetini aldı yanına diye kırgın olamam ya! Belki de bu benim halimin adı özlemdir. Kokuna, saçlarına, yıllarına, varlığına büyük bir özlem.

Senden sonra ilk birkaç sene herkesin kutlamasına gittim. Önceleri senin akranın olan çocuklara oyuncaklar almak sana alıyormuşum gibi sevinç veriyordu. Ama yıllar içinde her zorlukta bir başıma kaldıkça kızım olsaydı yanımda deyip ağladım. Hiçbir şey yapamasan küçücük ellerinle silerdin gözyaşımı, ağlama anne der zayıf kollarınla sarılırdın bana.

Sabah babanı işe geçirirken denk geliyoruz. Kapı açık oluyor. Güler de Mina’yı okula hazırlıyor. “Bazen benim halimi unutup “ay bu kızımız olmasa ne yapacakmışız diyoruz bizim beyle. Kızlar liseye gideli yüzlerini gören cennetlik. İnan sen şehir dışında okuyan oğlunu daha çok görüyorsundur. Başları sıkışmadan yoklar ortada. Ama bu Mina, ah bu kız canımız, ciğerimiz” diye yanaklarını sıkıştırıp yolluyor servise. “Öyle, haklısın” deyip kapatıyorum kapıyı bir an önce. Gözyaşlarımı görmesin kimse.

Sabahları “ay çekme saçımı, ay anne” diye çok bağırıyor çocuk, içim dayanmıyor. Mina’nın saçları uzun, kıvırcık, gözleri bal rengi, teni beyaz. Bana ya da babana, kime benziyorduysan senin de öyle olurdu, sarı, uzun ama düz saçlar. Gözlerse kesin mavi. Abin küçükken bu eve mavi gözlü olmayanlar giremez değil mi anne derdi, gülerdik. Baban da abin de dedelerin, ninelerin de yeşil ya da mavi gözlü. Ondan soyadımız Gökgöz ya. Memlekette lakabımızmış zaten.

Senin mavi gözlerini düşleyip tokalar da aldım ilk zaman. Sonra her gelişlerinde Mina’nın saçlarına taktım. Annesine her sabah saçlarını tararken acıtıyor diye dokundurmazken bana gelince hep saçlarıyla oynatıyor. Belki de kolay tarama tarağı aldım diyedir. Senin saçlarını da hiç acıtmazdım biliyor musun kızım. O ağladıkça sen ağlıyormuşsun gibi geliyordu, canım yanıyordu. O büyüdükçe sen de büyüyormuşsun gibi geliyor hala. Sonra kendime geliyorum canım kızım, cansız kızım.

Senin saçların düz olurdu diye emin bir şekilde söyledim ya çünkü biz de kıvırcık yok. Yine de ince telli olduğundan taraması kolay değil. Bu sene makrome örmeye başlayınca bunu iyice anladım. İp ne kadar ince o kadar zor. Geçen gece yeni bir örneğe başlarken ne geldi aklıma. Her gece bir yaprak yapsam ama yere düşüp gittiğin vakitleri hatırlatmasın diye onları dallara assam. Rengarenk yapraklarla canlanır mı evim, renk gelir mi yüzüme?

Neden her örneğe yaprak ekliyorum biliyor musun? Her gece elim tarağa gitsin istediğimden. Hem örmek gerekmiyor hem de havalı duruyor. En az on altı tane yirmi santimlik ip kesiyorsun. Ortasına da ikiye katlanmış kılavuz ip. Küçükleri bu ortadakinin üzerine bir alttan bir üstten geçirip adeta damar ağını inşa eder gibi yaprağı oluşturuyorsun. Ama ben en çok taramasını seviyorum yaprağın. Mavi, sarı, gri, turuncu yaprakları tek tek yapıp asacağım dallara. Geçen Mina’nın çantasına mavi yaprak yapıp süs niyetine taktım. Bir de ona senden bahsettim. Beraber el ele cennet bahçelerinde dolaşıp dünyaya gelmek için karanlık bir koridora girdiğinizi, senin orada kalıp Mina’nın koşarak buraya geldiğini söyledim. İyi ki geldin diyerek sarıldım. “Kızın niye gelmedi, şimdi onunla oynardık. Orası daha mı iyi hem seni üzerken sana ne dedi?” diye bir sürü soru sordu. Ben susunca “Bu dünya iyi bir yer mi peki?” dedi. Saçlarını okşadım. Aceleyle gözümdeki yaşı silip “dünya inilen bir yer, kelime manası bile deni, alçak olan demek ama annene kavuştun, bu da büyük mutluluk” diye anlattım. Yine sordu: “Peki senin kızın şimdi nerede?” “Cennette” dedim. Geri döndü geldiği yere, benimle kavuşmayı bekliyordur orada. Çocuklar sadece cennete gider, anneleri ve babaları dünyada neler işler belli olmaz her zaman yerleri cennet değildir ama önden, anne karnında düşmüş de olsa bir evlat gönderirlerse yerlerini ayırtmış sayılırlarmış. O evladın gözleri buğulanıp annemi istiyorum dedi mi, Allah da cennette gözyaşına müsaade etmediğinden “Bu sabinin ailesini getirin” der, hepsini cennetinde buluştururmuş.” diye Mina’ya anlatırken elinde onlara getirdiğim kek dilimleri ve sütlü kahveyle belirdi annesi. Onu görünce hemen sustum ama Mina durur mu? “Teyze hem kızını anlat hem de saçlarımı yine balıksırtı ör, olur mu?” diyerek fırladı odasına. Ona aldığım fırçayı getirip oturdu önüme. Güler “Mina, ıslatmadan olmaz, su sıktığımız şişe banyoda, hadi onu da getir” diye gönderdi salondan. Sonra gözlerini patlatıp “ne olur komşum, çocukların ölüme dair gerçeklik algısı bu yaşta tam oturmuyormuş, sen gidince bir sürü soru soruyor, rica ediyorum bu konuları açma” dedi. Elime aldığım fincanı dudaklarıma götürüp bir yudum aldım. Sehpaya götürürken ağzıma fermuarı çektim. Mina’nın getirdiği şişeden saçlarına su sıktım, usulca açtım bukleleri. Sonra da alın kenarından başlayıp ördüm balıksırtı modeli.

Kim bilir sen oralarda ne sırtında geziniyor, beni de izliyorsundur. Konuşacak çok şey var aslında ama insan bazen konuşmak istemiyor Kanımdan kan, canımdan can taşıyan bir evlat yanında olsun da beraber sussun istiyor. Sussun ve saçlarını tarasın. Her geçen gün artıyor özlemim, rutini bozdum, üç yaprak yapıp taradım bu gece. Sonra karşıma astım, izledim. En çok mavi yaprakları sevdim. Bu sefer on yaprak olacak, ortadakinin ipi en uzun, yanlarına doğru kısalacak boyları. Özenle tarayacağım renk renk yaprakları. İnan bana çok güzel olacak ve sana söz doğamadığını o güne yetişecek. Ne Güler’e ne Mina’ya gidecek. Tam karşımda süsleyecek duvarı.

Handan Kılıç

I, TONYA 2018




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 90.FİLM 

-Spoiler içerir -







Tonya Harding, annesinin hırslarının sonucu 4 yaşında buz patenine başlamış 20 yaşında şampiyonluklar almış ve tarihe ‘üçlü axel’ı (Axel: Axel’ın diğer atlayışlardan en önemli farkı, birli axel’ın 1,5, ikili axel’ın 2,5 ve üçlü axel’ın havada 3,5 tur dönülerek yapılmasıdır. Bu fark, axel’ın ileri doğru yapılan tek atlayış olması özelliğinden kaynaklanır. Patenci, buza geriye doğru iniş yapmak zorunda olduğu için havada fazladan yarım tur daha dönmek zorundadır. Bu nedenle, axel en zor atlayış olarak kabul edilir. Puanı da, diğer atlayışlardan daha yüksektir.) başaran ilk A.B.D’li kadın patenci’ olarak geçen bir sporcudur. Harding,in yarı belgesel yarı film tadında çekilmiş biyografik filmi 2018 yapımı olup 90'lı yıllar Amerikasını anlatıyor. 

Buz pateni için sabahın beşinde çalışmaya başlayan, ne yapsa annesini memnun edemeyen, yıldızı giderek yükselse de zengin ve örnek bir Amerikan ailesine mensup olmadığı için hakkı yenen, başta annesi olmak üzere kimseden sevgi, ilgi şefkat görmeyen, bu zor şartlara rağmen tarihe adını yazdırmış bir kadın. 

On beş yaşında tanıştığı ve daha erkek arkadaşı iken şiddet uygulayan bir adamla, annesinden de aynı dili gördüğü için evlenen ve böylece spor kariyeri biten şanssız bir kadın. Eski eşi Jeff Gillooly ile dengesiz ilişkileri ve hep daha iyi olmak adına kendini zorlaması gibi gerekçelerle stres içinde olan kadın sadece dans ederken mutlu ve bütün hayatı dans iken kocasının sekiz ay yatıp çıktığı bir olayda öyle ağır bir cezaya çarptırılıyor ki gözyaşlarına boğulmamak elde değil. 

Annesini gördüğüm her sahnede deli oldum diyebilirim. "Sen yumuşaktın. Ben senden bir şampiyon çıkardım, hem de benden nefret edeceğini bile bile, asıl fedakarlık budur" diyen kadın, garson olarak çalışıp tek başına özel hocanın giderlerini karşılıyor ama her dakika başa kakıp en ufak bir başarısızlıkta kıza şiddet uyguluyor. Nasıl anne olunmaz? sorusunun yanıtı bu olabilir sanırım. Zaten kız da "Sen bir canavarsın, beni lanetledin" diyor. 

Hayatta en önemli şey fark edilmek ve öncelikle ebeveynler ya da bakım veren kişilerce sevildiğini hissetmek. Bu günlerde psikiyatrların sıkça dile getirdiği gibi "Annesinin doyuramadığını dünya doyuramaz". 

Dünya şampiyonu olup yine ona şiddet uygulayan adama, sadece yıllar önce ilk kez birinden birazcık ilgi ve şefkat gördü diye dönmesinin sebebi de annesine kıyasla daha merhametli olması.   

İki defa Olimpiyat ve iki defa da Skate America Champion ödülünü kazanan Tonya, eski eşinin bir planıyla 1994 yılında ABD Şampiyonası öncesinde aynı dalda yarıştığı sporcu Nancy Kerrigan'ı sakatlanması için birini tutmasıyla hayatı değişiyor. Kendisinin başta haberi olmadığı bu komplonun ortaya çıkması ile birlikte ödeyeceği bedeller Tonya için zor günlerin gelmesine sebep oluyor. 

O mahkeme sahnesinde Hakim'e, kadının silahla kafasından vurulduğunu görse de bunu görmezden gelerek hız sınırından ceza yazan polise, her yarışmada hakkını yiyen juriye, bir gün sevdiğini öteki gün yeren topluma, tabi ki, yüzünde tek bir gülümseme olmadan hatta kızını zor gününde bile kazıklamaya çalışan anneye, kendindeki eksiği karısına şiddet uygulayarak kapatmaya çalışan kocaya, onu o annenin ellerine bırakan babaya öfke dolarak gözyaşları ile filmi bitirdim. Sadece son sahnede verilen bilgi içime biraz su serpti. 

Filmden bazı etkileyici replikleri paylaşmak istiyorum:

"O gün dünyanın en iyi buz patencisi olduğumu biliyordum. Tarihte bir anlığına.Kusura bakmayın artık kimse o günü hatırlamıyor. Oysa benim tüm hayatım o tek bir ana hazırlanarak geçti. (4 yaşından 20 yaşına kadar ağır bir çalışma)

"Hayatım boyunca beş para etmez biri olduğumu söylediler. Bir şey söyleyeyim mi, belki ederdim" 

"Amerika sevecek birini ister. Ama nefret edecek birini de ister" 

"Herkesin kendi gerçeği vardır ve hayat da ne yapmak isterse onu yapar."

Özetle, epey spoiler versem de, izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Travmanın büyüğü küçüğü olmaz. İnsan bir kez acıyı tatmışsa onu hatırlatan her şeyde yeniden canı acır ama hani balon istedim almadılar falan tarzında travmatik olaylar yaratarak annesine öfke duyanların özellikle izlemesi gerek. Film bitince koşarak annesine sarılma garantili:)) Annem yanımda olsa sarılırdım ama yok. 

Bu gün globalleşen dünyada bizim de bir gün sevdiğimizi ertesi gün yerdiğimiz çok oluyor. Linç kültürü sanki bir hakmış gibi sosyal medyada sunuluyor. Ama işte herkes o bir an için, kendisinden konuşulacağı bir anın güzelliğini yaşamak sonrasında taşlanacağının farkındalığıyla, bile isteye kendini meydana atıyor. 

İnternet meydanı bu gün herkesin eşit hakka sahip olduğu, görülmek için yarıştığı bir yer. Herkes o bir anı, bir an da olsa sevilmeyi istiyor. 

Belki bunun çaresi çocuklarımızı daha fazla sevmek. Kendi sevilmemişliklerimize, ihmal edilmişliğimize karşı da kendi anne babamız yerine geçerek kendimize öz şefkat uygulamak. Bunu başarırsak kişilerin ve kitlelerin oyuncağı olmadan bu dünyada huzurla yaşar, vaktimiz gelince de gideriz.

İyi seyirler...

   

The End of The F***ing World Dizisi Üzerine


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 86 

-Spoiler içerir -

Sevgi hayatı yaşanır kılan vazgeçilmezimizdir. Şanslı isek sevgiyi bize verebilecek evlerde doğarız. Kültürümüzde yeni doğan bebekler için yapılan en önemli temennilerden biri "Allah analı babalı büyütsün"dür. Bu diziyi izleyince bunun ne denli değerli bir dua olduğuna bir daha inandım. 

The End of the F***ing World, Charles Forsman'ın aynı adlı bir grafik romanına dayanan, İngilizlerin karanlık komedi-drama türünde çektiği bir dizi. Süresi yirmi dakikadan oluşan sekiz bölümlük dizinin iki sezonu var. 17 yaşında iki gencin yaşadıkları talihsizlikler üzerine çekilen dizi, kısa süresi ile tam da süreçlerden sıkılan sabırsız ve robotlaşmış günümüz gençlerince severek izlenen bir yapım olmayı başarmış. Sürekli küfürlü konuşan ve bunu normal gören gençler de isminden ve alışık oldukları İngiliz aksanından farklı diziye ayrı bir sempati duymuş olmalı. 

İMBD 8.4, Netflix'te de tam not alan bu diziyi bana ergenlik çağında olan oğlum tavsiye etti. Ben de onu ve günümüz gençlerini daha iyi anlamak için seyrettim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, duygusal yönü güçlü biri olarak bu kadar duygusuz, sevgisiz gençlerin olduğu bir yapımdan irkildim. Çok sevilen bir dizi olması, şiddetin bu kadar sıradanlaştığı şu günlerde beni iyice düşündürdü.

Dünyanın nereye gittiğini sürekli sorguladığımız günlerdeyiz. Her yeni acı olayla bir öncekini unutuyor, zamanla da duyarsızlaşıyoruz. Akıl sağlığımızı korumak için normalde bir insanın dengesini yitirmesine sebep olacak bunca acıyı, haksızlığı görmezden geliyoruz. Ama bu üç maymunu oynama, susma halleri de ayrı veballer yüklüyor omuzlarımıza. Sustukça toplum olarak, belki de dünya olarak bir lanete maruz kalıyoruz. 

Her yerden cinnet haberleri geliyor. Özellikle de bizim coğrafyamızda. Bu nedenle insanların umudunu yitirip topraklarını terk ettiğini ve gittiği yerde "Dünyada cennet varmış" derken ülkesini hiç özlemediğini biliyoruz. En fazla akıllarına gelenin kokoreç olduğunu, kimisinin de kalan dostlarını ara sıra anımsayıp hey gidi derken keyifli içeceklerini yudumladığını sosyal medya hesaplarından görüyoruz. 

Ama biz ne kadar haber izlemesek de TT olan isimleri tıkladığımızda her gün başka bir fenalığın tanığı daha oluyoruz. Özellikle intiharlar, cinayetler, çocukların gözü önünde yaşanan travmatik boşanma süreçleri, şiddetin normalleşmesi sonucunu doğuruyor. 

Kimse artık analı babalı büyürken mutluluk dolu yuvalarda yaşamıyor. Sevginin bittiği, herkesin buna aç halde yaşadığı evler sadece bir çatı. Dışarının kaosundan kurtulup sığınılan mekanlar da, sevgi ile yuvasında yenilenen kadınlar ve erkekler de yok. Herkes kendi derdinde ve çocuklar ellerindeki tabletlerle şiddetin sıradan, kanın oluk gibi aktığı filmlerle, dizilerle, oyunlarla oyalanıyor. Sanırım o nedenle giderek duygusuzlaşıyorlar.

Aslında bu globalleşen dünyada yaygın bir tehdit. Zaten dizi de 2017 yılında İngiltere'de çekilmiş.  

Yazar- Akademisyen Nihan Kaya'nın "İyi Aile Yoktur- İyi Toplum Yoktur-  Bütün Çocuklar İyidir" isimlerindeki kitap serisini okumanın tam vakti. Aslında psikoloji doktorası yapmış olan yazarın kitaplarda bahsettiği aileler bizim huzurlu sandığımız, taciz, ensest yaşamamış normal ailelerdeki çocukların yaşadıkları içsel kırgınlıklar, yoğunluktan ve yorgunluktan çocuklara vakit ayrılmaması, tercihlerinin sorulmaması, birey değil de aman çocuk işte diye geçiştirilmiş olmanın ruhlarda bıraktığı yaralar, travmalar. Toplum baskıları, okullardaki tek tip insan yetiştirme politikalarının yarattığı emme basma tulumba gibi başını sallayan, tepkisiz insanlar anlatılmış kitaplarda. Yani bu dizideki gibi ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan bireyler değil konu. Ama çocuklar öyle hassas varlıklar ki, okuyunca görüyor, kendi hayatlarınızdan pay biçip hak veriyorsunuz. Bu durumda ciddi travmalar yaşayanları da algılayabiliyorsunuz. 

Nihan Kaya, kendini her türlü kavgadan, huzursuzluktan sorumlu hisseden insanlara, maruz kaldığı hareketler yüzünden bu duyguları yaşadığını anlatan, bir nevi yüreklerine su serpip kendi çocuklarına daha dikkatli davranma farkındalığı kazandırmak isteyen bir kitap serisi yazmış diyebiliriz. Ama şu notu düşmeli, akıcı ve okuması kolay gibi duran kitap kendinizle yüzleşmenizi gerektirdiğinden epey efor sarf ettiriyor. Yine de farkındalık için okunmalı.  ( Ayrıca kitaplarda bahsettiği konuları anlattığı bir youtube kanalı ve ciddi paylaşımlar yaptığı sosyal medya hesapları var. Okumaya fırsat bulamayanlar da izleyerek/ dinleyerek mevzudan haberdar olabilirler. ) 

Tekrar konumuza dönersek Charles Forsman'ın çizgi romanından uyarlanan The End of The F***ing World, karanlık ve karmaşık zihinlere sahip iki gencin hikayesini konu ediniyor. 

İlk sezonda 17 yaşında bir genç olan James, beş yaşlarında iken annesi gözleri önünde intihar etmiş, babasının tüm ilgisine rağmen anne sevgisinden mahrum ve kaybı travmatik olması sonucunda sosyopat bir genç olup çıkmış. Hayvanları keserek başladığı canilik kariyerine insanlarla devam etmek istiyor. Bu sebeple seçtiği Alyassa ise çok sevdiği babasının terk edip gittiği, genç annesinin bir başka adamla evlendiği, ondan ikiz kardeşleri olan, üvey babanın tacizi ve annesinin ilgisizliğinin travmalarını yaşayan bir kız. 

İki karakter de buz gibi soğuk. Sanki yaşamıyorlar gibi. Sevginin nasıl sıcak ve kuşatıcı olduğunu, insanın içinden gelen o gücü harekete geçirdiğini anlıyorsunuz. Bu çocuklar yaşadıklarından kaçıyorlar ve başlarına yol boyu daha da kötü olaylar geliyor. 

İkinci sezonda bir karakter daha katılıyor. Aşırı mükemmelliyetçi bir annenin sürekli cezalandırarak büyüttüğü, cezanın sebebinin sevgisi olduğuna inandırdığı, babasız büyürken kendinden çok büyük bir adama aşık olan zenci genç bir kadın. Aslında adam Hocası olduğu üniversitenin kız öğrencilerine şiddet uygulayıp onlarla beraberliklerini kayda alan, bu nedenle yargılansa da güçlünün kendini kurtardığı bu dünyada paçayı mahkeme önünde sıyıran yazar. Ama hayatında sevgi görmemiş bu kadını bir kaç sözüyle kendine bağlıyor ve kadın tam bir büyülenme ile intikam meleği oluyor. 

Sevgi yoksunluğu çeken insanların sorununun sevginin ne olduğunu bilmemeleri ve çabuk kandırıldıkları bazen de bunun farkında olsalar da sahte bile olsa sevgi ile temas etmek için kendilerine yalan söylediklerini ifade eden anlatıcı gençlerin iç konuşmalarını da veriyor ki, bazı duygu kıpırtılarını böylelikle görüyoruz. Ama daha fazlasına müsaade etmiyorlar. Bir nevi tekrar terk edilme acısı yaşamamak için gardlarını alıyorlar. 

İnsanın travmatik olaylara takılı kaldığı, bu konuda yardım almazsa kendine yarattığı parmaklıklar arkasından hayata dahil olmadan yaşadığı gerçeğini güzel anlatan dizi gençlerden ziyade büyüklerce izlenmeli derim. 

Bu dünyaya çocuk getirmek kararı, girdiğin sorumluluğun farkına vardığında insanın tüm özgürlüklerini elinden alan ağır bir durum. Bu nedenle iyi düşünülmesi gerek. 

Zaten dizide de genç kız, annesinin ilgisizliği, üvey babanın tacizlerinden bıkıp öz babasını bulmak için umutla yola çıkıyor. Babası ile karşılaştığında hayal kırıklığına uğruyor. Bunu "Birini yıllarca görmeyince vereceği cevapları kafanızda büyütüyorsunuz" diye ifade ediyor. Sorumsuz babasına da, "Eğer onu terk edeceksen gidip çocuk yapmamalısın. Çünkü ömürleri boyunca o çocuklar ne yaptıklarını düşünürler" diyerek isyan ediyor.

Babası ise son derece duygusuz bir şekilde, başka bir kadından olan oğlunu da terk ettiğine şahit olan kızına "Bu kurban numaralarını bırak, beni de sevmediler. Ne anne kucağı gördüm, ne emzirildim, herkesin bir sebebi var." diyebiliyor. 

Evet, herkesin bir sebebi, ihmal edilmişliği, yalnızlığı var. Bunlara takılı kaldığında ya da sevgi ipi koptuğunda bir baş dönmesi ile denize düşen insan yılana sarılacak kadar ciddi hatalar yapıyor. En iyi ihtimalle ise kendisi gibi bir yaralı bulup el ele kıyıya çıkacakları zannını yaşıyor ama psikolojide iki yarım bir tam etmiyor.   

Madem bir insanın ruh ve beden dünyası anne ve babasının ellerinde, onların tavrına göre dünyayı kurtaracak güzel işler yapan insanlar ya da dünyanın sonunu getirecek kötülüğü büyüten canavarlar yetiştirmek şansları var, o zaman ebeveynler tercihlerini bu sorumlukla beraber yapmalılar. 

Dizide, "Olacakları engelleyemezsiniz, ancak olduğunda baş etmeye çalışırsınız" diyor kahraman. İşte insanın hayatın getirdikleri ile mücadele yerine dans ederek akışına bırakması için psikolojik olarak sağlam, tek başına bir bütün olması gerekiyor. Huzurlu, sağlıklı bir toplum için bu gerekli. 

Kötünün seyredilerek ibret alınması mümkün oluyor mu yoksa dizilerde açıkça gösterilen bu kötülükler içlerinde bu yönde dürtüler olan insanlara bir cinnet anında fırlayacak şekilde bilinçaltına depolanıyor mu bilmiyorum ama bu dizilerin çok seyredildiği, şiddetin de giderek yaygınlaştığı ortada.   

Ruhun yitirildiği, maddi ihtiyaçları karşılansa da sevgisizlik ve ilgisizlik bahtsızlığının her eve bulaştığı bu çağda insanın iyi olarak kalabilmesi için, farkındalığını geliştirmesi, kendine bir ideal, uğruna yaşanacak bir uğraş bulup içindeki sevgi ırmağının debisini arttırması gerek. Yoksa kendisi de susuz kalır. 

Sevin, sevginizi sunun. Kendinizle bütünleşin, evlatlarınızın ve sevdiklerinizin de kendilerini bulmaları, tam olma çabalarını destekleyin. Yoksa kötülük bir yerde yolunuzu keser.    

KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR -2004

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 58. Film  


Gerçekten iyi filmlerden biri. Uzun metraj 2004 yapımı drama türünde filmin Yönetmeni Bahman Chobadi.

Bu filme dair çok uzun yazamayacağım. Onun yerine iyi bir yazıya yönlendireceğim. Detaylar için burayı tıklayın. Ama bir kaç kelam edersek; 

Savaşın kaybedeni her zaman halktır. O halkın içinde de çocuklar, kadınlar... Bu filmde, İran-Irak savaşı esnasında bir mülteci kampında bombalar altında yaşayan, karınlarını doyuracak bir kaç kuruş için mayın toplayan çocukları görüyoruz. Hiç çocuk olamamış, olamayacak, yaşadıkları ağır travmalarla devam edecek güçleri olamayacak çocukları. 

Kadınlara, kızlara, çocuklara tecavüz eden acımasız mahlukların geride bıraktığı enkazları. Kolu bacağı koptuğu için sapasağlam geldiği dünyada yarım kalan çocukları. Yine de yaşama devam etme azimlerini. Kimsenin bu kötülüklere engel olmak için gayret sarf etmediği, koskoca sağır bir dünyayı.       

Herkesin mutluluk, huzur, barış, sevgi, kardeşlik istediği bir dünyada bu kadar kötülüğü kim yapıyor. Bu günlerde bunu düşünüyorum. Asıl olan insanların kötü olduğu ve iyi olma seçeneğine ulaşmak için karşısına çıkan olaylarla sınandığı. 

Bir kötülüğü elimizle önlediğimiz kadar iyiyiz. Olmadı dilimizle, onu da yapamadıysak bari kalbimizle kötünün, kötülüğün karşısında yer alalım ki, iyi olmaya giden dikenli yolların önündeki engellerden ilkini aşalım.

Hayat kolay değil. Yarın anneler günü. Herkes yine çiçekler hediyeler, mesajlar yağdıracak birbirine. Yemekler yenecek, sinemalara gidilecek. Bu çok güzel elbette, annelik kutsal, anne olmak kendi hayatından, zevklerinden, seçimlerinden bile isteye vazgeçmenin adı ama bir de bu şansa erişememiş kadınlar var. Hiç bir zaman çocuğu olmamış, olamayacak ya da istemediği halde çocuğu olan kadınlar... Bu filmde, kucağında benimseyemediği çocuğunu taşıyan bir kız çocuğu var mesela.

Epey ödüllü bu kaliteli filmi kalbinizin dayanacağı bir zamanda izleyin. 

Ama çocukları her zaman koruyun. Çocuklarınıza yaşama fırsatı verin. Bunu yaparken gözlerinizi de üzerilerinden ayırmayın. Çocuk kimin çocuğu olursa olsun, onlara sahip çıkın. Onların hayatını karartan, düşlerini alan, yaşayan ölüler haline getiren tacizci, tecavüzcü canavarları da görmezden gelmeyin. 

Kötülüğe karşı en azından bu kadarcık bir iyilikle var olalım. 

Yolunuza, yolumuza, bütün çocukların yollarına hep iyiler çıksın.           

Firuze

  “Kaçta geleceksin?” “İşim bitince” “Neymiş işin acaba?” “Of anne, sal beni arkadaşlarım bekliyor görüşürüz, sen ye yemeğini.” Bak ...