GEÇMİŞ - THE PAST -LA PASSE 2013

  
Bu gün blogta sinema günlüğü serimizin 52. filmi var 

Dünyaca ünlü İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin 2013 Cannes Film Festivalinde ödül alan ve insan ilişkilerinin karmaşıklığı üzerine düşündüren Geçmiş isimli filmini TRT2 'de izledim. 

Daha önce de "Bir ayrılık" isimli filmini izlediğim yönetmenin bu filminden sonra, aslında hayat akarken insanın başına gelebilecek bir çok olayın beraber değerlendirildiğinde herkesin haklı olduğunu anlatmayı misyon edindiğini düşündüm.    

Özellikle mahrem alan olan ve aslında en yıpratıcı ilişkilerin yeri olmak ve tek sığınağımız olmak fonksiyonlarını tüm çelişkisine rağmen beraber barındıran "ev içi hayatlara" zoom yapıyor oluşu bana bunu düşündürttü. Bu nedenle herkesin kendinden bir şey bulacağı filmler ortaya çıkarıyor olmalı. Sağlam diyaloglar, etkileyici kadrajlar ile beraber senaryo olarak da sonuna kadar merak unsurunu diri tutmayı başaran bu filmi gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Tabi başta ilişkiler çok karmaşık gelecek ama izledikçe çözülecek. 

Filme dair çok fazla ipucu vermek istemiyorum, çünkü böyle filmlerde herkesin seyrettikten sonra kendi sorularının içine düşmesi gerektiğine inanıyorum. İşte o vakit saatlerimizi verdiğimiz film patlamış mısır yedirmekten öteye geçerek fonksiyonunu ifa etmiş oluyordur.

Filmin adı "Geçmiş". Bir ironi olarak geçmişin geçmediğini, hepimizin görünmez iplerle oraya bağlı olduğumuzu görüyoruz. İnsan dediğimiz varlık yaşadığı günlere kolay gelmiyor. Zaman ipliği sürekli yeni bir dokuyu oluşturacak şekilde tezgahını işletiyor. Sonra ortaya çıkan dokuma ile bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündürüyor. O nedenle geçmiş peşimizi ne hayatlarımızda ne ilişkilerimizde rahat bırakıyor. 

Zihni, eski kocası ile yeni eşi arasında gidip gelen genç bir kadının ilk kocasından olan çocukları ile beraber yeni ilişkisinde eve katılan diğer çocuklarla artan yükün altında kalışı çok güzel anlatılıyor. 

Kısa süren o aşk ateşinin, işin içine aileler, çocuklar, eski eşler girdiğinde nasıl da karmaşık bir hal alarak ilişkiyi oksijensiz bıraktığı net olarak görülüyor. Tabi filmde ters köşe yapan bazı sahneler de dramın dozunu artırıp işin iki kişinin arasından çıkmasını ve iki aileyi mahvedişini de gözler önüne seriyor.

Zaten genelde evlilikler iki kişilik olsa herkes güllük gülistanlık geçinir gider de hele bizim toplumuzda kurumsal olarak bakılan evliliğin içine girmeyen kalmıyor. Bu filmde bizim ülkedeki sıkıntılar yok ama doğu kültüründen, İran'dan gelip Avrupa'nın göbeğinde Fransa'da yaşamanın getirdiği arada kalmışlık da göze çarpıyor. 

Hasılı kelam, geçmiş kolay kolay geçmez. İnsan kalbi, içinde bin bir fırtınanın yaşandığı bir denize benzer. Vermek zorunda kalınan kararlarla ancak bir zihin olan gemi kıyıya çıkarılır ama bu kıyı her zaman istenen yer değildir. 

İki insanın birbirini sevmesi eğer ortada çocuklar varsa samanlığı seyran etmeye yetmez. Birinin çekip gitmesi kalben bıraktığı anlamına gelmez. Birinin aniden hayatınıza girip sonra çıkması, gerçek manada, geride kalan için de zorluklara gebedir.  

Bir de, insan zihninin unutmadığı tek şey koku derler ya, bitkisel hayata giren bir insanın hafızasından da en son koku siliniyormuş. Bu filmde önemli bir ayrıntı.

Bazen bir koku bile tüm geçmişi içinde tutar, olmadık yerde önünüze savrulur hatıralar ve geçti sandığımız her şeyin orada olduğunu görürüz. Eğer kalben de yaşıyorsa acıtmaya devam eder. 

Acılarınız az, geçmişinize de geçmiş olsun:)) Ama hiç bir şey geçmediğinden asıl size geçmiş olsun:)))    

Yapacak çok fazla bir şey yok. İnsan yaşadıkça her şeye, herkesin yokluğuna alışıyor, acılar acıtmaz oluyor ama bu alışma zamanla yaşam enerjisini de beraberinde götürüyor.

Geçmiş geçmez, hep oradadır ama ona hapsolmadan yaşamaya devam edenlere tecrübeli deniyor. 

Tecrübelerimiz daha yanlışsız günlere taşısın bizi.      


ÇANAKKALE GEÇİLMEZ



 Çanakkale en güzel liman şehirlerimizden biridir. Ama biz yani ülkesini seven yurttaşlar, onu bir destanın yazıldığı yer olarak bilir, anarız. Üzerine kitaplar yazılan, filmler yapılan bu şehir ülkemizde en çok gezilen yerlerden biri. Tabi gezerken denizi, güneşi, kumu, rüzgarı değil, insanın tüylerini diken diken eden hikayeler dinlediğimizden bir coşku, minnet, huşu içinde olduğumuz malum.   
 

Çünkü bu ülkenin has evlatları olarak hepimizin ailesinden kayıplar vardır o topraklarda. Her birimizin gönlünde Çanakkale'de şehit düşmüş büyüklerimizin ve geride kalanlarının acılı hikayeleri, bir imparatorluğun her yerinden savaşmaya gelmiş gencecik çocukların sevdalı yürekleri vardır, bağrında. 

Misal, babaannem 1916 yılında İzmir'de doğmuş babası Hüseyin 1879 da Resmo Girit'te doğup İzmir'e mübadele ile gelmiş. Annesi babaanneme hamile kaldığında 1915 yılı imiş ve babamın dedesi #canakkalesavaşı na gitmiş ve bir daha dönmemiş. Çocuğunun doğduğunu görmemiş. O yıllarda doğan birçok kişi gibi "Babasız, amcasız, dedesiz" yani erkeksiz büyümüş babaannem. Gördüğüm en güçlü kadınlardandı ama işte o baba şefkatini yeri hiç dolmamış. 






 Ananem ise 1928 de Bulgaristan' da doğmuş. Babası Ferhat, tam yedi yıl sonra geri dönmüş Çanakkale de savaşmış. İzmir 9 Eylül'le kurtuluşa erince çok sevdiği İzmir'den Bulgaristan' a geri dönmüş. Ananem savaş sonrası doğan tek çocuğu. 

Ne talihsizlik ki, o da bir yaşındayken annesini kaybetmiş çok sevdiği babasından sürekli savaş anıları dinleyerek büyüdüğünden olsa gerek cesur ve gözü kara bir kadın olmuş babasının vasiyetine uymuş ve İzmir'e göç etmiş. 

Annemin babası ise, 1926'da Bulgaristan'da doğmuş. Aslında Gümülcine'de o zamanın üniversitesinde okuyan ve otuz yaşına kadar orada yaşayan, Fransızca dahil beş dil bilen babasının taşraya geri dönmeye hiç niyeti yokmuş ama savaş sonrası ailede erkek kalmadığından yeğenlerine göz kulak olması için tekrar Bulgaristan'a dönmesi istenince mecbur kalmış. 

Tabi taşrada yapamayınca 1927'de, dedem bir yaşındayken dört arkadaşı ve aileleri ile beraber İstanbul'a gelmiş. Sultanahmet'in civarında iki buçuk yıl ikamet etmiş. Kısacası, savaş herkesin hayatını alt üst etmiş. Okullar mezun vermezken gidenlerin acılarını sarma görevi üstlenen kalanların da hayatları değişmiş. Zamanın tahsillisi dedenin eşi, ben İstanbul'a alışamadım, toprağım da toprağım diye tutturunca hayallerinin peşinde Türkiye'ye gelen annemin dedesi ve kucağında dedem iki buçuk yıl sonra İstanbul'dan Kırcaaili'ye dönmüş. 

Şimdi düşününce onu iyi anlıyorum: Sanırım, kimsenin onu anlamadığı bir hayatı yaşamıştır kendi yalnızlığında. Çok kitap okurmuş. Sonuçta kitap bazen en kolay sığınak. 

Daha sonra Bulgaristan'da rejim değişince Türk'lere baskılar artmış ve dedem çocukluğunda yaşadığı ülkeye dönmüş. Bu sefer yanında dört çocuğuyla yaşı kırk iken İzmir'e birer bavulla gelip sıfırdan hayat kurmuş ki, şimdi buradan bakınca bana çok zor geliyor. Hatta burada iyi standartta bir hayat kurunca taşrada ömrü çürüyen babasını da İzmir'e getirmiş. Hayatının son yıllarını burada yaşayan dede doksanlı yaşlarında mutlu mesut bir şekilde hayata gözlerini yummuş.    

Hasılı kelam, hayat seçtiklerimiz değil, bizim için yazılanları yaşadığımız bir meydan ve Çanakkale sayısız hayatın söndüğü, bir hilal uğruna ne güneşlerin battığı, acılarla dolu bir savaş alanı. Ama en büyük destanların da yazıldığı tarihimizde altın sayfa. 

Bugün bu topraklarda 104 yıldır özgürce gezebiliyorsak bunda öz be öz dedelerimizin kanı, büyükannelerimizin emeği, gözyaşı, umudu, inancı var. Bu vatan bizim, tüm zor zamanlara rağmen emanete sahip çıkacağız... 

Zaten sadece Cumhuriyetin kazanımlarını koruyabilsek, burada her etnik kökenden insanın kanının olduğunu unutmasak, ortak paydalarımızı fark eder, ayrışmaz, huzurla beraber yaşarız. 

Bu vesileyle şehitlerimize rahmet ve şükranla... 

Hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile nice yıllara...

 #çanakkalegeçilmez #çanakkalezaferi104yaşında #şehitlerölmez #rahmetlidedelerim 

   Not : Fotoğraflar kendi arşivimdendir.











YAKINDAN GEÇEN MÜLTECİ ÖYKÜLER





Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz. 

Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz. 

Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz. 

Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım. 

Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu. 

Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum. 

Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu. 

Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu. 

Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı. 

Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi. 


Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum. 

Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum. 


Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik. 

Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır. 

İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir. 

Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur. 

Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur. 

Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş. 

Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak

bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım. 

Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi. 

Hani Mevlana; 

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı. 

Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır. 

Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?

Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu. 

Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde, 

"Gözyaşlarına boğulur… ressam

düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim. 

Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım. 

Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...


Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın. 








































YÜZ / TWARZ / MUG 2017


Sinema günlüğü serimizin 51.filmi son derece seçkin yapımlarla adından söz ettiren POLONYA sinemasından, ödüllü bir yönetmenden. 

Bu filmi de yine TRT 2' de izledim. Artık her gün film saatlerine alarm kurup ne var ne yok diye bakmaya karar verdim, güzel yapımları, görüntü kalitesi yüksek bir şekilde izlemek için iyi bir yol tavsiye ederim. Bu akşam da 21:15'te çalan alarmımla televizyon karşısına geçtim. Güzel eserleri, sağlam alt yapıları ile yorumlayan iki insanın film başlamadan ve sonrasındaki yorumlarının da seyrettiğiniz filme dair ciddi bir açılım sağladığını düşündüğümden film başlamadan hazırdım. Sinema eleştirmenleri Mehmet Açar ile Alin Taşçiyan'ın filme dair zenginleştirici sohbetlerini de kaçırmamanızı tavsiye ederek biraz filmden bahsedeyim:

Yapım aslında son derece dramatik iken yönetmenin başarısı ile tür olarak drama, komedi şeklinde kategorize edilmiş. Rio şehrinin sembolü olan İsa heykelini kasabalarına yapmak isteyen böylece doğal güzelliğin yanında din turizminin de artması için çaba gösteren bir taşra halkının, yapımı beş yıl süren bu heykel için kilise aracılığıyla bir araya gelmesi ile başlıyor.  

Bu bağlamda gelişen olaylar, orada çalışan işçilerin durumu, iş kazası, devletin ve kilisenin yaklaşımı insanların ruhtan uzak bir dindarlık anlayışı ile taassuba varan fikirleri ve aslında ne kadar menfaatçi, maddiyatçı, ötekileştiren kendi insanına bile son derece acımasız olduğunu gözler önüne seriyor. 

Yönetmen insana sık sık acaba ben nasıl davranırdım sorularını sordurup kendiyle yüzleşmesini sağladığı seyirciyi sarstığı kadar güldürüyor da. Ama film sağlam bir ırkçılık, cehalet, materyalist, gerçek sevgiyi bilmeyen sadece güzel görünmenin, daha rahat şartlarda yaşamanın peşinde ama bunun için yeniliklere açık olmayan, sevgisiz, acımasız tüm cahil toplumlara karşı bir eleştiri. 

Gerçekten çok beğenerek, ağır dramın içinde boğulmadan, sık sık maalesef içinde yaşadığımız yer ve zamana da göndermeleri, tanıdık gelen sahneleri nedeniyle acı acı güldüğüm bu filmi mutlaka tavsiye ediyorum.


SPOİLER UYARISI:

Filmde genç, yakışıklı başrol oyuncusu, cahil olduğu halde her şeyi bildiğini iddia eden ve ön yargılarla herkesi ötekileştiren, maddi olanakları kısıtlı olduğu için hep daha fazlasını nasıl kazanacağının fikrindeki bu insanlar arasında daha fazla yaşamak istemiyor ve her fakir ve umut vaat etmeyen ülke insanı gibi uzaklara gitmek istiyor. 

İngiltere'de, Londra'ya gidip yaşama hayalindeki gençle ailesi dahil herkes, dil bilmediği, boş hayaller kurduğunu düşündüklerinden dalga geçiyor. Sadece ablası "Kendin ol ve buradan git" 
diyor. Hayaller bir yandan kurula dursun şehirde iş imkanı sunan heykel inşaatında çalışıp para biriktirme derdinde olan genç adam aynı zamanda aşık. Evlenme teklif ettiği kızın gözü de ondan başkasını görmüyor. Ancak o gün inşaatta bir tatsızlık yaşanıyor ve İsa heykelinin yüzü yerleştirilmeden kaza oluyor. Uzun bir süre ameliyatlar geçiren adam çok yüksekten düşmesine rağmen hayatta kalıyor ancak yüz nakli yapılıyor ve film bu noktada asıl söylemek istediklerini göstermeye başlıyor. Genç, hayat dolu olan bu adam önce hayatta kaldı diye İsa'nın mucizesi gibi karşılanıp popüler bir insan oluyor. Halk para toplayıp destek olsa da, evde ailesi, sokakta çocuklar, kasabada insanlar yüzden korkuyor, canavara benzediğini düşünüyor. Yani aslında nakil yapılan için zor olan bir kabul güçlü ve hayat dolu adam tarafından kabul edilse de, annesi dahil çevresince kabul ve destek görmüyor. Ruh ve beden ilişkisinin vurgulandığı filmde aşık olduğu kızın ailesi, para kazanan adama, ya çocukları da bu canavar yüzle doğarsa diye vermiyorlar. Aşık olan kız da aşık olduğu ruhun aynası olan yüzü göremeyince vazgeçiyor. Tabi bu çok zor verilen bir karar. Yönetmen burada en çok insanı kendiyle yüzleştiriyor. 

Cevaplar dürüst olarak verildiğinde insanın ne kadar acımasız bir varlık olduğu, vicdan ve merhametin uzağında tercihler yaptığı ortaya çıkıyor. Bu açıdan son derece önemli bir film. 

Yönetmen ilginç bir çekim tekniği de denemiş, bir gözü görme yetisini neredeyse yitiren kazazede başrol oyuncusunun gözünden verdiği sahnelerde görüntünün bir kısmını flulaştırmış. 

Filmin sonunda heykelin yanlış yere bakıyor oluşuna buldukları çözüm de ayrı komik doğrusu. 

Tabi burada, "Yüzünü uzaklara dön" diyor sanırım ki, kahraman da çıkışı böyle buluyor.             

Bazen  söylenenlere kulak tıkamaktan ve kabul göreceğini umduğun yerlere gitmekten başka çare yoktur. Ve ötekileştirilerek canın yakıldıysa pişmanlık duyulmaz gidişten. Böylece taşıdığın "İyi ki!" duygusu özlemin önüne geçer. 

"Keşke" içinde kalanlar ise hasret duydukları her şeye özlemle iki büklüm olurlar, mıhlanıp kaldıkları yerde...

Geniş gönüller sürmek için cesur olmak, kanatlanmak gerek...

yazdikcayazasingelir@gmail.com


STİLL ALİCE / UNUTMA BENİ 2014

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 50. FİLM ÖNERİSİ

Uzun zamandır televizyon seyretmiyordum. Ama geçen hafta Ahlat Ağacı etiketinde sosyal medyada TRT 2 kanalının TRT Okul'dan alınarak eskisi gibi kültür kanalı olduğunu okuyunca yayınlara göz atmaya karar verdim. Bu akşam kanalda izlediğim üçüncü film oldu. Pazar gecesi filmini de bir ara yazacağım ama şimdi daha önce de izlediğim ve bu akşam yine, yeniden çok etkilendiğim filmden bahsedeyim:

İzlemeyenler için mutlaka listeye alınmalı diyor, spoiler uyarısı yaparak devam ediyorum:

Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz, evlerden ırak diyeceğimiz zor bir hastalık filmin merkezinde: Alzheimer 

Hastalığı teşhis edilen kadının "İçimden bir şeyler kopuyor gibi" tarifi çok güzeldi. 

"Hayatım boyunca anılar biriktirdim. Şimdi hepsi alınıyor benden."

"Yitirme sanatında ustalaşmak"

"İletişimde hırslı olan bana yitirmeyi hatırlatmak."   

Bunlar zihnimde dönüp duran cümlelerden.

Hani hayatın şaşmaz kuralı ne derseniz bana, "Neyi çok seversen onunla sınanırsın" derim. Parayı çok seversen parasızlık çekersin. Çok kazansan bile sürekli çıkışın olur. Aşık olsan, kavuşamazsın. Çocukları çok seviyorsan bil ki, ona ulaşmak için uzun bir yolun olacak. Kariyerinse derdin sık sık sekteye uğrayacak. Makamını seviyorsan o koltuk altından kayacak. Arkadaşlıksa senin için önemli olan sırtında onun bıçakları ile dolaşacak, gözyaşı dökeceksin. Ailen önemliyse erken ayrılacaksın. Sağlık için yürüyor, koşuyor, diyetler yapıyor, sürekli kendi vücudunu dinliyorsan hastalık sana gelecek. 

Bu filmde de, üniversitede hırslı bir hoca olan kadın dil bilimi üzerine kariyer yapıyor. Yazdığı kitap birçok ülkede ders kitabı yapılan bu kadının da elinden kelimeler alınıyor. Bunu engellemek için ciddi mücadele veriyor ama nafile. 

Çünkü hayatın sırrı burada: İstediğin senden alındığında tepkin ne, hala aynı kişi misin? Kaliteli bir insan olarak kalabiliyor musun, bütün yokluklar, hastalıklar, özlemler karşısında anlaman gerekeni fark ediyor musun? 

Bir düzen var, kurulmuş interaktif bir oyun içindesin. Kaderin senin seçimlerine göre şekil alıyor ama sonuçta alternatiflerin kısıtlı. İki yoldan birine gidecek, diğerinin avantajlarını kaybedeceksin. Ya mavi kabloyu kesip hayatta kalacaksın, ya da tehlikeyi seçip kan kırmızı ile noktalıyacaksın hayatı.        

Evet seçim hakkımız var: "An"da kalmayı başarmak, olana çok sevinmemek, olmayana çok üzülmemek. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra her şeyi akışına bırakmak...

An'ınız kıymetli, akışınız bereketli olsun.
   

Filmden sinematürk sitesinde şöyle bahsedilmiş, detaylar linkte:

"Columbia Üniversitesi’nde dil bölümünde profesör olan Alice Howland hayatta istediği her şeye sahiptir. Ona sadık bir kocası ve üç çocuğu vardır. Hayatı işiyle ailesinin arasında gidip gelmektedir. UCLA’de yaptığı bir konuşma sırasında konuşma için çok önemli bir kelimeyi bir türlü hatırlayamaz. Başarılı bir akademisyen için oldukça tuhaf olan “unutmak” eylemi, bir sabah yaptığı bir koşu sırasında tekrar eder; koşuya çıkan Alice eve dönüş yolunu bir türlü hatırlayamaz. Ailesinden gizli biçimde gördüğü nörolog, umduğundan daha kötü bir haber verir. Alice, Erken Başlangıçlı Alzheimer’a yakalanmıştır. Bu haberi kocası John ile paylaşır. Ailesiyle ilk büyük buluşmalarında bu haberi çocuklarıyla da paylaşır. Haftalar ilerledikçe Alice hastalığının ailesi, evliliği ve kariyeri üzerindeki etkiler" 




Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...