YENİ HAYAT/BİR ORHAN PAMUK KİTABI

Bu mektup, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanının kahramanı Osman’a yazılmıştır.” 


Sevgili Osman,

Sen “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” dediğinde tıpkı senin gibi bir üniversite öğrencisiydim. Harfleri bitiştirdiğimden beri kitaplarda geziniyor, aradığını arıyordum; hayatın sırrını, aşkın gizini, insan denen meçhulü ruh haritasında kaybolmadan götürecek izleği. Ya da öyle sanıyordum. Bunun popüler romanlarda olmayacağını düşündüğümden de her yerde karşıma çıkan bu çarpıcı cümleye rağmen senin maceranı okumayı uzun bir süre reddettim. Ciddi kitapları devirdim durdum. 

Ama bir zaman sonra, hayatın sillesini yemiş, bu topraklardaki her genç gibi hayallerine erken veda etmiş biri olarak yolumun seninle kesiştiği bir zamanda macerana konuk oldum. Hayatta her şeyin olması gerektiği zaman olduğuna inanırım. Ne daha önce ne sonra. Sana ihtiyacım olduğu an karşıma çıktın ama senin dünyanı okuyunca, sana da, bu büyülü dünyayı kuran o deha adama da keşke bu kadar geç kalmasaydım dediğimi itiraf etmeliyim.

Şimdi böyle bir sabah kalkıp sana mektup yazmak ve cevabını alamayacağımı bilmek ilginç bir deneyim. Ama aslında çok da yabancı olduğum bir şey değil. Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesi bana kağıda döksem de sahiplerine göndermediğim için cevapsız kalan çok mektup yazdırdı. 

Mektuplaşmayı çok severim ben. Bir insana özel yazılmış satırların ona verebileceğim en değerli hediye olduğunu düşünürüm. Uzaktakine, özlediğime, yanımda olup beni dinlemeyene, söylemek istediklerim için erken olduğunu düşündüğüm zamanlarda ya da geç kalmışlık arayı açtığında sevdiklerime mektuplar yazarım. Ha bu arada aynı şekilde cevaplar almayı her insan gibi severim ama bu konuda özellikle son senelerde çok şanslı olduğumu söyleyemem. 

Aslında uzun yıllar mektuplaştığım çok arkadaşım oldu. Karşılıklı haftalık on altı sayfadan aşağı yazmadığımız, posta kutularına her gün bakıp renkli kağıtlar ve zarflarla yüreğimizi değiş tokuş ettiğimiz dostlarımız vardı. Yıllar geçti, arkadaşlıklar ve paylaşımlar şekil değiştirdi. Şimdilerde iki satırlık iletilerle ya da ne bileyim sosyal medyadan yüzeysel bir takipleşmeyle geçiştiriyoruz birbirimizi. Her anını, hemen öğreniyor, gülüşlerden maskeler ardına saklanmış ruhunun ne halde olduğunu düşünmeden, birbirimizin kalplerine temas etmeden ekranı kaydırıp bir başkasının halini gözetliyoruz. 

Kimi zaman da canımız bildiklerimizin bizden kaçışı ile yaralanıyoruz. Galiba insan bir zaman sonra, misal hayallerinden, ideallerinden uzağa düştüğünde en önce onları bilenlerden uzaklaşıyor. Bize kızdıkları için değil de, kendilerine kızılmasını gerektirecek bir şeylere tanık olmamıza katlanamadıkları ya da ne bileyim onlara olmak istedikleri ile oldukları insan arasındaki farkı hatırlattığımız için bizimle daha seyrek görüşmeyi tercih ediyorlar. 

Oysa bu hayat bizim ve kimsenin kimseye hesap sormaya, yargılamaya hakkı yok. Değişmek değişmez bir kural ve bunu biz nasıl tercih ettiysek etrafımız da öyle kabul etmek zorunda. Eskiden bu kaçışlar, birbirimizin hayatlarından sebepsiz çıkışlar ve benzeri konular benim için üzüntü sebebiydi. 
Sonra Didem Madak’ın Ahlar Ağacı’nı okudum ve hayatım değişti. 

Ben de, “Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
               İçim sıkılmasa o kadar
               Tek bir satır bile okumazdım
.” dedim. Okudukça ve yazdıkça huzurumun kaçacağını bilsem, baştan bu yola girmezdim lakin artık dönmek için çok geç deyip kalemi kitabı yoldaş edindim.

 “Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz
.” dediğini duyunca acı acı gülümsedim.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim: 
A
H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka
.” dediğinde susmayı öğrendim.
Hala göndermediğim mektuplar yazıyorum birilerine. En çok sevdiklerimden, en çok kızdıklarıma kadar uzun uzun el yazısı satırlar bırakıyorum ardımda. Eskiden zarflardım, sahibinin adını yazar, bir de zarfı yapıştırırdım. Şimdilerde onu da yapmıyorum. Mektubu bir meçhule yazıyorum. Kim bulur, kim okur önemsemiyorum. Üstüne alınıp yüzüne bir tebessüm yerleştirenin olsun diyorum. Belki hayatını değiştirmez ama “an” denen o kıymete, yani aslında hayatın kendisine ışık olur, umut olur. Yolda kalmışa devam edecek güç verir ve sonrası gelir. Ben de o “an”a temas etmenin güzelliğini içimde duyar gülümseyerek yürürüm yolumda.
Sevgili Osman,
Yüzümde bir tebessüm bırakabilmiş sana, son olarak şunu söylemek isterim, çok arkadaşımdan vefalısın ki, sıkıldıkça satırlarının arasında dolaşıyorum hala.
İyi ki uğradın hayatıma!
24 Ocak 2019
İzmir

yazdikcayazasingelir@gmail.com




49-KÖPRÜDEKİLER MEN ON THE BRIDGE

TÜRKİYE-ALMANYA-HOLLANDA/TURKEY-GERMANY-NETHERLANDS, 2009, 35 mm, renkli/color, 87’



YÖNETMEN/DIRECTOR: Aslı Özge
OYUNCULAR/CAST: Fikret Portakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker
ÖDÜLLER/AWARDS:

Ankara Uluslararası Film Festivali “Ulusal Yarışma–En İyi Film”, “En İyi Kurgu”/Ankara International Film Festival “National Feature Film Competition – Best Film”, “Best Editing”, 2010
Altın Koza Film Festivali “En İyi Film”/Golden Boll Film Festival “Best Film”, 2009

İstanbul Film Festivali “Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi”/Istanbul Film Festival “Best Turkish Film Of The Year”, 2009
Londra Türk Filmleri Festivali “Golden Wings Dağıtım Ödülü”/London Turkish Film Festival “Golden Wings Award”, 2009

Aslı Özge’nın 2009 yılında heyecanla karşılanan, festivallerde ödülleri toplayan bu filmi, yeni bir sinema diliyle de tanıştırıyor seyircisini. İstanbul’da yaşama tutunmaya çalışan üç erkeğin öykülerinin kesiştiği Boğaz Köprüsü’ni eksene alan film, gelecek korkusunun şekillendirdiği gündelik hayatlara odaklanıyor. Filmde, Emniyet Genel Müdürlüğü çekimlerin gerçek polislerle yapılmasına izin vermedi; filmdeki tüm polis rolleri için amatör ve profesyonel oyuncular seçildi diye tanıtılan film hakkında :

KİŞİSEL KANAATİM: Aman Allah'ım! Tam bir felaketti. Acaba nereye bağlayacak bu üç kişinin hayatını nasıl kesiştirecek diye sonuna kadar izleme zahmetine katlandığım filmde hikaye  öylece ortada bırakıldı. Tabi bu bir tür festival filmi tarzı. Ama neredeyse tüm salon ne kötü film diye söylendi, çıkanlar oldu. Sonuçta sinemada vizyonda değil, ciddi sinemaseverlerin takip etmeye çalıştığı bir festivalde memnuniyetsizlik ifadelerinin olması da manalı doğrusu. Ama film 5 ödül almış:)) Bu nedenle benim de dahil olduğum seyirciler demek biz sinemadan bir şey anlamıyoruz ki böyle hissettik diye de tepki verdi:)) En kötüsü de ne biliyor musunuz, oyuncular. Kesinlikle filmi yönetmen kadar oyuncuların da taşıdığını, burada rezalet bir oyuncu seçimi olduğunu belirtmeliyim. Flash TV de reality showlarda oynayan oyuncuları mumla aradım desem yalan olmaz. Kabul ediyorum, oyunculuk ciddi yetenek istiyormuş:)) Şimdiye kadar kötü olduğunu düşündüğüm filmlerden özür dilemek istiyorum, bu kadar kötüsünü hiç bir yerde seyretmedim. Kuştepe'ye kamerayı götürmüş, oradaki halka kendiniz olun, oyunculuk istemiyorum demiş ancak kameranın varlığının farkında olan ara ara kameraya bakıp olmayacak yerde tıslayarak gülen insanlar filmin sahiciliğine gölge düşürmüş. Oysa iyi bir casting ve senaryo ile bu hikaye işlenebilirdi. Filmi izleyen ve festival jürilerinin ödül verme sebebini anlayan varsa bana izah ederse sevinirim:)))    

HEY BENİM PAŞA GÖNLÜM




Merhaba,

Bir kaç gün önce doğum günüm de yaklaşıyor, tıpkı yılbaşı gibi hayatı temize çekme zamanlarıdır, bu konu üzerine yazayım diye düşünürken "Otomatik oynat"tan önüme Zerrin Özer'in Paşa Gönlüm parçası düştü. Çok sevdiğim bu parçayı bu sefer böyle bir muhasebe duygusu ile mırıldandım: 

"Ne günler gördük seninle
Biraz dert biraz keder
Yalancı sevdaları, yaşadık birer birer

Hey benim paşa gönlüm
Yılları çürüttün mü
Bunca zaman sonunda
Kendini büyüttün mü

Ne dostlar tükettin sen
Kaldın ondan sonra
Nerede hata yaptık diye sorma

Ne aşklar bitirdin sen
Ağladın ondan sonra
Nerde hata yaptık diye sorma
Amman ha adımına dikkat
Kayar düşersin yolunda
Amman ha adamına dikkat
Oyuna gelirsin sonunda

Hey benim paşa gönlüm
Yılları çürüttün mü
Bunca zaman sonunda

Kendini büyüttün mü" diyordu tartışmasız hepimizin muhteşem ses olduğunu kabul ettiğimiz sanatçı. Sonra klibi izledim. Neredeyse eşlik eden oyuncu-şarkıcı gençlerin yarısı ölmüştü. Oysa klipte olgun bir yaşa adım atan Zerrin Abla'larına destek olan, geleceğe umutla bakan çocuklardı. Sonra tabi zihnim durmadı, doğum günü üzerine yazmayı düşünürken ölülere takıldı ve aklıma Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar klibini getirdi. İzledim ve orada da bu klipte oynayan gençlerden mevtalar vardı, bu sefer Barış Manço da buraları terk edenlerdendi. Ardında hoş bir seda bırakarak, her zaman adam olmayı becererek. Kıyamadım o şarkının da sözlerini buraya alıp anmak istedim:

"Bir sabah baktım ne göreyim, bizim sokakta şenlik var
Büyükler kös kös otururken, adam oluvermiş çocuklar
Patlamaz olmuş tüfekler, gelmiş karamürsel sepetler
Tren kalkmış gitmekte, hadi geçmiş olsun birilerine
Kınalar yakalım elimize, kınalar yakalım elimize

Sahip olalım dilimize, sahip olalım dilimize
Aman dikkat belimize, aman dikkat belimize

Şimdi müsaadenizle çocuklar sıra bana geldi çocuklar
İş başa düştü çocuklar hazır mıyız
Eh Barış abi aşk olsun aç koynuna kuş konsun
Çek ipini rahvan gitsin inceldiği yerden kopsun
Kimileri kahve kaynatsın kimi hala dansöz oynatsın
Leyleğin ömrü iki lak lak değerler oldu tepetaklak
El salla el salla, el salla el salla
Kol salla kol salla, kol salla kol salla
Sağ gösterip sol salla, sağ gösterip sol salla
Bir omuz at sağdan solla, bir omuz at sağdan solla
Geliyor bir ahu afet, tepeden tırnağa zerafet
Öldür bizi letafet, bizim sonumuz felaket
Hayırdır inşallah kızlar ne diyor bu uçuk çılgınlar
Hayır mı şer mi göreceğiz artık sabrın sonu selamet
Kınalar yakalım elimize, kınalar yakalım elimize
Sahip olalım dilimize, sahip olalım dilimize
Aman dikkat belimize, aman dikkat belimize
Şimdi müsaadenizle çocuklar sıra bana geldi çocuklar
İş başa düştü çocuklar hazır mıyız
El salla el salla, el salla el salla
Kol salla kol salla, kol salla kol salla
Sağ gösterip sol salla, sağ gösterip sol salla
Bir omuz at sağdan solla, bir omuz at sağdan solla
Jale: Üz beni süz beni püre gibi ez beni
Ajlan – Mine: Pranga tak bana kapı kapı gez beni
Burak Kut: Benimle oynama çılgınım bebeğim
Of Aman Nalan: Deli gibi seviyorum ölümüne sev beni
Dandini dastana dinolar bostana
İyi bak hastana sor beni ustana
El salla el salla, el salla el salla
Tayfun: Hadi yine iyisin e' gel hadi yanıma
Hakan Peker: Amma velakin kınalar yak bana
Soner Arıca: Ah vefasız yak beni yık beni
Grup Vitamin: Ellere var ama bizlere yok di mi
Dandini dastana dinolar bostana
İyi bak hastana sor beni ustana
El salla el salla, el salla el salla"

Aslında bu yazıyı biraz da yakında kendisinin de doğum günü olacak bir arkadaşımın isteği ile yazacaktım. Çünkü artık sevgi, arkadaşlık, vefa, hayat, doğum, ölüm, kaliteli dostluklar hakkında her şeyi söylediğimi düşündüğümden yeniden yazma gereği duymuyordum. Onun için muhasebe amaçlı da olsa bir şey yazmayacaktım. Zaten hesap vereceğimiz tek yer var, orası da bu dünyada değil.

Kimsenin uzun yazılar okumadığını bildiğimden iyi bildiğimiz bu şarkıların linklerini de verdim zaten. Galiba söylenmesi gereken her şeyi bu iki sanatçı söylemiş. Dinlerken eskiden de, bu yeni yaşımda da beni ağlatan şarkılar kalbi olana dokunsun ne diyeyim. 

Arkadaşım! Sen de, içinden sana uyanları al, uymayanları duymazdan gel. Zaten herkes böyle yapmıyor mu? 

Herkesin, kendi bildiğini okuduğu, sonra sabahlara kadar uykusuz kaldığı, kendince karşındakine cezalar verdiği dünyada ben artık herkesin çok yalnız olduğunu, istesen de, çabalasan da seni kimsenin duymadığını anladım ve insan denen içimde Yaratan'dan ötürü büyük bir sevgi beslediğim varlığın aslında çok can yakan bir tür olduğunu ancak bu yaşa gelince öğrendim. 

Her şeyi derinlemesine yaşamayı severim. Hayatıma aldığım hiç bir insanla yüzeysel bir diyaloğum olmamıştır. Yüzeysel olan, sığ insanlar, vur patlasın çal oynasın diyerek büyük gruplarla gezenler de zaten benim semtime uğramaz çok şükür. Gönlümü açmış isem de, yaptığı yanlışlarla da onu silmem. Ona şanslar tanırım. Ama o bir gün kendisi yaptıklarından utanıp giderse de dön demem lakin anılarım dahil hiç bir şeye dokundurtmam. Uykusuz kalırım, yalnız kalırım, anılarımda dolaşır, ağlarım, gülerim, şiirde dolaşır nefeslenirim ama sonuçta sevgisiz kalmam. Çünkü yaşadığım sürece kalbim benimle ve oraya aldığım benimdir. Giden de, bende kalan kısmı eksik devam eder hayatına. Şairin dediği gibi bir zaman "Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi" der devam eder herkes yaşamına. Ona da bir şey olmaz, bana da. Herkes herkessiz yaşıyorsa ve zaten bütün insanlar bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorsa bizi bütünleyecek parça bu dünyada yok demektir.        

En azından geçtiğim yollardan önümden giden çok kişi olmuş. Bu şarkılar, bu şiirler hep bunu anlatıyor. Teşekkürler Zerrin Özer, rahmetle Barış Manço. İyi ki vardınız... Hissettiklerimizi notalara döktünüz, bizi kelimelerle cebelleşmekten kurtardınız...

Mutlu yıllar! Yaşadığımız her an bunun için var... 

Not: Demokrasi kültürünün yerleşmediği bir ülkede, istediğini yapma hakkına sahip olan gönle bile "Paşa" denmesini kınadığımı dipnot olarak düşmek istiyorum. Ama belki bu kelimenin seçilmesi bile bir bilgeliktir, şair burada bir şey değişmez demek istiyordur:)) 


İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI


Sinema günlüğünde 48. film:

İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI 

TWO WISPS OF HAIR: THE MISSING GIRLS OF DERSIM
TÜRKİYE/TURKEY, 2010, betacam, renkli/color, 55’




YÖNETMEN/DIRECTOR: Nezahat Gündoğan

Bu belgesel filmde yönetmen, 1938’de Kürtler Dersim’den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen Kürt kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin, birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımlarıyla görünür kılıyor. Huriye ninenin sözleri, o kızların geride bıraktığı ailelerin özlemini anlatmaya yetiyor: “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım…”
  
Bu filmi ilk defa 2010'da Ankara Film Festivali'nde seyrettim. Salonun tıklım tıklım olduğu, başında ve sonunda uzun alkışların tutulduğu kaliteli belgeseli herkes izlemeli ki, tarih kitaplarımızda geçmeyen gerçeklerden kısmen de olsa haberdar olalım ve bunu bir girizgah yapıp konuyu derinlemesine araştıralım, diye düşündüm. 

Bu topraklarda sessizce yaşanmış, şahitlerinin her şeyi İlahi Adalet'e havale ettiği, kendi insanından umudunu kesip herkese içten içe küstüğü, hayata devam edecek güç bulmak için mağdurken ön yargılarla daha fazla yaftalanmaktan korkarak kimliklerini sakladığı öyle çok hikaye gelmiş geçmiş, geçiyor ki biraz duyarlılık geliştirdiğimizde başımızı hangi tarafa çevireceğimizi şaşırıyoruz. Oysa artık her çağdaş toplumun başardığı o gerekli yüzleşmeleri yapıp hakları teslim etmeli değil miyiz? 

Ancak o zaman ülkenin çeşitli fırsatlarla aynı acıları çekmiş farklı kesimlerini anlayabilir, bir insan olarak fark ederek yaşadıklarını anlatabiliriz. Böylece onların yüreklerine su serperken bir gün memnun olmadığımız bu düzen içinde çarkın ezdiği, diğerlerinin suskunlukla izlediklerinden olmamak için de, bireysel bazda üzerimize düşeni yapmış oluruz. 

Bu belgeselde anlatılan acı çekmiş insanlardan değilim ama belleğim acının, zulmün ne olduğunu idrak edecek kadar anı biriktirmiş olmalı ki, izlerken tüm salon gibi gözyaşlarımı tutamadım. 

Umarım diğer acı çekenler de maruz bırakıldıkları halleri böyle güzel anlatabilir ve toplumumuz empati yeteneğini geliştirerek birbirini anlama noktasına biran önce ulaşır diye dilekte bulundum. Hele bu günlerde bir garip kutuplaşma ile herkesin üst kimliklere takılıp birbirini dinlemeye gerek bile görmeyerek ciddi yarılmanın yaşandığı zor zamanlarda (niyeyse kolay zamanlar bir türlü uğramıyor buralara) "İnsan" ortak paydası üzerinden bir anlayış geliştirmek gerekli ki, her şey için geç olmasın. 

Her gün bir başka zulüm, katliam, cinayet, tecavüze kurban gitmesin insanımız. Böyle yapımların çoğalması ve insanımızın orada ne olmuş diyerek yazılan yazılara, çekilen filmlere dönüp bakması dileğiyle...   

Bu konuda Sema Kaygusuz'un "Yüzünde Bir Yer" adlı romanını anlattığı bir videoyu da paylaşmak istiyorum. 

Burada yazar, "Kurban dilinin manası dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı açar. "Peki bu neden oldu?""Çünkü, çünkü, çünkü... "Çünkü" diye açıklamaya başlar ve çok ahlaksız bir tartışmanın içinde bulursunuz kendinizi" diyor. 

Bu nokta çok önemli. Ortada bir haksızlık varsa hukuka, insana, demokrasiye inandığını iddia eden herkes tırnak içinde "Kendinden görmediği, ötekileştirilmiş" diğer insana yapılanları görebilmeli, yanlış olduğunu söyleyebilmeli, "Oh, iyi oldu, onlar da şunu yapmıştı" gibi nedenler sıralayarak ileride daha büyük sorunlara yol açacak kurban dilini pekiştirmemelidir. Sonuçta herkes ayrı bir bireydir, kimse, anasının, babasının günahı, bir kaç had bilmezin yanlışı üzerinden bireyselliği yok sayılarak, suç olarak nitelendirilen eylemlere kişisel katkısı tartışılmadan topluca mahkum edilmemelidir. 

Hele de katledilmek, sistematik işkenceye tabi tutulmak, tecavüz, yaşam hakkının elinden alınması, yaşam sevincinin bitirilerek sözde yaşayan özde ölü haline getirilmiş insanların çoğaltılması kabul edilemez. Bu anlayış geliştirilip insana, büyük acılara, kitlesel haksızlıklara karşı evrensel değerlerle bakıp herkese eşit mesafede durabilmeyi başarırsa insan, kendine karşı dürüst olabilir. Ancak bu seviyede insanlığı hisseden "Olgun"luğa yaklaşır, başını yastığa koyduğunda vicdanını ahlaksız "çünkü"ler, aklını ve kalbini saf dışı bırakan acımasız gerekçelerle ya da buna yardım edecek maddelerle uyuşturmadan rahatça uykuya teslim olur. 

En sevmediğimizin hakkını koruduğumuzda sistemin çalışmasını sağlayarak herkesin kendi hakkını kendi almasının yaratacağı kaostan kurtulmuş oluruz. 

Maalesef toplum olarak bu açıdan son derece kötü sınavlar verdik, veriyoruz. Ahlaksızlığın öyle bir boyutu ki bu öldürülmüş bir kadının ardından onun mahremine giriyor, bir mevtanın hak ettiği saygıyı hiçe sayıp gece dışarıda olmasını, alkol almasını tartışıyoruz. 

Maalesef meslek yaşamımda bu tarz çok olayla karşılaştım. Ne olursa olsun kadının haksız olduğuna kafadan inanmış eril bir karar verici kitlenin tartışmalarını izledim. Bu nedenle meftaya saygı yazarken bile acı acı güldüm. Birhan Keskin'in Penguen şiirini hatırlayıp "Biz bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile" diye mırıldandım. 

Bu çağda, kişisel verilerimiz kurumlarca her yere saçılmışken, şantaj yapılan bir kadının feryatla başvurduğu makamda ve akabinde yapılan yargılamada, suçun unsurları amiyane tabirle kabak gibi ortadayken, ceza vermeden önce, kadının telefon numarası adamda ne arıyormuş diye soranlar gördüm. Bunlara karşı dursak da sonucun değişmediğini görünce "Dilerim senin karının da başına gelir" diyerek ah eden kadınların, yine bir kadının canının yanması üzerinden içini soğutmaya çalıştığına şahit oldum. 

Bu yüzden bir şeylerin bizim canımızı yakmadan değişmesini istiyorsak canı yanan insanları göreceğiz, acılarını dinleyecek, haklarına beraber sahip çıkacağız.

Yoksa, yok olacağız. 

Şule Çet için adalet, tüm masumlar için adalet...   

      



Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...