Kader

 

“Yol belli, ey başını usul usul yürü şimdi” dedi.

Güldüm, demek sonunda sen de aramıza katıldın.

Kadercilik rahatına rahattır ama huzursuz insan orada da yapar yapacağını, mızmızlanır.

“Hadi artık ne olacaksa olsun” der.

Olacaklar hayatıdır.

Bitse de gitsek sabırsızlığı ömrün sonuna çağrıdır.

İnsan bir film izler gibi köşesine geçip hayatını seyretse usulca.

Kahramana akıl vermeden dursa, yargılamasa.

Yaşamak vazifesinin ağırlığından böylece kurtulacağını unutmasa, kuş gibi hafifler aslında.

Ama zordur büyük kırılmaların, kayıpların yaşandığı anlarda sessizce kalıp sahnenin sonunu beklemek.

İşte insanın kadercilikteki samimiyeti de orada anlaşılır zaten. 

Teslim olduysa, “Yol belli eğ başını usul usul yürü şimdi” der.

Fark eder ki, hoş geldiniz dense de sefalar yoktur burada ama sefalet de yoktur.

Yerlerde sürünüp isyan bayraklarını göndere çekme ekseninde dönmez dünya.

Bir çizgide gider işte. Yola ışık tutabilirsen içinden gelenle ne ala.

Hem teslim olursan belki bir yardımcı çıkar, yeni yol gösterir.

Bazen bir insan bazen bir hayvan kimi zaman rüzgâr kimi vakit bir sevda bazen hayal bazen rüya, yakaza ve hakeza.

Kul sıkışmadan Hızır yetişmez zira.

Handan Kılıç

26.11.2021

Taş Parçaları / Birhan Keskin

 

"Fazla insansın sen sevgilim fazla insan
Bir barbarım ben oysa, bir hayvan
Dilim bağışlamaktan söz eder benim
Seninki adalet ve intikam.
Söylemeye gerek var mı sevgilim
Söylemeye gerek var mı şimdi
Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni
Klimanjaro’nun karları sevgilim
Klimanjaro’nun karları
İnnnnniiiiiiyor aşağı.


XXXIV

Birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay
Oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat.
Ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan
Bozulsun diye im
Her ateş önce kendi yanını yoklar sevgilim.
Bundan böyle ne vakit bir yangından artakalan
İsle kararmış bir şair gölgesi görsen
Başıboş, duran, susan, içinden yanan:
Ya da bir kız kardeş, ağlayan kekliğine,
Uzak ve göğsünde klarnet sesiyle dolaşan.

XXXVI

Bunca zaman sonra, neden ona dokunmadığımı
Neden çekmediğimi silahlarımı kınından
Olanı biteni kalbime koyup kendimi çektiğimi
soruyorsan…
Dokunmadıysam tek bir sebepledir…
Bir barbar ancak eşitine dokunur.

XXXVII

Akan sokaklarda yan yatmış otlara benziyorum
Rüzgârla yana savrulan dallara.
Aşk için ihanetle vuran aşk aşkm’ôla?
Ah ciğerimin köşesi, kavrula kavrula
Kopuyor gönül bağım, sen bağla.

XXXXI

Bir nefeslik can kalsaydı sana üflerdim canımdan
Diyecekler; çok yüksekti ondaki zindan
Görmeli, eline almalı, sıvazlamalıydın, öğretemeden
Yazgına kanat ol kol ol diyemeden ayrı düştüysem senden.
Buna yanarım çok, en çok buna yanarım inan.
Onaramazdım kırdığım yerleri
Onaramazdın kırdığın yerleri.
Son bir nefesle sana sarıldımdı.
En acısı buydu.
En acısı buydu.

XXXIX

Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir
Ben bir Divan şairi değilim ki sevgilim
Sana bercesteler düzeyim
Yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına
Tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim.
Ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının
Paramparça edilmiş şairiyim. Ne diyeyim!
Yine de içimde, çok eskiden kalma bir
Ya leyl… ya leyyyllllllllllllle.
Bir çöl gecesine ismini bırakayım.

XXXVIII

Bir dalda iki kiraz gibi
aşk ile öfke arasında
yanyana.
Dursun bu aşk. Aşk, mola!
Ey yaban!
ayaklanacağım
ayaklanacağım!
Dizlerimin bağını bağla.

XXXX

Sözde kalır sevgilim
Sözde kalır bütün sözler
Aşk çünkü, aşk çünkü kendine
Bir yol, bir ideoloji ister.
Bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
Sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
Bir tarihe başlayacaksın, orası işte
Benim tarihimle başlar.
Ve say, geriye doğru, tek tek
Sende kalsın şimdi al bu taşlar.

Birhan Keskin

Orta/la

 


Yıllar önce çocuklara çip niyetine akıllı saat alınıp takma rahatlığı yokken kalabalık yerlerde gezmekten korkardım çünkü oğlum el tutmayı sevmezdi. Bağımsız, özgür birey yetiştirecektik ne de olsa zorlamadık. Haliyle muradımıza erdik ama şimdi yüzüne hasret kaldık. O vakitler de şimdi de bir dakika yerinde durmazdı. Nereye koşar belli değil ama hep bir hareket… O yorulmazdı ama biz enerjisine yetişmekte zorlanırdık. “Üç çocuğa bedeldin, ondan tek kaldın.” dediğimde kızıyor ama kendine benzeyen evladı olmadan anlamıyor kimse anne babanın çektiklerini.

Ben hep uslu tabir edilen çocuklardandım, babası da öyleymiş. İkimiz de bir yerimizi bırak kırıp dökmeyi dizimizi morartmadan büyümüşüz. Okumayı öğrenince de köşemize çekilip kitapları seçmişiz ama bizim oğlan hepsini yapardı. Böyle olunca da insan endişe ediyor. Aman kaybolmasın diye bütün kotların, salopetlerin cebinde anne, baba adı ve telefonları olan kağıtlar olurdu. Tembihlerdik evden çıkmadan, bizi bulamazsan bunu sadece güvenlik görevlilerine göstereceksin derdik. Çok şükür gerekmedi ama her çamaşır öncesi çıkarıp ütü sonrası yerleştirirdim o kağıtları. Arada yenilerdim. İnsanın vakti de sabrı da daha mı çok oluyormuş eskiden? Şimdi her şey kolay takıyorlar saati çocuğun koluna sinyal alıp neredesin diye de soruyorlar.

Aradan geçen on dört on beş seneye rağmen çocukların kaçma seremonisinde değişen bir şey yok. Apartmanlarda büyütüldüklerinden belki de semerinden boşanırcasına koşuyorlar dışarı çıkınca. Ben tek çocuğun hakkından gelemezken kardeşim, annemlerin de katkılarıyla tabi üç oğlanla uğraşıyor. Gerçi onlarda sadece ortanca yaramaz, annesine ve babasına çekmiş, onlar da ortanca. Diğer iki yeğenim de herhalde bana çekti ki hep sakin çocuklardı. “Zeki çocuk hareketli olur” klişesini yıktı büyük olan. Matematikte dünya ikinciliği aldı ama bebekken de şimdi de sakin bir çocuktu. Lakin ortanca fırtına. Geçen İstanbul’a gelen misafirlerini gezdirirlerken kalabalıklara karışmış, bütün aile onu aramış. Tabi bunu çoğu zaman bilinçli yapar ortancalar. Saklanayım bakalım fark edecekler mi merakından vardır böyle çılgınlıkları, görün beni çabaları. Tek çocuk zaten odakta, büyük çocuk diğerlerine göz kulak olur, küçük küçük olduğundan göz önündedir ama ortancalar hep daha kolay arazi olurlar. Büyüdüklerinde bu avantajdır kimse onlara bulaşmaz, onlar da tavşan boku gibi yaşarlar. Başka yerde sosyal olsalar da evde böyle hep olayların arasından sıyrılırlar.

Biz böyle konuşurken duyan yeğenim “Teyze tavşan boku ne demek ” dedi.

“Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insanlar için kullanılan bir deyim, hiç görmedim adı anılanı ama kokmaz, bulaşmazmış” dedim. Sonra ekledim “öyle çok insan tanıdım.” Baktım ki tabletine dönmüş, uzatmadım kendi kendime konuşmayı, sosyal medyadan da yaparım yahu deyip sustum. Ben de telefonumu çıkardım çantadan.

İki hafta geçmişti ki bu konuşmanın üzerinden sinemaki de diyebileceğim eski bir arkadaş çıktı karşıma. Doğum günümdü ya kutladı. Yıllardır aklı neredeydi bilmem, hem kaç zamandır bir beğeni bile yapmıyordu paylaşımlarıma. Cemaziyülevvel de bir vakit takibe almış ama ne haber bile demeyince geldi röntgenci diye iç geçirmiştim. Yine de ilkelerim gereği takibe takip atmıştım. Ne bekletti gizli hesabına kabul için beni. Telefon çaldıktan sonra daha bir dakika geçmeden geri döndüğünde açmayan insanlarla böyle kendisi takip edip geri takip isteğini haftalarca kabul etmeyen insanlara ifrit oluyorum. Elinde işte telefon, niye görmedi numaraları yapıyorsun. Aklınca ağırdan alacak, geçti artık öyle ağırmış hafifmiş halleri. Buradaysan ve elindeyse telefon yanıtla arkadaş. Ben takip etmedim ki seni, gelen sen, arayan sen ve dakikasında cevap vermeyen yine sen. Neyse bir zaman sonra gördük gizleyip sakladığı hesabını. Çok da matah değilmiş üç beş uyduruk foto koymuş ne ortalamış ne ışığa dikkat etmiş. Sorsan her şeyi bilir. Fotoğraf sanatçısıyım diye diye gezer elinde telefon parkta çiçek böcek çeker. İyi insan işte, andık geldi yeni post. Bak sen son fotoda ne var, torununa o da akıllı saat almış. Ne yazmış altına son turfandama son moda, etiket oğlum. Allah Allah kaç yaşında doğurdu bunu yakın gözlüğü ile okurken çocuk mu oluyormuş. Kaybolmaz artık senin torun da pardon oğlun desem bizim oğlandan yeğenden bahsetsem. Yok yok hiç uğraşamam şimdi. Onun gibi yapalım görüp görmezden gelelim, o kalbe basmayalım ki kendini bir şey sanmasın. İncilerimiz bizde kalsın. Gün gelir dizdirir, takarız boynumuza. Ah ah, içimizde tuttuklarımız yüktür sevgi de nefret de bunu biliyoruz da sonra şikayet ediyoruz hastalandıkça, sanki dünya sırtımızda.

Handan Kılıç

17 Şubat 2022

 

 

Lunaparkta

  

Bugün yılın kırk altıncı günü ama bana üç yüz kırk altı gibi geliyor.

Yıllardır böyle aslında. Geçmeyen vakitlerle biten nakitler yarışıyor

Çatlak bir testiden sızan su gibi akıp gidiyor zaman. Güneşin kavurucu etkisiyle iz bile bırakmıyor ardında.

Her şey değişiyor devriliyor, başka bir yerlerde kalkıyordur da, burada hep yıkıntı, hep muamma.

Sürekli bir devinim halinde olan dünyanın dönüşü hızlanmış. Sona doğru giderken bizim de başımızı döndürüyor.

Günde yüz kere gündem değişen ve tek hayır haber gelmeyen bir yerde kırk altı gün daha çok altılarla dizilir kalbimize.

İnsanın bazen tam ortada durup ne olacağını beklerken kah çığlık kah kahkaha atası geliyor.

Eskiden lunaparkta ortası boş etrafı boydan boya koltuk olan yuvarlak bir oyuncak vardı. Adını hatırlamıyorum ama format, salla salla vur duvara idi. Ayakta duran gençler yıkılmamaya çalışır, birbiri üzerine düşenler her harekette oradan oraya savrulurken ezilirdi.

Göğe yükselen neşeli çığlıklar bazen korkunun da belirtisiydi. Yorulup bir koltuğa kendini atanlar sıkı sıkı tutunur öylece beklerlerdi sarsıntının geçmesini. Çok bekleyeni olmadığından mıdır nedir diğer oyuncaklardan uzun sürerdi çalkantı.

Emniyet kemerli falan değildi. Bazen onun içindeyiz gibi hissediyorum da şimdinin oyuncaklarını düşününce daha çılgınlar diyorum. Güya hepsinin sert ve güvenli kemerleri var tabi. Hukuk var sonra adalet…

Güya o kemerler hiç açılmaz.

Hak yerini bulur hem.

Elbet bir gün…

Kaç nesil sonra?

Kimin hayalini kim yaşıyor ki?

Herkes hayalleriyle giriyor mezara.

Burada yaşamak, lunapark kazalarının sık yaşandığı, külüstür oyuncaklarla bezeli taşra şehrinde olmaktan farksız. Başvuracak bir görevli bulmak, derdini anlatmak imkansız.

Düştüm diyorsun kalk diyorlar. Yaralıyım diyorsun sar diyorlar. Gücüm yok diyorsun umursamıyorlar.

Kafanı bir tarafı çeviriyorsun ölüler bir tarafta yaralılar. Ambulans yolda. Yol hiç bitmiyor. Trafik sıkışık, kimse yol vermiyor. Sürekli sirenler çalıyor. Hasta, yakınları, ambulans, doktoru, hemşiresi, taksicisi, dolmuşçusu, herkes inliyor. Su gibi akan zaman duruyor, kokuşmuş bir göl oluyor. Sinekler artıyor. Balık yok, olsa zaten kokuyor.

Canlı cenazeler dolaşıyor sanki toprakta. Herkesin bakışları donuk. Nefesten başka alacak şeyi kalmayanların onu kaybetmeme çabası. Değip değmeyeceğini bilmediğin bir mücadele…

Hey, tuzu en kurular!

Azıcık ıslaklar!

Denize karışmışlar!

Sahi bu yaşamak mı?

Etrafınıza bakınca hiç mi sızlamıyor vicdanlar?

Bunca olan hiç mi değmiyor kalbinize?

Bir fısıltı olarak dahi ulaşmıyor değil mi çığlıklar?

Herkesin derdinin dış sesi kesen kulaklık almak olmasından belli.

Bu lunapark çok tehlikeli.

Müziğin sesini yükseltmeli.

Renkli ışıkları bir de.

Çünkü çok acı var!

Yitirilmiş umutlar!

Bir küçük ayıcık kazanmak uğruna öldürülen kadınlar…

Hemen sihirli aynalara geçmeli.

Orda çığlıkları susturan kayıttan kahkahalar var.

Sonrası mı?

Elbette lunapark gürültüsü biter sahneye onlar çıkar. 

Tabi ki kulaklılar, gözü, kulağı, kalbi tıkarlar.

Handan Kılıç

15 Şubat 2022


Aşktır Çılgınlıkların En Büyüğü 14 Şubat Kutlu Olsun


Dünya yaratıldıktan yaklaşık üç milyon yıl sonra, insan ve hayvan ırklarının oluşumundan da tahminen iki milyon yıl kadar önce, Yaradan bütün duyguları bir araya toplayıp dünya gezegenine göndermiş. Yola çıkmadan önce de onlara ''Gidin bakalım orada neler yaşayacaksınız, dönünce bana anlatırsınız,'' demiş.
Tüm duygular bir araya toplanıp, olay yeri araştırması yapmak üzere özel bir gemiye bindiklerinde, merak duygusu ''Yaşasın!'' diye bağırmış. ''Canlı varlıklar yaratılmadan önce dünya yaşamı nasıl bir şeymiş, ilk biz göreceğiz!''

Uğurlar ola!


 Denize zorla sokulmuş ağlamaklı bir çocuk gibi” kaldım hayatın ortasında. Günlerden Salı, aylardan Şubattı. “Bırak beni böyle” diye haykırırken bırakmanın bu kadar zor olacağını bilememiştim.

İnan ki böyle olsun istemezdim. Aşkla tuttuğum ellerinden bir gün kopacağım aklıma gelmezdi. 

Ne olduğunu anlamadan kendimizi bulduğumuz o soğuk koridorlarda adeta bir düşman gibi karşılaştık önce. 

Aylardır bu uzatılmış işkencenin bitmesini bekliyor, özgürlüğün hayalini kuruyordum ne zamandır. Biz olmaktan çoktan vazgeçmişken ben, sen direniyordun hatasızmışçasına. 

Ama ne olduysa bugün geldin gözyaşları içinde o imzayı attın. Bir de sesli olarak herkesin huzurunda protokolü tekrarladın. Tabi ben de. Ve salondan çıkarken sen, ben, tüm sevenlerimiz ağlıyordu. Düğün günümüzde ağladıkları gibi.  

Ama biz o gün ne kadar mutluyduk, hem ağlarım hem giderim yapmadım hiç. Hatta ikimiz de ne güzel gülüyorduk. 

Yıllar yılı ne hayaller kurmuştuk seninle. Yaşları yakın iki küçük çocuğumuz olmalıydı hemen, beraber büyümeliydik onlarla. Ne yollardan geçmiş ne zorluğu aşmıştık, okullar bitsin diye beklemiş, uzakları yakın edip kendimizden çıkmıştık. 

Biz olmak için gerekliydi benden vazgeçmek. Seve seve bıraktık beni, seni. 

Yedi şiddetinde deprem olsa yıkılmaz sandığımız bir ev çattık zannetmiştim. Yıldızlı gök orda, mavi bulutlar, güneş, gökkuşağı, yağmurlardan sonra büyüyen başaklar, gözünden gözüme kayan kuyruklu yıldızlar... Artçılara bile dayanamadık oysa. Altından oyulan, kolonları kesilen yuvamıza çatı olamadı hiç bir gök.  

Hayatımızı, hayallerimizi, evlatlarımızı aldılar elimizden. 

Sensiz kaldım ben. 

Bensiz kaldın sen.

Elveda sevdiceğim. 

Ben şimdi sudan çıkmış balık mıyım yoksa denize zorla sokulmuş korkak bir çocuk mu bilememekteyim.

Gök gürlediğinde kime sarılacağım hem, söylesene! 

Şarkılarda haykırmak kolay ama ben artık "Hayat bildiği gibi gelsin üstüme" diyemiyorum. Şefkati, merhameti, kolaylığı, aşkı özledim. 

Tanıdığım zamanki adamı… 

Ama hiçbir şey aynı kalmıyor, hayat bazen içinde bizi sürüklerken gürül gürül akan bir ırmak. Hasbelkader bir dala tutunup kendini öteki kıyıya atarsa insan hayatta kalsa da karşıda sevdiği olsa bile o suda bir daha debelenmeyi göze alamıyor. Kışlar geçmiyor, bahara taşıyor karını, kirini, korkusunu. Yükseliyor sular, egolar, yalnızlıklar. Ve göstermez oluyor bize bizi. 

Aşk da kaderimizdi, ayrılmak da…Buna inandım. Asıl kabul edemediğim; sen beni bu kadar severken bunca yıl beklerken tam bir olmuşken bizi neden yıktın? 

Şimdi “Biz”in içinden beni çekip çıkarmak canımızı acıtacak. İhtimalken de acıtıyordu ama böylesi bambaşka. Bitti. İmza ile başladı, imza ile sona erdi. Kan revan içinde kalacak şimdi bir zamanlar aşkla çarpan kalbimiz, kalem tutup sevda fısıldayan ellerimiz. 

Zaman örtmez ama yatıştırır” derler. Elbet bir gün kabuk bağlayacak yaralarımız. Eli mahkum, yoksa hayatta kalamayız. 

Ah ki ne ah! Unutmak istediğim çok şey yaşadım, yaşıyorum. Ama belki de hayatın esprisi budur.

Ne de olsa “Yaşamak Uğraşı” demişler adına. Biz yolumuzda yürürken yanımızdan yöremizden geçenler, yerleşemediyseler bir türlü bize, tek tek dökülecek üzerimizden. 

Ben olarak devam ederken yola bir tek Yolun Sahibi’ne güvenebileceğimizi anlatacaklar yaşattıklarıyla. 

Haydi sevdiceğim, ikimize de uğurlar ola.

Handan Kılıç

 8/2/2022

İzmir



Mavi Sakal Yazı-yorum Dergide

 



Merhaba, 

Bu ay meşhur Mavi Sakal masalı üzerine yazdım. Her insanın hayatından geçer bu mavi sakallar ve dönüşüme kapı aralar. 

Dönüşenlere ne mutlu. 

Linkten derginin. 45. Sayısını indirebilirsiniz. 

Kaç aşktan oluşmuş bir şeydi aşk


"Gelmediniz, ben hep sizi bekledim

Eksilen yanlarımla

Sizden saklı eskidim.

Her şeyden önce aşk verilmiş bir sözdü benim için

Gün, ay, saat, hafta; takvim işi zaman yani

Aldıkça dönemeçleri değişmedi hiçbir şey

Yalnızca ufuklar yeniledim

Kaç aşktan oluşmuş bir şeydi aşk

Her sevgiliyle biraz daha

                                                                       Biraz daha sizden saklı eskidim. "

                                                                       Murathan Mungan






Baby Reindeer Dizisi Üzerine Değerlendirmeler

  Afişiyle dikkatimi çeken bu diziyi, edebi zevklerine güvendiğim bir kaç arkadaşımın hikayesinde "çok etkileyici, bitince iki gün kend...