ahbuşarkılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahbuşarkılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yazamadım Ahmet Kaya

Uzak geçen baharları

Hüzün satan hazanları Gence kalem kıranları Yazamadım, yazamadım. Kırık dökük umutları Sakıncalı tutkuları O çocuksu korkuları Yazamadım, yazamadım. Solgun suskun resimleri Göğe yoldaş denizleri Ömrüme göz dikenleri Yazamadım, yazamadım. Ses vermeyen geceleri Tanımı zor acıları Tek kişilik sancıları Yazamadım, yazamadım. Gün öksüzü odaları Uygun adım voltaları Ah zamansız sorguları Yazamadım, yazamadım. Yitip giden anıları Katledilmiş duyguları Yarım kalmış sevdaları Yazamadım, yazamadım.

Ahmet Kaya



Aşktır Çılgınlıkların En Büyüğü 14 Şubat Kutlu Olsun


Dünya yaratıldıktan yaklaşık üç milyon yıl sonra, insan ve hayvan ırklarının oluşumundan da tahminen iki milyon yıl kadar önce, Yaradan bütün duyguları bir araya toplayıp dünya gezegenine göndermiş. Yola çıkmadan önce de onlara ''Gidin bakalım orada neler yaşayacaksınız, dönünce bana anlatırsınız,'' demiş.
Tüm duygular bir araya toplanıp, olay yeri araştırması yapmak üzere özel bir gemiye bindiklerinde, merak duygusu ''Yaşasın!'' diye bağırmış. ''Canlı varlıklar yaratılmadan önce dünya yaşamı nasıl bir şeymiş, ilk biz göreceğiz!''

Kaç aşktan oluşmuş bir şeydi aşk


"Gelmediniz, ben hep sizi bekledim

Eksilen yanlarımla

Sizden saklı eskidim.

Her şeyden önce aşk verilmiş bir sözdü benim için

Gün, ay, saat, hafta; takvim işi zaman yani

Aldıkça dönemeçleri değişmedi hiçbir şey

Yalnızca ufuklar yeniledim

Kaç aşktan oluşmuş bir şeydi aşk

Her sevgiliyle biraz daha

                                                                       Biraz daha sizden saklı eskidim. "

                                                                       Murathan Mungan






Selam Olsun Salih Bademci Kulüp'ten Şarkılar

 


Selam Olsun

Eski dostlar, yeni dostlar
Yanlıştı yolum
Sonu malum hayat
Yaşadıkça solmuşum
 
Eski dostlar, yeni dostlar
Tamam beni vurun
Vurulmak değil ayrı düşmek
Esas bana ölüm
 
Elimde yaralar
Taş üstüne taş ekleme
Ben varım
İncitmeden yorulmadan
Buradayım
 
Bu serseri bu sefil aktörü
Artık affettin
Zaman geri alınmaz ama
Sözüm söz bu defa
 
Dağları aşarım
Çöllerden geçerim
Selam olsun henüz ölmedim
 
Adım adım içimdeki şeytanları bıraktım
Hazırım şimdi
Şafak yakın
 
Bitirmedim söndürmedim
Bu ateş hep yanar
Aşkın adına alkışlasın
Yıldızlar
 
Bu serseri bu sefil aktörü
Artık affettim
Zaman geri alınmaz ama
Sözüm söz bu defa
https://lyricstranslate.com


YALNIZ VE YANAN ÜLKEM

 





"Rüya

Gözlerimi kapatıp

Rüyalar elimden tutup götürebilseydi

Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde

Kederlerimi unuturdum.

Hayalimde seyehat edebilseydim

Aşkın ve umutların yeşerdiği, acının dindiği

Saraylar ve geceler yaratırdım.

Yarattığımız her şeyi yok eden

Acımasız gerçeklerin bıraktığı

Zulüm, ızdırap ve çileyle gölgelenmiş

İnsanlar gördüğün bir dünya.

Bizi, düşlerimizi ezen

Tüm yürekleri karanlık ve aç gözlülükle dolduran

Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya." 


Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim...

Günaydın,

Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim,

Uzak bir özlemde ayak sesleri duyulur böylesi günaydınların seslenişiyle.

Ay yüzünü, güneş sıcaklığını yansıtır da yokluğun, soğuk bir enlemin kara kışı gibidir diye söyletir.  

YÜREK, SIRLARLA DOLU BİR OKYANUSTUR




Başlığa taşıdığım cümle, romantik aşkın varlığına bizi inandırıp gençliğimizi çürüten Titanik filminin sonundaki etkileyici sahnede, çok yıllar sonra aşkını itiraf eden Rose'un sözleri olarak belleklerimizde yer aldı. 

Ama benim bunu başlığa bir kadın kalbi olarak değil de "İnsan yüreği" olarak almamın sebebi bu günlerde ileti kutuma düşen güzel aşk öykülerinin taşıyıcısı erkek yüreklerine rastlamış olmam.

AYDİLGE HALİL SEZAİ AŞK YÜZÜNDEN


















Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Anlatsam kim anlar ki
Yarım kalmış hikayem var
Bu yalnızlık geçer belki
Nasıl hain bu akşamla?
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üflerndağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben
Kalbimden düşen yazlar
Kışa döndü sokaklar kar
Kırıldıkça keser camlar
Senin de cam bir kalbin var
Yandı canım biter mi yakanlar?
Yandı canım kim üfler dağlanır yaralar?
Yandı canım söner mi hala?
Bende yine de aşkın var
Ben vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Yorgunum ezelden aşk yüzünden aşk yüzünden ben
Vurulduğum yerlerden yaralanmış izlerden
Kim sever içinden? en derinden en derinden ben


YAPRAK DÖKER BİR YANIMIZ BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE



Balkona çıktım "Hava mis bugün" diye mırıldandım. Çevre okullarda teneffüse çıkmış çocukların kimi zaman rahatsızlık veren sesleri bile güzel geldi. Adeta güneşe teşekkür edercesine neşeli bir koşuşturma içinde nefesleniyorlardı. 
İnsan böyle zamanlarda evde durmak 
istemez ya, ben de içimden gelen sese kulak verip dışarıya atayım kendimi dedim. Nereye gitsem diye düşünürken kafamı sağa çevirdim, "Şu yokuşun ardında canım arkadaşımın evi var, ona gideyim bugün, hem çocuğun okuluna da yakın ders çıkışına kadar oturur sonra onu da alır eve gelirim" dedim. "Hatta evi bana yakın olan diğer arkadaşımı da geçerken alır öyle giderim. Kısır yaparız, kekim var, börek de sararız, çayı da demledik mi masa başında sohbet, muhabbet bu günü daha da güzelleştiririz" diye düşünüp heyecanlandım. Üzerimi değiştireyim diyerek içeriye yönelmişken gözüm otoparka ilişti. Boş olduğunu görünce kendime geldim. Arabam yoktu, aylar önce park halindeyken gelip biri çarpmış, pert etmişti. Hiç bir suçu günahı olmayan yoldaşım, her zaman durduğu yerde dururken ne yaptığını bilmezin biri onu yok etmiş, yerine yenisini koymak da mümkün olmamıştı. 

Ama hava o kadar güzel, hayat o kadar hızlı ve değişkendi ki, epey zamandır tuttuğum yası sildi, "İnsanlar ölüp gidiyor, araba gitmiş bir şey mi, neyse ki içinde değildim, hem kızlara başka yoldan da giderim, otobüs var, dolmuş var" dedim. "Yeter ki gönüller bir olsun" diye mırıldanırken elim telefona gitti. O an artık onların da burada olmadığını hatırladım. İşte o dakika da gökyüzümü gri bulutlar kapladı. Hüzünle uzaklara baktım. 

Son yıllarda her birine özlem büyüttüğüm nice arkadaşımı uğurlamış, gitmek mi zor kalmak mı diye düşünürken kendi sularımda dibi boylamıştım. Çünkü insan için otuz yaşından önce kurulan dostlukların anlamı büyüktü. Sen daha senken yoldaşın olan yaşam boyu yeni rollerle eklenenlerden kıymetli idi. Mesleğin, evliliğin, iş yerinin, çocukların okullarının hayatımıza kattığı da nice güzel insan olurdu ama hiç biri seni daha çocuk sayılacak yaştan beri tanıyan, seven dostların yerini alamazdı. Onlar hayatından eksildiğinde çevren yeni insanlarla dolsa da kalpteki yerleri boş kalırdı.  

Ama işte hayat böyleydi; bir bilinmezlikler yumağı. Ucundan çektikçe her birimizin başına neler öreceği belli olmayan yaşam ipi ile bazen uzaklara savrulurduk. Gün gelir en yakınlarımız yedi kat el olurdu da, gecemizi gündüzümüze çeviren bir yabancı, yoldaşımız. Unutulmaz dostluklar kurardık yabancılarla, kavramlar değişir el, evin olurdu, ev bildiklerin uzağın. Böyle böyle gurbet birikirdi içinde insanın.

Dünya zaten gurbet diyarıdır derler ama buna göçler eklenince, insanın kalbi de oradan oraya sürüklenir. Ama durmak kirlenmektir, akmak, hayata karışmak, günün getirdiğine uyum sağlamak gereklidir. Yine de, eskiye özlem, kalbi olan herkesin uğrak yeridir. 

İnsan her ne kadar yeni tercihler yapıp bu doğrultuda hayatına yeni insanlar katsa da, eski dostların özlemini silemiyor gönlünden. İşte o zaman gurbet derinleşiyor. Gariplik içinde gariplik oluyor. Ara sıra yükselen o hasret dalgası, altında bırakıyor kalpleri. O vakit gidemediğiniz evlere, sarılamadığınız dostlara, veda etmeyeceğim dediğiniz uzaklara kucak dolusu muhabbet balonlarını uçuruyorsunuz, sahiplerine ulaşacağını umarak... 

Elbette artık zaman değişti, görüntülü arama icat edildi de gurbet silindi diyecekler vardır. Ama aynı sofrada oturup dertleşmenin, beraber gülüp ağlamanın yerini tutar mı bir ekranın arkasında pozlanmış vaziyette durmak! Hele de karşısındakiler üzülmesin diye iyiymiş gibi yaparken, bir çok gerçek, kötü haberler, hastalar uzaktakilerden saklanırken...
   
Ama yine de dostluk, gönülde gönül bırakmaktır. Sarılamadan kucaklaşmaktır... Şimdi uzaklarda olsa da gönüllerin bir gün yeniden bir araya geleceğine inanarak güzel günleri anmaktır... Bu hem gurbeti derinleştirir hem de kolaylaştırır. Beş duyudan ibaret olmayan varlıkları, görünmez iplerle bağlayan sevgi, gurbete de tek merhemdir. Sevilip özlendiğini bilenler ayrılığa daha kolay dayanır. Dönüp geldiğinde konaklayacağı gönüller olanlar aidiyetlerini yitirmeden yerleşirler oldukları yere. 

Bu konu derin... Ayrılığın, gurbetin çeken sayısı kadar tarifi vardır mutlaka ama ben en kısası ile sesleneceğim: Adaşım, candaşım, bilenim, güldürenim, diyar diyar gezenim bilin ki hepinizi çok özledim...

Buralar bildiğiniz gibi, detayları ile gündemler yorucu; sokaklar ise sarı, kırmızı, kahverengi... 

Bu günlerde renkleriyle gönüllerimizi sarmalayan sonbahar da bırakıp gidiyor bizi. Kapıda kış var, beyazlığıyla bütün kötülükleri örten kar bakalım gönüllerimize nasıl bir dinginlik verecek? Uyku nasıl vücuda yenilenme şansı veriyor, kış da baharın renklerini saklıyor olmalı beyazında. 

Her mevsim başka renge bürünen dünya. Ömrümüz oldukça seninleyiz ama bel bağlamıyoruz artık bahara, yaza, insana, toprağa... Yaşıyoruz işte, uzakta, yakında, özlemle dolu, kimi zaman yapayalnız kimi zaman kalabalıkta ama hala ayakta... 

Dostlara en içten selamla...


Söz: Hasan Hüseyin Korkmazgil 
Müzik: Ahmet Kaya


"Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider Allah Allah
Kızım düşmüş sokağa
Anam gider Allah Allah
Dölüm düşmüş sokağa

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe."

KIŞ UYKUSU- NURİ BİLGE CEYLAN - HALUK BİLGİNER



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 82. FİLM 

-Spoiler içerir -

Her filmin, her insana değen sahnesi başkadır. Genel olarak seyrettiğimiz zamandaki ruh halimiz bu sahneleri filmden cımbızlar ve filmi belleğimize o hislerle kaydeder.

Bu nedenledir ki bir filme dair yapılan tüm eleştiriler nesneldir ve aynı kişi başka bir zamanda seyretse farklı noktalara takılabilir. Bunu gözeterek herhangi bir filmi izlemeden önce tanıtım ve fragmanı dışında bilgi edinmek istemem. Sonrasında ben ne görmüşüm, başkaları ne görmüş diye yazılanlara şöyle bir göz atarım.

Bir de tabi marka olan isimler vardır, az çok ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Nuri Bilge Ceylan görsellik demektir mesela. Hareket ya da ağır diyalog bekleyenler tercih etmez. Sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görenler asla filmine gitmez. Festivalciler için vazgeçilmezdir, "İvedik"çiler için katlanılmaz. Bu sebeple beraber gidecek arkadaş bulmakta zorlandığım bir film oldu Kış Uykusu. 

Aslında neden birini aradım tam olarak da bilmiyorum. Seyircilik işinin bireysel olduğunu düşünen biri olarak böylesi filmlerde yanımdakilerin sadece odaklanmamı zorlaştırdığına inanırım ama bu sefer sanki içine düşeceğim derin hüzün girdabını hissetmişcesine yanımda biri olsun istedim.

Film seyretmeyi seven ve ara sıra da bunlar üzerine karalayan biri olarak çok teknik bir yazı yazmayacağım. Hele de böylesi ödüllü bir yönetmenin bence şimdilik en iyi filmi olan Kış Uykusu için ahkam kesme haddini kendimde görmüyorum.Bu nedenle burada zihnime çakılı kalan sahnelerden parça parça alıntılar yaparak sesli düşüneceğim. 

 Sinematografikbakışına hayran olduğum bir arkadaşımın da film üzerine notlar diye başladığı yazıyı görünce diğer eleştirmenlere de göz atayım dedim ve beğenerek seyrettiğim filme yaptıkları basit eleştirileri görünce çoğunun filmdeki mutsuz karakterlerden biriyle kurdukları ruh benzerliği neticesinde aslında kendilerine öfkelendiklerini gördüm. Azıcık düşünen her insanın kendinden parçalar bulacağı filme yazılan eleştirileri yersiz buldum. 

Oyuncuların hepsinin ayrı ayrı başarılı olduğunu belirtmeye gerek yok. Görsellik de her zamanki gibi mükemmel. Bu sefer biraz daha fazla diyalog barındıran film, imgelerle birlikte kimi zaman sözcüklerin yakıcılığını, kimi zaman tamamlayıcılığını, bazen de kurtarıcılığını da alarak yanına farklı bir Nuri Bilge Ceylan filmi çıkarmış ortaya. Kelimeleri seven biri olsam da, filmde, imgeleri gölgelemeyen tonda kullanılmış olmasına da sevindim.

Ancak filmde bir nevi münzevi hayatı yaşayan, hayal kırıklıklarının sürüklediği bu yerde böylesi durgun bir hayata alışan, hatta artık her şey için geç olduğunu düşünüp hareket etmekten korkan karakterler içime dokundu. Film, insanın ne kadar çaresiz, ne kadar yalnız, ne kadar fark edilmeye, beğeniye ihtiyacı olduğunu gösterirken yaratılışımızda o eksik bırakılan noktalarımızın ruhumuzu gerçekten besleyecek manevi çizgilerle birleştirilmediğinde insanın sanatla da bir yere varamayacağını, ne yaparsa yapsın, ne kadar zengin, eğitimli, kibar, yetenekli olursa olsun her insanın doğasındaki açlıkların ve açıkların kapanmayacağını ve bunların tüm insanlarda aynı olduğunu göstermede başarılıydı.

Nuri Bilge Ceylan filmleri için getirilen eleştirilerin başında “Eeee, şimdi noldu” cümlesi gelir. Bir durum tespiti yapar, sizi sorgulamaların içine bırakır ve gider. Çıkış yolu yoktur. Belli ki yönetmen bir yolcu olarak devam ettiği yaşam serüveninde cevabın değil doğru soruların peşindedir. Ruhunu(muzu) yakan soru(n)larda dolaşırken böylesi etkileyici görsel imgelerle seyirciye de soru sordurmak amacındadır.

Filmin başında, arabanın camına atılan taş, her şey rutinde giderken birden başımıza gelen ve bizi değişmeye zorlayan kırılma anıdır. Camın kırıkları arasından bakmak ve oradan hayatını seyretmek... Bu herkese ağır gelir ama bir taraftan da kısıldığın kapanı fark ettirerek bundan kurtulmanın yolunu aramana vesile olur. Tabi bu kapandan kurtulmak istiyorsan... 

Taşı atan çocuğa inen tokat, onu atan babanın diğer camı kırması iç içe geçmiş travmaları yansıtırken, Aydın’ın olayın geçtiği dış mekandaki estetik yoksunluğuna takılmış olması da insanın kendi içinden dünyaya bakıyor oluşunun, mesleki körlüğünün, belki de bu nedenle başkasının feryadına  hep sağır kalışının en güzel şekilde sunumudur.

Haluk Bilginer'in canlandırdığı Aydın karakterinin can alıcı sahnelerinden biri de yazdığı yerel gazetedeki köşe yazısına bir köydeki biçki dikiş öğretmeninden gelen övgü dolu mektubu karısını ve tek arkadaşını çağırarak okuduğu andır. Adeta, kendisinden istenen yardım talebinden ziyade onu fark eden ve beğenen birinin varlığını hissettirmeye çalışan Aydın’ın yalnızlığının resmi gibidir. 

Hayatın içinde evli ya da bekar, kalabalık bir ailede ya da filmdeki gibi kardeşi ve karısı yanında olsa da çevresindekiler onu görmediğinde, beraber olduklarını hissettirmediğinde herkes yalnızdır. Yalnızlık seçildiğinde insanı büyütürken mecbur kalındığında ruhu acıtır. Bu nedenle insanın arada kendisine denk hissettiği insanlarla rastlaşması ve ruhundaki pencereyi açıp ötekinin nefesini içeriye alarak ferahlaması büyük şans. Filmde Aydın karakteri böyle bir destekten yoksun. Onunla beraber yaşasa da kendi kültürüne denk gördüğü kız kardeşinin varlığı bu ihtiyacını gidermiyor. En acıyı bir kerede söyleyen bu kadının dobralığı ve negatif elektriğiyle Aydın daha da içe kapanıp yalnızlaşıyor. 

Derinlerinde, anlaşılmaya, dinlenmeye, takdir edilmeye olan özlem daha da artıyor. Bunu bir kış günü zorla ilerledikleri yolda o övgü dolu mektubun geldiği köyün tabelasını gördüğündeki bakışında görüyoruz. Entellektüel birikimi ile göz dolduran bir adamın normalde muhatap almayacağı bir kadının ilgisine bile hasret kalışında kendi kibri ile çevresine ördüğü duvarların etkisi olsa da aynı evde, farklı odalarda, farklı hayatları yaşayan ve neredeyse bir otelin misafirleri gibi yemekten yemeğe birbirini gören bu aile içinde herkesin sevgi açlığı çekmesi doğal. 

Elbette  başta hiçbir şey böyle değildir o kısımları göremiyoruz ama birbirini severek yola çıkan insanların birbirinden bunca uzağa savrulmasında yine ruhi yabancılaşmanın, ortak ideal yoksunluğunun, birer ulaşılamaz kale haline getirdikleri benliklerinin de katkısı büyük. 

Tam manasıyla teslim olmadıkları bir yazgıya, pasif direniş göstererek, karşı gelmeden yaşıyor gibi yapmak... Varlığın içinde yokluk, yokluğun içinde duyarsızlık, birlikteliğin içinde yalnızlık, yalnızlığın yanında hep gitme duygusu, ama kimsenin bir yere gidememesi. Olumlu ya da olumsuz bir adım atmadan bir kış uykusunu sürdürmesi.

Filmde acı çeken bu karakterlerin içinde en çok şefkate muhtaç olan Aydın. Çünkü o en güçlü, en kibar, en kibirli, en yalnız... Çok sevdiğim bir arkadaşım hep derdi, hayatta zayıflar kadar güçlülerin de şefkate ihtiyacı olduğunu unutma ve bu farkındalığı hiçbir zaman yitirme diye. Oysa bu gerçek, toplumda çok da anlaşılabilmiş değil. Yani ne kadar ortalamanın üzerine çıkar ve güçlenirseniz şefkate olan ihtiyacınız da aynı oranda artar ama kimse sizin buna muhtaç olduğunuzu düşünmeden şefkatini düşkünlere dağıtır. Belki de kibirle vakarı karıştıran insana verilmiş ilahi bir cezadır bu şefkatten uzak yalnızlık. Belki de iç yolculuğunu kısaltmak için verilmiş bir ödül. Nereden baktığınıza bağlı. 

Tabi bunu bir başkasında seyrederken fark ediyor da insan, bir türlü kendinden çıkıp kendine bu gözle bakamıyor. Hep derim, bir film seyreder gibi seyretsek hayatımızı, teslim olması da daha kolay olacak, çözüme ulaşması da.     

“Kötülüğe karşı koymamak” fikrine saplanan diğer mutsuz karakterin sorgulamaları da yine çıkmazda debelenip durmasının göstergesi. Bize kötülük yapana karşılık vermesek, o kötülüğünü anlayıp bundan vazgeçebilir mi, ondan özür dilesek, suçlu olduğu halde acaba nasıl bir yaşamımız olurdu” sorularının peşine takılmış bir bezgin Aydın’ın Ablası Necla.

Ve Nihal… Gençliğini, canlılığını bir adamın kanatları altında olmak için terk eden, onun kurallarına göre oynayacağı bir oyuna dahil olup bunu sürdürmekten memnun olmadığı halde bırakıp gidecek gücü olmayan, huzursuz, huzur vermeyen, kocasından en ufak şefkati esirgeyecek kadar ondan nefret eden bir kadın.

Yaşadığı düşünsel değişimle gittiği bir avdan elinde kendi vurduğu tavşanla dönen ve muhtaç olduğu şefkati önce kendisinin karısına göstermesi gerektiğini fark eden bir adam, Aydın. Morrocom’un çok güzel tespitiyle, filmin başında mantar toplayan 
adam kadın gibi toplayıcı iken, filmin sonunda vurarak getirdiği hayvanla artık toplayıcı değil doğada makbul erkek figürü gibi avcı olduğunu ispat ediyor ve film Aydın’ın yıllardır yazmayı planladığı kitabın başlığını atmasıyla bitiyor. Yani, "İnsan çevre şartlarını iyileştirse de kendini gerçekleştirme fikrinin ilk adımını yine kendisi atması gerekiyor" diye fısıldıyor kulağıma.

Kucağınızda bir sürü sorularla salondan çıkarken cevapları bulmak için daha esnek olmak, daha çok soru sormak gerektiğini hissediyorsunuz.

İnsan denen varlığın tüm özellikleri ile kendini keşfetmesi için çeşitli imtihanlardan geçerek dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğini bu filmde de görüyoruz. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etme huzurunu isteyeceğimiz yegane kapının da yüreğimizden açıldığını lakin şah damarımızdan yakın olan o birlikteliğe ulaşmanın bir ömür alabileceğini hatırlıyoruz.
  
Filmleriyle bize bizi hatırlatan, güzel sorular sorduran değerli yönetmene teşekkür ederken ruh tembelleri için bulduğu cevapları yeni filmlerinde, açıktan olmasa da sorular içine saklayarak vermesini diliyoruz. Ama unutmayalım ki, içsel yolculuklar tek başına yapılır. Herkesin sorusu başkadır, cevabı başka. Filmler, kitaplar bize kadim soruların üst başlığını verir ve yön gösterir. Yürünecek yol bizimdir.

Meraklısınca birkaç kez bile sıkılmadan izlenecek, Çehov öykülerinden esinlenerek çekilen film için herkese iyi seyirler…     

Not: Bu değerlendirme yazısı 2014 yılında filmin vizyonda olduğu dönemde tarafımdan yazılmıştır. 

Bu gün 2019 Emmy Ödülleri’nde ŞAHSİYET dizisindeki rolü ile En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül alan, her rolü ile oyunculuğun zirvesinde olan, kış uykusunun Aydın'ı Haluk Bilginer'i bu yazı vesilesiyle tebrik ediyorum. Dizi dünyasının Oscar'ını hak eden bir oyuncudur, nice başarılara...  

YOLLARDA BULURUM BENİ



Kaybolduk...
Evden çıkıp patikadan ormana doğru ilerledik. 
Daha o an evin yolunu bir daha bulamayacağımızı hissettik.
Her adımla evden biraz daha uzaklaşırken Hansel ve Gratel'i hatırladık.
Bizim de ekmeğimiz çantamızda, çakıl taşlarımız ceplerimizdeydi ama geçtiğimiz yola serpmedik. 
Çünkü, kaybolmak istedik.
Sonunda ormanın derinlerinde bulduk kendimizi.
İstediğimiz olmuştu, kaybolduk. 
Korkmadık, üzülmedik, geri dönmeyi düşünmedik.
Zaten kaybolmak için çıkmıştık evden.
Kaybolmak, eskiyen yanlarımızdan kurtulmak, döke saça içimizi dışımıza yeniden kendimiz olmak istedik. 
Yeniden mi, komik...
Evde kimse kendisi olamaz.
Evden çıkmadan, karanlıkta kaybolmadan ışığın olduğu yere adım atamaz.
Bir başka yüreğin karanlık ormanında gezinirken karşılaşır kendisiyle insan. 
Orada tanır benliğini, yüreğini, cesaretini.
Anlar ederini.
Gece karanlıktır orman. Soğuktur, ıssız, tehlikeli... 
Bir kulübe gerek diye düşünüp geldiği yolda ilk bulduğu kapıyı çalar insan. 
Başını uzatana sorar, başkasına yerin var mı?
Başkası bakar, başkasına yer açması gerektiğini anlar, kapıyı açar.
Başkası başkasına bakar, onun aynasında görür yansımasını.
Bazen korkar yansıyandan, kendinden çekinir ve can havliyle sarılır başkasına.
Başkası, başkalaşmak ister o an, bambaşka biri olmak, görmediği, bilmediği kendine ulaşmak ister.
Bir süre kaybolur. 
Çoğu zaman kaybolduğuna mutlu olur.
Bulduğunu sever, dalgalanır, durulur. 
En çok da yorulduğu kendinden saklanır insan. 
Bir başka gönülde dinlenir.
Başkasında karşılaşır kendiyle, yenilenir. 
İyileşir ve kulübeden ayrılır. 
Yine yola çıkar.
İnsan yolda hep kendini arar. 
Yolda olmakta hayır var.

YAKINDAN GEÇEN MÜLTECİ ÖYKÜLER





Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz. 

Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz. 

Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz. 

Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım. 

Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu. 

Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum. 

Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu. 

Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu. 

Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı. 

Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi. 


Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum. 

Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum. 


Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik. 

Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır. 

İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir. 

Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur. 

Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur. 

Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş. 

Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak

bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım. 

Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi. 

Hani Mevlana; 

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı. 

Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır. 

Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?

Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu. 

Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde, 

"Gözyaşlarına boğulur… ressam

düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim. 

Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım. 

Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...


Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın. 








































Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...