evlilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evlilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Marriage Story 2019 Scarlett Johansson Adam Driver

             ======BLOGDA 100.YAZI=======

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 85. FİLM 


-Spoiler içerir -


Tıpkı Irıshman gibi digital medya platformu için çekilen yeni bir filmi daha dünyaya ile beraber izledik. 

İlk  bakışta İngmar Bergman filmlerinden "Bir evlilikten manzaralar" ı hatırlatan yapımın bir sahnesinde o filmin afişini görüyor, yönetmenin oraya da atıf yaptığını anlıyoruz. (Adı geçen film için yukarıdaki linki tıklayabilirsiniz. )

Başrollerini neredeyse her filmde oynayan iki popüler sanatçı, Scarlett Johansson ve Adam Driver paylaşıyor. 

"Onu gördükten iki saniye sonra aşık olmuştum" diyen oyuncu bir kadın, bir tiyatro yazarı ve yönetmeni olan adamla evliliğine "zamanın eli değince" onu bitirme kararı alıyor. 

Bu düşüncede olmayan, karısını ve çocuğunu seven, ailesine düşkün koca hemen pes etmiyor. Aslında kocasını seven ama susmuş ve gitmek üzere olan kadın da her şeye rağmen çabalıyor. Beraber evlilik terapistine gidiyorlar.  Orada verilen bir ödevde çiftin birbiri hakkında sevdikleri şeyleri anlattıkları mektupların okunmasıyla başlayan film aynı mektuplarla bitiyor.

Yazdıklarından, amiyane tabirle birbirlerinin ciğerini bildikleri ve o halleri ile karşısındakini kabul edip sevdiklerini anlıyoruz. Ama işte bir şeyler yitirilmiş, ilk zamanlardaki o aşk ateşi yanmıyor. İki taraf da sanatçı olup aşktan beslenince sevgileri diri olsa da özellikle kadının, aşkın külleri üzerinde dolaşmak istemediğini düşünüyoruz. 

"Gördüğünden geri kalmak" zordur çünkü. Aşkı hiç bilmeyen iki insan daha istikrarlı bir birliktelik inşa edebilir. Çocuklar oldukça ortak bağlar güçlenir, beraberlikleri perçinlenir ama evliliğe aşkın yüksek enerjisi ile başlayanlar kısa sürede rutine dönüşen evlilik kurumu içinde sıkışır kalır. Aşk hem soluk aldırır, zor zamanlarda tutunacak daldır ama varlığını bilenlerce yokluğu hava gibi anında hissedilir. Nefessiz kalan çift alışkanlıklara yenilip heyecanı kaybedince yaşamın getirdiği sorunlarla daha zor baş eder. 

Bu filmde de çift en sonunda anlaşarak boşanmaya karar veriyor. Kadın aldığı iş teklifi nedeniyle ailesinin yaşadığı şehre gidip çocuğunu da orada okula veriyor. Ancak orada iş arkadaşlarının ısrarı ile avukat tutunca boşanma süreci çirkinleşmeye başlıyor. Avukatların savaşa çevirdiği bu zorlu dönem birbirlerine olan kırgınlıklarını derinleştirecek şekilde sırların açık edilip tarafların mahkemede bel altından vurulması ile devam ediyor. 

Bu sahneleri izlerken hala gerildiğimi görünce acı acı gülüyorum. Boşanmış bir çok kadının bu filmi travmalarından kaynaklı acılarını boşaltmak, ağlamak amacıyla seyrettiğini biliyorum ama benim gerginliğim ondan değil. Yıllarca avukatlık yapmış bir insan olarak ağır cezada işlenen suçlardan fazla gerildiğim dosyaların boşanma davaları olduğunu hatırlıyorum. Zaten filmde de, "Ceza avukatları kötü insanların iyi yönlerini, boşanma avukatları ise iyi insanların kötü yönlerini bulmaya çalışır" diyordu. Bu yüzden Aile Mahkemeleri'ni sevmiyorum, aynı yatağı, hayatı, çocukları paylaşan insanların nasıl canavara dönüştüğünü çok iyi biliyorum. 

Boşanmak da evlenmek kadar doğal bir olay olsa da birinde törenler, kutlamalar yapılıyor birinde dost kalalım kararındaki çiftler bile üzgün bir dönem geçiriyor. Şimdilerde haberlere konu olan tek tük boşanma kutlaması yapanlar, gökyüzüne balonlar bırakıp erik dalı oynayanlar da var ama özellikle kadınlar ülkemizde yaşamlarını kaybediyor. Bu süreçler lafın gelişi değil gerçekten kanlı bir hal alır oldu. Bu durum korkutucu. İşte bu filmde taraflar istemeseler de bu kötü süreci daha fazla çirkinleşmeden bitirmeyi biliyor. 

Aile kavramının önemine vurgu yapmak, dağılan yuvalara"Devam etmeyi deneyin, bir kez daha iyi yönlerinizi hatırlayın" demek amacı taşıyor mu film bilmiyorum ama alt metinde buna da işaret ediliyor sanki.         

Ayrıca Amerikan Hukuk sisteminin yüksek fiyatlarla katkı sağladığı da malum olunca burada birikimlerini bir inat uğruna tüketen çiftin hali de bir uyarı. 

Yönetmenin anne babasının bu filmdeki gibi boşandığını öğrenince ne kadar yumuşak olsa da bu sürecin çocuklarda kalıcı travma etkisi yaptığını hatırlıyoruz. Ki, diğer filmlerinde de boşanma konusunu işleyen yönetmen için ayrılık "Mesele" olarak varlığını sürdürüyor, sanatına yön veriyor. Hem de çiftin çocuklarını öncelemeleri, onun velayeti için çaba göstermeleri bu esnada da birbirlerinin hayatında eskisi gibi var olmalarına, savaşmayı bırakmalarına rağmen. 

Sonuçta kadın, erkek ve çocuk için boşanmanın sessiz bir kabullenişi de var ama. Çocuk, ebeveyni ile ayrı evlerde buluşmaya alışıyor. Belki de gerekçelerini bu günkü aklıyla mantığa bürüyen yönetmen boşanmanın sebebi gibi duran annesine hak veriyor.

Kadını en başından beri yüzü gülmeyen, çabalamayan biri olarak görüyoruz. Evlilikle beraber şehir değiştiren kadın kariyerinin yarım kaldığı hissine kapılıyor. Yönetmen olan kocasının oyunlarında önceleri yıldızken sonra tiyatro ekibi içinde eşitlendiğini düşünüyor. Yaptığı bu fedakarlıklar onu yoruyor. Tabi bu sorgulama durup dururken başlamıyor. Tiyatro ekibinden biri ile kocasının ilişkisi olduğundan şüpheleniyor. 

Kocası ile beraberken kendiliğini yitirdiğine inanmaya başlayan kadın, evlilik için vazgeçtiği kariyerini düşünüp karşılığında aldatıldığını öğrenince çabalamayı bırakıyor. Avukatın verdiği akılla kocasının iletilerini okuyan kadın aldaltıldığından emin oluyor. İş mahkemeye yansıdıktan sonra eşiyle tartışırken "Neden?" diye bağırdığı bir sahne var, "Neden beni seviyorken onunla yattın?" diye sorunca adam "Bu sadece bir kere oldu. Ama sen neden onunla yattığıma değil, onunla güldüğüme üzül" diyor. Kendisinin de evliliği için bir çok şeyden vazgeçtiğini,  misal çok genç yaştan beri oyuncular tarafından çevrelenmesine, popüler bir yönetmen olmasına rağmen karısına sadık kaldığını anlatıyor. 

Burada işte en önemli noktaya geliyoruz: İletişim. Onun koptuğu bir yer var. Oradan sonra evlilikler yokuş aşağı yuvarlanıyor. "Onunla gülmek" çok değerli bir iletişim. İnsan acıya daha duyarlı bir varlık. Kötü durumlarda yardımcı olmak insanın erdemlerinden olduğu kadar acımasından da kaynaklanır. Ama gülmek, güzel haberleri, sevinci paylaşmak ancak gerçekten sevince mümkündür. Sizi önemseyen, dinleyen, kelimeler olmadan ruhunuzu okuyan insanla paylaşırsınız sevinçlerinizi. Yoksa susarsınız. Acınız görünür olur da destek bulur bazen ama sevincinizi de susunca biter gider ilişki. O nedenle gülmek önemli. 

Beraber gülmeyi önemsemeli, istemeli...


ELLY HAKKINDA ASGAR FERHADİ Darbareye Elly (2009)



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 84. FİLM 


-Spoiler içerir -


Daha önce Geçmiş adlı filmini blogda yazdığım, Satıcı ile Bir Ayrılık adlı filmlerini izlediğim Asgar Ferhadi, 2012 yılında Time dergisi tarafından dünyadaki en etkili 100 isim arasında gösterilmiş. Oscar ve Altın Küre'yi kazanan İranlı senarist ve yönetmen Ferhadi, Bir Ayrılık ve Satıcı filmleriyle 84. Akademi Ödülleri ile 89. Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film ödüllerinin de sahibi olmuş.


Elly hakkında filmi de 2009 Berlin Film Festivali en iyi yönetmen gümüş ayı ödülü ve Tribeca Film Festivali en iyi uzun metraj anlatı ödülü gibi başarılara sahip.
TRT2 filmleri arasında izlediğim Elly Hakkında son derece ilginç, hareketli, vermek istediği duyguyu izleyiciye hissettiren güzel bir yapım.


Bazı yorumcular "Delinin biri kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış filmi" demişler ama işler o kadar basit değil. Oyunculuklar çok başarılı, görsellik çok ustaca. Senaryo sağlam. Dram kategorisinde yer alsa da gerilim filmi olduğunu söylemek mümkün. 

Başta son derece neşeli başlıyor film. İranlı orta sınıf üç aile ve onların Alman eşinden yeni boşanan üniversite arkadaşları hep beraber Hazar Denizi kenarına kısa bir tatil için gidiyorlar. Çiftlerden birindeki kadın aktif bir karakter. Tatili ayarlayan, evi bulan, boşanmış arkadaşları ile tanışması için çocuğunun öğretmenini kendileriyle tatile gelmeye ikna eden, grupta sevilen bir insan. Evi tutarken ve bunca işi organize ederken bazen şaka yollu bazen ortamı idare etmek için beyaz yalanlara da başvuruyor ve film boyunca korkunç bir gerçekle bölünen tatilden ona bu yalanlarının bedeli olarak hayat boyu travma olacak bir ağırlık kalıyor. Her şey yolunda giderken onun yanında görünen, yaptığı organizasyonların keyfini çıkaran başta kocası olmak üzere tüm arkadaşları işlerin karıştığı an hep beraber kadını suçluyorlar. Bu çok acıtıcı. Yaşananlar zaten ona beyaz yalanların bedelini fazlasıyla ödetmişken kocasının şiddete başvurması, diğerlerinin de onu karşılarına almaları tam da ortadoğunun insana değer vermeyen tavrının yansıması. Ona sadece Almanya'dan gelen arkadaşlarının iyi davranması gözden kaçmayacak bir ayrıntı. 

Film boyunca dalga sesleri zaten gergin olan ortamda unutulmaz bir fon müziği oluyor. Kuma saplanan araç da metafor olarak filmin özeti gibi adeta. 

Hakkında hiç bir şey bilmediğimiz Elly'nin uçurtma uçurduğu sahnede içinden çıkan çocuğun gülümsemesi yerleşiyor yüzümüze bir an ama sonra ne oldu ne bitti bilmiyoruz. Yorumun seyirciye bırakıldığı, son sahneye kadar merak unsurunun diri tutulduğu filmi daha fazla anlatıp büyüsünü bozmak istemiyorum, gönül rahatlığı ile tavsiye ediyorum.

Bu arada her filminde erkek kadın ilişkisini irdeleyen yönetmenin bu filmde boşanan erkeğe, Elly'nin nedenini sordurduğu sahne filmin mottosu olabilir:

Bir sabah uyandığında karısının kendisine, "Kötü bir son, sonsuz mutsuzluktan iyidir" diyerek gittiğini anlatan adamın sözleri Elly’inin içinden çıkamadığı durumuna ışık oluyor. Ama hayat tercihlerden ibaret değil. Gitmeyi istemek ile tercihin kaderinde yazılmış olması farklı şeyler. "Ah Elly'" demek sonunda izleyiciye düşüyor. 

Sonsuz mutsuzluğun esiri olmadığımız hayatlar sürmek temennisiyle. 

VELAYET-ÖDÜLLÜ BİR FRANSIZ FİLMİ











SİNEMA GÜNLÜĞÜ 71.Film
-SPOİLER UYARISI-

Bu gece yine TRT2'de 2017 yapımı güzel bir film vardı; adı velayet bir Fransız filmi Aslında konu bize uzak değil bu yıl özellikle medyaya taşınması sebebiyle görünür hale gelen kadına şiddet işlenmiş.

Yaşadığı kabustan kurtulabilmek için boşanma yolunu seçen bir kadının yaşadıkları anlatılıyor. Saplantılı koca çocukların velayet hakkını kullanarak hem kadının hem çocukların hayatına çörekleniyor. Can güvenliği sıkıntısı yaşayan kadının yaşadığı evi sık sık basıyor. Son gelişinde kabul edilmemesinin öfkesi ile tüfekle geliyor. O esnâda karşı komşunun gürültü üzerine polisi araması sayesinde ölümden kurtulan anne ve çocuğun yaşadıkları dehşet gözler önüne serilmiş. Düşünün, 12 yaşında bir oğlan çocuğu hafta sonları yapılan velayet anlaşması gereği babası ile görüşmesi gerekirken bunu istemiyorsa ciddi bir sorun var demektir. Buna rağmen öfke kontrolü sıkıntısı olan baba zorla çocuğu alıyor ve sürekli bir şekilde hırpalıyor. Çocuk kendinden geçmiş, ne olur annemi dövme diyerek babasının isteklerini kabul etse de içinde büyüyen nefret, öfke ileride onun hayatını etkileyecek, belki de hiç istemese de onu da babasına döndürecek  bir travmaya sebep oluyor. Ve bu şiddet kısır döngüsü kırılamadan devam edip duruyor.  
 
Hakim, anne ve babanın avukatlarına dinleyerek çocukların hakkını gözeterek babaya da görüş hakkı veriyor ama bu karar neredeyse anne ile oğlunun canına mal olacak bir sonuca kapı aralıyor. 

Dünyanın en zor kurumlarından birinin evlilik olduğunu hepimiz biliyoruz. Kavun değil ki koklayarak alasın denecek bireylerle başlayan bu kurumun dağıtılması süreci de son derece sancılı oluyor. Mesleğim gereği bir çok farklı olayla karşılaştım. Sosyal ilişkilerinde beyefendi/hanımefendi olan, eğitimli insanların bir canavara dönüştüğünü de gördüm. Vazgeçilmiş bir erkek çoğu zaman bunu kaldıramıyor ama tıpkı burada ki gibi öfke kontrolü sorunu yaşayan insanlar hayatı hem kendilerine hem de çevresindekileri zehir ediyorlar. Varlığı zarar verdiğinde yokluğunun zorluğu göze alınarak bir yola geliyor ama hani iki ucu boklu değnek dedikleri bir durumla karşı karşıya kalıyor herkes. Yoksunluk ayrı bir travmayken varlığında da şiddete maruz kalmak çocuklarda başka yaralar açıyor.

"Ben değiştim" diyerek zorla eve gelip aynı şekilde ailesine şiddet uygulayan adam en son polis zoruyla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor. Bizim ülkemizde ise ancak sosyal medyada gündem olabilir ise bu tarz şiddet uygulayan erkekler tutuklanıyor ama onlar da kısa bir süre sonra tekrar salınıyor. Böylece yarım kalan işi tamamlıyor. Cinnet hali bir kere ruhu ele geçirdi mi insanı bir vahşiye çeviriyor. Allah böyle insanlara denk getirmesin. 

Filmde net olarak gördüğümüz şey şiddetin kadın ve çocuklar üzerindeki travmatik boyutu, içlerine yerleşen korku ve huzursuzluğun en önemli ihtiyaç olan güvenliğin yitirilmesi ile yaşamın çekilmez hale getirdiği idi. Hele de bu şiddetin koruma kolama görevi olan, insanın sırtını dayayacağı dağ olması gereken babadan gelmesi travmanın boyutunu arttırıyordu. 

Budan çıkarılacak ders bence: Komşu kadının dikkati ile hayatta kalan kadın ve çocuk bize çevremize göz kulak olursak yaşam hakkını korumada insanlığa katkımız olabileceğini hatırlatıyor. 

Şiddetten uzak sevgiyi hayat rotası belirlemiş insanlarla yollarımızın kesişmesi umuduyla...

Bu arada velayet çekişmesinin anlatıldığı Gülen Karaman tarafından çok güzel seslendirilmiş ve tabi ki etkileyici bir dille İnci Aral'ca yazılmış öykü videosunun linkini de buraya bırakıyorum. 

Film dram dalında ödüller almış olsa da bizim ülke için sıradan sayılacak bir konu ve izlerken gerdiğine göre iddiasında başarılı, dilerseniz izleyin. Ama bu öyküyü mutlaka dinleyin... Bu kadar ağır bir konu nasıl bu kadar naif anlatılmış hissedin. 


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 7




Bugün en sevdiğim üçlemeden bahsedeceğim: Çoğu kişinin severek izlediği bu film serisini yoğun diyalogları ile beğenmiş, epey not almıştım. Bir kısmını paylaşıp gerisini filme havale edeyim. Bu filmler üzerine çok yazı yazılmış. İşte bunlardan bir kaçı: serinin muhteşemliğimodern klasikler3 farklı şehirde n bir kısım alıntılayayım. 


Bunu filmleri izledikten sonra öğrendim, siz baştan bilin: 



"Film hakkında az bilinen önemli ayrıntılardan biri de yönetmen Richard Linklater yaşadığı gerçek bir olaydan sonra bu filmleri çekmeye karar vermiş. Linklater’ın hikayesi 1989 yılında başlıyor. Kız kardeşinin yeni çocuğu olmuş ve Linklater kız kardeşini Philadelphia’ya ziyarete gitmiş. Oyuncakçıya uğrayıp, orada Amy Lehrhaupt isimli bir kadınla tanışıyor. Aynı ilk filmimizdeki gibi bütün geceyi beraber geçirip, bütün gece sokaklarda geziniyorlar. Tek fark birbirlerine telefon numaralarını veriyorlar. Bir süre telefonlaşıp iletişim halinde kalıyorlar daha sonra Linklater, Amy’e ulaşamıyor. Amy’i kaybettikten sonra Before Sunrise’ın hikayesini kafasında toparlayıp, filmin çekimlerine başlıyor ve filmi çekme amaçlarından biri de Amy’nin filmi görüp, galasına gelip orada tekrar buluşabilmeleri. Before Sunrise’ın çekimleri bitiyor fakat Linklater’ın beklediği gibi Amy filmin galasına gelmiyor. 9 sene sonra Before Sunset filminden sonra da Amy’den haber alınmıyor. Before Midnight filminin çekimlerine başlamadan önce Amy’nin arkadaşı, Linklater’ın bu arayışından haberdar oluyor ve Aslında Amy’nin 1994 yılında motosiklet kazasında öldüğünü söylüyor" 



34-BEFORE SUNRİSE- GÜN DOĞMADAN-1995



Tam bir romantizm şöleni, tabi uçuk, hayali. Seninle bir dakika tadında bir film. Üçüncü için de dediler zamanla hep azalırmış sevgiler diyebiliriz. Bu da hayatın en büyük gerçeği. Kavuşamamış aşıklar asla birbirini unutamaz. Zamanla yara kabuk bağlar, acısı azalır ama unutmak için kalbin kuruması ya da zihnin bir hastalıkla hasara uğraması gerekir. İşte burada da bir gece boyu konuşan iki genç insan ve yıllar içinde yaşadıkları değişimler yer alıyor. Şimdi biraz notlara geçelim: Bu film Viyana'da çekilmiş.



-Çiftlerin birbirlerini duymadan yaşlandıklarını biliyor muydun? Erkekler yüksek sesi duymuyor.



-Yazar genç, 

-Başka insanların hırsları hiç beni heyecanlandırmadı.   
Genç kız,
-Pasif agresiflik meselesi. Ailen senin için her şeyi planlamışsa ve iyi olman için uğraşmışsa... Bundan nefret ediyorum. 


-Medyanın akıllarımıza hükmetmesi faşizmdir. 



-Hepimizin ailesi hepimizin hayatını mahvetti. Çok ilgi ya da ilgisizlikle. 



-Son zamanlarda evlilik ilişkilerinde naturel çift var mı?

-Evet var
-Yalan söylüyorlar. Çok iyi bir evliliği olduğunu düşündüğüm büyük annem itiraf etti. Her zaman aşık olduğu adamın hayaliyle yaşamış.
-Sadece kaderini kabul etmiş.
-Daha iyi olmuştur. Adamı tanısaydı onu çok üzebilirdi.


-Sadece kendi içinde huzur bulduğunda mutluluğu yakalayacaksın.



-Falcıya kendini iyi hissettirecek şeyler duymak için para ödedin.



-Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı zaman kazandırdı diyorlar, kimse kullanmadıktan sonra zamanın artması daha çok çalışmak demektir.



-Aşk egoistçedir.

-Ayrılığın insanları ne kadar az düşündüğünü anlıyorsun.
-Feminizmi erkeklerin çıkardığını düşünüyorum.


-Biraz daha çok sevilmeyi istemek hayatta en çok istediğimiz şey değil midir?

-Gerçekten zarar verebileceğim tek kişi kendimim. 


-Hepimiz birbirimizin şeytanı ve meleğiyizdir derler ya, o kız tamamen melek. Çok akıllı, tutkulu, oldukça güzel. Biz erkekler kadınları gerçekten tanımıyoruz.



-Sanki benim rüyamdasın. En çok hoşuma giden biribirimize karşı çok sıcak oluşumuz. Sabah olacak ve balkabağına dönüşeceğiz:( 



-Kendimden sıkıldım. Seninleyken kendimi başka biri gibi biri hissediyorum. 

-Yıllar tavşanlar gibi geçer.
E: Bir çift yıllar sonra birbirinden nefret ediyorsa bu benim için ters.
K:Biri hakkında ne kadar çok şey bilirsen daha kolay aşık olursun.


İşte Cuma günü için keyifli bir film önerisi sundum. Yarın da 2. ve 3. filmler ile yazı devam edecek, tatil boyunca seriyi izleyebilirsiniz. 






AŞK İLE BİR DAHA...



Aşık olmak, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel olaylardan biridir.  
Hayatı bambaşka gösteren, insanı, içinin karanlıklarından çıkarıp ışığın, aydınlığın, güzelliğin olduğuna inandıran, tarifi kelimelerle imkansız bir kavramdır aşk.

Öyle ki, ancak içinden geçmişlerin anlayabileceği bu soyut olgunun aslında büyük bir devrim olduğunu kabul etmek gerek.

Devrimler, eski olan her şey yıkılarak yapılır. Bir gecede sahip olduğun her şeyi kaybedecek olmak devrimin gönüllerde kabulünü zor hale getirir. Kötü ya da eksik olan bir şeyi değiştirirken yanında bir sürü güzellikten, rahatlıktan, alışkanlıktan vazgeçmen gerekir.

Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi adım adım öğrenmek insanı konfor alanından çıkaracağından böyle bir yola girmek zordur. Dilini bilmediğin bir insanın hayatına girmesi ile yeni ve ortak bir dil geliştirmek, el ele tutuşup yürümeyi öğrenmek için çaba gerekir.

Aşkın bu dikenli yolunda yürümeye cesaret edenlere ise iç dünyalarında bir gül bahçesi vaat edilmiştir.

Burası öyle bir cennettir ki, dışarıda onları bekleyen zorlukları, itirazları, yıkımları, yeniden ayağa kalkmanın yoruculuğunu sıcak bir gülüş, tatlı bir sözle silecek güce sahiptir.

Aşıklar, dışarıdaki fırtınaları kırılmaz bir camın ardından yüzlerinde müstehzi bir gülüşle el ele izler ve ne olsa onlara dokunmayacağını düşündükleri bir dünyanın zevklerine kendilerini bırakırlar.    

Ama bu dünyanın değişmez bir kuralı vardır: Burası başka bir dünyanın demosu olduğundan her şey geçici, her zevk kısacıktır.Aslında kötü günler de, iyilerle eşit olarak verilmiş imkanlardır ve insanlar arasında döndürülür. Herkes güzel günler görür, çabuk geçtiğine üzülür. Zor zamanlardan da geçer. İnsan bu vakitte kazandıkları ile daha güzel günlere yürür.

Ama aşk diğer güzelliklerden başkadır. Çünkü aşk bu dünyanın yaratılış sebebidir. Onunla tanışıp neden bu aleme bırakıldığımızı fark etmemiz istenir.

Bu koca çölde yalnızlıklarımızdan sıyrılıp kendimizden vazgeçerek bir gönle akıp akamayacağımızı görmek isteyen Yaradan bizi bir çok yoldan geçirir.  

Hayat senaryomuza yazılmış bir aşk, gerçek bir şanstır. Ama aynı zamanda büyük de birbelayı ardında saklar. İçine düşülen aşk bizi gerçek sevgiye, Yaradan’a götüren bir yol olacak mıdır, yoksa gönlümüz bir yolcu olduğunu unutup uğradığımız bu istasyonda bizim gibi yolcu olan bir fanide kalacak mıdır? Buna bakılır.

Ve ne zaman büyük bir aşkla iki kişi bir araya gelse, bu ateşin büyüklüğü ölçüsünde yangınlar çıkacak, kendileri ile beraber çevreleri de sınava tabi tutulacağı kesindir.

Çünkü yer çekimi kadar gerçek olan bir kanun daha vardır: Birbirine hayat olan o iki kişi arasına ne zaman bu dünyadan hiçbir şey giremez olursa oraya kısa zaman sonra ölüm meleği uğrar ki, sevdiği kul, dinlencelikte takılıp kalmasın, gönül evini sahibine açsın. Ama bu öyle uzun ve meşakkatli bir yolculuktur ki, aşka düşen kaç kişi yolun sonuna varabilir bilinmez. 

Bana bu satırları yazdıran sosyal medyada rastladığım bir veda yazısı oldu. Tüylerim diken diken olarak okuduğum satırlar yüreğimi deldi geçti. Onun için büyük bir aşkın taşıyıcısı olan yazar Şermin Yaşar’ın son postunu buraya aynen almak istedim. Birkaç gün önce eşini kaybeden acılı yürek şu satırları kaleme almış:

 Taziye için gelen pek çok kişi “sözün bittiği yerdeyiz” dedi. İnsan ne diyeceğini bilemiyor evet, ama benim için belki de sözün başladığı yerdeyiz.


Evlenirken bana, yabancı bir adamı eve nasıl sokarsın dediler. Oysa Nedim, çocukların kapıdan içeri girince üstüne atladığı, gece masallar okuduğu, yıkadığı, uyuttuğu, candan sarıldığı Nedim Babaları olmuştu. Biz evlendiğimizden beri o her gece çocuklarla uyudu, tepelerine dikilip “yav siz beni unuttunuz mu?” dediğimde kollarını açtılar gülerek, e hadi bari sen de gel, dediler. Bana öğretti ki üvey baba/üvey anne diye bir şey yok; insan var, insan olamayan var.


Biz evlenirken bana aranızda çok yaş farkı var, o erken ölecek dediler. Haklıymışlar, ama ölüm bana da gelebilirdi. O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel...

Ben kararımı alırken başkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.

Tanıştığımızda “ben çok mutsuzum, sebepsiz, sanki senin yanında iyileşiyorum” dedi. İyileşti. Gördüm. Etrafımızdakiler gördü. Çok güldü, çok sevdim, etrafında dört döndüm, şımarttım, sevgimi sonuna kadar gösterdim. Geçen hafta bir fotoğrafını çektim, çok tatlı çıktın diye uzattım. “Biliyor musun, gamzem olduğunu seninle öğrendim, demek önceden hiç böyle gülmüyormuşum”, dedi. Bana öğretti ki, hayat kara sularda seyrederken dümen kırabiliyor. Ben onun için o dümeni kırdım, son yılını açık, ferah, güneşli, aşk dolu bir denizde geçirdi. Fakat yolculuk bu kadarmış. Bana da ona yoldaşlık etmek yazılmış.

Beni her gece “Nasıl yazıyorsun anlamıyorum ama, ne olur hep yaz,” diye oturtturdu masaya, karşıdan izlerdi. “Ya sen bakarken nasıl yazayım” dedim hep gülerek, “E canım sen de gözümün önünde yaz, özlüyorum” dedi. Hep yazacağım Nedim, hep. Gözünün önündeyim biliyorum, sen de öyle. Sen hep “ne kadar duygusal olduğunu bilmesem bu kadın taştan diyeceğim, nasıl baş ediyorsun her şeyle” derdin. Taştan değilim, taş olsam dün orta yerimden çatlar, paramparça olurdum. Ama baş edeceğim. Aşkın da benim içindi, acın da yokluğun da benim için...”

Yazara başsağlığı ve sabır dilerken, aşkını ölüm meleğine teslim ettikten sonra hayata tutunmaya çalışan rahmetli babaannemi hatırladım. On altı yaşındayken aşık olduğu adamla evlenen şanslı bir kadın babaannem. Onunla geçen 8 yıllık kısa evliliğinde üç çocuğuna baba olan adamı ömrünün sonuna kadar unutmayan aşık bir kadın. Aşkını yitirdikten altı ay sonra, babasının ayrılığına dayanamayan 7 yaşındaki kızını da toprağa verdiğinden güçlü olmak zorunda kalan bir kadın. 33 yaşında kalp krizi geçirip vefat eden ilk kocasının ölüm haberi geldiğinde sonradan en sevdiği evladı olacak amcama hamile olduğunu öğrenen, o üzüntü ile karnındaki çocuktan kurtulmak için her yolu deneyen çaresiz bir kadın. Ama sonra kısa sürede çocukları için kendini toplayıp yeni bebeğine Çanakkale’de şehit düştüğü için hiç görmediği kendi babası ve onun adaşı olan aşkının ismini veren genç bir kadın.

Güzelliği ile parmakla gösterildiğinden ailesi tarafından yalnız yaşaması uygun görülmeyen ve bir an önce baş göz edilmeye çalışılan babaannem, aşkını kaybettikten üç yıl sonra uzak akrabalarından ona aşık bir adamla tekrar evlenmiş. 

Ben aşık olduğu karısından sekiz yaş küçük o genç adamın torunuyum. Ömrünün sonuna kadar, adını taşıdığım babaanneme aşkla bağlı kalan, onunla elli yıl geçirdikten sonra ardından gözyaşı dinmediğinden kalbi 28. gün durup sevdiğinin yanına gömülen bir adamdı dedem.

Ama ilk kocasına aşık bu kadının aşkına hiçbir zaman ulaşamayan acılı adam, onun gözüne girmek için tek evladı babama, üvey çocuğu gibi davranıp, karısının diğer çocuklarına gerçek bir baba olmayı seçse de amacına ulaşamamıştı.

Çünkü, sevgi emek olsa da aşk bambaşkaydı. İstendiğinde elde edilebilen bir şey değildi aşk, bir ikramiye gibi başına talih kuşunun konması ile elde edilen bir şanstı. İkramiye diye bakınca da, yine aşkın gizli kanunun işlediği görülür, kendisine büyük piyango çıkan herkes de, nasıl bir döngüye giriyorsa kısa sürede hem zirveyi hem dibi görür.

Dedem de, evinde eşinden sevgi saygı bulsa da, talip olduğu aşkı sevdiği kadının gözlerinde hiç göremeyince bu aşksızlığın öfkesini hareketlerine yansıtmış olmalı. Onu aceleci, fedakar, fevri, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığından hep dert edecek bir şeyler bulan endişeli bir insan olarak hatırlıyorum.

Babaannemin ise, ilk kocası tarafından sesin hiç yükselmediği, sakin bir ortamda evliliği tanımış, aşkla beslenen gönlü hiç kırılmamış biri olarak devamlı panik halinde, çabuk sönse de, çabuk parlayan öfkesi ile sürekli bağırıp çağıran dedeme alışması hiç kolay olmamıştır diye düşünüyorum.

Aslında ikisi de, kesişmeyen aşkın, yani aşksızlığın gizli öfkesini hep yedeklerinde taşımış ve galiba bunun acısını en yakınlarından, babamdan çıkarmış. Sevgiden mahrum olduğundan dikkat çekmek için haylaz bir çocuk olmayı seçen babamdan, birbirlerine “Senin oğlun”, diyerek bahsetmişler hep. Hani övündüğümüz, sevdiğimiz şeyleri sahiplenir, çocuklarımızın başarılarında “Benim oğlum/kızım” deriz ya, işte anne babasının tek evladı olan babam ne kadar başarılı olsa da, o sahiplenmeyi hiç görmediğinden sevilmediği kabulü ile büyümüş. Bu nedenle olsa gerek aşka gönlü kapalı, aşırı mantıklı bir insan olmuş.

Sonrasında babaannem de, her iş başına düşüp hayat yolunda güçlü durmayı öğrenince kimseye insiyatif bırakmamayı seçmiş ve babam için kız bulma çalışmalarına girişmiş. Güzellik ilk kriteri olan kadın, kendisine layık bir gelin aramış ve kendinden güzelini annemde bulup oğluyla evlendirerek babamı aşka düşme derdinden/güzelliğinden kurtarmış.

Çocuklukta yüzü gülmeyen babam, yine de şanslı imiş ki, uyumlu karakteri ile onu sakinleştirmeyi beceren, sevgisini göstermekte çekingen olsa da eşini seven, kendisi gibi mantığı güçlü bir kadınla, annemle evlenmiş.

Aşkın yıkıcılığının gölgesinde büyüdüklerinden olsa gerek aşk evliliğine karşı olan, mantığa oturmayan hiçbir ilişkiyi kabul etmeyen anne ve babam bizi de aynı mantıkla büyütmüş.

Ama, insan yedi göbek sülalesinin enerjisinden genetik miraslar alır derler ya, hatta o enerji alanlarını düzeltmez, geçmişten getirdiği yükleri temizlemezse benzer trajediler, benzer süreçlerle karşılaşacağı söylenir ya, onun için olumsuzu duyarak büyüdüğü şeylerden korkar insan.  İşte benim zihnimde, bir karma olarak ortaya çıkan durum hepsinden zor.

İçinde her zaman her şeyi yoğun duygularla yaşayıp kararlarımı delikleri çok sık bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra veren biri olarak, aşk ve ardından gelecek felaketler mi, yoksa aşksızlıkla ama istikrarla yaşanan sıradan hayatlar mı iyidir karar verememişimdir. 

Bu kararsızlıkta anne babamın hayata son derece mekanik yaklaşımlarıyla, karşılıksız aşkın mağduru duygusal bir dedenin ve tabi aşık olduğu adamı kaybeden ama aşkı yüreğinde tazeliğini ölene kadar koruyan babaannemin genetik katkılarının etkisi olduğunu düşünüyorum.   

Ancak her zaman yedeğimde ölüm meleğinin üzerinde kanat çırptığıkarşılıklı aşkın korkusu da olduğundan mantıkla, sevgi ile istikrarla hayat yolculuğuna devam edilmesi gerektiği kanaatine varıyorum.

Ama Şermin Yaşar’ın “O kadar sevdim, o kadar sevildim ki bir buçuk yılda, on ömrün sevgisine bedel... Ben kararımı alırkenbaşkasıyla sevgisiz ama zoraki evli, elli yıl geçireceğime seninle on yıl geçiririm, demiştim. Aşkın var olduğunu biliyordum ama bu kadar güzelini görmemiştim. Bana öğretti ki her yaşta aşk var, olan var, olamayan var.” dediği satırları okuyunca aşkın hayalden gerçeğe dönebilen bir olgu, sürprizlerle dolu yemyeşil bir yağmur ormanı olduğunu düşündüm. Mantıkla kurulmuş evliliklerin de üzeri naylonla örtülü seralar gibi sakin, korunaklı bir ürün yetiştirme sahası.    

Bu noktada da, Dostoyevski'nin şu sözünü hatırladım: Ne yaparsan yap, pişman öleceksin.             

Aşkın yükünü kaldıracak gücü olanlara aşkla dolu dolu geçecek unutulmaz zamanlar, tercihini sevgiden, emekten yana kullananlara da, seralarında iyi çalışmalar dilerim.  

Not: 1-Yazı kelimelere bağlanmış unutulmaz şarkılarla zenginleştirilmiştir. Okuduktan sonra tıklamayı unutmayınız. 

2-Bu yazı, 13 Temmuz 2018 tarihinde önceki blogumda yayınlanmış olup blog şuanda teknik nedenlerle yayın hayatına son verdiğinden yazı buraya taşınmıştır. 13 Temmuz 2018 Cuma   

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...