film yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

CİCİ Netflix


  SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 


306-CİCİ

Bir Başkadır'ı severek izlemiş, yazmıştım. Devamını beklerken Berkun Oya'dan aynı oyuncu kadrosu ile yeni bir film geldi. Tanıtımları dönmeye başlayınca da heyecanlandık. Ancak üst üste bir izleyip sezonu bir kerede bitirebilen biri olarak neredeyse üç saate uzayan bu filmi defalarca durdurup ve sonunda iki güne bölerek izledim. İkinci yarı hızlı ve etkileyiciydi ama ilk bölümde yavaşlıktan çok sıkıldım. 

Islatılmaktan travma mı olur (evet her şeyden travma olur ama konunun uzmanı değilim o yüzden uzatmayacağım) gibi gereksiz tartışmalarının yapıldığı film için süre konusu dile gelmeliydi. Çünkü bu kadar kaliteli oyuncu, bu kadar güzel planlar ve film içinde film çekilirken ilk bir buçuk saatteki diyalogsuz sahneler boş geldi. Saklanan bir sır var ama bu ortaya çıkana kadar dallanıp budaklandığı için çok kopuk sahneleri var.       

Olgun Şimşek ne kadar büyük oyuncu olduğunu bir kez daha gösterdi ve çok iyiydi. Senaryo da güzeldi. Bir saat daha kısa olsa çok daha çarpıcıydı. Sonunda film izleyiciyi kazandı ama sadece sabırlı olanları.

Travmalar kolay değil, anlatması hele de sinemada vermesi çok zor. Yine de üstesinden gelinmiş film için emeği geçen herkesin eline sağlık.

Aslında bu ara çok fazla dizi ve film izleyip not aldım. Zaman bulsam daha çok şey yazacağım. Ama günler öyle hızlı geçiyor ki yazmak yaşama yetişemiyor.  

Cici için iyi seyirler!

Bir Olgun Şimşek sahnesi eklemek farz oldu. 

Keşke aşıklar bu kadar güçlü sevip vefalı olsa !


  


Aşıklar Bayramı Netflix'te

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

303- AŞIKLAR BAYRAMI

Sanal yazı evinde bir aylık tempolu bir yazı maratonundan sonra film- dizi izleme ve bloga yazma işlerine geri döneyim dedim. 

Herkese selam. Umarım keyifler iyidir. Bu gün son günlerin popüler ama izleyip beğenen bir kişiye bile rastlamadığım filmden bahsedeceğim: 

Kemal Varol'un üçleme kitabının ikincisinden aynı isimle uyarlanmış bu film son zamanlarda izlediğim en boşluklarla dolu yapımlardandı.

 Kimine göre özellikle bırakılmış olan bu boşluklar benim gibi kitabı okumamış olan izleyici için olmamışlık hissi vermekten öteye gitmedi.
 
Yirmi beş yıldır birbirini görmeyen baba oğulun uzun yol boyunca hesaplaşmalarının olmasını bekledik ama nerdeyse oyuncu Kıvanç'ın iki kere beni neden yatılı bıraktın, aramadın, her hafta gelirsin diye bekledim, neden diye sorup karşılık alamaması dışında konuşma sahnesi yoktu. Ki bu da birbirinin aynısı sahnelerdi, ne açıldı ne konuşuldu yanıtlar. 

Yolda jandarma durdurdu. Arama yapmak istedi. "Avukatım" yanıtına" Fark etmez" diye cevap verildi ki bu bile hatalıydı. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da hukuk açısından; kimlik sorulanın Avukat olması "fark" eder. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali hariç Avukatın üzeri ve yanında taşıdığı eşya, otomobili ve kullandığı diğer araçlar aranamaz. 

Bu notu da düştükten sonra müziklerin de keyif vermediğini düşünüp uzman görüşlerine baktım. Onlar da çok eksik bulmuşlar.

Heves Ali adlı aşık, babanın hayatı anlatılırken neden olduğu uçurumlar, neler yaptığı ve neden yaptığı verilmeliydi. Benim anladığım çocuğunu da her geçtiği yerde aşık olup türkü yaktığı kadınları da boynu bükük bırakıp gittiği. Herhalde çok beddua aldı kadınlardan ki ömrünün sonunda kötü hastalığa yakalanıp helallik isteyeyim dedi, yola koyuldu ama onu da beceremedi. 

Ben bunu neden izledim, araba reklamı mıydı, uzun yol manzaraları mıydı bilemedim. Neyse ki çamaşırları katlayıp sökükleri dikerken ses oldu evin içinde. 

Filmden anladığım Kıvanç Tatlıtuğ harbi yakışlıdır ama senaryo boşsa adam ne yapsın:))) Kağıttan bir karakterdi, hayatı, babasızlığın etkileri, ne yer ne içer, kimi sever belli değil. Şehirde çalışan bir avukat, doğu illerine doğru yolculuk yaparken hastanede babasına serum takan hemşireye sanaldan yazıp akşam evine gidip orada sadece uyur mu? Hemşirenin ensesindeki yarım mandala dövmesi hoştu ama diyalogları boştu. Ağaç kovuğundan mı çıktı bu adam, ne oldu şimdi bu kadınla gibi sorularla beni bıraktı.

Kitabı okuyan varsa detaylar konusunda bizi aydınlatabilir. Ama sosyal medyada gördüğüm kadarıyla hevesle başladıkları film için onlar da kitabın ve yazarı hatırına ağızlarına fermuar çekiyorlar.    

Aklımda kalan tek cümle, "Aşıklarla açların uykusu gelmez." 
Uykumun gelme sebeplerini buldum :))  


   

Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981)

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 


301- KIRIK BİR AŞK HİKAYESİ

 Merhaba,

Bu ay Yazı-yorum Dergide çok özel bir yazar var. Selim İleri. Mutlaka indirip okuyun.

   Ben de çok sevdiğim yönetmenlerden Ömer Kavur ile Selim İleri'nin beraber senaryosunu kaleme aldığı bir filmi yazdım.

Kırık Bir Aşk Hikayesi 1981'de çekilmiş 41 yıl geçse de aşk durdukça izlenir. 

Ayrıca bakir deniz kıyıları görmek için son yıllar... 

Eskiyi özleyenlere ısrarla tavsiye edilir. 

Androidler için uygulamayı da indirebilir oradan daha kolay okuma şansı elde edebilirsiniz.

Bilgisayarınıza dergiyi indirmek için tıklayın.

İmkansızın Şarkısı (2010) Haruki Murakami filmi Yazı-yorum Dergi 44. sayıda


SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

296-İmkansızın Şarkısı (2010)

Merhaba,

Haruki Murakami'nin aynı adlı romanından filme uyarlanan İmkansızın Şarkısı Yazı-yorum Dergide yayınlandı. 44. sayıyı PDF dergi olarak ücretsiz bilgisayarınıza indirebilirsiniz. 

Link için buraya tıklayın.  

BİR KADIN ZAFERİ- 2018 DE DIRIGENT


  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 204.FİLM   

Mayıs sonundan beri yeni bir film yazısı paylaşmamışım. Aslında mümkün olduğunca her gün bir şeyler izliyorum. Yazı her zaman yaşamın gerisinde kalıyor. Bir de tutulmalar, retrolar falan derken iyice yorulduk. Bir yerden başlayayım da gerisi gelir diyerek bir film önerisi ile dönüş yapayım. 

NEVER LEAVE ME (BENİ BIRAKMA) 2017


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 105. FİLM 

Bosna sinemasının en önemli yönetmenlerinden Aida Begiç'in üçüncü filmi olan Bırakma Beni adlı yapımı TRT2 Film kuşağında, Film Önü ve Film arkası programlarının da katkısı ile izledim. Çok etkileyici bir yapım olan filmden sonra yönetmenin KAR adlı filmini de merak ettim. Gerçi bu film önceki iki yapımdan epey farklı imiş ama ilk fırsatta onları da izleyeceğim.

HAYSİYET KOLONİSİ- 2015


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 102. FİLM -

Spoiler içerir -




İsimler herkesin hayatında belirleyicidir. Bu nedenle önemlidir. Seçme şansımızın olduğu her yerde onları olan durum üzerine değil de istediğimiz dilek ve temennilere göre koyarız. 

Sadece kendi adımız, bizim değil, anne babamızın ya da onların iradelerine ipotek koymuş kendi anne babalarının eseridir. Bazen bir ömür o isimle mücadele ederiz bazen de ekmeğini yeriz. Velhasıl arzuları yansıtır isimler. 

Arzu, istenendir yani elimizin altında değildir. Mutluluk arayan bir çift çocuğuna bu ismi verebilir. Hayatında esaretin izleri olanlar evladı kız da olsa oğlan da "Özgür" ismini seçebilir çocuğuna. Bir iş yeri açarken önceki hayatından kaçmanın ferahlığı ile "Kurtuluş" adını verebilir dükkanına bir esnaf. 


ROMAN J. İSRAEL; ESQ 2018

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 92.FİLM 

-Spoiler içerir -
                                          

Bugün biyografik bir filmden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda seyrettiğim filmler arasında beni çok etkileyen bir yapım. Başrolde Denzel Washington var. Zaten Oscar'a sekiz kez adaylık iki kez de ödül alarak başarısını tescillemiş bir oyuncu. Senaryo da sağlam olunca muhteşem oyunculuk yeteneği ile sizi büyüleyen oyuncunun filmi unutulmazlar arasında yerini almış. 

Ancak geçen yıl Oscar'da en iyi erkek oyuncu dalında tekrar aday gösterilse de bu sefer ödül alamamış. Bunun sebebini film önü ve film arkası programını hazırlayan Alin Taşçıyan ve Mehmet Açar şöyle yorumluyor: Amerikan Sisteminde özellikle tüm polisiyelerde devlet ve ceza sistemine güvenilmesi telkin edilir. Bu filmin desteklenmeme sebebi derin bir sistem tartışması yapması, insanları düşündürmesi bir nevi zülfüyâre dokunmasıdır. 

Gerçekten de filmde idealize edilmiş bir avukat var. Tüm paragöz, hırslı, sadece kazanmaya odaklı, muhatap olduğunun insan olduğunu unutanlara inat, sistemin çarklarından biri olmayı reddeden asosyal bir dahi. Filmde çok vurgulanmasa da dünya tarihinde önemli çalışmaları sonuçlandıran bir çok bilim adamında görülen asperger sendromuna sahip. 

Çok zeki ama her doğruyu en acımasız şekliyle her yerde söyleyen, otorite tanımaz, sistem yalakası olmayı asla başaramayan, insanlarla ilişkilerindeki sıkıntısını fark edip onu seven, kollayan, lider ruhlu insanlara çok iyi bir ikinci adam olan Roman, 35 yıldır çalıştığı, aynı zamanda saygın bir hukuk hocası da olan patronu avukatın bitkisel hayata girmesi ile ortada kalır ve gerçek hayatla yüzleşir. 

Çünkü, en basit zevklerden dahi feragat ederek yıllarca çalışmasına rağmen hiçbir birikimi yoktur. Mecburen iş başvurusu yaptığı yerlerde kendisi gibi birini aramadıklarını görünce yıkılır. Her yerde kolaycılık, menfaat, uyanıklık geçer akçedir ve Roman için bunlar aşağılanacak şeylerdir. Ama o, kendisini Hukukun akademik ve içtihatlarla derinleşen dünyasına kapatıp hayatını vakfederken günlük hayat hızla değişmiş, idealler, onun önemsediği değerler demode hale gelmiştir. Bunları anladığında sudan çıkmış balık misali çaresizce çırpınır ve biz filmde bu sancılı süreci izleriz. 

Hepimiz bir sebeple böyle dönemler yaşamış ve Kadir İnanır'ın bir filminde dediği gibi "Hepsinin canı cehenneme. İnsanlık için çalıştık, sokakta kaldık. Bundan sonra başka bir adam olacağım. Babamı mezara itenlerden daha gaddar, daha insafsız. Onun için, atom fiziğine de, profesörlüğe de lanet olsun" demişizdir. Yanımızdakiler "Sen alim adamsın abi, başka ne iş bilirsin ki" dediğinde Kadir İnanır'ın sesinden "Ama öğreneceğim, kumarbazlığı, itliği, hergeleliği. Bu güne kadar aptaldım, bundan sonra akıllanacağım" diyemesek de o sahne gözümüzde canlanmıştır.  

Ya da bu günlerde popüler olan Babil dizisindeki İrfan'ın yaşadığı hale benzer durumlar yaşayıp ne yapacağımızı bilmez halde geçmiş yaşamlarımıza bakmış, etrafımızı boşaltan dostlar, işsizlik, parasızlık, ailevi sorunlarla daralmış tıpkı filmdeki kahramanımız Roman gibi yanlış yolların kavşağına gelmişizdir. 

İşte ödeyeceği kiranın zamanı gelince daha önce çalışmak istemediği bir patronun kapısını çalan Roman orada işe başlamak zorunda kalır. Bir zaman sonra bu lüksle çevrili dünyada ayakta kalabilmek için onlara benzemeye karar verir. Ve genel  ilkeleriyle çelişen bir yoldan tek seferlik de olsa büyük bir para kazanır. Vicdanını rahatsız eden bu hata onu derin bir sorgulamanın içine çeker. 

Önce “Saflık bu dünyada varlığını koruyamaz” diyerek kendini rahatlatmaya çalışır. 
Diğer hayatın tadını aldıkça “Dürüst olmak çok zor, sadece ilkelerine karşı değil kendine karşı da, başka bir hayat istediğini itiraf edip o yönde harekete geçmek gerekliymiş” der.

Ama bir gün onu idealist yaklaşımlarıyla tanımış bir kadınla yemeğe çıkar. Asosyal olduğu gibi işten başka hayatı olmayan Roman'ın ailesi de yoktur. Kadınlarla da arası iyi değildir ama bu teklif onunla ilgilenen kadından gelince artık yaşam tarzını da değiştirdiğini düşünüp kabul eder. Onu lüks bir restorana götürür. Fahiş fiyatlardaki yemeklerden söyler. Yemek boyunca kadın ona ne kadar hayran olduğunu anlatır. O ise portakallı ördeği hiç böyle hayal etmemiştim, porsiyonlar da çok küçükmüş diyerek konuyu değiştirmeye çalışır. Yaptığı hatayı sadece kendisi bilmektedir ama hakkındaki güzel düşünceleri dinledikçe bu durumdan rahatsız olur ve içinde derin bir hesaplaşma yaşar. Hoşlandığı kadın "İlerlemeye devam et burnunun dikine, ileriye" deyip onu yüreklendirdiğinde çoktan eski ilkeli insana dönmüş, hatasını telafinin yollarını aramaya başlamıştır. 

Roman, hiç bir zaman o hayata ait olamaz ve kendini bırakamaz."Çelişen fikirlerle yaşama becerisi epey emek gerektirirmiş" diye düşünür ve buna alışık olmadığından zoruna gider. 

Zaten öyle değil midir, insan her zaman dürüst davranır ama gün gelir hayatı boyu ilkeli davrandığı konularda tek bir hata yapar. Böylece kafa konforunu kaybeder sürekli bir vicdan azabı ve korku ile yaşar. Her şeyden aldığı zevki kaybeder. Kendini, kötü, kirlenmiş hisseder. Bu hal kendisine olan saygısını azaltır. Oysa her gün onun yaptığının kat be kat fazlasını hayat tarzı haline getirmişler vardır ama bundan rahatsız olmazlar. Hasılıkelam inandığı şekilde yaşamamak yüktür insana. İşte kahramanımız da bu yükün altında ezilir ve tekrar eski haline dönmeye karar verir 

“Aklı da suçlu değilse bir tek eylem insanı suçlu yapmaz” diyerek kendi cezasını kendi keser. Bu da sonun başlangıcı olur.

Filmin detaylarına daha fazla girmeyelim ki, seyretme zevki kaçmasın. 

Bu filmden hareketle şunları söylemek mümkün:
Her ne kadar ilkeli davranmaya çalışsak da hayat yolunun sarpa sardığı bazı zamanlarda yanlışlar yapabiliriz. Ama önemli olanın, bunu fark etmek ve geri dönmek olduğunu, hepimizin zaaflardan ve hatalardan oluştuğunu hatırlamak bir çıkış olabilir.  

Sezen Aksu’nun dediği gibi "Masum değiliz hiçbirimiz" bir çağ yangınının içinde bazen bile isteye, bazen savrularak, kimi zaman da farkında olmadan hem yanmış hem yakmışızdır. 

"Birbirimizi  bağışlayalım, doğanın ilk kanunu budur" diyen kahramanımız da, bugün bir filmle taçlandırılmış hayatı yaşamış, kendi iç hesaplaşmasını yapmış, kendi normaline, vicdanın sesine dönmüştür, ağır bir bedel ödese de. 

Kahramanımızın diğer insanlardan ayıran elbette dahi olması. Bunun yanında zekasını insanlığa kalıcı bir miras bırakacak çalışmalarda kullanması, kısa yoldan zengin olmanın peşine düşmemesi. Bunu yaparken kendini unutması, nefsine fazla yüklenmesi. Sosyal yanı zayıf bu adamın elinden tutacak kimsenin olmaması da hataya daha kolay kaymasına sebep oluyor. Yapayalnız kaldığınızda hata ya da sorumsuz seçimler yapmak daha kolaydır. Ama aile fertleriniz, dünyaya gelmelerine vesile olduğunuz çocuklarınız varsa daha temkinli hareket etmeniz gerekir. Yani aslında kimi zaman prangalarımız olarak gördüğümüz sorumluluklar bizi hayata bağlayan, kökleşmemizi de sağlayan unsurlardır. Zaman zaman çalışmaya ara verip yaşamayı da ihmal etmemeliyiz ki, büyük patlamalar yaşamayalım. Bu husus da filmden çıkarılması gereken önemli derslerden biri.   

Amerika gibi hukukçuların çok yüksek ücretler kazandığı, bir dava açabilmek için insanların evlerini ipotek ettirdiği, hukuk sisteminin paralı olduğu, savcıların insanları avukatları aracılığıyla uzlaşmaya davet ederken yüksek cezalar isteyerek belki de aklanacakları davalarda yargı yoluna gitmeden dosyayı kapatmaya zorladığı, bu durumun istisna iken kural haline geldiği sistemde, kahramanımızın ilkeli kalması çok büyük bir başarı. Merkezine insanı almayan sisteme karşı duran Roman, "Yargı sistemi neden kurulu, bir yargılama olsun diye ama davaların çoğu (%80 gibi bir rakamdı sanırım) açılmadan insanlar savcıyla uzlaşmaya zorlanarak bitiriliyor" diyerek sistemin işlettirilmesi yönünde çalışmalar yapıyor. Onunla ilgilenen zenci kadın meslektaşı, onu anlamayan gençlere bu gün burada toplanabiliyorsak bile onun sayesinde diyerek hak ve hukuk konusunda otuz beş yıldır çaba gösteren bu adama derin bir saygı ve sevgi duyuyor. Böyle lokomotif insanlardan biri Roman J. İsrael. 

Filmi başta tüm meslektaşlarıma, hukuk öğrencilerine, hak ve adalet kavramına ihtiyaç vardır diyen herkese ısrarla tavsiye ediyorum. Ülkemizde ticari gösterimi olmayan (ki bu da çok manidar, ideale yaklaşma çabasındaki hukuka dair bir sistem eleştirisinin genel seyircinin ilgisini çekmeyeceğinin düşünüldüğü bir ülkede hukukçu olmak, hukukçu kalmak ne çok zorluğu barındırıyor içinde) bu film ilk kez #trt2 de yayınlandı ancak Türkçe dublaj ve alt yazıcı seçenekleriyle açık kaynaklarda da bulmak mümkün. 

Bu dünyadan öyle ya da böyle geçeceğiz ve gideceğiz. Yaşarken yiyeceğimiz miktar da belli. Açgözlülük etmemek, bizden sonra gelecek nesillere de yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için öncelikle "Herkes yapıyor ne var bunda" demeden geride hayırla yâd edilecek bir yolculuk hikayesi bırakalım. 

Kolay mı, elbette değil. Belki kahramanımız kadar kendimize yüklenmek de doğru değil o zaten bunu dahi olmasının sonucu olarak istem dışı yapıyordu. 

Bir de unutmamamız gereken bir husus var: Her varlığın hareket etmesi için boşluğa gerek olduğu, tam olanın, boşlukları doldurulmuş, parçaları tamamlanmış olanın dengeye ulaştığı için hareket etmediği bilimsel bir veridir. Yani denge ölüm demektir. İnsan kelimesinin de kökenine inersek,  yanılan, unutan olduğunu görürüz. Dolayısıyla yaşıyorsak yanılmamız, unutmamız her zaman olası. Büyüklerin "İş dediğin mezarda biter, zaten orada uzun uzun yatacağız" dediği hareketsizlik hali bizi ele geçirmeden önce dönüp bakalım kendimize, çevremize, yaşadığımız bu bela, musibet dolu günlere. Çekilen acılara derman olamayız belki, ama kendi acımıza da şifa olacak iyilikler  yapmak belki de hatalarımızı silme fırsatıdır. 

Ve artık sloganım haline gelen "Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" a ek "Yaşıyorsan bitmemiştir" diyerek söze son verelim... 

Filmden önce ya da sonra düşünmek için kendimize de bir boşluk hediye edelim derim... Sadece bize ait, kulağımızdaki o kulaklığın, uygulamaların esiri olmadan geçecek bir zaman...

HANDAN KILIÇ  

Marriage Story 2019 Scarlett Johansson Adam Driver

             ======BLOGDA 100.YAZI=======

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 85. FİLM 


-Spoiler içerir -


Tıpkı Irıshman gibi digital medya platformu için çekilen yeni bir filmi daha dünyaya ile beraber izledik. 

İlk  bakışta İngmar Bergman filmlerinden "Bir evlilikten manzaralar" ı hatırlatan yapımın bir sahnesinde o filmin afişini görüyor, yönetmenin oraya da atıf yaptığını anlıyoruz. (Adı geçen film için yukarıdaki linki tıklayabilirsiniz. )

Başrollerini neredeyse her filmde oynayan iki popüler sanatçı, Scarlett Johansson ve Adam Driver paylaşıyor. 

"Onu gördükten iki saniye sonra aşık olmuştum" diyen oyuncu bir kadın, bir tiyatro yazarı ve yönetmeni olan adamla evliliğine "zamanın eli değince" onu bitirme kararı alıyor. 

Bu düşüncede olmayan, karısını ve çocuğunu seven, ailesine düşkün koca hemen pes etmiyor. Aslında kocasını seven ama susmuş ve gitmek üzere olan kadın da her şeye rağmen çabalıyor. Beraber evlilik terapistine gidiyorlar.  Orada verilen bir ödevde çiftin birbiri hakkında sevdikleri şeyleri anlattıkları mektupların okunmasıyla başlayan film aynı mektuplarla bitiyor.

Yazdıklarından, amiyane tabirle birbirlerinin ciğerini bildikleri ve o halleri ile karşısındakini kabul edip sevdiklerini anlıyoruz. Ama işte bir şeyler yitirilmiş, ilk zamanlardaki o aşk ateşi yanmıyor. İki taraf da sanatçı olup aşktan beslenince sevgileri diri olsa da özellikle kadının, aşkın külleri üzerinde dolaşmak istemediğini düşünüyoruz. 

"Gördüğünden geri kalmak" zordur çünkü. Aşkı hiç bilmeyen iki insan daha istikrarlı bir birliktelik inşa edebilir. Çocuklar oldukça ortak bağlar güçlenir, beraberlikleri perçinlenir ama evliliğe aşkın yüksek enerjisi ile başlayanlar kısa sürede rutine dönüşen evlilik kurumu içinde sıkışır kalır. Aşk hem soluk aldırır, zor zamanlarda tutunacak daldır ama varlığını bilenlerce yokluğu hava gibi anında hissedilir. Nefessiz kalan çift alışkanlıklara yenilip heyecanı kaybedince yaşamın getirdiği sorunlarla daha zor baş eder. 

Bu filmde de çift en sonunda anlaşarak boşanmaya karar veriyor. Kadın aldığı iş teklifi nedeniyle ailesinin yaşadığı şehre gidip çocuğunu da orada okula veriyor. Ancak orada iş arkadaşlarının ısrarı ile avukat tutunca boşanma süreci çirkinleşmeye başlıyor. Avukatların savaşa çevirdiği bu zorlu dönem birbirlerine olan kırgınlıklarını derinleştirecek şekilde sırların açık edilip tarafların mahkemede bel altından vurulması ile devam ediyor. 

Bu sahneleri izlerken hala gerildiğimi görünce acı acı gülüyorum. Boşanmış bir çok kadının bu filmi travmalarından kaynaklı acılarını boşaltmak, ağlamak amacıyla seyrettiğini biliyorum ama benim gerginliğim ondan değil. Yıllarca avukatlık yapmış bir insan olarak ağır cezada işlenen suçlardan fazla gerildiğim dosyaların boşanma davaları olduğunu hatırlıyorum. Zaten filmde de, "Ceza avukatları kötü insanların iyi yönlerini, boşanma avukatları ise iyi insanların kötü yönlerini bulmaya çalışır" diyordu. Bu yüzden Aile Mahkemeleri'ni sevmiyorum, aynı yatağı, hayatı, çocukları paylaşan insanların nasıl canavara dönüştüğünü çok iyi biliyorum. 

Boşanmak da evlenmek kadar doğal bir olay olsa da birinde törenler, kutlamalar yapılıyor birinde dost kalalım kararındaki çiftler bile üzgün bir dönem geçiriyor. Şimdilerde haberlere konu olan tek tük boşanma kutlaması yapanlar, gökyüzüne balonlar bırakıp erik dalı oynayanlar da var ama özellikle kadınlar ülkemizde yaşamlarını kaybediyor. Bu süreçler lafın gelişi değil gerçekten kanlı bir hal alır oldu. Bu durum korkutucu. İşte bu filmde taraflar istemeseler de bu kötü süreci daha fazla çirkinleşmeden bitirmeyi biliyor. 

Aile kavramının önemine vurgu yapmak, dağılan yuvalara"Devam etmeyi deneyin, bir kez daha iyi yönlerinizi hatırlayın" demek amacı taşıyor mu film bilmiyorum ama alt metinde buna da işaret ediliyor sanki.         

Ayrıca Amerikan Hukuk sisteminin yüksek fiyatlarla katkı sağladığı da malum olunca burada birikimlerini bir inat uğruna tüketen çiftin hali de bir uyarı. 

Yönetmenin anne babasının bu filmdeki gibi boşandığını öğrenince ne kadar yumuşak olsa da bu sürecin çocuklarda kalıcı travma etkisi yaptığını hatırlıyoruz. Ki, diğer filmlerinde de boşanma konusunu işleyen yönetmen için ayrılık "Mesele" olarak varlığını sürdürüyor, sanatına yön veriyor. Hem de çiftin çocuklarını öncelemeleri, onun velayeti için çaba göstermeleri bu esnada da birbirlerinin hayatında eskisi gibi var olmalarına, savaşmayı bırakmalarına rağmen. 

Sonuçta kadın, erkek ve çocuk için boşanmanın sessiz bir kabullenişi de var ama. Çocuk, ebeveyni ile ayrı evlerde buluşmaya alışıyor. Belki de gerekçelerini bu günkü aklıyla mantığa bürüyen yönetmen boşanmanın sebebi gibi duran annesine hak veriyor.

Kadını en başından beri yüzü gülmeyen, çabalamayan biri olarak görüyoruz. Evlilikle beraber şehir değiştiren kadın kariyerinin yarım kaldığı hissine kapılıyor. Yönetmen olan kocasının oyunlarında önceleri yıldızken sonra tiyatro ekibi içinde eşitlendiğini düşünüyor. Yaptığı bu fedakarlıklar onu yoruyor. Tabi bu sorgulama durup dururken başlamıyor. Tiyatro ekibinden biri ile kocasının ilişkisi olduğundan şüpheleniyor. 

Kocası ile beraberken kendiliğini yitirdiğine inanmaya başlayan kadın, evlilik için vazgeçtiği kariyerini düşünüp karşılığında aldatıldığını öğrenince çabalamayı bırakıyor. Avukatın verdiği akılla kocasının iletilerini okuyan kadın aldaltıldığından emin oluyor. İş mahkemeye yansıdıktan sonra eşiyle tartışırken "Neden?" diye bağırdığı bir sahne var, "Neden beni seviyorken onunla yattın?" diye sorunca adam "Bu sadece bir kere oldu. Ama sen neden onunla yattığıma değil, onunla güldüğüme üzül" diyor. Kendisinin de evliliği için bir çok şeyden vazgeçtiğini,  misal çok genç yaştan beri oyuncular tarafından çevrelenmesine, popüler bir yönetmen olmasına rağmen karısına sadık kaldığını anlatıyor. 

Burada işte en önemli noktaya geliyoruz: İletişim. Onun koptuğu bir yer var. Oradan sonra evlilikler yokuş aşağı yuvarlanıyor. "Onunla gülmek" çok değerli bir iletişim. İnsan acıya daha duyarlı bir varlık. Kötü durumlarda yardımcı olmak insanın erdemlerinden olduğu kadar acımasından da kaynaklanır. Ama gülmek, güzel haberleri, sevinci paylaşmak ancak gerçekten sevince mümkündür. Sizi önemseyen, dinleyen, kelimeler olmadan ruhunuzu okuyan insanla paylaşırsınız sevinçlerinizi. Yoksa susarsınız. Acınız görünür olur da destek bulur bazen ama sevincinizi de susunca biter gider ilişki. O nedenle gülmek önemli. 

Beraber gülmeyi önemsemeli, istemeli...


JOKER -2019


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 78. FİLM 

-Spoiler içerir -

Yaş sınırına rağmen gişede 1 milyar dolar barajını aşan ilk film olan Joker’i izledim bu akşam. Başrol oyuncusu Joaquin Phoenix film için 25 kg vermiş. O gülüş için altı ay çalışmış. Performansı etkileyiciydi. Ancak film bittiğinde çok gerilmiştim. +18 yaş uyarısı olan filmde kan ve şiddet sahneleri epey çoktu. 

Twitter’da “Vahşetin gıpta edilecek hale getirildiği, şahane bir temaşa, tam şeytan işi” şeklinde bir yorum gördüm. Film boyunca da aynı hissi yaşadım. Bu sebeple filmi, her zaman yaptığım şekilde sadece benim hislerim üzerinden değil eleştirmenlerin görüşlerine de yer vererek yazıyorum. Çünkü gerçekten uzman bakışı gerektiren, çok katmanlı bir yapım. 

Ancak sıradan, ezilmiş, hakkı hep yenen, asgari şartlarda yaşamaya çalışan, işsiz kalan, bir türlü çıkış bulamayan, sonunda varoluşsal sorgulamalarla her şeye inancını yitirmiş, insanlara karşı iyi olmaya çalışsa da horlanan, toplumun başarıya verdiği önemle sürekli kendini yetersiz hisseden insanlarca izlendiğinde, temas ettiği sorunlar, katmanlı tabakalardan çekilip çıkarılacak ve üzerine düşünülüp horlayan insanları daha iyi biri olma yoluna mı sevk edecek yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözünü hayata mı geçirtecek karar veremiyorum. Amerika’da da bu korkularla eleştiri alan film hiçbir şiddet olayına sebep olmamış. 

Ülkemizde de haftalardır gösterimde ancak daha duygusal bir millet olmamız sebebiyle ileri derecede psikolojik problemleri olan bireylerde tetikleyici bir etki yapar mı bilmiyorum doğrusu. Hele de her gün ayrı sorunla boğuşan ülke insanı intiharı seçenek olarak hayata geçirmiş, son iki haftada geçim derdi yaşayan aile reislerinin kararı ile üç aile siyanürle ölümü seçmişken, ODTÜ sosyoloji bölümünde yine son zamanlarda altı genç arka arkaya intihar etmişken böyle şiddeti yücelten bir film fayda mı sunar zararı mı büyütür kestiremediğim için sözü uzmanlara bırakıyorum.

Yazan ve yöneten Todd Phillips, fazla gelir, çok çılgınca olur diye bir çok doğaçlama sahnenin de çıkarıldığını belirtmiş. Çin’de gösterimi yasaklanan film için bazı devletler önlem almaya başlamış.

Filmi beğenenler de çok ama beğenmeyenlerin ciddi eleştirileri söz konusu. Şiddeti romantikleştirdiği ve sorunlu bir karakterin davranışlarını haklı gösterdiği gerekçesiyle filmi eleştirenler ve sakıncalı bulanlar çok fazla. 

Ben ikisi arasındayım. Eleştiriye gitmeme sebebim bütün bu yaşananların zaten hastanede yatan Joker’in kafasında geçiyor olduğunu düşünmem. Ama o zaman neden elleri kelepçeli olarak hastanede idi sorusu da beliriyor. Bir çok noktanın hayal mi gerçek mi olduğu muamma olarak izleyiciye bırakılmış. Psikolojikten ziyade sosyolojik bir bakış açısı kullanılmış.  

Sinema dünyasının en saygın eleştirmenlerinden Slavoj Zizek ise Filmloverss.com’da alıntılanan röportajda şöyle demiş:

“Film, Amerikan Ordusundan sosyal adalet savaşçılarına kadar bir çok grup tarafından eleştirildi ama aslında şiddete teşvik eden bir film değil, bunun yerine günümüzdeki siyasi sistemin hatalarına ışık tutuyor. “Kötü” bazı insanları şiddete teşvik edeceği gerekçesiyle neredeyse herkes tarafından eleştirildi ama görünen o ki, eleştirenler filmin altında yatan mesajı kaçırdılar. Film psikolojik sorunları olan bir bireyle değil, bizim “Hiç olmadığı kadar iyi” politik düzenimizin birçok kişinin kabul etmeyi reddettiği umutsuzluğuyla ilgili… “Toplumsal korku filmi” olarak nitelendirenler de var. ”

Bu röportajın devamını linkten okuyabilirsiniz. Zizek en son “Bu filmdeki şiddete şaşırmak gerçek hayattaki şiddetten kaçmaktır” demiş.

Ama biz her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, çocukların ailede, okulda, kursta, sokakta taciz edildiği, ailelerin intihar etmeye başladığı, zorluklara dayanan, haksızlığa maruz kalmış bir çok insanın da yine kendilerine sahip çıkan aileleri sayesinde toplumsal patlamaların yaşanmadığı, işsizliğin giderek arttığı, gençlerin umutsuz, uyaran çokluğu ve baskıdan vurdumduymazlaştığı ve anne babaları dahil herkese karşı gaddarlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Yani yeterince şiddete maruzuz.

Joker filmin başında sosyal hizmet uzmanı ile görüşürken “Bir ben mi yoksa bütün dünya mı çıldırıyor?” diye sorarken haklı aslında. Her şeyin çivisinin çıktığı bir çağda, akıl ve kalbini korumak tam bir kahramanlık işi. En büyük başarımız her hal ve şartta insan olmaya çalışmak, bu hal üzerine yaşamak olmalı iken insanın kalbinin ölmemiş olduğunun tek kanıtı olan vicdanına hayat vermesi süreci epey sancılı. Dışarıdan bakıldığında da saflık, salaklık olarak algılanan iyilik duruşunun bu günün acımasız sistemleri içinde yer bulması giderek zorlaşıyor.  

İşte hal böyle iken seyrettiğimiz filmde yönetmenin, defterine “Umarım ölümüm yaşamımdan daha anlamlı olur” diyerek hayattan çok ölüme yakın duran, cinnet geçirerek annesi dahil onlarca kişiyi öldüren bir jokeri sevilen bir kahraman yapması insanı korkutuyor.  

Toplumsal olarak her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında susmayı adet edinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı zirveye taşımış bireyler olarak görmezden geldiğimiz ve içimizde joker olmaya aday çok fazla insan barındırdığımızı fark etmemiz lazım. 

Tüketimin kutsandığı bir dünyada sadece sosyal medya üzerinden bile yaşanılan zamana bakınca, eğitimin, emeğin hiç de önemli olmadığı, üniversite okumanın faydasızlaştığı, derslerinde başarılı olsunlar aman deyip maddi manevi destek ve sorumluktan uzak yetiştirilen gençlerin kolay yoldan para kazanmak için her yolu mübah gördüğü, işsizlerin arttığı, fenomen olamayanların yaşam hakkını kaybetmişcesine üzüldüğü, maaşlı işlerdeki kazançların ancak yaşamı idame ettirecek düzeyde olduğu bu zamanda, kendini gerçekleştiremeyen herkes her an cinnet geçirebilecek potansiyele sahip görünüyor.

Filmde, aslında kendini korumak için saldırıya uğradığında işlediği ilk cinayetlerin ardından sosyal hizmet uzmanı ile yaptığı görüşmede “Hayatımın geri kalanı için gerçekten var olup olmadığımı söyleyemem ama ben artık varım ve bunu insanlar da anlamaya başlayacak” diyen hasta bir adama, jokere, devlet genel ekonomik tedbirler kapsamında uzman ve ilaç desteğini kesiyor. Zaten işsiz, horlanan, hasta, yalnız sevgisiz, zenginler hatta fakirlerce bile ittirilip kaktırılan adamı devlet de yalnız bırakıyor. Böylece kaçınılmaz değişim başlıyor.              

İnsanın en önemli ihtiyaçlarından görülme, fark edilme, kabul edilme, sevilme ihtiyaçlarının farkında olunmaması bir süre sonra bunları gerçekleştirmek için tıpkı dikkat çekmeye çalışan yaramaz çocukların olumsuz davranış kalıpları sergilemeleri gibi bireyin normalden sapmasına sebep oluyor.

Joker de defterine, Arthur Fleck’ten Joker’e dönüşmeye başladığının sinyallerini veren şu cümleyi yazıyor: “İnsanlar, başka insanların kendileri hakkında nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle görünürler.” Yani taktığı maske toplum içinde hepimizin arkasına saklandığı rol kimliklerimiz, gerekliklerimizi temsil eden varoluşsal bir simge olarak kullanılmış filmde. Olduğu gibi kabul görmeyen, kahraman olacak niteliklerden uzak olan adam bir anti kahraman olarak görünür oluyor.

Hasılı kelam, yapacak çok şey var ama imkanlar ve zaman kısıtlı. Bu durumda elimizin, gönlümüzün eriştiği yerlere yardımı esirgememeliyiz. Uçaklardaki oksijen maskeleri gibi önce kendimize nefes aldıracak alanlar açmalı sonra da en yakınlarımızdan başlayarak etrafımızı görmeliyiz. Yaşadıkları ruh halini fark etmeli, her halleri ile kabul etmeli, sevgimizle desteklemeliyiz. 

Herkes kendi evinin önünü süpürürse nasıl temiz bir dünya için umutlu olabiliyorsak, elimizin, kalbimizin yetiştiği evladımıza, kardeşimize, anne babamıza, eşimize, dostumuza yoldaş olalım ki yalnızlıklarının karanlığını dünyayı yakarak dağıtmasınlar. Ama önce kendimiz “Gör beni” diyebilecek cesareti gösterip acil durum çekici ile kapalı kaldığımız benliğimizin duvarlarını yıkmalı, kendimizden çıkmalıyız.      

                    

KAZIM FİLMİ – YÖNETMEN: DİLEK KAYA


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 77. FİLM

Dünyaya geldiğimizde bizi bekleyen hazır hikayelerin içine doğuyor, ailemizde gördüğümüzü, yaşadığımızı normal kabul edip benimsiyoruz. Ama sonra, insanın ikinci doğuşu dedikleri kendinden kendini doğurmak olarak da adlandırılan bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. Bu yolda, ailenin, çevrenin yüklediği öğretilerden sıyrılarak hakikat denen o özü bulmak hedefleniyor. Bunun için herkes başka bir araç kullanıyor. Dünyayı görmek, okumak, yazmak, müziğin büyülü sesine kendini bırakmak, dağlara tırmanmak, denizlere dalmak, sevip yücelttiği ünlü düşünürlerin ayak izlerini takip etmek, insan denen meçhulün peşine düşmek, sıradan hayatların içindeki sıra dışılığı fark etmek gibi bir çok yöntemi bazen tek bazen beraber deneyimlemek gerekiyor. Her yeri dolaşıp, çok insanla oyalandıktan sonra eğer hala arama isteği diri ise insana bir kapı daha açılıyor. Oradan da geçince dünyada var olan her şeyin kendimizde de olduğunun keşfi heyecan uyandırıp bu uzun yolculuğa devam etme motivasyonu sağlıyor.

Tabi kendi içinde derinleşmek o kadar kolay değil. İnsanın kendini pür-i pak görürken, çevresinde, ailesinde kızdığı, sevmediği bir çok özelliğin kendinde de olduğunu, meleklerden saf ve temiz olma potansiyeli ile bir anda katil, cani olabilme, akıl sahibi olmayan diğer varlıkların çok altına inebilme özelliklerini beraber barındırdığını hissetmesi sarsıcı bir farkındalık. İşte insanın karanlık ve aydınlık yönlerini fark edip kendini yeniden insan olarak dünyaya getirmesi diye nitelendirilen bu süreci az çok herkes yaşıyor. Farklı noktalara yoğunlaşıp yolda kalanlar da olduğundan tamamlanması zorlu bu yolculuk hayatın ta kendisi oluyor.

Bu gelişim dönemi araştırmayı teşvik eden, çocukları kendi haline bırakan, illaki bir kalıpta olması gerektiğini düşünmeyen toplumlarda daha erken yaşlarda gerçekleşirken bizimki gibi en ileri görüşlüsünün bile bağnazlıkla kendi düşünce elbisesini giydirerek çocuklarını tek tipleştirdiği toplumlarda otuzlu yaşların ortalarına kadar uzuyor.

Meşhur bir söylem vardır. İnsanın tüm dünyayı değiştireceğine inandığı için ailesinden bağımsızlaştığı, büyüklerini başarısız gördüğü, benim bambaşka bir hayatım olacak dediği ilk gençlik zamanlarındaki uçarılıklar, fakültenin bitip çalışma hayatının içine girildiğinde kaybolur. Oyunu kuralına göre oynamak denen yola girilince de, o düzenin çarkı haline gelen insan bir de aile kurup çoluk çocuğa karışınca değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu anlar. İlerleyen yıllarda hayatın onu ne kadar değiştirdiğini fark edince ise kendine acır hale gelir. İş, eş, çocuklar, toplum kuralları derken her gün prangaları artan insan dünyayı değiştirmek istediği günlerden çok uzaklaştığı, "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldandığı yıllarda, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anlamanın umutsuzluğuna düşer. Sonra da kendini arama sürecinde yeni bir aşamaya geçilir; bu noktada en çok benzediği insanları merak eder. Geriye dönüp aile büyüklerinin hikayelerine bakmaya, sıkıştıkları yerlerden nasıl çıktıklarını araştırmaya başlar. Ama çoğu zaman merak ettiği hikayelerin sahipleri hayatını kaybettiğinden kulaktan dolma bilgilerle idare etmek zorunda kalır.

Ancak ailede genç ölümler, dermansız hastalıklar, mecburi göçler, bitmek bilmeyen sürgünler gibi travmatik hikayeler varsa geride kalan bireylerin “Hayat devam ediyor” gerçeğine daha rahat tutunması için bu konuların üstü örtülür. Acıların kabuk bağlaması istenir. Evladını kaybetmiş bir anne varsa yanında konuşulanlara dikkat edilir. Böyle bir olay yaşanmamış gibi davranılarak onun da normal hayata dönmesine destek olunur. Kalbi nice gizli arzu ve anılarla dolu, yaşadıklarını ayrıntıları ile hatırlayan kadın hafızası canından can olan evladını elbette unutmaz ama sağlıklı bir süreç geçirirse, bir zaman sonra o da acısını içine gömmeye çalışır. Aksi halde elinde kalan sevdiklerini de üzecektir. İşte böyle böyle geçmişe perde çekilir. Eskiyi hatırlatan eşyalar elden çıkarılır. Yavaş yavaş yeni ve gündelik olanlar hayatları işgal eder. O zaman da aileye sonradan katılan bireyler geçmişten habersiz büyür. 

Sonra bir değirmen olan dünya önce o genç bireyleri her şeyi değiştirebileceklerine inandırır ama ardından hayalleri ile beraber gece ve gündüz taşının arasında öğütür. Un ufak halde yaş alan birey “Böyle gelmiş böyle gider bu düzen” diyecek kıvama gelince onu kendi haline bırakır. Bu kadar çeldirici arasından sıyrılıp sancılı süreçlerden sonra kendi olmayı başarabilen, içindeki insanla yüzleşebilen, korkmadan geçmişi ile bağ kurup geleceğe yürüyecek kararlılığı kendinde bulan insan sayısı oldukça azdır. Bu nedenle topluma ve onun en küçük yapı taşı dediğimiz aileye baktığımızda yetmiş yaşına gelmiş ama beş yaş alınganlığında dedeler, hiç sevgi görmedim deyip olur olmaz akımlara kapılarak yaşının olgunluğundan çok uzakta ananeler, bir türlü “Olamamış” babaanneler görürüz. İyi evlat olayım derken kendi ailesini koruyamamış, böylelikle hayatta olsa da oğlu/kızı ile irtibatı kopmuş babalar, aşırı korumacılığı ile evladını boğan, ona seçim hakkı vermeyen, her fırsatta emzirdiği sütü öne sürüp burnundan getiren, zamanla telefonlarına bile dönülmediğinden herkese ilenen, yalnız anneler de çoktur. Aslında olan her zaman evlatlara oluyor ama işte herkes birinin evladı, diğerinin ebeveyni olduğu için bu kırılmaz zincir ile sarmal daha da güçleniyor.

Dolayısıyla kişiler kimi zaman öyle bunalıyor ki biran önce kendini bağlayan her şeyden kurtulmak istiyor. İnsanın, kendi duygu ve düşünceleri olduğunun kabulü ile saygı görmediği, yani fertlerinin birey olmasına izin verilmeyen toplumlarda ya sürekli dikte edilmesinden ya da hiç anlatılmamasından dolayı aile büyükleri ile anlamlı bağlar kurulamadığından onlardan günümüze ulaşan miraslara sahip çıkılamıyor.

İşte yakın zamanda bir festival filmi olarak hazırlanmış sadeliği ve gerçekliği ile çok etkileyici bir belgesel izledim. Böylesi emek verilmiş, peşine düşülmüş bir hikayeyi de burada yazmalıyım dedim. Tıpkı “Beni anlat” dercesine tesadüflerle önüne çıkan izleri takip ederek Kazım’ın hikayesine hayat veren akademisyen yönetmen gibi.

Yaşar Üniversitesi’nde Sinema bölümünde işin teorisi üzerine yoğunlaşmış Dr. Dilek Kaya’nın ilk filmi olan Kazım, kendisinin ifadesiyle ya tamamen tesadüfen ya da hiçbir şeyin tesadüf olmadığı bir dünyada kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkıyor. Filmin başlama noktası hayli ilginç. Zaten hikayeler, olmadık zamanda beklenmedik şekilde karşımıza çıkar ve kendini yazdırır ya, böylesi bir akışa teslim olduğunuzda kurgudan daha başarılı öyküler ortaya çıkar. İşte Kazım da böyle rastlantılar sonucu doğmuş bir proje olarak yönetmenin kalbine değiyor, onun dilinden samimiyetle dökülüp kimseyi ajite etmeden izleyicinin gönlüne akıyor. Sonuçta her insanın hayatı biriciktir ve anlatılmayı hak eder. İşte Kazım adlı başarılı yapım her işte akışa teslim olmanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.

Biraz filmin konusundan bahsetmek gerekirse, Dilek Kaya Hoca rastgele dolaştığı İzmir’in Halkapınar semtinde kurulan bit pazarında tezgahın birinden satın aldığı mektuplar ve günlüklerden hareketle bir öykünün içine düşüyor. Daha önce de böyle materyaller satın aldığı, eski fotoğraflardan koleksiyonlar yaptığı, sık sık bit pazarlarında dolaştığı halde merakını bu kadar celbeden biri olmuyor. Yaşamının izlerini sürünce detaylarını öğrendiği bu kısacık hayatı unutulmaz kılmaya karar vererek çıktığı yolculuğu bize de izlettirdiği, bizim de içimize yeni patikalar döşediği bu filmi yapıyor.

Bu arada şunu da belirtmek isterim. Bit pazarları bana hep hüzünlü gelmiştir. Çocukken babam Pazar günleri hep gider dolaşırdı. Orada ne aradığını hala bilmiyorum ama kafa dağıttığı yerlerden biriydi bit pazarı. Şimdi düşününce, babam da, hayatta vazgeçilmez dediğimiz bir çok eşyanın, kıymetli hazineler gibi koruduğumuz kişisel tarihimizin belgelerinin belki bir, belki iki nesil sonra yokluğa mahkum edilişini görerek, dünyaya çok bağlanmamak, dertlerin, karşısında susup kaldığı tek gerçeğimiz olan ölümü hatırlamak, her şeyin zıddıyla var olduğu bu dünyada yaşadığı güne şükrederek umudu diri tutmak istiyordu. Onca eskiliğin içinden tazelenerek eve döndüğünü düşünürsek bu açıklama bana gayet mantıklı geliyor. Birkaç kez beni de götürmüştü. Ancak ben sahaftan alınan kitapların sayfaları arasında dolaşırken bile hüzünlenen yapım gereği her şeyine hayran olduğum babamın bu zevkinin ortağı ve yaşatanı olamadım. Emekli olunca o da gitmeyi bıraktı zaten. Gençlikte birilerinden kalan eşyalar arasında dolaşmak ile yaş ilerleyince onca hatıranın yok olduğu yerleri adımlamak aynı duyguyu vermiyor olmalı. 

Yönetmen de, sık sık dolaştığı bu yerlerde ne aradığını anlatırken, geçmişin, şu andan daha çok ilgisini çekmesine, belki de yaşayamadıklarına duyduğu özleme getirmiş konuyu. Bence de, yaşam yolculuğumuzda başka hayatların şahidi olmak, ruhumuzu ait hissettiğimiz zamanlarda dolaşmak ama bunu objektif kriterlerle, doğru vasıtalarla yapmak önemlidir. Çünkü herkesin başka bir zorluğun taşıyıcısı olduğunu görmek gündelik sorunlarla mücadelemizi kolaylaştırır. Şimdilerde sosyal medyada sürekli olarak her yönüyle hayatlarının iyi olduğunu pozlayan insanlar kendilerini bu yalana inandırarak tatmin etmek peşinde iken hayatın düz bir çizgi şeklinde gitmeyeceğini bilmeyen gençleri, bunu unutan yetişkinleri sabote ederek intihara kadar sürükleyen depresyonlara sokuyorlar ki, geldiğimiz nokta son derece acıdır. Oysa başka hayatlara yapılan yolculuklar, bir kitabın sayfaları arasında ya da bir filmin kareleri olarak düşünce önümüze, kendi hayatımızı daha kolay anlamlandırma şansı tanır. Görselliğin en önemli yönlendirici olduğu günümüzde sinema bu vasfı ile çok önemli bir sanattır.

Bu parantezden sonra tekrar konuya dönecek olursak; şu acı durumu da işaret etmek istiyorum: Ben bit pazarı ya da sahaf gibi yerlerde dolaşırken, sevdiği kitaplarda, kendini bulduğu yerlerin altını çizen insanların, en değerli varlıklarını kimselere emanet edemezken mahremlerini ortaya dökecek evlatlar, torunlar yetiştirdiklerini bilseler kahrolacaklarını düşünerek ürperirim hep. Aile büyüklerini kaybeden nice insanın, kendine antika eşyalarla dolu bir ev, albümler, mektuplar kaldığında onlardan bir çırpıda vazgeçmelerini algılayamam. Ama biliyorum ki, insanın bir şeye sahip çıkması için anlam yüklemesi gerekir. Anlamak için dinlemek, öğrenmek, bilmek belki de en önemlisi yüreğe temas edecek bir bağ kurmak şarttır. Zamanında kurulmamış bu irtibat birinin kalbi kadar değerli bulduğu şeyleri ötekinin sokağa saçmasına sebep olur. 

Belki de hayatın gerçeği budur: Gidenler ve gelenlerle sürekli değişen sahnenin dekorları da değişmelidir. Ama biz olaya iyi yönden bakalım: Burada da muhtemelen adını taşıdığı ama hikayesini hiç merak etmediği amcasının mektuplarını, hatıratlarını bit pazarına gönderen yeğen, farkında olmadan böyle bir filmin çekilmesine sebep oldu. Demek ki kötü dediğimiz olaylardan bile iyi neticeler çıkabilir.

Spoiler içerir.

İşte bu belgeselde hayatı anlatılan genç Kazım, memleketim olan Bornova’nın en iyi okullarından Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Fen Lisesi’ni kazanıyor. Dört yıl burada yatılı okuyor. Ardından Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesine başlıyor. Daha on dokuz yaşında iken, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatının olduğu günlerde, ODTÜ’lü arkadaşlarının mensup olduğu Dağcılık Kulübü ile birlikte tehlikeli bir tırmanışa katılıyor. Engin müzik bilgisi, hareketli, hayat dolu ruhu, iri vücut yapısı ile aslında uygun olmadığı bir sporun peşinden giderken aradığı neydi, kendini bulma yolculuğunun henüz başında iken kim bilir ne hayallerle tırmandı o kayalıklara hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama Kazım’ın yerinde durmayı değil yolda olmayı tercih ettiğinin şahidi oluyoruz izlediklerimizle. 

Nice insanın hayallerinin yanından bile geçemeden toprak olduğu bu dünyada Kazım, zirveye yakın bir noktada emniyetli kısma ulaştıktan sonra, her nasıl olduğu çözülemeyen bir şekilde kayalıklardan düşerek ölüyor. Türkiye’de tırmanış esnasında ölen üçüncü kişi olarak acılar tarihine yazılıyor. O dağ köyünde hala hatırlanıyor bu acı olay. Annesinin, babasının, ağabeyinin yaşamı bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmuyor. Aile bireylerinin bu travmanın gölgesinde geçen hayatları belki de tek varis yeğenini, adını taşıdığını bilse de amcasının hikayesini merak eden biri yapmıyor. Belki de bunun sebebi takıntılı ve kaygılı bir babaannenin herkesin hayatına fazlaca müdahale eden tavrıydı. Aşırı uyaran geldiğinde de insan kendini kapatır ya, belki de yeğen, bir gölge gibi babaannesinin ruhunda yaşayan amcasının hayaletinden kurtulmak, anne ve babasını ayıran bu babaanneden uzaklaşmak için köklerinden kopup başka bir şehirde yeni bir hayat kuruyor.

Kazım, çok sevilen bir insan ama yatılı okul yakınlığı ile birbirine bağlı lise arkadaşları da, tırmanıştaki dağcılar da, annesi hariç ailenin kalan bireyleri de bu elim olayı unutmayı seçiyor. Yönetmen eline geçen mektuplardan yola çıkıp bir yap-bozun dağılmış parçalarını toplayarak bu kısa hayatı, ailesinin, evinin çevresindeki insanların, lise arkadaşlarının, öldüğü bölgenin köylülerinin dilinden yeniden anlatıyor.

Eskiler böyle durumlarda ölümüne gitti derler. Herkesin bir alın yazısı var ve o sayılı soluktan ne  bir nefes eksik ne de fazla yaşar insan diye eklerler. İşte bu iyi yetişmiş, yaşasa belki çok parlak bir kariyeri olacak genç de kendi üniversitesi bünyesinde olmayan bir kulübün etkinliğine, botunu, montunu, sırt çantasını, ipini farklı farklı insanlardan alarak heyecanla gidiyor. Adeta ölümüne koşuyor. Ama geride büyük bir acı bıraksa da kısa yaşamında geçtiği yerlerde hayatlara dokunmayı başarıyor. Öyle ki, tırmanışa başladıkları köyde karşılarına çıkan çocuğa verdiği krakerin anısı, şimdilerde yaşlanmış bir kadın olsa da o vakit küçük bir kız olan köylünün ışıldayan mavi gözlerinde hala yaşıyor.   

İrademiz dışı geldiğimiz bu hayattan yine bilmediğimiz bir zamanda isteğimiz dışında gidiyoruz. Yani bu dünyadan geçiyoruz. Kiminin bu geçişi uzun sürüyor ama ardında iz bırakmadan giderken bazısı faydalı eserler, kazanılmış gönüller bırakıyor kısa zamanda. O nedenle kimsenin kaderine karışmak, adil değil demek haddimize değil. Hatta kendi hayatımızı bile nedenlerle yargılamak ve ruhumuzu dar boğaza sokmak yerine olana razı olduğumuzda yaşadığımız ilginç deneyimler bizi bir üst versiyonumuza taşıyor. Ama bunun için sakin kalmayı başarmak, zamanında kendinden kendini doğurarak gerçek manada birey olmak gerekiyor. İşte o zaman her acı, her musibet bize tekamül etme imkanı sunuyor. Ama nedenlerle boğuşmak, hak etmedim ben bunu diye çırpınmak kafamızı taştan taşa vurmaktan farksız. Sonu da herkes için kötü bir çıkmaz…

İşte bu belgesel film beni bunca düşüncenin içine bıraktı. Epey gözyaşı döktürdü. Çekildiği zamanın anlayışına, toplumsal normlara, insanın acımasızlığına, hayatın canlılığına, o günlerde eğitimin kalitesine, ama zihniyet olarak böyle gelmiş böyle giden bir ülkeye dair çok şey anlattı. Bu yüzden filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Yönetmenin emeğine sağlık. Nice başarılı çalışmalarda yine gönüllere temas etmesini diliyorum.

Uçan Süpürge Derneği’nin Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleştirdiği film gösteriminin ardından yönetmen ile söyleşi de yapıldı. Sık sık alkışlarla sözü kesilen yönetmen ilk işinde son derece başarılı idi. İzleyicilerden biri söz alıp tüm salonu etkileyen bir cümle kurdu. Onu da buraya not etmek istiyorum: Kızında bir yara izi olduğunu ve bunun üzerine dövme yaptırmak istediğini söyleyen kadın, yönetmene, siz de sevdiklerinin üzerini örtmeye çalıştığı bu yaranın üzerine bu filmle bir dövme yapmışsınız, dedi. Bunları söylerken sesi çatallaştı ve gözyaşlarına boğuldu. Doğruydu, geçici ve kısa bir hayat, meraklısı için bir çok ülkede festivallerde gösterilecek ve yüreklerde kalıcı iz bırakacak şekilde resmedilmişti. 

Yönetmen de, belli ki, bit pazarında başlayan ve kayalıklara tırmanması ile süren bu yolculuktan sonra evine döndüğünde artık aynı kişi değildi. Yaşamadığı zamanlardan, hiç tanımadığı bir arkadaş edinmişti. Kazım ise, sıkıştığı el yazısı mektuplardan çıkıp izleyicisinin de yönetmeninin de hayatına sade ama etkileyici bir dövme gibi girmişti…

Handan Kılıç                 

Filmin fragmanı için tıklayınız.


MÜSLÜM - BİR EFSANENİN FİLMİ


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 75. FİLM

Hayatta hiç bir şey için ön yargılı olmamak gerek. İşte bir önceki yazımda "Türk filmleri ile vakit kaybetmemek lazım" şeklinde ifadesini bulan ön yargımı yıkan bir filmle hem de çok kısa sürede karşılaştım: Müslüm

Hani "Anlatsam roman olur" repliği vardır ya, işte tam bu deyimin içini dolduran kişi Müslüm Baba imiş. Biyografisine uygun çekilen, hayat arkadaşı Muhterem Nur'un danışmanlık yaptığı film gerçekten zorlu bir hayat yaşamış sanatçının efsane oluşunun hikayesi.

Müslüm Gürses ismini bu ülkede yaşayıp duymamak mümkün değil ama açık konuşmak gerekirse arabesk müzik dinleyicisi olmadığımdan Neredesin Firuze'den önce hakkında hiç bir fikrim yoktu. Kendine jilet atanları, alnına müslüm yazan bandanaları takanları elbette televizyonlarda görüyordum ama dinlemiş değildim. Akabinde Teoman'la yaptığı düetlerden sonra bu toprakların yetiştirdiği büyük bir değer olduğunu fark edebildim. Müslüm Baba'ya geç kalmış biri olarak filminden epey etkilendiğimi söylemek isterim.

Travmatik bir yaşamı olan sanatçı için bu toprakların yetiştirdiği ifadesini özellikle kullandım. Acı ile, kanla, gözyaşı ile yoğrulmuş bu coğrafyada çekmediği acı, görmediği dert kalmayan bir insanın sadece içini dinleyerek yürüdüğü bir yol... Coğrafyanın acısını büyütmek dışında fonksiyonu olmamış bir garip çocuğun babasından gördüğü zulüm yüzünden en doğal hakkından babalıktan vazgeçip kaderin cilvesi ile kitlelerin babası olması yolculuğu...

İyi bir saz ustasına rastlama şansı da olmasa bütün bütün eziyetle geçen ömründe "Geri kalan her şeye sağır kesilip sadece içini dinleyeceksin, türküyü öyle söyleyeceksin. Sen susarsan susar her şey" diyen ustasına kulak vermiş bir adam Müslüm Baba. 

Hem maddi hem manevi olarak ölüp ölüp dirilen, hayatını idame ettirmek ve bunu sevdiği işi yaparak, türkü söyleyerek sağlamak dışında başka bir şey talep etmediği için, kitlelerin samimiyetine inandığı, kendini arzulardan, hırslardan soymuş, şöhretin zirvesinde, çevresi genç kadınlarla dolu iken kendinden yirmi bir yaş büyük bir kadınla evlenecek kadar derviş hırkası giymiş bir adam.

Bu seçimin arkasında belki daha on beşli yaşlardan beri takip ettiği güzel bir kadına hayranlığı, genç yaşta kaybettiği annesine olan özlemi, babası gibi bir ebeveyn olmaktan korkarak çocuk sahibi olmak istemeyişi yatıyor olabilir ama hassas sanatçı yüreğini de pas geçmemek gerek. Ölene kadar el ele göz göze gördüğümüz bu çiftin aşklarının efsane olduğu da tartışmasız bir gerçek. Yaşadığı travmalar sonucu dengesizliklerinde içinden çıkan başka birinin varlığına rağmen onu terk etmeyen Muhterem Nur'un aşkı da takdire şayan. Yani tam da aşk bu, her şeye rağmen illa da sen diyen bir kadın... Ondan başkasına dönüp bakmamış şöhretli, paralı bir adam... İkisi de önünde saygı ile eğilip alkışlanacak, şimdilerde tarihe karışmış  hasletler.

Oyunculukların başarılı olduğu filmde, şarkılar da Müslüm'ün sesinden verilse idi mükemmel olacaktı. Yine de çok başarılı bir yapım olduğunu düşünüyor, başta yapımcı Mustafa Uslu olmak üzere emeği geçenleri tebrik ediyorum.

Mutlaka izleyin ve insanın hayattan, isteklerden soyunmasının nasıl bir şey olduğunu, aşkın güzelliğini ve bu yaşanan sancılı ve kısa ömürde ardından sayısız eserler bırakılabileceğini görün...

Müslüm'ü Dinlemek için tıklayınız. 

 "Eğer seni kırdıysam
Darıl bana Ama bir gün beni ararsan Bak ruhuna Birden gecem tutarsa Güneşi çevir bana Sevgilim bağışla Biraz zor olsa da Affet beni akşamüstü Gölgem uzarken Öğleden sonra affet Ne zaman istersen Affet beni gece vakti Ay doğmuş süzülürken Sabaha kalmadan affet Tam ayrılık derken Çünkü sen çölüme yağmur oldun Sen geceme gündüz oldun Sen canıma yoldaş oldun 
Sen kışıma yorgan oldun      

 Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver
Geri verilmez hiçbir yanılgı
Yokluğuma emanet et
Sende benden kalanları
Herşeyi al, bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Herşeyi al
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver
Geri veremezsin       

Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...