psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zeytin Ağacı Netflix'te

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

302- ZEYTİN AĞACI


 

Uzun zaman sonra Merhaba:)) 

Aslında son hızda dizi-film izliyor, yazıyor, yaşıyorum. Ama bir türlü deftere aldığım notları bloga geçiremiyorum. Bu ay Sanal Yazı evinde Kitap Yazma ayı var. Çok yoğun olacağımızdan son izlediğim diziyi hemen yazıvereyim dedim.

Zeytin Ağacı,  Sex and the City furyası ile başlayan özgür ruhlu, çalışan, aşk hayatlarını birbiriyle paylaşıp ölümüne destek olan şehirli genç kadınların karakter olduğu diziler serisinden. Yaz dizisi ve Netflix konsepti de göz önünde tutularak yazlık mekanlarda çekilmiş biz dizi. 

Geçen yaz burada yazdığım Kız kardeşlik dizilerinin Türk versiyonu. Diğerleri için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.  

Konu olarak ise Aile Dizimi seçilmiş. Seninle Başlamadı adlı kitap merkeze alınarak yazılmış senaryosunda ailelerimizin yaşadıklarının bizim üzerimizde haberimiz olmasa bile etkili olduğunu, özellikle tekrarlayan kaderlerimizle ilişkisi nedeniyle sırtımızda yük olan bu durumların hastalıklara sebep olduğu, aile dizimi seanslarının canlandırabileceği şekilde çekilerek anlatılmış. 

Henüz birinci sezonu yayınlanan ortalama ellişer dakikalık sekiz bölümden oluşan diziyi altı bölüm üst üste ütü yaptığım esnada seyrettim. Yıllık ütümü bitirirken kalanı da bitirdim:)) Türk dizilerinin yabancı aksiyon film ve dizilerine göre yavaş ilerleyişi sebebiyle oturup saatlerce odaklanarak seyredemiyorum. Mutlaka yanında başka işler yapıyorum. Bu seferki de ütü oldu, hem de bu sıcakta:)) 

Aile Dizimi gibi mevzulara çok inanmazdım. Bir kitap grubundan tanıştığımız arkadaşım yaptığı seansı izlemem için davet edince elbette icabet ettim. Ortaya atılmayınca temsilci olarak canlandırmalar üzerinden beni de çalışmaya kattı. Çok etkileyiciydi doğrusu. Epey zaman enerjinin salınımı devam ediyor dedi. Dizide de çok sık kullanılan Z kuşağı cümlelerinden "Sal gitsin, bırak" gibi tavsiyeler söylendi. Üzerine düşündüm bir zaman. Kendim de katılımcı olarak yer alsam mı dedim ama sonra kendi travmalarıma ek büyüklerimin travmalarını da yüklenir miyim, bilmemek daha mı iyidir, hepsinin affediyorum diye niyet ederek vazgeçtim. Belki bir gün yüzleşecek gücü bulursam yeniden denerim. Ama bu diziden sonra aile dizimi çalışmalarında patlama yaşanacağını düşünüyorum. Özellikle de çaresiz bir sürü hastalığa düçar insanlar için umut kapısı olacaktır. Lakin dizide de sıkça tekrarlandığı üzere bu çalışma tıbbi bir tedavi içermez, ama kendi içimizde bizi sıkıştıran duyguları anlamlandırabilme şansı verir.   

Yine bir başka kitap grubundan yazar arkadaşım bu konu üzerine yazdı. İlgililer Aile Dizimi üzerine yazılmış kitaplara bakabilir. Özellikle Seninle Başlamadı önemli bir kitap. 

Ancak travmalarla yüzleşmelere sebep olacağı ve atlatamayacağınız sorunlara neden olabileceği gerekçesiyle uzman kontrolünde çalışmalara katılmak gerek. 

Ben mevzularla ilgilenmiyorum, bir yaz dizisi izleyeyim derseniz eğlenceli. Aşkın merkezde olduğu, hayırsızlara kayan kalplere çarenin bile kendinde, kendi hikayende olduğunu hatırlatan bir dizi. 

İyi Seyirler

Handan Kılıç

30 Temmuz 2022        

Bir Niyet Bir Diyet

Niyeti bozdum, tabi diyeti de. Vicdan azabı duyuyorum şimdi ama iş işten geçti. Yarın doktorum aradığında ne diyeceğim bilmiyorum. Belki aramaz hem bayramda mesai yapacak değil ya! 

Zaten pilav üstü dönere de hayır denmez. Hem ne kadar zaman oldu ağzıma sürmeyeli, düşüneyim bakayım, neredeyse bir aydır pilav yememiştim. Zaten birkaç kaşık yedim çok değil hem üzerine soda da içtim eritir. Bizim bey yemekten sonra soda içince üzerine bir porsiyon daha yiyor. Hiç de kilo almıyor. Hep söylerim dünya adil bir yer değil işte, adalet olsa canımızı yiyenler yediklerimizi de eritirdi değil mi? Ama nerde bir gamsız var midesi sırtında. 

HAYSİYET KOLONİSİ- 2015


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 102. FİLM -

Spoiler içerir -




İsimler herkesin hayatında belirleyicidir. Bu nedenle önemlidir. Seçme şansımızın olduğu her yerde onları olan durum üzerine değil de istediğimiz dilek ve temennilere göre koyarız. 

Sadece kendi adımız, bizim değil, anne babamızın ya da onların iradelerine ipotek koymuş kendi anne babalarının eseridir. Bazen bir ömür o isimle mücadele ederiz bazen de ekmeğini yeriz. Velhasıl arzuları yansıtır isimler. 

Arzu, istenendir yani elimizin altında değildir. Mutluluk arayan bir çift çocuğuna bu ismi verebilir. Hayatında esaretin izleri olanlar evladı kız da olsa oğlan da "Özgür" ismini seçebilir çocuğuna. Bir iş yeri açarken önceki hayatından kaçmanın ferahlığı ile "Kurtuluş" adını verebilir dükkanına bir esnaf. 


ULAY ÖLDÜ DİYELER ... MARİNA ABRAMOVİC'E YA DA AŞKA BAŞSAĞLIĞI




Ben dün hastanelerde kendimden geçmiş koştururken duymamışım. Bambaşka bir şey yazmak için bilgisayarı açtığımda fark ettim haberi, Ulay ölmüş dün. 

Ölümlerin gözyaşı olup aktığı bu günlerde acıdan dilsizdi yüreğim. Büyük acılar sessiz yaşanır çünkü. Lakin dışarı çıkınca yeniden fark ettim ki, hayatın bir döngüsü var ve ateşin düşmediği her yere bahar gelmiş. İnsanlar nefes almak için kendini güneşli sokaklara atmış. Koca bir cenaze evi gibi olan memleketimin dağlarına, kırlarına, caddelerine gelen erken baharı kutluyor. 

Hayat hızlı akıyor, yaslar da aşklar da kısa sürüyor artık. Bu benim canımı yakan bir durum olduğundan belki de Ulay'ın ölümü haberi dikkatimi çekti.


Herkesin birini bulup birbirini bulmasının mucize olduğu bu dünyada, hele de şimdilerde pek rastlanmayan bir aşkın uzun yıllar taşıyıcısı olmuş bir adam Ulay. Öyle olunca benim de yanaklarımdan bir kaç damla yaş süzüldü, yitirdiğimiz her şeyle beraber aşk için, geride kalan aşıklar için... Ulay için.  Oysa onu hiç tanımıyorum. Adını da 2010'da Marina'nın performansına aniden çıkıp gelişinin tüm dünyada TT olması ile duydum, herkes gibi. İzlemeyenlere mutlaka tavsiye ederim. 

Ölüm haberini okur okumaz Marina'yı düşündüm hemen. Otuz bir yıl önce ayrıldığı adamın arkasından ne hissetti kim bilir dedim. Bir kaç kelam edip başsağlığı dileyeyim istedim. Bir o eksikti demeyin de kulak verin, videolara göz atın. Aşkın en duru haliyle sığındığı o damlada kalbi terk edişini izleyin. 

Acaba bu ölüm haberi ile, yirmi bir yıl sonra onu gördüğü gün tutamadığı gözyaşları yine istemsiz dökülmüş müdür? Yoksa bile isteye birlikte geçen zamanların anılar gelgitinde hüngür hüngür ağlamış mıdır?, diye düşünmeden edemedim. 

Bunca zaman sonra, artık ölmüş birinin ellerini eskisi gibi sıkıca tutma isteği duymuş mudur?, diye de merak ettim.

Uzun yıllar ayrı hatta birbiri ile davalık olan yetmiş dört yaşındaki eski çiftin 2018 de barıştığı haberleri de çıkmıştı. Bir kitap hazırlayacaklardı ama sonra Marina'nın kitap haberi geldi. Dünyanın en cesur gösterilerini yapmış bir asi, üzerine kurulmuş her baskıya karşı durmuş bir kadın olarak yetmiş yılın muhasebesini yapan Marina, hayatını evrelere ayırıp doğrusu yanlışı, aşkları ve pişmanlıklarını tıpkı performanslarında olduğu gibi tüm çıplaklığı ile yazmış İngilizce yayınlanan kitapta. 

Verdiği röportajda Şöhretin başını döndürüp döndürmediğini soran gazeteciye "25’imde şöhret olsaydım belki durum değişirdi. Aman canım, 50’sinden, 60’ından sonra gelen şanı şöhreti kim ne yapsın… Değişecek halim mi kalmış? 60’sından sonra ünlü olmak angaryadan başka bir şey değil. Woody Allen’ın dediği gibi: “Doğru. Bugün bir yıldızım. Yarınsa koca bir kara delik” diye cevaplayan kadın kendini hiç bir yere ait hissetmediğini de şöyle ifade etmiş: "Amerikan değilim. Sırp değilim. Hollandalı değilim. Ben kimseyim. Göçmenim. Benim memleketim dünya. Ülkelere, bölgeleri ayrılmamış, tek başına kocaman bir memleket olan dünya." 
Bu arada sanatçının büyük annesi de Türk imiş. Kendisi de Yugoslavya'da büyümüş. Hayatı boyunca iki büyük aşkı olmuş. İşte Ulay bunlardan biri. Bilmeyenler için hikayenin kısa bir özetini geçelim, detay isteyenler burayı tıklayabilir.

Bana her şeyi yapabilirsin” adlı birperformans çalışması ile 1974  yılında adını duyuran Marina Abromovic’in 1975’te aşık olduğu adam Ulay. 1976'da ilk eşinden boşanan sanatçı, tam on iki yıl, yani 1988 yılına kadar filmlere konu olacak derinlikte bir aşk yaşadığı Umay ile Çin Seddinde bir performans sergilemek ve orada evlenmek istiyor. Ama çok bilinmeyenli bir denklem olan hayat, performans sanatlarının ustası olan kadına bambaşka bir sürpriz hazırlıyor. Çin Seddi performansı için bir türlü gerekli izinleri alamıyorlar. Bir gün bekledikleri o iznin haberi geliyor ama ikilinin ufak dedikleri bir sorunları var. Ulay, büyük aşkını aldatmış ve beraber olduğu kadın hamile. 

Ulay, insanlık halleri üzerine sanat yapan, insan seven büyük bir sanatçı ve yaratımın mucizesi olan yeni bir insanın dünyaya gelişinde babası ile olması gerektiğine inanıyor. Büyük bir fedakarlık yaparak aşkından vazgeçiyor. 

Ama birbirlerine uzun yıllar tutku ile bağlı bu çift kendilerine yaraşır bir karar alıyor. “Her ayrılık vedayı hak eder” diyerek 6000 kilometre uzunluğundaki Çin Seddinin iki ayrı ucundan birbirlerine doğru yürümeye başlıyorlar ve iki buçuk ay sonra buluştukları noktada vedalaşıp ayrılıyorlar. 

Neye niyet neye kısmet dedikleri bu olsa gerek. Evlenmeyi istedikleri yerde ayrılmak... Ulay o kadınla evleniyor, Marina tek başına performanslarına devam ediyor. Belki de, uzun zaman onda tutuklu kalıyor ama ne de olsa hayat yalnız yürünen bir yol. Kimse kimseye sonuna kadar eşlik edemiyor. Bazen eşlik ettiğini sandıkların da yollarda kalıyor işte.

Şimdi olayın bir başka boyutu üzerine sesli düşünmek istiyorum. (Eşlik etmek isteyenler okumaya devam ederken bir yandan da, linkleri de tıklayıp yeni sekmede açılan şarkıyı dinleyebilir.)  

Bağlı olmak, bağımlı olmak hep tartışılan, bağlılık idealleştirilirken bağımlılık kınan bir olgu. Oysa birçok ilişki pataolji barındırır. Bunu anlamak için Sezen Aksu parçalarını dinlemek kafidir. Aklı başında yaşanacak bir şey değildir aşk. Ya da aşk sandıklarımız hep bir eksiğin yeri dolsun diyedir. Bireyler, anne ve babalarından alamadıkları ya da alırken çeşitli sebeplerle kesilen, yarım kalan, eksikliğini hissettikleri ilgi ve sevginin peşinde bir ömür geçirirler. 

Bu yolda bir çok kalbe girer çıkar, her ne kadar “Uzak benden aşk uzak artık” deseler de kilidine uyacak anahtarı aramaktan vazgeçmezler bir zaman. 

Ama sonra bir gün vazgeçmek zorunda kalır "Mutlu ol sevgilim, ben olmasam da yanında hayat gülsün sana, günahın boynunda ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda" derken bile çelişkiye düşer, "Git, git, gitme dur yalan söyledim, daha şimdiden deliler gibi özledim" diyerek oldukları yerde mırıldanırlar acıtan, kanatan şarkıları. "Ah bu şarkıların gözü kör olsun" diye sitem yollarken "Gel gönlümü yerden yere vurma güzel ne olursun" diye de eklerler. Aslında "İyiyim"lerin arkasında nice acılar saklıdır da kimse nasıl olduğunuzu gerçekten sormadığından her şey içte yaşanan bir fırtına olarak kalır. 

Kendinde olmayanı ararken insan, tabi ki travmaları üzerinden hareket eder. Sonuç her aşk patalojiktir. İki kişinin arasında ne yaşandı, ne yaşanamadı kimse bilmez ama biraz tahmin yürütsek de ders çıkarsak kendimize hiç fena olmaz. 

Marina Abramovic baskıların yoğun olduğu bir dönemde çok da sevgi ve ilgi görmeden büyümüş, baskılara karşı duruş olarak sanatı seçmiş özgür ruhlu bir kadın. Sanki bir yanı her şeye karşı durmak istiyor ama bir yandan da kendine işkence yapılmasına müsaade edecek kadar bilinçaltı yaralı. İnsanların kötülüğünü, duyarsızlığını gösterirken kullandığı yöntemler de patalojik ama sanatın olduğu her yerde çılgınlık da bulunduğundan kabul ediyoruz kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri deneyen bu insanı. Bütün gençliği boyunca bedeninden nefret ettiğini söyleyen sanatçı onu çırılçıplak performanslarda sergileyerek başka gözlerden onay aradı ve buldu belki ama bunu ileri yaşlarına kadar kendinde hissedemediğini, ne zaman kendi ile aşk yaşamaya başladı ancak o zaman bedenini de sevdiğini itiraf ediyor. Belki de o da tüm kadınlar gibi tek kalıba sokulmak istendikçe, özünden uzaklaşmasına sebep olan eril düşüncenin iktidarına onların dediklerine karşı gelerek direniyor. Bir yandan da seçtiği performanslarla farkında olmadan kendini eril dilin kendisine layık göreceğini düşündüğü şekillerde cezalandırıyor. 

Her gösterisine "Bu sefer öleceğim" diyerek çıkan kadın, hem bir 
meydan okumanın hem de kendini yok etmenin yollarını aynı yerde arıyor. Kendinden soyundukça karşılaştığı benliği ile var oluşunu kutluyor. Bu esnada hayatına değip geçenler olduğu gibi uzun yıllar eşlik edenler de oluyor. Ulay da onlardan biri, belki en derini. 

Gerçek bir sanatçı olan Marina mazoşist yanı ile bağlı olduğu sanatının yanında Ulay’a da bir bağımlık geliştiriyor.  Önce rakibi iken birlikte bütün olmayı başarıyorlar. Bunda ikisinin de muhteşem insanlar olaması değil etkili olan. Bilakis marazi bir ilişki, biri bağımlılık düzeyi yüksek mazoşist, tutkulu, çılgın bir kadın diğeri de muhtemelen bu denklemin ihtiyacına cevap veren X kişisi. Adının Ulay olması bir denk geliş. Bir bağımlının aynasında kendini gören, bundan doyum sağlayan narsistik, kendine aşık bir adam. Ve ne zaman Marina ya da onun gibi kadınlar asıl aşkı yaşadığı sanata/çocuğa/hayata ve benzeri konulara daha fazla zaman ayırıp, sevgisine alıştığı adamın egosunu beslemeyi bıraktığında, emmeye alışık ilişkinin tarafı yeni arayışlara giriyordur. Tabi burada kadın/erkek taraflar değişebilir, narsist bir kadın bağımlılık geliştiren bir adamla oyuncak gibi oynayabilir. Dışarıdan sağlıksız olduğu apaçık görülen bu ilişkilerde taraflar istediğini aldığı sürece sorun çıkmaz. Ama biri değişirse dengeler alt üst olur.  

Aslında bütün uyumlu ilişkiler böyledir. Marazlı insanların birbirine iyi gelmesine mutlu aşk diyoruz ama aslında mutlu aşk yoktur diyen Aragon da haklıdır. Galiba yer yüzündeki insan sayısınca aşk var. Birliktelikler kadar ilişki çeşidi ve iyileşmeyi beraber seçmeyince ayrılıkla neticelenen sonlar...

Çeşidi, dozu, bağımlılığı, eziyeti, beni yak kendini yak, her şeyi yak diye bağırışları olsa da bu dünyada aşk var. İnanmayan tekrar izlesin, 21 yıl sonra karşılaştıklarında Marina'nın gözlerinden süzülen o dupduru duyguyu, Ulay'ın yüzündeki özrü, kadınını gördüğünde gözlerinde beliren ışıltıyı.

Dininle dinlen, toprağında Ulay... Başın sağolsun aşkın kadını Marina!    

KADINLAR ÜLKESİ - 2019 ALTIN PORTAKAL BELGESEL ÖDÜLÜ -Şirin Bahar Demirel



Bazen bazı konular döner dolaşır yine bizi bulur. Benim için 2019 yılı boyunca tekrar eden konu başlığı ilginç bir şekilde mültecilik oldu. 

Bu gün önce, filmine dair yazdığım Andaç Haznedaroğlu'nun TEDX konuşmasına rastladım. Misafir filminin hayatına yaptığı etkiyi anlatıyordu. Kesinlikle izlemenizi öneririm. 

Ardından düzenli olarak film gösterimlerini takip ettiğim organizasyondaki filmi izlemeye gittim. Genelde filmleri, zihnimde her hangi bir yargı oluşmasın diye haklarında hiç bir eleştiri okumadan hatta konularını bile bilmeden izlerim. Sonra döner eleştirmenler ne diyor bakarım. İşte bu gün de konusuna bakmadan gittiğim filmin mültecilik kavramı üzerine olduğu görünce gülümsedim. 


Nisan ayı boyunca bir yazı dizisi şeklinde kaleme aldığım mültecilik konusu üzerine uzun uzun yazdığımdan merak edenler için arşiv niteliğinde bir link eklemekle yetinip bu akşam izlediğim filme döneceğim. Çünkü bu yapım mülteci film festivalinde gösterilenlerden biraz farklı. 

Yapımcılığı, yönetmenliği, kurgusu, görüntü yönetmenliği Şirin Bahar Demirel'e ait Kadınlar Ülkesi isimli yapım 2019 Yılı Altın Portakal Film Festivalinde en iyi belgesel ödülünü alan film oldu. 52 dakikalık bu belgesel kaynağında şöyle anlatılmış. 

"Çoğu zaman anılar ve kişiler üzerinden tanımladığımız ev, sağlam, koruyucu ve kalıcı mıdır yoksa geçici ve soyut mu? Kaçılacak bir yer midir, sığınılacak bir yer mi? Yoksa gittiğimiz her yere bizimle gelen bir hissiyat mı? Bir yanda milyonlarca insanın güvenli bir ev bulabilmek için ölümcül yolculuklar yaptığı, bir yandan da uzayda yaşanabilecek yeni gezegenler keşfedildiği bir dönemde, bu sorular, Türkiye’den ABD'ye taşınan bir yönetmenin kişisel sorgulamasından daha fazlasının cevaplarını arıyor. Suriye'deki savaş yüzünden evlerinden edilip Florida’ya yerleştirilen Fatima ve Huda da bu arayışa katılarak, yabancı bir yerde yeni bir ev kurmanın, sevdiklerini geride bırakmanın ve hatıralarla bugünün iç içe geçmesinin ne demek olduğu üzerine, kendi sözlerini söylüyor."

"Kadınlar ülkesi" erkeklerini savaşla, göçle, hapislerde işkencelerle yitirmesi nedeniyle Suriye için kullanılan bir nitelendirme imiş. 

Belgesel, bu coğrafyadan çok uzakta yaşayan ve "Savaştan değil ama belirsizlikten, vasatlıktan, haksızlıktan, adaletsizlikten, üzerine kara bir bulut gibi çöken bunaltan baskılardan kaçmak çok mu anlaşılmaz ya da çok mu ayıp acaba" diye soran bir doktora öğrencisi tarafından çekilmiş. Meselesi biraz da kendisinin de ifade ettiği gibi, kalanlar hala orada iken giden olmanın suçluluk duygusu. Ama herkesin hayatı biricik ve tekrarı da yok. Öyleyse herkes tercihini yapmalı diyor alt metinde. En azından tercih şansı olanlar, yeni bir hayat kurmaya cesaret gösterenler için gitmenin seçenek olduğunu hatırlatıyor. Ama daha yaşanır bulduğu Amerika'ya yerleşmesinden sonra ev, yurt kavramları üzerine daha fazla kafa yormaya başlaması ile bu belgesel doğuyor. Bir çeşit sesli düşünme... 

Belgeselde ülkesini terk etmek zorunda kalsa da ailesinden kayıp vermeden bütün dünyanın rüyalar ülkesi dediği yere, hem de yolculuk esnasında hiç mülteci kamplarında kalmadan doğrudan ABD'ye mülteci olarak gidebilmiş, orada ilgili kurumlarca karşılanmış ve bir eve yerleştirilmiş, sosyal ihtiyaçları için düzenlenen programlarla entegrasyonu sağlanmış, halk tarafından çok güzel karşılanmış, yani ülkemiz dahil dünyanın çeşitli coğrafyalarında zorluklarla boğuşan soydaşlarına göre şanslı, ülkesinde iken orta sınıf üstü olduğu belli iki Suriyeli ailenin kadınlarının ev, toprak, sıla hasreti ile yeni yerleştikleri yerdeki "ev"e atfettikleri anlam mevzu edilmiş. 

Daha önce mülteci film festivalinde seyrettiğim zorlukların bir çoğunu yaşamamış, sadece toprağından zorla kopmuş mültecilerin yeni yaşamlarına adapte olmasının, anılarda dolaşırken ev edinmiş olsa da yurt edinmek için daha fazla zamana ihtiyaç olmasından bahsedilmiş. İnternet sayesinde Suriye'deki annesi ve kız kardeşi, Türkiye'deki ağabeyleri ile rahatça irtibat kuran mültecilerin çocukları küçük yaşları sebebi ile dilin içine de kolayca yerleşmiş. Kadınlar ise hem anılarda dolaşıyor hem de dili öğrenmede yavaş akan bu süreçte mutlu olmaları gerektiğinin farkındalığı ile özlemin ara sıra vuran dip dalgası ile sınırlarda dolaşan bir ruh haliyle geldikleri yeri arıyorlar. Savaş bitse, her şey düzelse yine topraklarına dönmek istediklerini söylüyorlar ama Amerikalıların çok saygılı, onlara dostça davranışları, demokrasinin, insan haklarının benimsenmesi ile alıştıkları hayat standardını bırakmak zor. Elbette çocuklarının çok daha iyi eğitim alma şansları ellerindeyken ait oldukları coğrafyaya dönemeyeceklerinin de bilincindeler. Bu nedenle özlem burunlarını sızlatan bir yürek sancısı olarak hep içlerinde kalacak. Ülkelerindeki bir ırmak kenarına benzettikleri bölgeye gidip anılarda dolaşacak ama sonra yine medeniyetin merkezinde olduklarını hatırlayıp mutlu olacaklar. 

Ve mutluluk her insanın hakkı. 

Yönetmen de bu hakkı kendinde görüyor ama bir yandan da dünyada savaşlarla, iklim değişiklikleri ile, hukuksuzluklarla ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar varken tercihi ile ilgili duyduğu suçluluk duygusuna çokça vurgu yapıyor. 

Kendi isteği ile geldiği bu ülkede bir yandan kendi topraklarının dertleri ile dertlenirken bir taraftan da oradaki hayatın keyifli akışına teslim oluyor. Tüm bunlara rağmen özlem duygusunu yaşayınca mültecilik, misafirlik, anısızlık, yurtsuzluk, yalnızlık, kökler, içine yerleşilmeye çalışılan dil üzerinden hayatı sorgulamaya başlıyor. Mesela Türkiye'de hiç çiçek yetiştirmezken orada sürekli saksı çiçeklerini arttırıp köklenmeleri için çabaladığını fark ediyor. 

İnsanların yerleşmek için başka gezegenler aradığı bir çağda hala toprağından zorla ayrı bırakılan insanların olması çelişkisine de vurgu yapan belgeselin gösterimi ardından eski bir Sinema Hocası olan yazar Sevilay Çelenk ile verimli bir söyleşi gerçekleşti. Mülkiyeliler Birliği'nin salonu ağzına kadar dolu idi. Merdivenlerde oturanlar da cabası. Çünkü konu önemli. Ailelerin intihar etmeye başladığı bir yerde herkes kendini sıkışmış hissediyor olmalı ki, tercihen ve zorunlu gidişlerin anlatıldığı belgesele rağbet etti. 

Uçan Süpürge'nin film gösterimleri devam edecek. Meraklısı için siteyi takipte kalması tavsiye edilir.

"Daha güzel bir dünyada, mutlulukla yaşamak için neler mümkün?" diyelim... Bakalım mültecilik kavramı ile bir sonraki karşılaşmam nerede nasıl olacak? 





UZUN İNCE BİR YOLDAYIM, GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE


Hayat, "Nedir, ne değildir?" diye düşünürken geçip giden bir zaman dilimiymiş. En basit haliyle "Cevaplanmamış sorular yedeğimizde yürüdüğümüz bir yol" diyebiliriz sanırım. Sonunda ışık olan bir tünel ya da dümdüz bir parkur değil. Kesin olan tek şey bu gün içinde olduğumuz bu zaman diliminin bir gün biteceği. En büyük hediyesi o bir günü bilmemek. Yoksa devam edemezdik. Düşünsenize, idam edileceğini bilen bir mahkum neyden zevk alabilir, yüzü ne ile güler? Bu açıdan ölüm zamanını bilmemek büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, hatırlandığında bile lezzetleri azaltan tek gerçeğimizdir. Bu yazı planlı bir yazı değil. Bir konusu yok. İçimden ne gelirse yazmak istedim bu sabah. Her şey zıddıyla bilindiğinden olsa gerek hayat deyince ölüm çıktı geldi, yazıya girdi. 

Sürüklenmek şeklinde ilerleyen yaşamımda yeni bir dönemin başındayım hissi var sadece. Yedi yıllık döngü tamamlanırken, tam da yedi yıl önce oturduğum eve yeniden taşınıyorum. Bu çok değişik bir his. Geriye dönmek pek yaptığım bir şey değildir aslında ama kader bu sefer böyle buyurdu. Yeniden yedi yıl yaşadığım eve, manzaraya dönüyor olmak ister istemez beni o günlerde dolaştırıyor. Çok memnun muydum hayatımdan sanırım hiç bir zaman öyle olmadım ve zamanla bunun bedelini elimdekileri de yitirmekle ödedim. Ama yüzde yüz memnun olmasam da huzurlu idim. Düzenli, rutin, normal bir hayatım vardı ve bunun büyük bir nimet olduğunu son yedi yıl yaşattıkları ile öğretti. 

Bu zaman dilimi hiç yaşanmasaydı, ben normal sıradan hayatıma devam etseydim keşke diye düşündüğüm çok oldu. Ama o zaman bu günkü benle tanışamazdım, diye düşünüp keşkelerden vazgeçtim. Ha bu günkü ben çok mu muhteşem biri, elbette değil. Hatasıyla doğrusuyla kendi halinde bir insan. Ama yedi yıl önceden çok farklı, daha dingin, daha fazla akışına bırakabilen, önem sırası, sevdikleri, yerdikleri epey değişmiş bir başkası var artık. 

Bu süreçte yaşadığım çok güzel zamanlar, tanıdığım harika insanlar da oldu elbette. En büyük hayalimi gerçekleştirdim mesela, yeni hayaller kurmaya başladım. Çok gezdim, çok okudum, çok film izledim, çok zenginleştim ama bir o kadar da büyük kayıplarla adeta bir roller coaster' a binmiş gibiydim. 

Bu gün bu dalgalanmaların hayatın kendisi olduğunu kabul etsem de, insanlarla olan zorlu süreçlerde kırgınlıklarımı tolore edebilmiş değilim. Bir zamanlar kendini insan sarrafı sanan yanımın fena halde çuvalladığını gördüm. İçimdeki çocuğun "İyi ki tanımışım" diye sevinçten uçtuğu zamanları, "Sen insan tanıma konusunda bir daha ağzını açma, hediye sandığın insanlar sayesinde koca bir salatalık tarlan var, midende ciddi hazımsızlık yapıyorlar" diye azar yediği vakitler takip etti, ediyor.       

Neyse ki, sosyal medya var da dertlerimize derman olacak bir söz dakika da bir önümüze düşüyor. İşte onlardan birinin yeri geldi, paylaşalım da yüreğime su serpilsin, söyleyenin doğruluğu yanlışlığı artık yayanların boynuna olsun da içeriğin doğru olduğu net:

"Frued'un kızına yazdığı mektup:

"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birden bire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok" 

İşte böyleyken böyle... Tanımasam mutlu olacağım çok insan tanıdım ama belki onlar sayesinde insanlık denen üst noktanın farkına vardım. Gözümü çukurlardan maviliklere diktim.

Hayatın düz bir çizgide gitmediğini hatırladım. Her şey dairesel bir hareketle ilerliyor, yeniden idrak ettim. Hücrelerimizde gizlenen hüzünle sevincin ayın iki yüzü gibi olduğunu, gece ile gündüz gibi bir devinimde ilerlediklerini hissettim. Umarım yedi yıllık döngülerle bezeli hayatımda hüznün yerini sevincin alacağı dönemin kapısındayımdır. 

Bu arada çok film izledim buraya aktarabildiğim film yazısı altmışlarda olsa da, defterlerimde üç yüzü geçti. Şöyle yerleşik bir düzene geçip sistematik halde onları buraya aktarabilecek vaktimin olmasını umuyorum.

Bir de epey dizi izledim. Genelde edebiyat uyarlaması seçtiğim için izledikten sonra pişman olduğum pek bir dizi olmuyor.

Aşağıda iki sahnesinden resim paylaştığım outlander da netfiliks in iyi dizilerinden. Epey bölümü var. Ara sıra konuda sarkma olsa da romandan senaryolaştırıldığı için olsa gerek iyi toparlanmış. Yeşil severler için de görsel bir şölen sunuyor. Tavsiye edebilirim.  
   
Hikayesi anlatılabilecek bir hayat yaşamak, yazıp paylaşmak, iyi insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatacak eserler vermek, o mukadder gün geldiğinde ağırlıksız göçmek dileğiyle...  

Günün şarkısı Kıraç'tan gelsin. Gidiyorum buralardan...









     

HİÇBİR TRENİN UĞRAMADIĞI İSTASYON- DALAMAN

















Yaşam yolculuğu der dururuz ya hani, hayatınızın yolculuğu hangi araçla yapılıyor diye hiç düşündünüz mü?



Zor bir soru doğrusu!Yolculukta tercihiniz uçaktır belki ama hava muhalefeti çıkar, sefer iptal olur. Biletiniz elinizde kalır, aceleniz varsa başka yollar aramaya başlarsınız. 



Yelkenli deseniz yine rüzgara, güneşe, denize bağlı şartlara göre yolculuk yapabilirsiniz. 



Araçla yolda olsanız, istediğim yerde durur, istediğim hızda giderim, dilediğim saatte yolculuk yaparım dersiniz ama madem yoldan alıkoyan unsurlardan girdik konuya, o zaman o iş öyle kolay değil:) Zaten hayatta hep istediğim şeyler oluyor diyenlere sadece gülerim. 



Büyüklerin de dediği gibi "Yola gidenin bin türlü hali var" Yakıtın bitebilir, kar yağabilir, ayı çıkabilir, önünde zincirleme bir kaza olmuştur belki, lastiğin patlamıştır, araba bozulmuştur.



Otobüs de aynı engellerle karşılaşabilir. Hatta, mola yerleri, varış saati, hız kontrolü, yolculardan birinin durmadan ağlayan bebeği, horlayan koltuk arkadaşınız, şarjı biten telefon yüzünden kulaklığın işlevini yitirmesi, çalışmayan klima, uyuklayan şöför, birbirinden kötü filmleri sunan firma falan derken otobüsle yolculuk kara taşıtları arasında en zorudur.



Gemi desek, batar falan aman, hiç güvenli değil. Açık denizler, rüzgarlar, deniz tutması derken o da zor. Gemi adamlarında bile bir sürü hasar bırakan o derin mavilik sana bana ne yapmaz diyerek bu seçeneği de eleyince geriye pek bir şey kalmıyor.



Ben bu soruyu duyduğum ilk an nedense aklıma tren geldi. Oysa şimdiye kadar trenle toplam üç kere uzun yolculuk yapmamışımdır ama bu güne kadarki hayat yolculuğumun taşıtı trendir dedim tereddütsüz: Daha önceden belirlenmiş bir hatta, tarifesine uygun saatte hareket eder. Duracağı istasyonlar bellidir. Bilete ödediğiniz fiyatla paralel bir koltukta seyahat edebilirsiniz. Yol uzundur, içinde rahatça dolaşır, yemek yiyebilir, farklı vagonlara gidebilirsiniz ama mola yeri haricinde inip binemezsiniz. Çok hızlı gitmedikçe raylardan çıkmaz, demirden bir kutunun içinde selametle gideceğiniz şehrin istasyonuna varırsınız. Konforu azdır ama diğer bütün taşıtlardan güvenlidir. Kafanızı dinleyeceğiniz bir yolculuk değildir, raylardan gelen gürültü yorar ama başınızı cama dayadığınızda hızla akan manzaraları izlemek keyiflidir. Görüntüler bir film şeridi gibi geçer. Zevkle izleseniz de ne geçip gitmesine engel olabilirsiniz ne de kontrol edebilirsiniz, tıpkı hayat gibi. Sadece seyredersiniz. 



İşte Yunus Emre'nin "Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var" diye tarif ettiği hayat yolculuğu nereden baksanız, hangi aracı kullansanız meşakkatlidir. Bu nedenle de yola gidenin halini Allah bilir. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, kazalar, hastalıklar nice sıkıntılar yolcunun önüne çıkar ve zamanla hedefler dahi değişir.     



Kimsenin yolculuğunun kimseye benzemediği bu dünyada kimbilir ne çok yarım kalmış yol hikayesi vardır diye düşünürken bir yönden acıklı, kısmen de iyi sayılacak bir yalnızlık öyküsü öğrendim. Tren yolculuğu üzerine düşünürken dünyada kimsenin varmadığı bir istasyonun varlığı dikkatimi çekti doğrusu. Sizinle de paylaşmak istedim:


Düşünsenize, dünyada trenin uğramadığı, önünden hiç bir rayın geçmediği, içinde kimsenin hasretle kucaklaşmadığı bir istasyon varmış. Tabi ki, insan kaynaklarını bile boş yere harcayan ülkemizde, Dalaman'daymış. Yukarıdaki resimde görüldüğü üzere mimarisi ile tam bir istasyon ama fonksiyonunu ifa edemiyor. Ne diyelim onu orada öylece atıl bırakanlar utansın :( 



"Abbas Hilmi Paşa, 1905’te ‘Nimetullah’ isimli yatıyla Dalaman’a 12 kilometre mesafedeki Sarsıla Koyu’na gitti. Bugün Muğla’nın ilçesi olan Dalaman, o günlerde henüz yoktu, sadece deniz kenarında sazlardan yapılmış 30 evlik Söğüt isimli bir köy vardı ve Dalaman verimli bir ovadan ibaretti. Av hayvanlarının cirit attığı uçsuz bucaksız ovayı gören av meraklısı Hıdiv, bölgeyi çok beğendi.

Hıdiv, Sarsıla Koyu’na iskele ile depo inşa ettirdi ve koydan çiftliğe uzanan bir de yol yaptırttı. Yolun her iki tarafına Mısır’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarını diktirirken çevredeki bataklıkları da kurutturdu.

Abbas Hilmi Paşa, ikinci aşama olarak çiftliğinin bulunduğu Dalaman’a bir av köşkü ve aynı anda İskenderiye’ye de bir tren istasyonu inşa ettirmeyi planladı. Binaların yapımını Fransız mimarlara havale etmişti. Fransa’dan yola çıkan ve av köşkünün malzemeleri ile binanın projesini taşıyan gemi Dalaman’a, tren istasyonunun malzemeleri ile projesini taşıyan diğer gemi ise Mısır’a gidecekti. Ancak yolda bir karışıklık oldu ve Mısır’a gitmesi gereken gemi, yükünü Sarsala Koyu’ndaki iskeleye boşalttı.

Hıdiv’in Dalaman’daki işçileri, karışıklığın farkında olmadan malzemeleri develere ve katırlara yükleyerek, Abbas Hilmi’nin köşkünün bulunduğu yere götürdüler. Gemiyle gelen ustalar ve Hıdiv’in adamları da, efendilerine sürpriz yapmak için hemen binanın yapımına giriştiler. Fakat son derece garip bir karışıklık yaşanmış, Dalaman’da planlanan av köşkü değil, istasyon binası inşa edilmiş, Mısır’a giden diğer gemideki malzeme ile de mükemmel bir av köşkü yapılmıştı.

Eksikler de kısa sürede tamamlandı ve Dalaman’daki binanın etrafına Mısır’dan getirilen palmiyelerle hurma ağaçları dikildi. Tren yolunun bulunmadığı Dalaman’a istasyon binası yapılması Hıdiv’i hayli şaşırttı ama binayı yıktırmadı ve istasyonun yanına bir de cami inşa ettirdi.

1928’e kadar Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın mülkiyetinde kalan çiftliğe, Türk Sanayi Bankası’ndan alınan bir kredi ödenemeyince, devlet tarafından el kondu. Bina 1930’dan 1958’e kadar Jandarma Karakolu olarak kullanıldı, sonra Devlet Üretme Çiftlikleri’ne tahsis edildi."

İşte Dalaman da dünyanın tren yolu bağlantısı olmayan ilk ve tek istasyon binası böyle inşa edilmiş. Doğrusu, bu istasyonun başına gelen de bir yarım kalmışlık. Yolda değil, yolcu değil ama o da varlık amacına hizmet edemeden yaşayıp gidiyor. 

Düşünsenize, hiçbir yere uzanmayan, kimsenin kimseyi beklemediği, kimsenin kimseye kavuşamadığı, gözyaşları ve özlemle sarılamadığı bir yer ama adı istasyon... Sonrasında da karakol olmuş. Kim bilir onca yıl kaç çığlığı gizledi taş duvarları. Zevkin merkezi olacakken, bir av köşkü yerine ezanın merkezi olmuş ve bunda kimsenin suçu yokmuş. 

Hayat da böyle değil mi? Siz ne planlar yaparsanız yapın bozuluyor. Ne kadar iyi eğitimler alırsanız alın belki de bilgi ve tecrübenizi hiç kullanamadığınız işler yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu seçtiğinizden daha iyi oluyor, bazen de bu istasyon gibi kimsenin uğramadığı bir yerde ömür geçiyor. 

Hasılı kelam, uçak kullanan bir pilot iken bir tıra otostop çekip ilerlemek zorunda kaldığınız bir yolcu da olabilirsiniz. Önemli kişilerin uçtuğu kısımdan biletiniz varken yayalık nedir bunu da öğrenebilirsiniz. Attan inip eşeğe binebilirsiniz. İstasyonsunuzdur ama kimseyi kavuşturamazsınız. Liman olursunuz, sığınacak gemi size ulaşamaz. Bir niteliğe sahip olmak, onunla sonuca gideceksiniz demek değildir. Herkes kaderini yaşar. Yıllar sonra elinde kalan ise keşkelerle yüklü ağır bir çuval. Üzerinde "Hayal kırıklıklarım" yazan ..  

 Siz yine de vaktiniz varken yolcululuk aracınızı, araçta sınıfınızı değiştirmeyi deneyin, belki bir yerlerde boşluk vardır. Oradan devam eder gidersiniz.  




YAKINDAN GEÇEN MÜLTECİ ÖYKÜLER





Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz. 

Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz. 

Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz. 

Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım. 

Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu. 

Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum. 

Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu. 

Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu. 

Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı. 

Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi. 


Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum. 

Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum. 


Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik. 

Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır. 

İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir. 

Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur. 

Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur. 

Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş. 

Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak

bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım. 

Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi. 

Hani Mevlana; 

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı. 

Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır. 

Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?

Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu. 

Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde, 

"Gözyaşlarına boğulur… ressam

düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim. 

Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım. 

Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...


Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın. 








































GÖĞE BAKALIM, GÜZEL KALALIM





Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile yeterli vakit ayıramıyorum. Yapılan yorumları bile görmemişim. Blog dostlarım affetsin, şu koşuşturmaca bitince yine buralarda olup gezecek, güzel yazılar okuyacağım. 

Günler sonra evde olmanın keyfini çıkararak bu sabah alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ediyorum ki bu ne güzel bir özgürlüktür. 

Canım annem, özenerek bir kahvaltı hazırlamış, hazıra kondum. Bir demlik çay içtim, keyiflendim. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım, zaten kötü de değil hayatım, biraz ağır aksak gidiyor ama hala ayaktayım. 

Keyifli olmamda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara sosyal medyada yine can sıkıcı başlıklar gördüm ama ne yapalım kötülük dünyanın her yerinde her an tekrarlanan bir yaratım, iyilik de, ben iyiyi görme kararı aldım. Ki şahane bir rüya da gördüm, yorumlarına baktım, ferahlık dolu günlerin yakın olduğunu söylüyordu, yeni yıldan umutlandım.

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonumu salgılattım sevgili beynime. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissettim. Yine açık, güneşli şahane bir hava var İzmir'de. Ay bu sabah ütü bile yaptım, bu kadar saate ne çok iş sığdırdım, aferin bana dedim, daha da keyiflendim.  

Aile evi başka. İnsanın en çok ait hissettiği yer, toprağı, anıları her şey orada. Evimiz hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım her seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum. 

Ve bu sabah da soruyorum, bu günün bana hediyesi ne? Bolluk, bereket, huzur, ilham hangi şanslarla üzerime akacak, kabuldeyim, güvendeyim. Tüm olumsuz düşünceleri de iptal ediyor, evrenin sonsuz ışığına yolluyorum.     

İşte böyle içimdeki çocukla beraber mesai öncesi hareketliliği de izleyince hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada, anılarda buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu gün de, göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikodusundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...

Yavaşlayalım, duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet, her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Güzel ses, güzel şarkı ama Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. Çünkü yaşıyoruz, bundan büyük mutluluk yok.

Hatta çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım ve oraya yükselelim. Hayatta dertler, tasalar da misafirdir, onları da uğurlayıp mutluluklara kapı açacağımızı unutmayalım.

Yaşasın hayat, yaşansın huzur!

Kocaman gülümseyin bu gün:) Ben öyle yapıyor ve şimdi yazacağım hikaye için buradan ayrılıyorum:))



Yazı-Yorum Dergi'nin canlı yayın konuğu oldum

  Merhaba, Yazı-yorum Dergide 6 yıl boyunca düzenli yazdım. Bir nevi evimdi. İki yaşından sekiz yaşına gelirken beraberdim. Sinema eleştiril...