sevdikçesevesimgelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdikçesevesimgelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bir Niyet Bir Diyet

Niyeti bozdum, tabi diyeti de. Vicdan azabı duyuyorum şimdi ama iş işten geçti. Yarın doktorum aradığında ne diyeceğim bilmiyorum. Belki aramaz hem bayramda mesai yapacak değil ya! 

Zaten pilav üstü dönere de hayır denmez. Hem ne kadar zaman oldu ağzıma sürmeyeli, düşüneyim bakayım, neredeyse bir aydır pilav yememiştim. Zaten birkaç kaşık yedim çok değil hem üzerine soda da içtim eritir. Bizim bey yemekten sonra soda içince üzerine bir porsiyon daha yiyor. Hiç de kilo almıyor. Hep söylerim dünya adil bir yer değil işte, adalet olsa canımızı yiyenler yediklerimizi de eritirdi değil mi? Ama nerde bir gamsız var midesi sırtında. 

21 ARALIK EN UZUN GECE ŞEB-İ YELDA


   
En UZUN gece... 21 Aralık...

Coğrafya biliminin tespitine göre böyle. Dünyanın hareketleri işte :)) Bu konuyu hiç sevmezdim. Üniversite hazırlıkta iken denemelerde üç soru çıkardı bir türlü bu konu yüzünden sosyali ful çekemezdim. Sanırım bu nedenle ya da dünyanın bir bir hali işte bu konu beni hep germiştir. Dolayısıyla en çok çalıştığım konu olmuş sınavda da bu soruları doğru cevaplayınca puanım fırlamış, öylesine tepeye yazdığım hukuk tercihine yerleşmiştim. Tercih dediysem şimdiki gibi değil. Gençler şanslı, şimdilerde ellerindeki puana göre sıralama yapıp ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Biz, üniversite sınavına girmeden bu tercihleri yapmak zorunda kalan, piyangodan çıkmışcasına sürprizlerle karşılaşıp aslında istemediği yerlerde kendini bulan insanlardık. 

Ben de bu dünyanın hareketleri konusunu öğrenmesem belki bu gün yaşadığım zorlu hukuk yolculuğuna çıkmayacaktım ama kader işte. Hayat yazıyor, biz oynuyoruz. O yüzden hem geceleri yaşayan biri olarak en uzun geceyi sever hem de içimde arka akaya devrilen keşkeler bloklarının altında kalırım her 21 Aralık'ta. Oysa senaryosuna çok da müdahale şansımız olmayan yaşamlarımızda hepimiz bir oyuncuyuz. Sinopsis de elimizde yok. Dolayısıyla hayat belirsizliklerle dolu. Bu bazen bir nimet, misal öleceğimizi bilip tarihini bilmememiz gibi bazen de imtihan sebebi: Uzun gecelerin hiç bitmemesi gibi.


O yüzden fizik aleminde en uzun gece şuan içinde bulunduğumuz 21 Aralık olsa da, ruhen uzun geceler başka başkadır:

Ölüm döşeğindeki bir hastanın hali ile ameliyattan çıkan ve o geceyi atlatırsa yaşama bağlanacak bir insan ile onu dışarıda bekleyen ailesinin ruh hali 21 Aralık'la kıyaslanamaz. 

Yine sancılarla doğumu bekleyen bir kadının korku dolu gecesi ile dışarıda dokuz doğuran babanın en uzun gecesi de mucizeye şahit olana kadar sürer.

Bir gün evinden çıkıp işine giderken başına gelen kötü bir kaza sonucu kendini nezarette bulan, cinnet geçirip katil olan ya da bir iftiraya maruz kalıp haksız şekilde gözaltına alınan bir insanın demir parmaklıklar ardından geçirdiği uzun gece(ler) dünyanın hareketleri ile kıyaslanamaz. 

Evde anne ya da babasının geleceği zamanı bekleyen yavruları için hayat o gecede durmuş, yıldızlar kaybolmuştur. Bunu uzaktan seyreden hatta o çocuklara yardım eden insanlar o uzun gecelerin ne olduğunu hayal bile edemez. Çünkü sarsıntılar her yürekte ayrı etki yapar. Herkes bunu bazen, gel sen ne çektiğimi bir de bana sor diyerek haykırır. Kimi zaman da gözyaşlarını içine akıtır.

Depremlerde yıkılan yapılar bazen güvenli olduğu söylenip oturma izni verilse, güçlüdür dense de, sarsıntının merkez üstüne yakın olan yerlerdir. O yüzden göçük altında bekleyen insanların uzun geceleri ile 21 Aralık boy ölçüşemez. 

Sevdiğinin nerede olduğunu bilmeden onu bekleyen bir kayıp yakının her gecesi uzundur. Nasıl olduğunu anlamadan bir yere kapatılan bir insanın, ne zaman çıkacağını bilmediği hücresinde yaşadığı gecelerin uzunluğuna gündüzler de katılır. 

İstemediği bir adamla evlendirilen çocuk gelinlerin ilk gecesinden son gecesine kadar hayatları bu bitmez zulmün pençesindedir. Sevdiğinin başka birine yar olduğunu gören gencin ızdırabı uzun geceler sürer. Aşkına karşılık bekleyen bir kalbi kırığın ise her gecesi şeb-i yeldadır.   

Gidenleri bekleyen kara sevdalılar için de geceler zor geçer. Unutmak nimeti ile kalpleri taçlandırılanlar için de bazen 21 Aralık o bitmez beklemelerini anımsatır. Şarkılar o gece kalbe değmez adeta delip geçer. 

Zamanın hükmünü yitirdiği bir konudur aşk. Eğer kalp, o çilesi bitmez çöle bir defa düştüyse ona her gün en uzun gecedir. Kavuşma anı, en çok beklenen, maşuk en çok özlenendir. Bazen bunu hiç bir zaman bilmez ki, müthiş bir ışıktan uzaktadır. Bazen de özleyenin ateşi maşuk için yetersiz kalır yine kaybeden taraflardır. Ama en çok acıyı her zaman bekleyen çeker. Çünkü belirsizlikler kadar insanı yoran hiç bir şey yoktur. Bu şarkı bu acıyı ne güzel anlatır.

Hayat bir beklemeler manzumesi... İrademiz dışında geldiğimiz bu dünyadan yine aynı şekilde gideceğimiz dışında kesin bir bilgi yok. Yayalım diyeceksek tek gerçek bu: Öleceğiz. Hiç bir yaşam sonsuz değil. Dertler de sevinçler de baki değil. Uzun geceler, bitmeyen kışlar da yok. 

Bu gün işte en uzun gece, bundan sonra hem kış başlıyor hem de gündüzler uzuyor. Bu ironik durum bile karanlık ve soğuğun ışık ve sıcakla hayatlarımıza dönüşümlü olarak konuk olduğunu anlatan bir döngü. Ve çok şükür ki, günler de insanlar arasında döndürülüyor. 

Uzun gecelerin parlak gündüzlere yerini bıraktığı bu döngüsel gecede 2020 için iyilik, yerleştiği kalplerden hayatlara aksın diyelim. 

Bolluk, bereket, huzur beklemekten yorulan, istemek arzusunu çoktan kaybetmiş, bir nevi yaşayan ölüye dönmüş, bir türlü gelemeyen güzel günlere bazen umutla bazen sitemle türküler yakan insanımıza Suavi'nin sesinden Tükenme diye seslenelim. Çünkü döngü der ki, bu gün çocuklar ağlıyorsa yarın "Çocukların ellerinde güzel günler var" MFÖ' nün mısraları ile sözü bitirelim: "Bırakmazlar Sahibim var"



NOT: Bu yazı plansız, çalakalem yazılmıştır. Başlarken instagram hikayelerinden yola çıkarak ritüellerden bahsedecektim ama içimden bunlar geldi. O konu bir dahaki yazıya kaldı.
                  

MUTLULUK İÇİMİZDE


KIRMIZI KÜPE ile ilgili görsel sonucu




İnternet aleminin kısa formülleri hızlı yaşamlarımıza reçeteler sunmaya devam ediyor. Gerçekten böyle bir şey demiş midir Goethe bilmem ama ona göre mutlu olmanın formülü beş maddede şöyle özetlenmiş:

1. Keyifle çalışabilmek için sağlık.
2. Zorluklara karşı savaşabilmek için güç.
3. Hataları kabul etmek ve affetmek için kapasite.
4. Hedefe ulaşabilmek için sabır.
5. Başkalarına faydalı olabilmek için sevgi.

Valla mutluluk için beşi bir yerde olarak bunlar varsa gerçekten şanslısınız demektir. Çünkü bunlar ruh ve bedenen tam bir sağlık halinde olmayı, umudu giyinmeyi, mücadele azmine sahip olmayı gerektirir.
Sevgi bile içinizde ve dışınızda yakaladığınız ahengin, hayata yansıyan ışıltısı değil midir?
Sevmek ve sevilmek kadar insana güç veren bir duygu yoktur. Bu nedenle beş maddenin birincisi sevgi olsa, mutluluğu bir başkasının yüzünde sebep olduğun gülümseme olarak da tanımlayabilirsin ki, uzun vadede en kalıcı mutluluk formülü budur.

Lafı çok uzatmaya gerek yok. Beklentilere göre değişen bir kavram mutluluk. 
Bence misal, huzurla uyuyabilmek, güzel rüyalarda gezinmektir.
Mevsiminde bir domatesi dalından koparmak, afiyetle yemektir. 
Sabah yataktan gülümseyerek uyanmak, dışarıdaki yağmura bereket diyebilmektir.
Sıcak bir yaz akşamı gün batımını denizin kıyısında izlerken dalgaların ayaklarınıza vuruşuna izin vermektir. 
Kendinize makarna yaptığınızda bile sunumuna özenmektir. 
Mis kokulu bir keki ikram ederken üzerine kakaolu sostan imza atabilmektir mutluluk.
Bir çocuğu parka götürmektir bazen, annesiz babasız kalmış bir yavruya kol kanat germek, sevmektir aslında.
Şiir okumaktır mutluluk, yazmak ve okumak için vakit bulmaktır. 
Sizi mutlu eden satırların başkasının gözüne değmesi, söz olup size dönmesidir. 
Paylaşılan duygu hüzün olsa bile yağmur ardından gelen gök kuşağı misali ağlarken gülebilmektir. 
Mutluluk içinizde siz sularsanız büyüyen bir çiçektir. 
Mutluluk, beklememektir. 
Anda kalmayı başarmak, onun içindeki güzelliğin keyfini sürmektir.
Hasılı kelam mutluluk, bir sabah uyanıp evde tek başına iken bile kiraz mevsimi deyip bir çift kırmızı küpe takmaktır.
İçiniz mutlu, gözünüz umutlu kirazlarınız tatlı, küpeniz hep kırmızı olsun.     

YENİ HAYAT/BİR ORHAN PAMUK KİTABI

Bu mektup, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanının kahramanı Osman’a yazılmıştır.” 


Sevgili Osman,

Sen “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” dediğinde tıpkı senin gibi bir üniversite öğrencisiydim. Harfleri bitiştirdiğimden beri kitaplarda geziniyor, aradığını arıyordum; hayatın sırrını, aşkın gizini, insan denen meçhulü ruh haritasında kaybolmadan götürecek izleği. Ya da öyle sanıyordum. Bunun popüler romanlarda olmayacağını düşündüğümden de her yerde karşıma çıkan bu çarpıcı cümleye rağmen senin maceranı okumayı uzun bir süre reddettim. Ciddi kitapları devirdim durdum. 

Ama bir zaman sonra, hayatın sillesini yemiş, bu topraklardaki her genç gibi hayallerine erken veda etmiş biri olarak yolumun seninle kesiştiği bir zamanda macerana konuk oldum. Hayatta her şeyin olması gerektiği zaman olduğuna inanırım. Ne daha önce ne sonra. Sana ihtiyacım olduğu an karşıma çıktın ama senin dünyanı okuyunca, sana da, bu büyülü dünyayı kuran o deha adama da keşke bu kadar geç kalmasaydım dediğimi itiraf etmeliyim.

Şimdi böyle bir sabah kalkıp sana mektup yazmak ve cevabını alamayacağımı bilmek ilginç bir deneyim. Ama aslında çok da yabancı olduğum bir şey değil. Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesi bana kağıda döksem de sahiplerine göndermediğim için cevapsız kalan çok mektup yazdırdı. 

Mektuplaşmayı çok severim ben. Bir insana özel yazılmış satırların ona verebileceğim en değerli hediye olduğunu düşünürüm. Uzaktakine, özlediğime, yanımda olup beni dinlemeyene, söylemek istediklerim için erken olduğunu düşündüğüm zamanlarda ya da geç kalmışlık arayı açtığında sevdiklerime mektuplar yazarım. Ha bu arada aynı şekilde cevaplar almayı her insan gibi severim ama bu konuda özellikle son senelerde çok şanslı olduğumu söyleyemem. 

Aslında uzun yıllar mektuplaştığım çok arkadaşım oldu. Karşılıklı haftalık on altı sayfadan aşağı yazmadığımız, posta kutularına her gün bakıp renkli kağıtlar ve zarflarla yüreğimizi değiş tokuş ettiğimiz dostlarımız vardı. Yıllar geçti, arkadaşlıklar ve paylaşımlar şekil değiştirdi. Şimdilerde iki satırlık iletilerle ya da ne bileyim sosyal medyadan yüzeysel bir takipleşmeyle geçiştiriyoruz birbirimizi. Her anını, hemen öğreniyor, gülüşlerden maskeler ardına saklanmış ruhunun ne halde olduğunu düşünmeden, birbirimizin kalplerine temas etmeden ekranı kaydırıp bir başkasının halini gözetliyoruz. 

Kimi zaman da canımız bildiklerimizin bizden kaçışı ile yaralanıyoruz. Galiba insan bir zaman sonra, misal hayallerinden, ideallerinden uzağa düştüğünde en önce onları bilenlerden uzaklaşıyor. Bize kızdıkları için değil de, kendilerine kızılmasını gerektirecek bir şeylere tanık olmamıza katlanamadıkları ya da ne bileyim onlara olmak istedikleri ile oldukları insan arasındaki farkı hatırlattığımız için bizimle daha seyrek görüşmeyi tercih ediyorlar. 

Oysa bu hayat bizim ve kimsenin kimseye hesap sormaya, yargılamaya hakkı yok. Değişmek değişmez bir kural ve bunu biz nasıl tercih ettiysek etrafımız da öyle kabul etmek zorunda. Eskiden bu kaçışlar, birbirimizin hayatlarından sebepsiz çıkışlar ve benzeri konular benim için üzüntü sebebiydi. 
Sonra Didem Madak’ın Ahlar Ağacı’nı okudum ve hayatım değişti. 

Ben de, “Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
               İçim sıkılmasa o kadar
               Tek bir satır bile okumazdım
.” dedim. Okudukça ve yazdıkça huzurumun kaçacağını bilsem, baştan bu yola girmezdim lakin artık dönmek için çok geç deyip kalemi kitabı yoldaş edindim.

 “Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz
.” dediğini duyunca acı acı gülümsedim.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim: 
A
H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka
.” dediğinde susmayı öğrendim.
Hala göndermediğim mektuplar yazıyorum birilerine. En çok sevdiklerimden, en çok kızdıklarıma kadar uzun uzun el yazısı satırlar bırakıyorum ardımda. Eskiden zarflardım, sahibinin adını yazar, bir de zarfı yapıştırırdım. Şimdilerde onu da yapmıyorum. Mektubu bir meçhule yazıyorum. Kim bulur, kim okur önemsemiyorum. Üstüne alınıp yüzüne bir tebessüm yerleştirenin olsun diyorum. Belki hayatını değiştirmez ama “an” denen o kıymete, yani aslında hayatın kendisine ışık olur, umut olur. Yolda kalmışa devam edecek güç verir ve sonrası gelir. Ben de o “an”a temas etmenin güzelliğini içimde duyar gülümseyerek yürürüm yolumda.
Sevgili Osman,
Yüzümde bir tebessüm bırakabilmiş sana, son olarak şunu söylemek isterim, çok arkadaşımdan vefalısın ki, sıkıldıkça satırlarının arasında dolaşıyorum hala.
İyi ki uğradın hayatıma!
24 Ocak 2019
İzmir

yazdikcayazasingelir@gmail.com




ŞAMPİYON/2018 BOLD PİLOT


Merhabalar,

Sinema günlüğü yazılarına 46.film ile devam edelim. Aslında bu aralar çok güzel filmler izledim, yazılar yazdım, sıkı okumalar yaptım, yapıyorum ama bloga girip yazacak vakti bulamıyorum. En azından ileride paylaşmak için notlar alıyorum. Bu benim için teselli kaynağı. Bir ay daha devam edecek bir eğitim sebebiyle buralarda aktif olamayacağımdan sinemada izlediğim vizyon filmlerden birinden kısaca bahsedeyim istedim.

Bu filme kafası bozuk bir arkadaşımın "Canım sıkkın, ağlamak istiyorum, sinemaya gidelim" demesiyle evden çıktığımız bir akşam rastgele girdik. 
Farah Abdullah'ı, Fikret Kuşkan'ı severim, tereddüt etmedim. İyi bir aşk hikayesidir dedik ama o gece bir talihsizlik yaşadık ve bir türlü filmin duygusuna giremedik. 

Salon ortaokul öğrencisi elli civarı erkek çocuğu ile doluydu. Bir futbol takımın alt yapısı, kursiyerlerini getirmişti. Salonda belki on yetişken ya var ya yoktu. Ergen çocukların sürekli konuşan, birbirini dürten, mısır tartışması yapan halleri arasında filme konsantrasyonumuz zor oldu. 

Filme dair detaylı bilgileri buradan bulabilirsiniz. "Şampiyon, efsane yarış atı Bold Pilot sayesinde bir araya gelen Halis Karataş ve Begüm Atman arasındaki büyük aşkın hikayesini konu ediyor. Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmde, Türk atçılığının önemli ismi Özdemir Atman’ın sahibi olduğu Bold Pilot, at yarışı ile ilgilenmeyenlerin bile sevgisin kazanan bir attır." diye anlatılmış. Ben bilmiyordum. Sinema filmi olarak çekilen ama gerçek bir aşkı anlatan filmin sonunda belgeselmişcesine gerçek kişilere yer verilmesini doğru bulmadım. Evet güzel bir aşk, vefa, azim öyküsüydü. Oyunculuklar da iyiydi. Atlar şahaneydi. Ama sonundaki kısım ve salondaki sorun nedeniyle gözler yaşarmadı. Neredeyse aynı hizada oturduğumuz hiç bir yetişkinde de gözyaşı yoktu. 

Ama şuanda sadece konuyu bile düşününce gözlerim doluyor. Yıllarca hastalıkla mücadele eden bir kadını olduğu gibi seven, emek veren, hayata tutunduran bir adam başlı başına bir kahramandır. Bu yüzden, sakin bir salonda aşkı, vefayı,azmi, sabrı izleyebilirsiniz derim, mümkünse sürekli kıkırdayıp olur olmaz sahnede yanındaki çocuğu dürten ergenlerden uzakta:)) 

GÖĞE BAKALIM, GÜZEL KALALIM





Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile yeterli vakit ayıramıyorum. Yapılan yorumları bile görmemişim. Blog dostlarım affetsin, şu koşuşturmaca bitince yine buralarda olup gezecek, güzel yazılar okuyacağım. 

Günler sonra evde olmanın keyfini çıkararak bu sabah alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ediyorum ki bu ne güzel bir özgürlüktür. 

Canım annem, özenerek bir kahvaltı hazırlamış, hazıra kondum. Bir demlik çay içtim, keyiflendim. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım, zaten kötü de değil hayatım, biraz ağır aksak gidiyor ama hala ayaktayım. 

Keyifli olmamda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara sosyal medyada yine can sıkıcı başlıklar gördüm ama ne yapalım kötülük dünyanın her yerinde her an tekrarlanan bir yaratım, iyilik de, ben iyiyi görme kararı aldım. Ki şahane bir rüya da gördüm, yorumlarına baktım, ferahlık dolu günlerin yakın olduğunu söylüyordu, yeni yıldan umutlandım.

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonumu salgılattım sevgili beynime. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissettim. Yine açık, güneşli şahane bir hava var İzmir'de. Ay bu sabah ütü bile yaptım, bu kadar saate ne çok iş sığdırdım, aferin bana dedim, daha da keyiflendim.  

Aile evi başka. İnsanın en çok ait hissettiği yer, toprağı, anıları her şey orada. Evimiz hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım her seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum. 

Ve bu sabah da soruyorum, bu günün bana hediyesi ne? Bolluk, bereket, huzur, ilham hangi şanslarla üzerime akacak, kabuldeyim, güvendeyim. Tüm olumsuz düşünceleri de iptal ediyor, evrenin sonsuz ışığına yolluyorum.     

İşte böyle içimdeki çocukla beraber mesai öncesi hareketliliği de izleyince hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada, anılarda buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu gün de, göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikodusundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...

Yavaşlayalım, duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet, her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Güzel ses, güzel şarkı ama Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. Çünkü yaşıyoruz, bundan büyük mutluluk yok.

Hatta çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım ve oraya yükselelim. Hayatta dertler, tasalar da misafirdir, onları da uğurlayıp mutluluklara kapı açacağımızı unutmayalım.

Yaşasın hayat, yaşansın huzur!

Kocaman gülümseyin bu gün:) Ben öyle yapıyor ve şimdi yazacağım hikaye için buradan ayrılıyorum:))



MUDBOUND-2017 (SAVAŞTAN SONRA)

Sinema günlüğü serisinin 45. Filmiyle yeniden beraberiz. Bu gece seyrettiğim ve etkisinden kurtulamadığım film 13.film olarak yazdığım Jacket ve  32.film olarak yazdığım Kuru Beyaz Bir Mevsim'i hatırlattı. 

Biri beyaz diğeri siyahi iki askerin savaş sonrası ırkçılığın hüküm sürdüğü ülkelerine dönüp yeniden sıradan hayatlarına alışmaya çalıştıkları filmde dram içinde dram vardı. 

İnsanın içindeki kötünün ortaya çıktığı, iktidarın kötüye kullanıldığı, güçlünün zayıfı ezmekle kalmayıp işkence yapmasının mübah görüldüğü evrensel problemlere değinen filmde her kare adeta bir kart postal gibiydi. 

Filmin künyesine dair detaylı bilgiler her yerde bulunabilir. Bu nedenle ben yüreğime değen kısımlardan kısaca bahsetmek istiyorum. 

"İlk şeyler ve son şeyler yakanıza en çok yapışan şeylerdir" diye başlayan film o tarihten sonra hiç bir şey aynı kalmadı diyor. Hayatın derin kırılma anları vardır... Bir daha o eski hayat mümkün değildir. Bu nokta önemli, her zaman gündemimizde olmalı. 

Diğer konuya gelirsek;
Ötekileştirilerek zulüm görmeleri reva kabul edilen her türlü grup, ırk, mezhep mensubuna bu gün hala dünyanın bir çok yerinde eziyet ediliyor. Hep iyilikten, güzellikten bahseden insanlar da bunlara dur diyecek o refleksi göstermiyor. Hatta sessiz kalarak zulmün genişlemesine katkıda bulunuyor. 

Ama ırkçılığın merkezi diyebileceğimiz, tarihinde keskin zulümlere sahne olmuş bir ülke olan Amerika bu sorunu neredeyse kökten çözmüş durumda. Doksan yıl önceki noktanın tam zıddı olarak özgürlükler ülkesi diye anılıyor. 

İnsan hakları mevzuu kanunlarla güvence altına alınabilir, mevzuat rehberlik yapabilir mi ama uygulamada işlerlik kazanması o toplumu meydana getiren bireylerin gelişmesi ve ötekinin hakkına da kendi hakkıymış gibi sahip çıkması ile mümkündür. O zaman insanca yaşanacak bir toplum inşa edilir. Filmi izlerken bırakın ötekileştirilerek damgalanan insanları, kuşa, köpeğe, kadına
çocuğa eziyetin, şiddetin normalleştiği günler yaşanırken acaba biz ne zaman muassır medeniyetler seviyesine çıkacağız, diye düşündüm. Ama cevap olacak bir umut belirmedi içimde.    

Tekrar filme dönersek hikaye, görüntü, akış başarılı. Bir çok ödüle aday gösterilmiş. Süre açısından uzun, ilk başlarda tempo düşük ama o kasveti vermek için bu gerekli. Uyarlama olması da senaryoyu güçlendiriyor. Müzikleri de oldukça başarılı olan filmin bitiş müziğini buradan dinleyebilirsiniz. Dram tarzında film sevenler ve insanın insana sadece varlığı sebebiyle saygı ve sevgi duymadığında nasıl kötüleşebileceğini görmek isteyenler için kesinlikle tavsiye ediyorum. İyi seyirler.  

MODİGLİANİ-2004

Sinema Günlüğü yazılarına 43. film ile beraberiz. Bu sefer çok detaylı bir yazı yazmayacağım. Ressam olan ve daha 35 yaşında iken ölen bir adamın biyografisinden uyarlanmış. Ressam Picasso ile aynı dönemde Paris'te yaşayan bu adam genç bir ressam olan kadınla evleniyor. Onu modeli yapıyor. Önceleri nü resimler yaparken karısından sonra portreler yapıyor ancak gözlerinin içini çizmiyor. Daha fazla spoiler vermeyeyim ama detaylarla ilgilenenler için bir adres bırakayım buraya.  

Benim film boyunca gözlemlediğim, şimdilerde pek de rastlamadığımız romantik tutumla, 19 yaşındaki genç kadının tüm engellere rağmen aşkının peşinden gitmesi idi. Sevdiği adamın da bunda katkısı büyük tabi. Tutkusu, vazgeçmeyişi ile aşkın her hal ve şartta büyülü bir şey olduğunu gösterdi. 

Jack London'ın Martin Eden adlı romanını çok severim. Tıpkı oradaki kahramanın bahtsızlığı ressamı burada buldu. Bohem bir tarzı yoksul haliyle yaşayan bu iki kahraman hızlı yaşa genç öl kaidesine yenildiler. Bu bağlamda ikisi için de üzüldüm. Belki de hepimiz içindir üzüntüm. Bir laf vardı hani. Bir tahta kaşığın üzerinde görmüştüm ilk defa. 

"Tandır kıvama geldi hamur tükendi, işler kıvama geldi ömür tükendi" 

Durum budur !Romantik bir drama isteyenlere tavsiye ederim. 

TÜRK KAHVESİ ya da "Sevdikçe sevesin gelir"



Bugün #DünyaTürkKahvesiGünü imiş. 

Kahvenin, çayın aşkla ilişkisi olmalı. İçtikçe içesiniz geliyor ya hani, sevdikçe sevesiniz geldiği gibi...
  
Ben tam bir çaykolikim ama her gün kahve de içerim. Farklı tatları da dener ama yine hep ilk sevdiğim kahveyi, çayı isterim. 

Her gün bir fincana hayır diyemeyen biri olarak şekeri bırakmaya çalıştığım bu günlerde karışım kahvelerden birine denk geldim ve içinde salep dahil bir çok hafifletici doğal katkı sayesinde acı kahve içmekten kurtuldum diyerek sevinmiştim ki bir de baktım Türk kahvesi günüymüş:)) 

Bir yandan buna gülerken bir yandan da mırıldanıyorum: Hep bir zamanlama hatası ile geçip giden ömrüm için artık olumsuz düşünceyi şekerle beraber hayatımdan çıkarıyorum. Şimdiye kadarki yargılarımı, yanlış düşüncelerimi, beni ben olmaktan alıkoyan her şeyi iptal ediyorum ve kendimi akışa bırakıyorum. 

Bu vesileyle acı kahve sevmeyenler için destek hattı kuruyor, karışımlı kahveler de Türk kahvesinden sayılsın kampanyası başlatıyorum.

Hikayesi anlatılır hani bir #acıkahve ni içmeye geleceğim demek görüşmemiz kısa olacak, bir uğrayıp geçeceğim demekmiş. Çünkü kahve ne kadar uzun sürede pişerse tanelerin içindeki lezzet o derece fazla ortaya çıkarmış. 

Hızlı piştiğinde ise olgunlaşmamış insan gibi damakta acı bir tat bırakırmış kahve tanecikleri. O lezzet bombacıkları pat pat patlamadan kahve kıvamını bulamazmış.  

Şimdi elektrikli cezvelerde görünürde bol köpüklü Türk kahveleri dakika bitmeden pişiyor, süslenmeyi abartıp sokağa fırlamış bir ergen gibi fincanlara doluyor. Bir çırpıda önümüze geliyor, tüketilip geçiliyor. Olmadan, olduramadan içilen kahveler gibi yaşanmadan geçip gidiyor ömürler... 

Hız çağındayız diyorlar. Tüm lezzetler, hatta tadını çıkara çıkara yaşamak hakkı elimizden böyle alınıyor işte. 

Oysa özellikle sosyal medyada görüntüler, akışlar, sözler çok güzel. Ama hep bir şeyler eksik, kaçırdığımız bir öz, bir tat var, bir sevda, bir ömür, bir özlem, gerçek bir tutku...

 İnstagram daki kadar güzel olsaydı herşey, insanlar bu kadar iyi, bu kadar sevgi dolu, bu kadar güzel olsaydı bu çirkin dünyada yaşar mıydık? 

Ya da ne bileyim, Twiteer daki kadar "Duyar kas"ılsaydı, bu kadar çekilmez olur muydu acılar? 

Yaşam sevinciniz niye bu kadar çok diye büyükleri ile dalga geçen ergenler, sokakları, cafeleri doldurmazdı. Bir idealleri olsa, sahte şişirme formüllerle binlerce takipçiye eriştikten sonra sevgisizlikten, amaçsızlıktan öldüklerini gösteren sorular sorarak yani kendi deyimleri ile "boş yaparak" geçirmezlerdi zamanlarını.   

Hasılı kelam, köpüklü kahvelere, çok takipçili sahte gülüşlere, öldüm bittim aşktan diyen üç günlük heveslere kapılmamalı, kalpten gelmeyen canım cicimlere aldanmamalı ki ağzımızda acı bir tat kalmasın. 

İnsan da, kahve de, aşk da ağır ağır pişince güzelleşiyor. 

Aşkınız daim, hayatınız onunla kaim, kahveniz lezzetli, takipçiniz gerçek ve yürekli olsun... 

#DünyaTürkKahvesiGünü nüz mübarek olsun :)) 


DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...