Oradan oraya taşınırken takılıp kaldığım evler oldu mu? Rüyalarımın şimdi yıkılmış olan eski evimizde olması normal, hepimizin elinde çocukluktan başka neyimiz var?
Ev dört duvar değildir, nefes alır, dağılır, toplanır, temizlenir, yine kirlenir. Bizim, halden hale girişimizi seyretmekle kalmaz, uyum sağlar hayat dansımıza. Pencerelerinden dünya seyredilir, başının üstündeki çatı gökten inenlerden, duvarlar bayırdan kopup gelenlerden korumak içindir. Ev güvendir, güvenliktir, sığınmak, sarılmaktır.
Bazen de sıkışmak… Üzerinize duvarların geldiği zamanlar olmaz mı? Aslında o vakit insanı yoran nedir diye bakmalı, seçtiğimiz eşyalar mı seçemediğimiz insanlar mı? Evin duvarları hareket edip üzerimize gelmediğine göre bizi nefessiz bırakan ne diye düşünmeli. Bulduk diyelim, çaresi ne? Ev kavramının içini doldurmaya ne dersiniz?
Kendimizi dışarı atınca sıkıntımızın geçeceğini sandığımız zamanlar geçince, eve dönüp onunla dost olmayı öğreniriz.
Oraya geldiysek “Evim, evim güzel evim!” lafını ayrı kaldığımız kısa zamanlardan sonra bile söyleriz.
Ev bizimdir, bizle doludur, anılarla, onları somutlaştıran objelerle, okuduklarımızla, bizi biz yapan unsurlarla. Hem özgürlüktür, ötekinin sınırlarından kurtulmaktır. Kendinle anlaşmayı öğrendiysen kucaktır.
İnsanların türlü oyunlarıyla çevrili, zorlu koşullardan oluşmuş “dışarı”dan sonra nefes aldığın sevgilidir. Hatta gün gelir sevgilin bile canını yakar da ev hep orada kollarını açmış sakince bekler seni avutmak için.
Ondandır herkesteki ev sevdası, kaplumbağa kadar şanslı değiliz, başımızı sokacak bir kabuğu bulana kadar nerelerden geçer yolumuz. Bu yolculukta insan kendine hangi evleri durak yapar ve sonunda “işte evim!” dediği yeri nasıl bulur bilinmez.
Uzun uğraşlar sonunda benim vardığım yer belli. Defterimle kalemimin benimle olduğu yerleri evim kabul ettim. Masalar, odalar, adresler, şehirler değişir, hatta kalemler, defterler biter ama onlarla icra ettiğimiz eylem, yazmak hep bizimledir.
Yazıyı ev belleyince hayat değişir. Kelimeler bazen konfeti gibi başımın üzerinden dökülür eve gelince, sürprizler yapar. Bazen de aniden kesilen su gibi bekletir kendisini. Dağınıktır bazen ortalıkta, oradan buradan nanik yapan haylaz bir çocuk gibi peşinden koşturur beni, oyun ister.
Yazmak dilediğin gibi oynamaktır. Kelimeler kimsenin elimizden alamayacağı oyuncaklardır. Legoların parçaları gibidir, istersen bina yapabilirsin istersen kulübe. Sadece etrafını da çevirebilirsin bahçenin. Oradan oraya at koşturursun kime ne, kalem benim, kâğıt benim, kelimeler benim. İster renkli ışıklarla bezeli lunapark yaparım, istersem tünel ucundaki ışığın heyecanını yazarım. Yorulursam, dinlenmek için yatağa uzanırım.
Evimdir kelimeler, her harfini sevdiğim, iyi ki varlar dediğim. Evinin peşinde olanlara yazmayı öneririm.
Üzüm mevsimi bitiyor. Tarhana çorbası ile üzümün beraber
yendiğini ilk kez Manisalılarda gördüm. İlçe, merkez fark etmeksizin hemen
hepsi bunu coşkuyla karşılıyorlar. Ekime girerken gündüzler hala ılıksa da geceler
serinliyor. Tabi, sıcak çorbalar da özlenmiş. Üzümler de toplanınca mevsimin
kaderlerini birleştirdiği vazgeçilmez ikili doğuyor. Benim damak tadımda
tatlıyla tuzluyu aynı anda almak yok. Tarhana ile üzüme alıştım ama gözlerimi
ışıldatmıyor. Bir de Balıkesirlilerden gördüğüm peynirle karadut reçeli var
tatların karıştığı ki, o favorim. Bu testi Ege dışında da yaptım. Kaç tane
birbirini tanımayan Manisalı gördüysem gözünde o ışıltı hemen beliriyor. Belli
ki herkes toprağını, annesini en çok da çocukluğunu özlüyor.
Benim içinse o ışıltı ancak annemin mayalı poğaçaları ile
olur. Her hafta belki birkaç kez yapardı sağ olsun. Aslında o güzel koku
misafir geleceğinin işaretiydi. Onlara pişer bize de düşerdi. Misafirimizin
olmadığı gün azdı. Annemin sosyalliği yorucuydu hem kendini hem sürekli teyakkuzda
yaşattığından bizi yorardı. Ve itirazlar reddedilirdi. Annemin lügatinde kabul
görmeyen kelimelerin başında gelir yorgunluk. Hele de gençsen. Annesiyle
konuşunca yaşı kaç olursa olsun gençtir insan ve yorulmamalıdır. Annem hep uzakta,
kardeşimle yaşıyor şimdi. Bense hep yorgunum. Adeta vazgeçilmez bir kıyafet gibi
yorgunluk üzerimde. Ah annem, can annem!
Gündüzleri yetmezmiş gibi gece de babamın arkadaşlarını
çağırır, onu hayata katmaya çalışırdı. Babamsa tam bir asosyal sayısalcı. Buna
rağmen annemin çabası ile mecburi sosyalleşmelerinde canı isterse idare eder
ama yorgunsa, üzgünse, kızgınsa surat asmaktan çekinmezdi. Olduğu gibi bir
adamdır. Kralı gelse iplemez. Annem gibi sadece kızdığı kişiye sınır koyup
diğerlerine son derece sevecen davranmaz, davranamazdı. Kırk seneyi aşkın bu
mücadelede kimse kimseyi değiştiremedi ama hayat annemin arkadaşlarını torun
peşine farklı şehirlere hatta ülkelere savurdu. Allahtan onun elinin altında torunlar
var da mayalılarını onlara yapıyor. Haftada dörtlü yaş maya paketini bitiriyormuş.
Dün bir tarif sordum. İlla yaş maya deyince yok dedim, çıkıp alamam da. Nasıl
evde maya bulunmaz diye şaşırdı. Ben yıllardır almadım maya, alerjim var
yediğim zaman her yerim şişiyor ama en sevdiğim, hani gözüme ışıltı veren
cinsten istediğim de yine mayalı hamur işleri.
Şu hayatta neyi, kimi sevsem bana zarar verdi. Sağlıklı
olmak demek zararlılardan uzak durmaksa duruyorum. Ot gibi yani gözde ışıltısız
devam ediyorum ama bu yaşamak mı? Yalnız, misafirsiz, poğaçasız, aşksız, annesiz.
Avokadoyla, salatalıkla, brokoliyle, lahanayla olduğunda da beslenmem mutsuzum.
İstisnasız hepsi bana dokunuyor. Bağırsaklarım ağlıyor, midemde şişkinlik
yapıyor ve asla gözüm bir Manisalının üzümle tarhana gördüğünde ışıldadığı
kadar ışıldamıyor.
Her şey tatsız, tuzsuz, bütün uğraşlarım boş geliyor bu
günlerde. Sınav zamanı ya ondan mı? O da ayrı bir saçmalık. Hepi topu bir ölüye
çıkmak için mi hepsi? Sonrasının olduğuna inanıyorum ama onun için de elimde ne
var?
Bir kalıp peynir al dedim bizimkine. Küçük bir kalıpla
gelmiş. Yetmez böreğe dedim. Yapma dedi, neyimize börek, boş kalori. “Seviyorum
işte var mı diyeceğin” demek isterdim, sustum. Ben hep susarım, içime kaçar
kelimelerim. Tulumun üzerindeki fiyatı görünce şok oldum, bu miktara bu fiyat.
Birileri bizimle dalga geçiyor, her şeyin içini boşaltılıyor. Kimse bir şey
yapmıyor, saçma sapan yaşıyoruz. Mahalle arasında küçük Migros’a girdim birkaç
gün önce. Her elime aldığımı bıraktım. İyi ki alışverişi ben yapmıyorum da
fiyatlardan bihaber geleni yiyorum. Bir paket kuru yemiş ya, o kadar para
verilir mi kuruyemişe, hani eğlencelik, karın doyurmaz, etmez. Kalsın dedim
çıktım. Kabuklu yaş ceviz de almıştım birkaç hafta önce. Onlar kurumaya başladı
diyerek kırdım. Hem böylesi daha iyi besin değeri ölmeden yiyeceğimiz kadar
kırarız dedik. İlk günlerde ıslakken güzel olan cevizler kuruyunca kötüleşmiş. Birçoğu
da küflenmiş. Kır, ayıkla bitmiyor. Hazırlanması zahmetli tamam da bu kadar pahalı
mı olmalı paketi? Peki niye sadece bizde? Dışarıda yaşayan arkadaşların böyle dertleri
yok. Demek ki hayat bu kadar keder dolu, heyecansız değil. Gözleri de parlıyor.
Her gün hayatlarına ekledikleri yeni hobiler, uğraşlar, gezilerle. Tarhana ve
üzüm görmeden de ışıltı oluyormuş demek ki! Gerçi onları sevene hepsi her yerde.
Şu anda ikisi de var dolapta, peki neden gözlerim parıldamıyor? Benim ışıltı sebeplerim
değil de ondan. Benimkiler bana zarar veriyor, olması gerekenler rahatsız
ediyor, her ikisi birden mutsuz ediyor. Her şey çok ama dert olanlardan… Bu
kadarını hak ettik mi? Kim hak ettiğini yaşıyor? Neyse ki ölüm hepimizi
eşitleyecek.
Yokluğa katlanmanın en iyi yolu varlığın avantajlarının bir
şey değiştirmeyeceğine kendini ikna etmektir. Huzur var, bolluk var ama oralar
da intihar ediyorlar. Her şey tam olmayacak ki yaşamaya nedenin olsun, burası
cennet değil söylemleri. Peki sürekli cenderede yaşayıp gözümde o ışıltı yani
aslında bir nevi şükür olmadan cennetin yolları açılır mı? Hiçbir dert
çekmeyenle dert küpü olanlar arasındaki uçurum ne olacak? Söylenecek çok şey
var ama sorumlulardan anlayacak üstüne alınacak kimse yok. Söz biteli çok oldu.
Neyin kıyısındayım da oradan yuvarlanmamak için geri
koşuyorum, elimde kalem kâğıt? Ne kadar uzaklaşsam da bir şey çıkıyor, bir
haber, bir selam, bir acı, bir ayrılık, bir ölüm… Beni tekrar o uçuruma
getiriyor.
“Uçurumun kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgâr yetecek
ha itti beni ha itecek!”
Gecelerdir uykusuzum, kanlı dolunay, kansız dramlar derken
iyice yoruldum. Taşıdığım her şeyi sürükler moddayım ya da onlar beni
sürüklüyor uçuruma. Yine yar yine uçurum. “Uçurumun kenarındayım Hızır,
divan hazır, ferman hazır, kurban hazır”
Yazdıklarımı sesli okudum kendime. Duyduğuma göre çok
mutsuzmuşum. Üzüldüm, her gün başkası için gözyaşı dökecek değilim. Ölmüşüm
ağlayanım yok. Kimsenin umurunda olmamak çok ağır biliyor musunuz? Ben de sizle
konuşuyorum böyle. Yani kendimle. Ağla ağla bir yerden sonra gülmeye
başlıyorsun. Orası güzel bir yer. Herkesin üzerinden döküldüğü. Büyük şeyler
peşinde değilim ama istediğim hiçbir şey istediğim zamanda olmuyor. Olanlar
niyetimden başkası… Sonuçları değerlendirip kalbime izah için hikmet aramaktan da
polyannacılıktan da olumlamalardan da yoruldum sanırım.
Annemin mayalı poğaçası neden bu kadar uzaktasın?
Hani “Gönül ektiğini biçiyor”du Sezenim? Beni tohumlar
komple çürük çıktı. “İki gözüm seneler geçiyor” Olan sadece bu…
Handan Kılıç
12.11.2022
İzmir
Bu yazı ilk kez aynı tarihte medıum.com da yayınlanmıştır.
“Doğmamış çocuğa don biçilmez” derler. Doğmadan önce yaşayacaklarını bilsen gelmek ister miydin soruları bir lüks olarak dolaşır bazen kafalarda. Ara sıra romantik olsam da gerçekçi biriyim. O nedenle bu soruları anlamsız bulurum. Gelmişsin bir kere bunun çaresi yok. Yaşayıp geçeceksin. İstesen de istemesen de affetsen de küssen de gideceksin.
Sil baştan başlamak lazımdır bazen ama bu bir zihin hastalığı yaşamıyorsan şarkılardaki kadar kolay değildir hatta işin gerçeği mümkün değildir. İnsan geçmişini sırtında taşır. Hepimiz ömür boyu çocukluğumuzda yaşadığımız olayların etkilerine sıkışmışsak, travmam var diyerek geçmişte dolaşıyorsak, hayatımıza aldığımız insanları orada tanıdığımız figürlere göre kategorilere ayıran bilinç dışı ile yaşıyorsak yapacak çok da bir şey yok. En fazla bilince çıkarır, onla barışabilir, ne olursa olsun devam edecek gücü bulabiliriz. Bir daha bu hataları yapmayacağım da diyebiliriz ama malum genelde aynı sorular bir daha gelmez önümüze.
Yerdesin. Bir zamanlar gökteydin ya da öyle uzak bir bilinmezlikte. Sonra bir de baktın ki yerdesin. Büyüdükçe daha da yaklaştın yere. Ayağın sağlam bassın dediler, itiraz etmedin, hayallerim var diye.
Gün geldi aşkla savruldun göğe. Zamanla o da eskidi, işte buradasın, yine yerde.
İnsan kah göktedir kah yerde. Bu kadar salınmak iyi bir şey mi bilmiyorum; orta yoldan gitmek iyidir lakin rutin de sıkıcıdır derler.
Çizginin dışında olmak, çok yükselmek, hemen ardından alçalmak ve bu halin sık tekrarı jet lag kadar yorucu.
Öyleyse rutin rahatlatıcı. Zaten rutininin değeri kaybedince anlaşılır. Hayat, bu gerçeği geçmişi yıkıp geleceği yeniden inşa ederken herkesin ömründen başka başka geçerek yaşatır.
Yerdesin; kolay değil yeryüzünün bin bir çileyle hemhal çehresine bakmak.
Kabuğu hala kızgın; depremler, yangınlar, susuzluk, ihmal, çirkin ama yükseldikçe revaçta olan betonlar, her şeye zarar veren ve giderek çoğalan insanlar.
Hepsi ile çevrelenmişken yer kabuğu kızmakta haklı elbette ama biz de seçimimiz dışında geldiğimiz bu yerde maruz kalıyoruz kötülere, kötülüklere. Ve çoğu zaman yerin altına batasıca katillerle, vicdansız ve aymazlarla aynı toprağa ayak basmaya, aynı atmosferi solumaya devam ediyoruz.
Çünkü gidecek başka bir yer yok. Öyleyse dünyadan aldıklarını kaliteli bir şekilde yine ona sunmaktan başka çıkar yol da görünmüyor.
Yerdesin, göğe de yükselebilirsin. Kanatlarını kırdılarsa balonla yükselmeyi deneyebilirsin. Yeter ki, ağırlıklarını tek tek bırakmayı ve seni yere bağlayan o ipi kesmeyi unutma.
Dün
yazdıklarımızı birbirimizle paylaştığımız toplantı esnasında bir arkadaş çok
azimli moderatör arkadaşa müdahale etti:
“Yeter artık
dövme kendini zaten herkes sopasıyla bekliyor” dediğinde irkildim ve bu cümleyi
defterime kaydettim ama çok rahatsız olduğum için üzerine hiçbir şey yazamadım.
Bu gün
yazmayı düşünmüyordum ama birden kısa süreli de olsa bir enerji bulunca 1667
kelimeye ulaşmak hayal olsa da en azından yolunda olurum yazının diyerek kalktım.
Her gün yazdım bu ay, bugün de biraz olsa yazayım diyerek kalemi elime alınca bu
söz üzerine yazmak istedim. Ben de uyarılan arkadaştan farklı değildim. “Dövme
kendini zaten herkes sopasıyla bekliyor” diyen arkadaş da muhtemelen bu sonuca
varırken kendini dövdüğü yollardan geçmiş, bir faydası olmadığını anlamıştı.
Her şey yaşarken olur; yavaş yavaş kendimizi buluruz, sancılıdır. Yalpalamalarımız da olmuştur hatalarımız da. Hepimiz aynı yollardan geçiyoruz, aynı dersleri almıyoruz ama çoğu zaman aynı sonuçlara varıyoruz
Önceleri zayıfız, safız,
hata üstüne hata yapıyoruz doğru diye düşünerek. Yalnızız, anne babamızın dengesiz ilgisiyle ya da ilgisizliği ile yaralanmışız hepimiz.
Zamanla hayatımıza giren dostların bıçakları sırtımızda, yüzümüzden düşen parçalar anılarımıza saçılmış, emek verdiklerimiz vefasız çıkmış, kendimizin önüne koyduğumuz her şeyden, herkesten tokat yemişiz, en çok onlar acıtmış canımızı. Ya bırakıp gitmiş bizi ya da bağırta bağırta almış hayat şartları elimizden. Acılar ve yasları hakkıyla yaşanmadan yenilerinin enkazi altında kalmışız. Her ayağa kalkışımızda eksilmişiz ama yeni bir kendimizle karşılaşmışız.
Zamanla daha az güvenen, daha az inanan, daha mutsuz daha boş vermiş daha yalnız insanlar olmuşuz ve ayakta kalalım diye daha umursamaz yapmış yıllar bizi.
Belki küçük küçük dalgalarla ıslanmışız kıyıda belki de dibi görmüş çıkmışız. Dalış talimlerimiz olmadan nefessiz kalmışız, dipte vurgun yemişiz ama yine de hayatta kalmışız.
Yüzmeyi bilmeden düştüğümüz denizlerde boğulmamışız, bir yolunu bulmuşuz yeniden tutunmuşuz. Karada üzerinde güvenle koştuğumuz toprak kimi zaman kaymış, kaydırmış kimi zaman da düşünce misal dizimizi parçalayan taş parçalarını saklamış bağrında.
Gizlenenleri, gizleyenleri fark etmemiş ya da fark ettiklerimizi önemsememişiz, yaralanmışız. On dikiş atılmış, izi kalmış ama iyileşince koşmayı bırakmamışız.
Hasıl-ı kelam, hayattayız; belki çok değiştik zamanla ama kim yirmi yıl önce, resimlerde kalmış o safla devam etmek isterdi ki hayata.
Özlediklerimiz olabilir, bazen kendimizi de özleriz ama bu gün o kişinin hayatta kalamayacağını da kabul etmek gerekir. Her şey değişir ve yeni bir varlığa evrilir. Değişmeyen tek şey ölüm. Bu bilgi yedeğimizde yeni kendimizin keyfini sürebilmek dileğiyle.
Belki bu model eskisinden iyi çıkar da yüzümüzü güldürür. Çünkü başka kimse güldüremez bizi, başka kimse üzemeyeceği gibi.
Coğrafya biliminin tespitine göre böyle. Dünyanın hareketleri işte :)) Bu konuyu hiç sevmezdim. Üniversite hazırlıkta iken denemelerde üç soru çıkardı bir türlü bu konu yüzünden sosyali ful çekemezdim. Sanırım bu nedenle ya da dünyanın bir bir hali işte bu konu beni hep germiştir. Dolayısıyla en çok çalıştığım konu olmuş sınavda da bu soruları doğru cevaplayınca puanım fırlamış, öylesine tepeye yazdığım hukuk tercihine yerleşmiştim. Tercih dediysem şimdiki gibi değil. Gençler şanslı, şimdilerde ellerindeki puana göre sıralama yapıp ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Biz, üniversite sınavına girmeden bu tercihleri yapmak zorunda kalan, piyangodan çıkmışcasına sürprizlerle karşılaşıp aslında istemediği yerlerde kendini bulan insanlardık.
Ben de bu dünyanın hareketleri konusunu öğrenmesem belki bu gün yaşadığım zorlu hukuk yolculuğuna çıkmayacaktım ama kader işte. Hayat yazıyor, biz oynuyoruz. O yüzden hem geceleri yaşayan biri olarak en uzun geceyi sever hem de içimde arka akaya devrilen keşkeler bloklarının altında kalırım her 21 Aralık'ta. Oysa senaryosuna çok da müdahale şansımız olmayan yaşamlarımızda hepimiz bir oyuncuyuz. Sinopsis de elimizde yok. Dolayısıyla hayat belirsizliklerle dolu. Bu bazen bir nimet, misal öleceğimizi bilip tarihini bilmememiz gibi bazen de imtihan sebebi: Uzun gecelerin hiç bitmemesi gibi.
O yüzden fizik aleminde en uzun gece şuan içinde bulunduğumuz 21 Aralık olsa da, ruhen uzun geceler başka başkadır:
Ölüm döşeğindeki bir hastanın hali ile ameliyattan çıkan ve o geceyi atlatırsa yaşama bağlanacak bir insan ile onu dışarıda bekleyen ailesinin ruh hali 21 Aralık'la kıyaslanamaz.
Yine sancılarla doğumu bekleyen bir kadının korku dolu gecesi ile dışarıda dokuz doğuran babanın en uzun gecesi de mucizeye şahit olana kadar sürer.
Bir gün evinden çıkıp işine giderken başına gelen kötü bir kaza sonucu kendini nezarette bulan, cinnet geçirip katil olan ya da bir iftiraya maruz kalıp haksız şekilde gözaltına alınan bir insanın demir parmaklıklar ardından geçirdiği uzun gece(ler) dünyanın hareketleri ile kıyaslanamaz.
Evde anne ya da babasının geleceği zamanı bekleyen yavruları için hayat o gecede durmuş, yıldızlar kaybolmuştur. Bunu uzaktan seyreden hatta o çocuklara yardım eden insanlar o uzun gecelerin ne olduğunu hayal bile edemez. Çünkü sarsıntılar her yürekte ayrı etki yapar. Herkes bunu bazen, gel sen ne çektiğimi bir de bana sor diyerek haykırır. Kimi zaman da gözyaşlarını içine akıtır.
Depremlerde yıkılan yapılar bazen güvenli olduğu söylenip oturma izni verilse, güçlüdür dense de, sarsıntının merkez üstüne yakın olan yerlerdir. O yüzden göçük altında bekleyen insanların uzun geceleri ile 21 Aralık boy ölçüşemez.
Sevdiğinin nerede olduğunu bilmeden onu bekleyen bir kayıp yakının her gecesi uzundur. Nasıl olduğunu anlamadan bir yere kapatılan bir insanın, ne zaman çıkacağını bilmediği hücresinde yaşadığı gecelerin uzunluğuna gündüzler de katılır.
İstemediği bir adamla evlendirilen çocuk gelinlerin ilk gecesinden son gecesine kadar hayatları bu bitmez zulmün pençesindedir. Sevdiğinin başka birine yar olduğunu gören gencin ızdırabı uzun geceler sürer. Aşkına karşılık bekleyen bir kalbi kırığın ise her gecesi şeb-i yeldadır.
Gidenleri bekleyen kara sevdalılar için de geceler zor geçer. Unutmak nimeti ile kalpleri taçlandırılanlar için de bazen 21 Aralık o bitmez beklemelerini anımsatır. Şarkılar o gece kalbe değmez adeta delip geçer.
Zamanın hükmünü yitirdiği bir konudur aşk. Eğer kalp, o çilesi bitmez çöle bir defa düştüyse ona her gün en uzun gecedir. Kavuşma anı, en çok beklenen, maşuk en çok özlenendir. Bazen bunu hiç bir zaman bilmez ki, müthiş bir ışıktan uzaktadır. Bazen de özleyenin ateşi maşuk için yetersiz kalır yine kaybeden taraflardır. Ama en çok acıyı her zaman bekleyen çeker. Çünkü belirsizlikler kadar insanı yoran hiç bir şey yoktur. Bu şarkı bu acıyı ne güzel anlatır.
Hayat bir beklemeler manzumesi... İrademiz dışında geldiğimiz bu dünyadan yine aynı şekilde gideceğimiz dışında kesin bir bilgi yok. Yayalım diyeceksek tek gerçek bu: Öleceğiz. Hiç bir yaşam sonsuz değil. Dertler de sevinçler de baki değil. Uzun geceler, bitmeyen kışlar da yok.
Bu gün işte en uzun gece, bundan sonra hem kış başlıyor hem de gündüzler uzuyor. Bu ironik durum bile karanlık ve soğuğun ışık ve sıcakla hayatlarımıza dönüşümlü olarak konuk olduğunu anlatan bir döngü. Ve çok şükür ki, günler de insanlar arasında döndürülüyor.
Uzun gecelerin parlak gündüzlere yerini bıraktığı bu döngüsel gecede 2020 için iyilik, yerleştiği kalplerden hayatlara aksın diyelim.
Bolluk, bereket, huzur beklemekten yorulan, istemek arzusunu çoktan kaybetmiş, bir nevi yaşayan ölüye dönmüş, bir türlü gelemeyen güzel günlere bazen umutla bazen sitemle türküler yakan insanımıza Suavi'nin sesinden Tükenme diye seslenelim. Çünkü döngü der ki, bu gün çocuklar ağlıyorsa yarın "Çocukların ellerinde güzel günler var" MFÖ' nün mısraları ile sözü bitirelim: "Bırakmazlar Sahibim var"
NOT: Bu yazı plansız, çalakalem yazılmıştır. Başlarken instagram hikayelerinden yola çıkarak ritüellerden bahsedecektim ama içimden bunlar geldi. O konu bir dahaki yazıya kaldı.
2020, 2020 Söyle bana ne hediyelerle geliyorsun :)) diyelim de güzellikler bizi bulsun.
2020'den neler bekliyorsunuz diye sorarak mimledim herkesi ama sonra da hayat beni mimledi dönemedim:) Dün ziyaretime gelen kardeşimle çekildiğimiz fotoğrafı gören diğer kardeşim "Ablamın nesi var?" diye sordu endişe ile ve bizim ufaklık yanıtladı: "Hayat yazıyor" yazamıyor:)) Evet bu benim için sorun. Okuyup yazamamak... Zamansızlık, sağlık sıkıntıları, üst üste gelen dertler, tasalar... Yazamamanın, benim dışımda gelişen bir hayat örgüsünün sonucu olması ve uğraştığım sorunların karşısında yazmak ve okumanın büyük lüks kalması can sıkıcı.
Epeydir modum şu:
Oysa bu yüzyıla böyle mi girmiştik. 2000 yılında Milenyum Çağı diye her yerde abartılı yılbaşı kutlama hazırlıkları vardı. İnsanın kendi yaş gününün kendi yeni yılı olduğunu düşünür, özel kutlamalara girmezdim yeni yıllarda ama bir muhasebe zamanı olduğuna inanırım. Ne yaşadık, neler bekledik, neler bulduk oturur düşünürüz. En çok dinlediğimiz şarkıları, kullandığımız uygulamaların değil, zihnimizle hep bir didişme halinde olan kalbimizin hatırlattığı yıllardı. Ama ben daha çocuk denecek yaşlardayken bile nostalji seven biri olarak o zamanlar terk edilmeye başlamış olan bir adeti yerine getirmiş, sevdiklerime kart atmıştım. Geçen bir kitabın arasından cevaben gelen kartlardan birini buldum ve çok mutlu oldum. Canım dostumu İzmir'e gidince mutlaka görmek istiyorum. Umarım denk geliriz.
Şimdi 2020'nin kapısındayız, en fazla sevdiklerimize bir ileti atarız ki onda da artık mütekabiliyet kuralını işletiyorum. Sonuçta israf haram, geçen gün ömürden...
Yirmi koca sene geçmiş milenyuma gireli ve biz ülkecek aynı tas aynı hamam yaşayıp gidiyoruz demek isterdim ama yirmi yıl öncenin alım gücüne, yüzü gülen insanlarına, zamanın bereketine bakarsak epey geriledik diyebiliriz. Hatta sevgili Nagihan'ın "Size bir sır vereyim mi" başlıklı yazısında dediği gibi "Bu saçma sapan ülkede" artık güzel bir şeyler olsun da biz de gün yüzü görelim 2020'de.
Az önce ajandalarımı aldım diye sevinçle evde dolaşırken, (iki boş deftere sevinen insanlardık, kıymetimiz bilinmedi) yukarıdaki fotoğrafı çektim. Koskoca 2020 yazıyor, onu gösterip bir blog yazısı yazayım başlık da "2018' e hazırım, sen bana hazır mısın yeni yıl!" olsun dedim. Oğlum üzülerek baktı yüzüme, sarıldı sonra, "Anne, 2020 ye giriyoruz" dedi. "Gözümün gördüğünü kabul etmeyen beynim, zamanın geçiş hızına uyamıyor" derken gözyaşlarımı tutamadım. "Hayat yazıyor! Zaman durmuyor, hayat geçiyor, hadi ben halı saha maçına gidiyorum" dedi ve çıktı. Ben de "Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı" neslinden olarak çamaşır makinesinin bitiş sesine doğru yürüdüm. Çamaşırları silkerken hayatın geçiciliğini düşündüm. "Asmayalım da besleyelim mi?" diye diye çamaşırları evin içine astım. "Hey gidi Ankara hey /Beni de benzettin kendine/ Astın suratımı resmileştirdin beni/ Yüzümde bürokrat gülümsemesi, içimde politik çıkmazlar, hava ne soğuk ah, ev halkına bir çay vereyim bari, bahaneyle ben de otururum iki dakika" diye mırıldandım.
Aslında konuşurken 2018 desem de, yazarken defterlere 2014- 2016 falan diye tarihler attığımı da hatırladım. En son güzel şeyler yaşadığımda yıl 2015 idi. Ocak ayında bir yeğenim doğmuştu ve uğurlu gelmişti bana. Ağustos ayında da bir başka yeğenim doğdu ve o gün hayatımın en güzel başka bir gününe denk geldi. Sonrası kısa da olsa bir zaman güzel geçmişti. Ama ardından ilk golü yedim ve arkası geldi. Yeğenlerim okullara başladı, İngilizce konuşur oldu. Bende ise değişen bir şey yok:(( Yıl olmuş 2020 ben zamana karşı 5-0 yenik durumdayım.
Ama hadi kabul edelim, zamana yenilmeyen kim var ki? Hangimiz elimizden kayıp giden vakitlerin özleminde değiliz? Yaş alıyoruz elbette, bu bir açıdan korkutucu bir açıdan da özgürleştirici. Umarım bu yaşlar, bizi ruhen de büyütür. Yaşadıklarımız, deneyimlerimiz sadece kalbimizi sızlatan anılar olarak kalmaz da, yeni bir bene kapı aralar. Kalbimize esenlik, vücudumuza sıhhat bırakır yıllar derken "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldanmaya başladım.
Bir kaç ajanda aldım yine. Metis ajandaları 2017, ki anısı büyük, o zamandan beri vazgeçilmezim. İçinde neler var neler.
Allah'ım, her yer, raflar, kutular, kitaplıklar dolusu defter... Kimi yarım kalmış aşklar gibi buruk ama söylenmeyenleri ile boş yaprakları gibi yeri doldurulmaz, kimi dolu dolu ama dönüp okunmayacak kadar bunaltıcı. Bazısı ruhen uzak düştüğüm anıların ev sahibi, kimi dert, kimi sevinçlerimin ortağı. Dost bildiklerimden en güveniliri, en yakını.
Defter iyidir, hele ajandalar, insanı daha planlı yapar. Hep yanındadır. Desteğindir. Sen bırakmazsan o seni bırakıp gitmez. Dönüp ah etmez, susup kahretmez. Özlediğinde elinin altındadır. Uzandığında sayfalarca sarılır. Kitaplara taşar, kimi zaman da kitaplardan, rüyalardan, filmlerden taşar gecene ışık, gündüzüne rehber olacak sözleri yaz diye açar bağrını. Sana kendini feda eder, sen olur yazdıkça. Zamanın kaydını tutar. Vakti gelince seni seninle yüzleştirir.
Bloglar da bir nevi herkese açık defterlerdir. Onun için kıymetli, bu nedenle vazgeçilmez. Buraya yazıp niyetimi güçlendireyim dedim. Niyet ettim, niyet eyledim 2020'de düzenli olarak ajandalarımı yazmaya, blogumu geliştirip uzak kalmadan yeniliklerle küllerimden yeniden doğmaya...
Geçen yılbaşında tam 00:00' da herkes geri sayım yaparken ben açıp film izlemiştim. "Çavdar Tarlasındaki Asi" Harikaydı. Hatta sabah kalkıp tekrar hem de on üç sayfa not alarak yeniden izlemiştim. Hala bloga yazamasam da bu yıl 85 tane filmi buraya aktarabildim. (Defterlerimde ise bu sayı 330'larda. Neymiş, defter blogtan büyükmüş, neymiş yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş:))
Umarım bu yıl da her yönden verimli, huzurlu, aşk dolu, özgür geçer. Daha iyisi nasıl mümkün? Yediğim golleri silecek güzelliklerin beni bulması, son iki ayda yaşadığım sıkıntılarla sürekli tekrarladığım "Çok yorgunum" repliğimden "Çok huzurluyum, mutluyum, pozitif enerji ile doluyum" sözlerine geçmem için hangi bilinç, enerji ve alan olabilirim? Ve hayatın bana hediyelerini alıp kabul etmeye gönüllüyüm diyerek mottomuzu söyleyelim hayatın tümü bana kolaylık, neşe ve ihtişamla gelir, inşallah. Dinimiz Amin.
O zaman Sertab'ın 2002'de dediğini 2020 için tekrar edelim:
Balkona çıktım "Hava mis bugün" diye mırıldandım. Çevre okullarda teneffüse çıkmış çocukların kimi zaman rahatsızlık veren sesleri bile güzel geldi. Adeta güneşe teşekkür edercesine neşeli bir koşuşturma içinde nefesleniyorlardı.
İnsan böyle zamanlarda evde durmak
istemez ya, ben de içimden gelen sese kulak verip dışarıya atayım kendimi dedim. Nereye gitsem diye düşünürken kafamı sağa çevirdim, "Şu yokuşun ardında canım arkadaşımın evi var, ona gideyim bugün, hem çocuğun okuluna da yakın ders çıkışına kadar oturur sonra onu da alır eve gelirim" dedim. "Hatta evi bana yakın olan diğer arkadaşımı da geçerken alır öyle giderim. Kısır yaparız, kekim var, börek de sararız, çayı da demledik mi masa başında sohbet, muhabbet bu günü daha da güzelleştiririz" diye düşünüp heyecanlandım. Üzerimi değiştireyim diyerek içeriye yönelmişken gözüm otoparka ilişti. Boş olduğunu görünce kendime geldim. Arabam yoktu, aylar önce park halindeyken gelip biri çarpmış, pert etmişti. Hiç bir suçu günahı olmayan yoldaşım, her zaman durduğu yerde dururken ne yaptığını bilmezin biri onu yok etmiş, yerine yenisini koymak da mümkün olmamıştı.
Ama hava o kadar güzel, hayat o kadar hızlı ve değişkendi ki, epey zamandır tuttuğum yası sildi, "İnsanlar ölüp gidiyor, araba gitmiş bir şey mi, neyse ki içinde değildim, hem kızlara başka yoldan da giderim, otobüs var, dolmuş var" dedim. "Yeter ki gönüller bir olsun" diye mırıldanırken elim telefona gitti. O an artık onların da burada olmadığını hatırladım. İşte o dakika da gökyüzümü gri bulutlar kapladı. Hüzünle uzaklara baktım.
Son yıllarda her birine özlem büyüttüğüm nice arkadaşımı uğurlamış, gitmek mi zor kalmak mı diye düşünürken kendi sularımda dibi boylamıştım. Çünkü insan için otuz yaşından önce kurulan dostlukların anlamı büyüktü. Sen daha senken yoldaşın olan yaşam boyu yeni rollerle eklenenlerden kıymetli idi. Mesleğin, evliliğin, iş yerinin, çocukların okullarının hayatımıza kattığı da nice güzel insan olurdu ama hiç biri seni daha çocuk sayılacak yaştan beri tanıyan, seven dostların yerini alamazdı. Onlar hayatından eksildiğinde çevren yeni insanlarla dolsa da kalpteki yerleri boş kalırdı.
Ama işte hayat böyleydi; bir bilinmezlikler yumağı. Ucundan çektikçe her birimizin başına neler öreceği belli olmayan yaşam ipi ile bazen uzaklara savrulurduk. Gün gelir en yakınlarımız yedi kat el olurdu da, gecemizi gündüzümüze çeviren bir yabancı, yoldaşımız. Unutulmaz dostluklar kurardık yabancılarla, kavramlar değişir el, evin olurdu, ev bildiklerin uzağın. Böyle böyle gurbet birikirdi içinde insanın.
Dünya zaten gurbet diyarıdır derler ama buna göçler eklenince, insanın kalbi de oradan oraya sürüklenir. Ama durmak kirlenmektir, akmak, hayata karışmak, günün getirdiğine uyum sağlamak gereklidir. Yine de, eskiye özlem, kalbi olan herkesin uğrak yeridir.
İnsan her ne kadar yeni tercihler yapıp bu doğrultuda hayatına yeni insanlar katsa da, eski dostların özlemini silemiyor gönlünden. İşte o zaman gurbet derinleşiyor. Gariplik içinde gariplik oluyor. Ara sıra yükselen o hasret dalgası, altında bırakıyor kalpleri. O vakit gidemediğiniz evlere, sarılamadığınız dostlara, veda etmeyeceğim dediğiniz uzaklara kucak dolusu muhabbet balonlarını uçuruyorsunuz, sahiplerine ulaşacağını umarak...
Elbette artık zaman değişti, görüntülü arama icat edildi de gurbet silindi diyecekler vardır. Ama aynı sofrada oturup dertleşmenin, beraber gülüp ağlamanın yerini tutar mı bir ekranın arkasında pozlanmış vaziyette durmak! Hele de karşısındakiler üzülmesin diye iyiymiş gibi yaparken, bir çok gerçek, kötü haberler, hastalar uzaktakilerden saklanırken...
Ama yine de dostluk, gönülde gönül bırakmaktır. Sarılamadan kucaklaşmaktır... Şimdi uzaklarda olsa da gönüllerin bir gün yeniden bir araya geleceğine inanarak güzel günleri anmaktır... Bu hem gurbeti derinleştirir hem de kolaylaştırır. Beş duyudan ibaret olmayan varlıkları, görünmez iplerle bağlayan sevgi, gurbete de tek merhemdir. Sevilip özlendiğini bilenler ayrılığa daha kolay dayanır. Dönüp geldiğinde konaklayacağı gönüller olanlar aidiyetlerini yitirmeden yerleşirler oldukları yere.
Bu konu derin... Ayrılığın, gurbetin çeken sayısı kadar tarifi vardır mutlaka ama ben en kısası ile sesleneceğim: Adaşım, candaşım, bilenim, güldürenim, diyar diyar gezenim bilin ki hepinizi çok özledim...
Buralar bildiğiniz gibi, detayları ile gündemler yorucu; sokaklar ise sarı, kırmızı, kahverengi...
Bu günlerde renkleriyle gönüllerimizi sarmalayan sonbahar da bırakıp gidiyor bizi. Kapıda kış var, beyazlığıyla bütün kötülükleri örten kar bakalım gönüllerimize nasıl bir dinginlik verecek? Uyku nasıl vücuda yenilenme şansı veriyor, kış da baharın renklerini saklıyor olmalı beyazında.
Her mevsim başka renge bürünen dünya. Ömrümüz oldukça seninleyiz ama bel bağlamıyoruz artık bahara, yaza, insana, toprağa... Yaşıyoruz işte, uzakta, yakında, özlemle dolu, kimi zaman yapayalnız kimi zaman kalabalıkta ama hala ayakta...
Dostlara en içten selamla...
Söz: Hasan Hüseyin Korkmazgil
Müzik: Ahmet Kaya
"Öyle bir yerdeyim ki Ne karanfil ne kurbağa Öyle bir yerdeyim ki Öyle bir yerdeyim ki Bir yanim mavi yosun, Dalgalanır sularda Bir yanim mavi yosun, Dalgalanır sularda
Dostum dostum güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım çığlık çığlığa Öyle bir yerdeyim ki Öyle bir yerdeyim ki Anam gider Allah Allah Kızım düşmüş sokağa Anam gider Allah Allah Dölüm düşmüş sokağa
Dostum dostum güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe."
Dünya hızla değişiyor artık film sektörü bile dijital platforma kaydı. Böylece dünyanın en ünlü oyuncularının buluştuğu #theırıshman adlı yapım dört gün önce bütün dünya ile aynı anda ülkemizde de izlenebildi. Hollywood’a uğramadan #netflix için çekilen filmin ünlü yönetmeni #martinscorsese idi. #charlesbrandt tarafından kaleme alınan #ıheardyoupainthouses (boyacılık yaptığını duydum) adlı çok satan kitaptan uyarlanan film tam bir şampiyonlar buluşmasıydı. Zira: #robertdeniro #alpacino #joepesci beraberdi.
Film, üç buçuk saatlik süresi ve ardından yarım saat oyuncularıyla yapılan söyleşiyle birlikte en az dört saatinizi ayırmanız gereken nitelikli bir yapım. Arada molalar vermeniz de gerekeceğinden izlemek en az beş altı saatinizi alıyor. Tabi film seyretmekle de iş bitmiyor. Her kaliteli yapımdan sonra insan filmin etkisi altında düşüncelere dalıyor.
Filmi izlediğinizi varsayarak bu yazıyı yazdığımı belirtmeliyim, yani çok olmasa da Spoiler içerir☺️
Gerçek bir hikayenin roman olmuş halinden senaryolaştırılan film başta oyunculuk kalitesi, yönetmenin tartışmasız ustalığı ile beraber akıcılığı ile de izlemeye değer bir yapım. Şayet izler, ardından hissettiklerinizi de bu yazının altında yorum olarak eklerseniz beraber zenginleşiriz. Film izlemenin ötesine geçer film okuması yapmış oluruz.
Benim düşüncelerime gelince: Film boyunca "Su testisi su yolunda kırılır" adlı atasözümüzü sıkça tekrar ettim. Her ne kadar tamamen usulsüz, kanunsuz bir dünyadan bahsetse de kendi kuralları olan ve hatanın bedelini canları ile ödedikleri ortada. Yer altı dünyasında kardeşlik, ihanet ve güç üçgeninde sıkışmış insanların hayatlarından kesitler, geride kalan tek şahidin gözünden anlatılmış. Bu kişi aynı zamanda iyi bir ikinci adam, ara bulucu, soğukkanlı, efendisine sadık. Bu nedenle arkadaş olduğu, sevdiği insanları bile gözünü kırpmadan öldürebilecek biri. Filmin sonunda bende kalan ağır his ise, hayatın öyle de böyle de geçtiği... İnsan, işinde çok başarılı olsa da oraya varana kadar yaptığı onca kötülük nedeniyle geriye ancak pişmanlık kalması. Ayrıca bu sonucu elde ederken kaybettiği vicdanı yüzünden sevdiklerinden uzağa düşmesi. Onları korumak için başkalarına zarar verdiğinde olan biteni kimse bilmese, sistem onu yakalayamasa da, evlatlarının, babalarının kötü bir şeyler yaptığını seziyor ve kabullenemiyor oluşu. Yıllar sonra yalnız başına yaşadığı huzur evinde hala sırlarını korusa da daha önce hiç uğramadığı kiliseye ilgi duyuyor kahramanımız. Huzur evinin papazını sık sık yanına çağırarak hayatının son günlerinde manevi yönden kendine dayanak noktası arıyor. Ama günah çıkarırken bile yaptıklarından dolayı pişmanlık hissetmediğini ifade ediyor ki püf noktası burası. Pişman olması gerektiğini bildiği bir konuda hiç bir pişmanlık hissedememek... Giderek kalbin katılaşması, ruhun kararması, vicdanın ölmesi dedikleri hal bu olsa gerek.
"Bir kereden bir şey olmaz" derler biz de, oysa her şey bir kereden olur. Bir insan değerlerini, prensiplerini bir kere yıkarsa onun gerisi gelir. Kötü alışkanlıklarda da böyledir. Elbette girdiği yoldan dönenler pişmanlık gösterenler olur ama bağımlılıklar bile bir kere den bir şey olduğunu bize gösterir. İnsan, "Asla" dediği, eleştirdiği bir çok şeyi bir de bakar ki yapar olmuş. Masumiyet dediğimiz o perde bir kere yırtılınca artık her şey değişir. Hırsızlığa, dedikoduya, adam öldürmeye, haksızlık yapmaya, adaletsiz davranmaya bir kere başladı mı insan gerisi çorap söküğü gibi gelir. Önceleri aynı fiilleri işlemeye devam etse de duraksadığı, "Ne yapıyorum?" diye kendini sorguladığı, yer yer pişmanlık duyduğu olur ama aldığı keyifler, kazandığı paralar, o seçimlerin sonucunda sağladığı hayat standartları insanı esir alınca vicdanını susturacak gerekçeler bulması da kolaylaşır. Bir zaman sonra da vicdanın o rahatsız eden sesi hiç duyulmaz olur. Vicdan ki, insanın içindeki en önemli oto kontrol mekanizmasıdır. İyi ve doğru olarak tanımlanan, kanunlarla sınırları çizilen bir çok eylemin hayat rutini olmasını, karakterimiz kadar vicdanımız da belirler. Toplumlar kurallarla ayakta kalır. Bu kuralları ihlal edenler kendisini emniyet güçlerinin önünde bulur. Belki de, her insanın başına bir polis dikilemeyeceği için bireylere kendi otokontrol mekanizması olan vicdan verilmiştir. Ancak onu temiz tutarsak, sesini kısmadan kulak verirsek, haz ertelemeyi kendimize öğretebilirsek temiz toplum hayaline yaklaşabiliriz.
İşte bu filmde kendi katı kuralları olan bir mafya dünyasına konuk oluyoruz. Kadınların ve çocukların figüran olduğu bu sahte cennette erkekler canları karşılığında yüksek kazançlar sağlıyorlar. Çoğu bu dünyaya erken veda ediyor, burada geçirdikleri zamanda da hırs ettikleri paranın peşinde her yolu mübah görüp çok canlar yakıyor. Resmiyette başka işler yapsalar da yükselmenin yolunun mafya liderlerinden geçtiğini bilen her meslekten insan karanlık bu dünyaya bedel ödeyerek ilerliyor. Ama işte sonunda ölüm var ve insan ne kadar iyi şartlarda yaşarsa yaşasın bir gün bu gerçekle yüzleşecek. Sezen Aksu’nun "Masum değiliz hiçbirimiz" dediği çağ yangının içinden geçerken hepimiz az çok dünyanın kirine pasına bulaşıyoruz. "Bütün zarların hileli" olduğu bu kirli dünyada kendini masum görenlerimiz bile, sonuçları tahmin ettiklerinden daha ağır suçlar işliyor. Kimi zaman haksızlıklar karşısında susarak, ötekine yapılanı görmezden geliyoruz. Yanı başımızda, apartmanımızda, oturduğumuz kafede işlenen cinayetleri duymazdan gelerek suça ortak oluyoruz. Sosyal medyada bir paylaşım yaparak vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz ama bunun yeterli olmadığının farkına ancak zamanında sustuğumuz haksızlıklar başımıza geldiğinde varıyoruz.
Belki bu filmdeki mafya babaları gibi sürekli kan akıtıp birilerini öldürmüyoruz ama ya üç maymunu oynadığımız her yerde vicdanımızla hareket etsek o kötülüklerin işlenmesine engel olacak güce sahipsek? İşte duruma buradan bakarsak biz de masum değiliz demektir.
Bu film vesilesiyle vicdanımızı karşımıza alıp kıstığımız sesini dinleyelim. Ölümün olduğunu ve bu dünyadan beraberimizde götürebileceğimiz tek şeyin iyilik ve kötülük olduğunu hatırlayalım. Henüz vakit varken hatalarımızdan dönelim. Elimizin eriştiği, gönlümüzün ulaştığı her yere umut olarak iyiliği seçelim. İyilik kolay değildir. Herkesin dilindedir, herkes ondan yanadır ama bunca kötülük de herkesçe işlenmektedir. Bir söz var, "Kimse karşında değil, herkes kendinden yana" diye. Menfaatin kesiştiği her yerde en iyi denen dostlukların bile bitmesi bu yüzden. İçimizde bizi iyilik ve kötülüğe davet eden sesler var, kötülüğün yolu dikensiz, kolay yürünür, yüksüzdür. Kısa vadede kazancı var gibi görünür ama kalpte vicdanda yaptığı ağırlık boynuna bağlanmış bir taş gibidir. Yıllar geçtikçe dibe çeker insanı. En sonunda da kendi suyunda boğar. İyilik patikasında ise insan düşe kalka yürür. Leonard Cohen'in şarkısını mırıldanır: "Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken herkes biliyor, savaşın bittiğiniherkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini" der kanayan dizlerine kendisi pansuman yapar. Gözlerindeki yaşı elleri ile siler, kendi kolları sarar kendini. Kimi zaman o patikadan yürüyen hiç kimse göremez. Herkes kötülüğün otobanında keyifle ilerlemektedir ama bilir ki iyiliğin yolcusu, onlar o hızda giderken manzaradan habersizdir. Kendisinin attığı her adım ise önce vicdanında sonra geçtiği yerlerdeki kırık kalplerde çiçeklerin açmasına sebep olmuştur. Düştüğü yerlerde doğrulup dinlenirken manzaranın keyfine varmıştır. Her şeyden önemlisi vicdanı rahat, kalbi pamuklar kadar pak yolu tamamlamıştır. Belki her yeri yara bere içinde kalmıştır ama boynunda onu kendi suyunda boğacak o taşın ağırlığını taşımamıştır.
Daha yaşanır bir dünya için yolumuza çıkan çeldiricilere rağmen taşın altına elimizi koyalım; birey olarak iyiliği güzelliği seçip insana, doğaya, hayvanlara saygılı ve özenli davranalım. "Sıfır atık, sıfır zarar"ı yaşam mottomuz yapalım. Vicdanla beraber kalbimizi de aktive ederek günümüzde geçer akçe olmasa da iyiliğe yakın olalım. Çünkü her dakika sona yaklaşıyoruz. Doğduğumuz andan beri ölümümüze koşuyoruz. Ve biliyoruz ki, mezara kıymet verdiğimiz eşyalarımızla girsek bile onlar burada kalıyor. Yüzyıllar sonra kemiklerimizle beraber değerli sayıp uğruna bütün prensiplerimizi verdiğimiz o eşyalar arkeologlarca bulunup ait olduğu yere, dünyaya iade ediliyor. Sürekli yeni bir sayfanın açılıp kapandığı dünya defterinde kirlenmeden kalan dolu bir sayfa olabilmek temennisiyle.
Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği, Liv Ullmann ve Erland Josephson'ın oynadığı 1973 İsveç Televizyonu bakanlığı filmidir.
Öyküsü, boşanma konusunda uzmanlaşmış bir aile avukatı olan Marianne ile Johan arasında 10 yıl süren dağılma olayını incelemektedir.
Neredeyse sadece diyaloğa dayalı bu film 2 saat 49 dk
Senaryo metni çok sağlam
Çocukları olmayan bir çift var
Evlilikte aşk mı arkadaşlık mı önemli?
Başka birileri ile yeni bir birliktelik denemek gerekli midir?
Bu denemeden sonra insan gerçek dostluk kurduğu ve ayrıldığı ilk kişi ile yasak bir ilişkide yeniden mi devam etmek ister?
Yasak hep cazip midir? şeklindeki sorularla evlilik kurum üzerine sesli düşünülen bir film. Oldukça önemli bu yapıt diyalog filmlerini sevenler için kesinlikle tavsiye edilir.
70-Güz Sonatı
Autumn Sonata, Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği ve Ingrid Bergman, Liv Ullmann ve Lena Nyman'ın oynadığı 1978 İsveç yapımı bir drama filmi.
Grafiği, ünlü bir piyanist ile yıllarca ilk defa karşılaşan ihmal edilmiş kızını takip ediyor ve birbirlerine nasıl zarar verdikleri konusundaki acı tartışmalarını anlatıyor.
Son zamanlarda seyrettim en etkileyici filmlerden biri... Anne kız ilişkisinin üzerinde durulmuş Sevgili Nihan Kaya’nın son zamanlarda sık sık bahsettiği konular irdelenmiş.
"Çocukta yaparım kariyer de" diye sloganlaştırdığımız bir kadının güçlü olabilmesi için kendini gerçekleştirme şansı veren işlerde çalışmasının evde onu bekleyen sevgisine ilgisine şefkatine ihtiyacı olan çocukların varlığı ile beraber mümkün olup olmadığının sonuçları ile beraber anlatıldığı filmi her kız çocuğu ve anne izlemeli. Bu konu üzerine mutlaka bu yüzleşme yapılmalı.
Çocuklarına hiç kızmayan, ama bakıcılar ile büyüten, onlara karşı çok nazik olan ama gerçekten acı çektiği hiçbir durumu onlara yansıtmayan, kariyerini her şeyin önüne koyan bir annenin yıllar sonra kızının, ihtiyacım olduğu anlarda yoktun diyerek nefret kustuğu yüzleşmenin etkileyici sahnelerle anlatıldığı sağlam bir senaryonun güzel bir oyunculuğun bizi beklediği film kesinlikle tavsiye edeceğim bir baş yapıt
Filmde de görüldüğü gibi kariyer basamaklarını hızla tırmanan ve adını yaptığı işte en iyiler arasına yazdıran kadınların iyi bir anne olması çok rastlanır bir şey değil ama sadece evde oturan ve kendini gerçekleştiremediği için varoluşsal sancılar içinde kıvranan bir kadının da fiziken çocuklarının yanında olmasına rağmen ruhen onlara katkıda bulunması mümkün değil iken bu ikilem nasıl aşılır?
Bu sorunun cevabını şimdilik bulabilen bir toplum yok ve çocukta yaparım kariyer de sadece bir şarkı sözü olmaktan ileriye geçemiyor. Çünkü yapılıp bakıcılara bırakılan çocuklar yapayalnız ve sevgisiz büyüdüklerinde anne ve babalarından intikamlarını kötü şekilde alıyor. Güçlü, kariyerleri ile ün yapmış kişilerin çocukları da sürekli daha iyisi beklendiğinden silik, özgüvensiz, kıyıda köşede yaşamayı seçmiş insanlar oluyor.
Çocuk yetiştirmek son derece zor bir zanaat ama eğer bu tercihte bulunulduysa artık bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirecek anne-babalık için kendi hayatından ödün vermek gerekiyor. Burada da ölçü çok önemli kendini tamamen silmeden ama çocukları merkeze alıp kendi haklarımıza onların da saygı göstermesini öğreterek bir orta yol aramak şart.
Çoğu zaman kendisi nitelikli anne babayı memnun etmek mümkün değil ama çocukların da memnun olduğu ebeveyn olmak da çocuk merkezli bir çağda ciddi fedakarlıklar istiyor.
Olabildiğince yanında olarak bir çocuğa birey olmayı öğretmek vazifemiz. Göz teması kurarak, onu dinleyerek, bol bol sarılarak vazifemizi kolaylaştırmak da bizim elimizde. Ancak insan almadığı bir şeyi veremez. Geriye dönük olarak suçlanacak birilerini ararsak da bu iş Hz. Adem'le Havva'ya kadar gider. O nedenle taşın altına elimizi koymalı, evladımıza gösterdiğimiz şefkati içimizdeki çocuğa da göstermeliyiz.
Aşağıda linkini paylaştığım bir yazıda da filmlerden şu şekilde bahsediliyor
“Dünyaca ünlü bir piyanist olan Charlotte (Ingrid Bergman), kariyeri uğruna ailesini, özellikle iki kızını ihmal etmektedir. Yedi yıl süren bir sessizlikten sonra, kızı Eva (Liv Ullmann), Charlotte’u kendileriyle birlikte bir hafta geçirmesi için Norveç’e davet eder. Charlotte’un hasta küçük kızı Helena da Eva’nın yanında kalmaktadır. Film, anne-kız yüzleşmesini işler. Bu tema, yüzeyde fazla dramatik görünmese de, film, Bergman’ın yazdığı güçlü ve dramatik sahnelerden, özellikle Eva’nın annesine ulaşmaya çalıştığı, geceler boyu süren konuşmalardan oluşur. Her ne kadar çekim sırasında starlar arasında çatışmalar yaşanmış olsa da Ingrid Bergman ve Liv Ullman performanslarının zirvesindedirler. Ingrid Bergman, 1981’de yayımlanan otobiyografisi, Yaşamım’da Güz Sonatı’nın en iyi FILMLERinden biri olduğunu belirtir. Özellikle her iki Bergman’ın da dünyaca ünlü sanatçılar olduğu, aileleri ve çocuklarının geri planda kaldıkları düşünüldüğünde filmin özel yaşamlara da değinen hassas bir temayı işlediği ortaya çıkar. “