yazdıkcayazasımgelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazdıkcayazasımgelir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

OKUR /YAZAR HASBİHAL

Merhaba,

Bir kara insanı olarak, denize uzanmış kentlere bölünmüşlüğümü anlamaya çalışıyorum. Denizi /ufku olmayan, dolayısıyla insanda çekip gitme arzusu doğurmayan coğrafyaların insanı kendini tutuklu, sınırlandırılmış hisseder.

Sırtını dağa dayamış bir ihtiyar gibi, derin düşüncelere dalmış mekânın hüznüyle kalır. Durduğu yer kendisine yetmemekte, çekip gitmek istediğinde de dağ önünü kapatmaktadır.

2020'ye veda... 2021 Merhaba

GÜNAYDIN VE BİTTİ

Günaydın ve bitti. "Aldım Başımı Gidiyorum" çalıyor fonda. 2020 gibi işte, herkes vefasız, herkes kendinle baş başa, yapayalnız. Çek git diyor şeytan, çekilip gidilecek yer kalmamış oysa. Her yüzde maske, her yerde korona.


"Sanma ki ağlarlar ardından" cümlesi değiyor yüreğime, kanatırcasına. Sahi, yokluğumu hissedecek kaç kişi çıkar bunca yılın ardından? Kaç insana faydam dokundu, kaç kişi için yürekte bir mevkiim kuruldu? Herkes gibi ben de bilmemekteyim.


Melih Kibar Çiğdem Talu'yu kaybetmesinin ardından sevdiği kadının şiirini besteleyerek yapmış bu şarkıyı. Ne aşktır onların ki, Yüzyılın Aşkları belgeselinde Can Dündar ne güzel anlatır, yarım kalan aşkları ağlatır. "Ben bu dünyadan, dosttan düşmandan, aşktan, sevdadan aldım payımı gidiyorum. Günahlarımla sevaplarımla aldım başımı gidiyorum" diye nasıl güzel yorumluyor Yonca Lodi.


Gidesim var uzaklara ama buradayım işte. Şimdi misal Porsuk Çayı boyunca bir yola çıksak, dört yüz kırk sekiz kilometrelik nehir boyunca havzayı dolaşıp İtalyan Gelin Pippa gibi barış için yürümeyi seçsek barışın bundan haberi olur mu? Pippa ne yazık ki bu topraklarda can verdi. Bu ülkede her gün kadınlar katledilir oldu. Virüs kadar tehlikeli eril güç dengesizce masanın üstüne çıktı tepindi 2020'de. Yeni yıl hayat dolu gel bize, virüsünle kol kola git 2020, sağ salim çıkalım biz de geleceğe, maske mesafe hijyen kurallarına dikkat edenlere teşekkür edelim, içtenlikle.


Günaydın ve bitti. "Doktor sizde umut var dedi haksız çıkma olasılığım oldu" "Benim Hala Umudum Var çünkü sahibim var" diye mırıldanıyorum. Ama ne yapacaksın, seviyor insanlar savaşı, hırsı, küfürler savurmayı. Oysa barış, güzel günler için olmazsa olmazımız değil mi? Hele de doktor bile ümit kesmemişken benden, fırtına durulsun, hayat barışa teslim olsun? Elbette bu dram bitecek. Ham meyve değiliz artık! Düşünüyorum da, yaşla mı yaşadıklarıyla mı kemale erer insan? Duruldu içim. Eyvallah deyip geçip gitmesini seyredeceğim, kötü günlerin, hırsların, sevdasız vakitlerin, yine de teşekkür ederim.


Günaydın ve bitti. Her şeye rağmen yapabildiğim en küçük şey, kalkıp yürümek. Yok yok epey büyük şey aslında, harekete geçmek, yeryüzüne ağırlığını bırakıp ilerlemek. Hayallerim var ama onlar da ağlarsa hayata küsüp olduğum yere çökeceğime kalkıp yürüyorum geleceğe, kendimle ve dünya ile barışa, sevgiye, huzura. Çünkü ben inanmam mutsuz yarınlara. "Öyle olsa sen gelmezdin" diyor ya şarkıda, kırmızı ve mavi balonun peşinde erkek ve kız çocuk ters yönlere gitseler de ellerindeki balonlar bırakmıyor birbirlerini inatla, sevdayla sarılıyorlar çocukları peşlerinden koştururcasına. "Öyle olsa" şarkısının klibinde kullanılan Fransız filminden alınan o sahne ne güzeldir. "Ama inanmam asla mutsuz yarınlara. Öyle olsa sen gelmezdin; geldin, gidecek olsan bile geldin, yürüdük, günü, geceyi, hayatı, hayali, sevgiyi... Gelen ve giden tüm dostlarım size de teşekkür ederim.


Günaydın ve bitti.  "Menopoz ateşi gibisin be arkadaş fena bastın beni" diyerek sigarasının dumanını savurdu yüzüme. Öksürdüm, şu meretin dumanı bile boğuyor, hala alışamadım. Neyse ki tatlı değil diyorum bazen. Öyle olsa kesin kokusunu çekmektense içmeye başlardım, kaybolduğum zamanlarda. Ama dik durdum, yüreğimdeki kederlere yenilmedim. Kara kışlardan kendi ateşimle çıktım. Çok ayrılıklar gördüm, yine de vazgeçmedim. Dünyaya sevgi barış huzur gelecekse yüreğimizden akıp geçecek. Ben seversem, sevdiklerim içlerine dolan, doyuran sonra kendilerinden taşan sevgiyle boğacak öfkelerini, kendi ile barışınca dünyaya akıtacaklar sevgilerini. "Benim Hala Umudum Var" Bırakmazlar, sahibim var, O'nun kurduğu bir dengede akıyor zaman, yıkıyor içimizi. Yıkıldıkça yeniden inşa başlıyor, yıkadıkça temizliyor, maviye boğuyor yüreklerimizi. Her şeye rağmen var edildiğim, hayatın bu boyutunda deneyimleme şansına eriştiğim için teşekkür ederim.


Günaydın ve bitti. Eyvallah diyorum artık, gelene "Hoş geldin" gidene eyvallah. Yaşamak üzerine yeni kararlar veriliyor yılbaşlarında. Yaseminler üzerine yeminler ediliyor şarkılarda. Yaseminleri koklasak yetmez mi, cehenneme dönmüş bu dünyada barışa hasret yaşamak zorunda mı bunca insan? Savaştan çıkmanın yolu var mı kendinle? Hep batıya, daha batıya kaçarak mı kurtulacak insanlık? 2020 boyunca edindiğim tüm farkındalıklar için de teşekkür ederim.


Günaydın ve bitti. Sımsıkı tutundum, hayata. Yaş aldıkça böyle olur derlerdi inanmazdım. İnsan, yıllar içinde onu dünyaya bağlayan varlıkları arttıkça uzaklaşırmış özünden, geldiği yerden, onu Yaradan'dan. Tutunmak istermiş toprağa, köklenmek için ağaçlar diker, evler inşa eder, çocuklar doğurur, torunlar bekler, ilaç kutularına sarılırmış. Toprağın üstünde kalmak için savaş verirmiş.  Oysa barışmalı ölümle de, hayatla da. Kesin olan bir şey var ki; bu döngüden vakti gelen çıkacak. Öyleyse tutunmamalı hiçbir şeye inatla. Gönül vermemeli, şehirlere, gölgelere, yalan sevdalara... Yine de teşekkür ederim, bu güne kadar hayatıma uğrayan, bir zaman da olsa benimle yol alanlara... 


Handan Kılıç

31 Aralık 2020

İzmir


Not: Bu yazı Yonca Tokbaş'la "Tarlabaşı" kelimesinden türetilen yeni kelimeler kullanılarak süreli bir oyunda ve metnin içindeki koyu renkli cümleler elimizdeyken aradaki boşluklar doldurularak ve tüm metin birbirine bağlanarak yazılmıştır. Bu eğlenceli yazı çalışması için Yonca'ya teşekkürler.



Gece Yolculuğu Bir Ömer Kavur Filmi

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 208.FİLM   


Merhaba 
Buraya tıklayarak film analizimi okuyabilirsiniz ... Daha önceki yazılar için yazı-yorum. Net sayfasından arama özelliğini kullanabilirsiniz. İyi seyirler, iyi okumalar.



LOVİNG VİNCENT 2017


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 93.FİLM 

-Spoiler içerir -



Loving Vincent, yönetmenliğini Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'ın birlikte yaptığı 2017 çıkışlı Polonya ve Birleşik Krallık ortak yapımı biyografik animasyon film. Film, ressam Vincent van Gogh'un yaşamı ve özellikle de ölümüne zemin hazırlayan şartları konu edinmekte.

Modern sanatın kurucularından biri olarak kabul edilen Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un, resim disiplinindeki öneminin dahi önüne geçen enteresan kişiliğini ve hayatını kendi tabloları aracılığıyla sinema filminde izlemek, Van Gogh hayranları için enfes bir deneyim. Fırsatını bulup izleyin derim. 

Sanat acıdan besleniyor. Dahilik ve delilik ince bir çizgi. Belki de ne sıklıkla çizgi aşılıyorsa gerçek sanat filizleniyor o yarıktan. 

"Bizler sadece tablolarımızla konuşabiliriz" diyen sanatçı fırçayı ilk kez 28 yaşında eline almış ve 37 yaşında ölmüş. Bu sekiz yılda amatörden dahi bir sanatçıya dönüşmüş. Demek ki gizli kalmış yetenekler sonradan da ortaya çıkabiliyor. Hiç bir şey için geç kalınmış değil. Umut her zaman var. Tabi ki dahi olunmaz, doğulur ama en azından yeni bir şeyler denemek için zaman ölene kadar... 

Ben sevdim doğrusu bu filmi. Hem de çok üzüldüm. Modern sanatın kurucusu kabul edilen ressam 8 yılda 800 tablo yapmış ama sefalet içinde yaşamış. Sevgisizlikten, yalnızlıktan çok acı çekmiş ve kendini tek dostu resme vermiş. Büyük sanatçının hayattayken satılan tablo sayısı ise 1:(

Onu anlatanlardan biri, her şeyi hissederdi, bu yüzden de imkansızı isterdi diyor. Onun için hayatın hiç bir detayı küçük, basit değildi. Açmış çiçekleri severdi. Her şeye değer verirdi diye ekliyor. Dünyadaki güzellikleri fark etmek için indirildiğimiz bu yerde vazifesini yapmış. Kalp gözü ile bakıp ayrıntıları okumuş, tuvale yansıtmış.  

Sabah sekiz akşam beş kesintisiz resim yaparmış. Biz saati onun geliş gidişinden anlardık diyor kaldığı yeri işleten adamın kızı. Diğer zamanda da tek arkadaşına uzun mektuplar yazarmış. Düzenli cevap da gelmezmiş. 

Ah be dedim, ne kadar yalnızmışsın Van Gogh, seni öyle iyi anlıyorum ki, ben de cevapsız bırakılmış öyle çok mektup yazdım ki burada, orada, şurada. Hele de son yıllarda:( "Sesime ses veren karlı dağlarmış" bile diyemedim. Belki de geceler, gündüzler, aylar mevsimlerce yazılıp blog adlı potkalın içine sıkıştırılmış bu kelimeler bir gün ihtiyacı olan biri tarafından bulunacak ve okundukça yüzüne bir tebessüm konduracak dedim yazdım durdum işte. O zaman bu bile bana mutluluk verecek, yalnız geçen bu zamanları unutturacakmış gibi geldi.     

Yine onu tanıyan bir kayıkçı şöyle anlatıyor. Bu adam o kadar yalnızdı ki, kendi yemeğine göz diken hırsız kargalar bile onu neşelendirirdi. Canım ya:(

Kendi başına tarlalarda resim yaparken hakkında deli diye konuşulduğu için taşranın acımasız çocuklarınca taşlandığı sahnelerde kalbim sıkıştı doğrusu.    

Hasılı kelam, 125 ressamın, 65 bine yakın kareyi, tek tek, özveri ve emekle, Van Gogh’un kendi tekniği kullanılarak yağlı boya tablolarının canlandırılmasıyla ortaya çıkardığı bu filmi izlemeli. 





VAY VAY VAY KİMLER GELMİŞ



"Vay vay vay kimler gelmiş" diyerek kapattım kapıyı. 
Bakıştık. 
Yeniden aynı heyecan. 
"Çok pis özlemişim zaten" diyen Nazan Öncel ve Manuş Baba'ya selam çakarak açtım paketi. 
O koku... 
Derin derin içime çektim. 
Çayı demledim. Onun vakti saati gelene kadar da kahve yaptım. Beraber içeriz. Göz göze, diz dize... 
Kokusunu görüp, tadına dokunacak kadar,  beş duyunun hepsi hatta daha fazlası ile hissederek.

"İnsan bazen susmak ister, susmak da güzeldir bazen" diye düşünürken mırıldanmaya başlamak... O sesli kahkahadan hemen öncesi. Gülümsemek ve mırıldanmak...

ÖLÜLER KONUŞMALI
Dirilerin HER ŞEYE SUSTUĞU bu dünyada evet, evet ölüler konuşmalı. Söylenmemişleri haykırmalı. Sevdiğini söyleyememişlere ibret olmalı. 

"Ölüm var, geç kalma" diye hatırlatmalı.
Bu günün işini yarına bırakma, sözü erteleme, hayatı perdeleme demeli.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" gerçeğini başına iş gelmeden fark etmeli. Haksızlıklar karşısında ses olmalı, ses, tepki, kurtuluş için uzatılan bir el, masumun, mazlumun sevgiyle tutmalı elini.

Ama önce en yakınlarımızın, kalbimizin sahiplerinin hakları verilmeli. Çünkü ölüm var.

Çalakalem başladığım bu yazıyı uzatmayayım, çünkü beni bekleyen iş çok. Yılın son ve ilk haftasının beraber yaşandığı bu özel zamana bir not düşeyim de bu da burada dursun istedim. 

30 Aralık 2019... İçinde öykümle yer aldığım "ÖLÜLER KONUŞMALI" adlı kitap çıktı ve kargodan elime ulaştı. Söylenememişlerin yazıldığı derleme kitap SIFIR YAYINLARI'ndan basıldı. 

Kitaba yakın zamanda yayınevinin internet sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz. Ama imzalı isterseniz bana   yazdikcayazasingelir@gmail.com  adresinden bir ileti göndermeniz gerekmekte. 

2019 gider ayak yüzümde bir tebessüm bıraktın. Teşekkür ederim. 

2020 de fısıltılar nehir gibi çağıldayan bir konuşmaya dönsün...
Akışı seyredelim, gülelim. 

Anda kalmayı, akışına bırakmayı idrak edip uygulayabildiğimiz bir yıl olması temennisiyle...

MUTLU YILLAR:)

   




VE 2019'DA BENİ MUTLU EDEN BİR ŞARKI İLE MUTLU YILLAR... PİNK MARTİNİ, AMADO MİO 


NOT: Bu şarkının sözleri ve çevirisi için tıklayınız.

Marriage Story 2019 Scarlett Johansson Adam Driver

             ======BLOGDA 100.YAZI=======

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 85. FİLM 


-Spoiler içerir -


Tıpkı Irıshman gibi digital medya platformu için çekilen yeni bir filmi daha dünyaya ile beraber izledik. 

İlk  bakışta İngmar Bergman filmlerinden "Bir evlilikten manzaralar" ı hatırlatan yapımın bir sahnesinde o filmin afişini görüyor, yönetmenin oraya da atıf yaptığını anlıyoruz. (Adı geçen film için yukarıdaki linki tıklayabilirsiniz. )

Başrollerini neredeyse her filmde oynayan iki popüler sanatçı, Scarlett Johansson ve Adam Driver paylaşıyor. 

"Onu gördükten iki saniye sonra aşık olmuştum" diyen oyuncu bir kadın, bir tiyatro yazarı ve yönetmeni olan adamla evliliğine "zamanın eli değince" onu bitirme kararı alıyor. 

Bu düşüncede olmayan, karısını ve çocuğunu seven, ailesine düşkün koca hemen pes etmiyor. Aslında kocasını seven ama susmuş ve gitmek üzere olan kadın da her şeye rağmen çabalıyor. Beraber evlilik terapistine gidiyorlar.  Orada verilen bir ödevde çiftin birbiri hakkında sevdikleri şeyleri anlattıkları mektupların okunmasıyla başlayan film aynı mektuplarla bitiyor.

Yazdıklarından, amiyane tabirle birbirlerinin ciğerini bildikleri ve o halleri ile karşısındakini kabul edip sevdiklerini anlıyoruz. Ama işte bir şeyler yitirilmiş, ilk zamanlardaki o aşk ateşi yanmıyor. İki taraf da sanatçı olup aşktan beslenince sevgileri diri olsa da özellikle kadının, aşkın külleri üzerinde dolaşmak istemediğini düşünüyoruz. 

"Gördüğünden geri kalmak" zordur çünkü. Aşkı hiç bilmeyen iki insan daha istikrarlı bir birliktelik inşa edebilir. Çocuklar oldukça ortak bağlar güçlenir, beraberlikleri perçinlenir ama evliliğe aşkın yüksek enerjisi ile başlayanlar kısa sürede rutine dönüşen evlilik kurumu içinde sıkışır kalır. Aşk hem soluk aldırır, zor zamanlarda tutunacak daldır ama varlığını bilenlerce yokluğu hava gibi anında hissedilir. Nefessiz kalan çift alışkanlıklara yenilip heyecanı kaybedince yaşamın getirdiği sorunlarla daha zor baş eder. 

Bu filmde de çift en sonunda anlaşarak boşanmaya karar veriyor. Kadın aldığı iş teklifi nedeniyle ailesinin yaşadığı şehre gidip çocuğunu da orada okula veriyor. Ancak orada iş arkadaşlarının ısrarı ile avukat tutunca boşanma süreci çirkinleşmeye başlıyor. Avukatların savaşa çevirdiği bu zorlu dönem birbirlerine olan kırgınlıklarını derinleştirecek şekilde sırların açık edilip tarafların mahkemede bel altından vurulması ile devam ediyor. 

Bu sahneleri izlerken hala gerildiğimi görünce acı acı gülüyorum. Boşanmış bir çok kadının bu filmi travmalarından kaynaklı acılarını boşaltmak, ağlamak amacıyla seyrettiğini biliyorum ama benim gerginliğim ondan değil. Yıllarca avukatlık yapmış bir insan olarak ağır cezada işlenen suçlardan fazla gerildiğim dosyaların boşanma davaları olduğunu hatırlıyorum. Zaten filmde de, "Ceza avukatları kötü insanların iyi yönlerini, boşanma avukatları ise iyi insanların kötü yönlerini bulmaya çalışır" diyordu. Bu yüzden Aile Mahkemeleri'ni sevmiyorum, aynı yatağı, hayatı, çocukları paylaşan insanların nasıl canavara dönüştüğünü çok iyi biliyorum. 

Boşanmak da evlenmek kadar doğal bir olay olsa da birinde törenler, kutlamalar yapılıyor birinde dost kalalım kararındaki çiftler bile üzgün bir dönem geçiriyor. Şimdilerde haberlere konu olan tek tük boşanma kutlaması yapanlar, gökyüzüne balonlar bırakıp erik dalı oynayanlar da var ama özellikle kadınlar ülkemizde yaşamlarını kaybediyor. Bu süreçler lafın gelişi değil gerçekten kanlı bir hal alır oldu. Bu durum korkutucu. İşte bu filmde taraflar istemeseler de bu kötü süreci daha fazla çirkinleşmeden bitirmeyi biliyor. 

Aile kavramının önemine vurgu yapmak, dağılan yuvalara"Devam etmeyi deneyin, bir kez daha iyi yönlerinizi hatırlayın" demek amacı taşıyor mu film bilmiyorum ama alt metinde buna da işaret ediliyor sanki.         

Ayrıca Amerikan Hukuk sisteminin yüksek fiyatlarla katkı sağladığı da malum olunca burada birikimlerini bir inat uğruna tüketen çiftin hali de bir uyarı. 

Yönetmenin anne babasının bu filmdeki gibi boşandığını öğrenince ne kadar yumuşak olsa da bu sürecin çocuklarda kalıcı travma etkisi yaptığını hatırlıyoruz. Ki, diğer filmlerinde de boşanma konusunu işleyen yönetmen için ayrılık "Mesele" olarak varlığını sürdürüyor, sanatına yön veriyor. Hem de çiftin çocuklarını öncelemeleri, onun velayeti için çaba göstermeleri bu esnada da birbirlerinin hayatında eskisi gibi var olmalarına, savaşmayı bırakmalarına rağmen. 

Sonuçta kadın, erkek ve çocuk için boşanmanın sessiz bir kabullenişi de var ama. Çocuk, ebeveyni ile ayrı evlerde buluşmaya alışıyor. Belki de gerekçelerini bu günkü aklıyla mantığa bürüyen yönetmen boşanmanın sebebi gibi duran annesine hak veriyor.

Kadını en başından beri yüzü gülmeyen, çabalamayan biri olarak görüyoruz. Evlilikle beraber şehir değiştiren kadın kariyerinin yarım kaldığı hissine kapılıyor. Yönetmen olan kocasının oyunlarında önceleri yıldızken sonra tiyatro ekibi içinde eşitlendiğini düşünüyor. Yaptığı bu fedakarlıklar onu yoruyor. Tabi bu sorgulama durup dururken başlamıyor. Tiyatro ekibinden biri ile kocasının ilişkisi olduğundan şüpheleniyor. 

Kocası ile beraberken kendiliğini yitirdiğine inanmaya başlayan kadın, evlilik için vazgeçtiği kariyerini düşünüp karşılığında aldatıldığını öğrenince çabalamayı bırakıyor. Avukatın verdiği akılla kocasının iletilerini okuyan kadın aldaltıldığından emin oluyor. İş mahkemeye yansıdıktan sonra eşiyle tartışırken "Neden?" diye bağırdığı bir sahne var, "Neden beni seviyorken onunla yattın?" diye sorunca adam "Bu sadece bir kere oldu. Ama sen neden onunla yattığıma değil, onunla güldüğüme üzül" diyor. Kendisinin de evliliği için bir çok şeyden vazgeçtiğini,  misal çok genç yaştan beri oyuncular tarafından çevrelenmesine, popüler bir yönetmen olmasına rağmen karısına sadık kaldığını anlatıyor. 

Burada işte en önemli noktaya geliyoruz: İletişim. Onun koptuğu bir yer var. Oradan sonra evlilikler yokuş aşağı yuvarlanıyor. "Onunla gülmek" çok değerli bir iletişim. İnsan acıya daha duyarlı bir varlık. Kötü durumlarda yardımcı olmak insanın erdemlerinden olduğu kadar acımasından da kaynaklanır. Ama gülmek, güzel haberleri, sevinci paylaşmak ancak gerçekten sevince mümkündür. Sizi önemseyen, dinleyen, kelimeler olmadan ruhunuzu okuyan insanla paylaşırsınız sevinçlerinizi. Yoksa susarsınız. Acınız görünür olur da destek bulur bazen ama sevincinizi de susunca biter gider ilişki. O nedenle gülmek önemli. 

Beraber gülmeyi önemsemeli, istemeli...


KIŞ UYKUSU- NURİ BİLGE CEYLAN - HALUK BİLGİNER



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 82. FİLM 

-Spoiler içerir -

Her filmin, her insana değen sahnesi başkadır. Genel olarak seyrettiğimiz zamandaki ruh halimiz bu sahneleri filmden cımbızlar ve filmi belleğimize o hislerle kaydeder.

Bu nedenledir ki bir filme dair yapılan tüm eleştiriler nesneldir ve aynı kişi başka bir zamanda seyretse farklı noktalara takılabilir. Bunu gözeterek herhangi bir filmi izlemeden önce tanıtım ve fragmanı dışında bilgi edinmek istemem. Sonrasında ben ne görmüşüm, başkaları ne görmüş diye yazılanlara şöyle bir göz atarım.

Bir de tabi marka olan isimler vardır, az çok ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Nuri Bilge Ceylan görsellik demektir mesela. Hareket ya da ağır diyalog bekleyenler tercih etmez. Sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görenler asla filmine gitmez. Festivalciler için vazgeçilmezdir, "İvedik"çiler için katlanılmaz. Bu sebeple beraber gidecek arkadaş bulmakta zorlandığım bir film oldu Kış Uykusu. 

Aslında neden birini aradım tam olarak da bilmiyorum. Seyircilik işinin bireysel olduğunu düşünen biri olarak böylesi filmlerde yanımdakilerin sadece odaklanmamı zorlaştırdığına inanırım ama bu sefer sanki içine düşeceğim derin hüzün girdabını hissetmişcesine yanımda biri olsun istedim.

Film seyretmeyi seven ve ara sıra da bunlar üzerine karalayan biri olarak çok teknik bir yazı yazmayacağım. Hele de böylesi ödüllü bir yönetmenin bence şimdilik en iyi filmi olan Kış Uykusu için ahkam kesme haddini kendimde görmüyorum.Bu nedenle burada zihnime çakılı kalan sahnelerden parça parça alıntılar yaparak sesli düşüneceğim. 

 Sinematografikbakışına hayran olduğum bir arkadaşımın da film üzerine notlar diye başladığı yazıyı görünce diğer eleştirmenlere de göz atayım dedim ve beğenerek seyrettiğim filme yaptıkları basit eleştirileri görünce çoğunun filmdeki mutsuz karakterlerden biriyle kurdukları ruh benzerliği neticesinde aslında kendilerine öfkelendiklerini gördüm. Azıcık düşünen her insanın kendinden parçalar bulacağı filme yazılan eleştirileri yersiz buldum. 

Oyuncuların hepsinin ayrı ayrı başarılı olduğunu belirtmeye gerek yok. Görsellik de her zamanki gibi mükemmel. Bu sefer biraz daha fazla diyalog barındıran film, imgelerle birlikte kimi zaman sözcüklerin yakıcılığını, kimi zaman tamamlayıcılığını, bazen de kurtarıcılığını da alarak yanına farklı bir Nuri Bilge Ceylan filmi çıkarmış ortaya. Kelimeleri seven biri olsam da, filmde, imgeleri gölgelemeyen tonda kullanılmış olmasına da sevindim.

Ancak filmde bir nevi münzevi hayatı yaşayan, hayal kırıklıklarının sürüklediği bu yerde böylesi durgun bir hayata alışan, hatta artık her şey için geç olduğunu düşünüp hareket etmekten korkan karakterler içime dokundu. Film, insanın ne kadar çaresiz, ne kadar yalnız, ne kadar fark edilmeye, beğeniye ihtiyacı olduğunu gösterirken yaratılışımızda o eksik bırakılan noktalarımızın ruhumuzu gerçekten besleyecek manevi çizgilerle birleştirilmediğinde insanın sanatla da bir yere varamayacağını, ne yaparsa yapsın, ne kadar zengin, eğitimli, kibar, yetenekli olursa olsun her insanın doğasındaki açlıkların ve açıkların kapanmayacağını ve bunların tüm insanlarda aynı olduğunu göstermede başarılıydı.

Nuri Bilge Ceylan filmleri için getirilen eleştirilerin başında “Eeee, şimdi noldu” cümlesi gelir. Bir durum tespiti yapar, sizi sorgulamaların içine bırakır ve gider. Çıkış yolu yoktur. Belli ki yönetmen bir yolcu olarak devam ettiği yaşam serüveninde cevabın değil doğru soruların peşindedir. Ruhunu(muzu) yakan soru(n)larda dolaşırken böylesi etkileyici görsel imgelerle seyirciye de soru sordurmak amacındadır.

Filmin başında, arabanın camına atılan taş, her şey rutinde giderken birden başımıza gelen ve bizi değişmeye zorlayan kırılma anıdır. Camın kırıkları arasından bakmak ve oradan hayatını seyretmek... Bu herkese ağır gelir ama bir taraftan da kısıldığın kapanı fark ettirerek bundan kurtulmanın yolunu aramana vesile olur. Tabi bu kapandan kurtulmak istiyorsan... 

Taşı atan çocuğa inen tokat, onu atan babanın diğer camı kırması iç içe geçmiş travmaları yansıtırken, Aydın’ın olayın geçtiği dış mekandaki estetik yoksunluğuna takılmış olması da insanın kendi içinden dünyaya bakıyor oluşunun, mesleki körlüğünün, belki de bu nedenle başkasının feryadına  hep sağır kalışının en güzel şekilde sunumudur.

Haluk Bilginer'in canlandırdığı Aydın karakterinin can alıcı sahnelerinden biri de yazdığı yerel gazetedeki köşe yazısına bir köydeki biçki dikiş öğretmeninden gelen övgü dolu mektubu karısını ve tek arkadaşını çağırarak okuduğu andır. Adeta, kendisinden istenen yardım talebinden ziyade onu fark eden ve beğenen birinin varlığını hissettirmeye çalışan Aydın’ın yalnızlığının resmi gibidir. 

Hayatın içinde evli ya da bekar, kalabalık bir ailede ya da filmdeki gibi kardeşi ve karısı yanında olsa da çevresindekiler onu görmediğinde, beraber olduklarını hissettirmediğinde herkes yalnızdır. Yalnızlık seçildiğinde insanı büyütürken mecbur kalındığında ruhu acıtır. Bu nedenle insanın arada kendisine denk hissettiği insanlarla rastlaşması ve ruhundaki pencereyi açıp ötekinin nefesini içeriye alarak ferahlaması büyük şans. Filmde Aydın karakteri böyle bir destekten yoksun. Onunla beraber yaşasa da kendi kültürüne denk gördüğü kız kardeşinin varlığı bu ihtiyacını gidermiyor. En acıyı bir kerede söyleyen bu kadının dobralığı ve negatif elektriğiyle Aydın daha da içe kapanıp yalnızlaşıyor. 

Derinlerinde, anlaşılmaya, dinlenmeye, takdir edilmeye olan özlem daha da artıyor. Bunu bir kış günü zorla ilerledikleri yolda o övgü dolu mektubun geldiği köyün tabelasını gördüğündeki bakışında görüyoruz. Entellektüel birikimi ile göz dolduran bir adamın normalde muhatap almayacağı bir kadının ilgisine bile hasret kalışında kendi kibri ile çevresine ördüğü duvarların etkisi olsa da aynı evde, farklı odalarda, farklı hayatları yaşayan ve neredeyse bir otelin misafirleri gibi yemekten yemeğe birbirini gören bu aile içinde herkesin sevgi açlığı çekmesi doğal. 

Elbette  başta hiçbir şey böyle değildir o kısımları göremiyoruz ama birbirini severek yola çıkan insanların birbirinden bunca uzağa savrulmasında yine ruhi yabancılaşmanın, ortak ideal yoksunluğunun, birer ulaşılamaz kale haline getirdikleri benliklerinin de katkısı büyük. 

Tam manasıyla teslim olmadıkları bir yazgıya, pasif direniş göstererek, karşı gelmeden yaşıyor gibi yapmak... Varlığın içinde yokluk, yokluğun içinde duyarsızlık, birlikteliğin içinde yalnızlık, yalnızlığın yanında hep gitme duygusu, ama kimsenin bir yere gidememesi. Olumlu ya da olumsuz bir adım atmadan bir kış uykusunu sürdürmesi.

Filmde acı çeken bu karakterlerin içinde en çok şefkate muhtaç olan Aydın. Çünkü o en güçlü, en kibar, en kibirli, en yalnız... Çok sevdiğim bir arkadaşım hep derdi, hayatta zayıflar kadar güçlülerin de şefkate ihtiyacı olduğunu unutma ve bu farkındalığı hiçbir zaman yitirme diye. Oysa bu gerçek, toplumda çok da anlaşılabilmiş değil. Yani ne kadar ortalamanın üzerine çıkar ve güçlenirseniz şefkate olan ihtiyacınız da aynı oranda artar ama kimse sizin buna muhtaç olduğunuzu düşünmeden şefkatini düşkünlere dağıtır. Belki de kibirle vakarı karıştıran insana verilmiş ilahi bir cezadır bu şefkatten uzak yalnızlık. Belki de iç yolculuğunu kısaltmak için verilmiş bir ödül. Nereden baktığınıza bağlı. 

Tabi bunu bir başkasında seyrederken fark ediyor da insan, bir türlü kendinden çıkıp kendine bu gözle bakamıyor. Hep derim, bir film seyreder gibi seyretsek hayatımızı, teslim olması da daha kolay olacak, çözüme ulaşması da.     

“Kötülüğe karşı koymamak” fikrine saplanan diğer mutsuz karakterin sorgulamaları da yine çıkmazda debelenip durmasının göstergesi. Bize kötülük yapana karşılık vermesek, o kötülüğünü anlayıp bundan vazgeçebilir mi, ondan özür dilesek, suçlu olduğu halde acaba nasıl bir yaşamımız olurdu” sorularının peşine takılmış bir bezgin Aydın’ın Ablası Necla.

Ve Nihal… Gençliğini, canlılığını bir adamın kanatları altında olmak için terk eden, onun kurallarına göre oynayacağı bir oyuna dahil olup bunu sürdürmekten memnun olmadığı halde bırakıp gidecek gücü olmayan, huzursuz, huzur vermeyen, kocasından en ufak şefkati esirgeyecek kadar ondan nefret eden bir kadın.

Yaşadığı düşünsel değişimle gittiği bir avdan elinde kendi vurduğu tavşanla dönen ve muhtaç olduğu şefkati önce kendisinin karısına göstermesi gerektiğini fark eden bir adam, Aydın. Morrocom’un çok güzel tespitiyle, filmin başında mantar toplayan 
adam kadın gibi toplayıcı iken, filmin sonunda vurarak getirdiği hayvanla artık toplayıcı değil doğada makbul erkek figürü gibi avcı olduğunu ispat ediyor ve film Aydın’ın yıllardır yazmayı planladığı kitabın başlığını atmasıyla bitiyor. Yani, "İnsan çevre şartlarını iyileştirse de kendini gerçekleştirme fikrinin ilk adımını yine kendisi atması gerekiyor" diye fısıldıyor kulağıma.

Kucağınızda bir sürü sorularla salondan çıkarken cevapları bulmak için daha esnek olmak, daha çok soru sormak gerektiğini hissediyorsunuz.

İnsan denen varlığın tüm özellikleri ile kendini keşfetmesi için çeşitli imtihanlardan geçerek dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğini bu filmde de görüyoruz. Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etme huzurunu isteyeceğimiz yegane kapının da yüreğimizden açıldığını lakin şah damarımızdan yakın olan o birlikteliğe ulaşmanın bir ömür alabileceğini hatırlıyoruz.
  
Filmleriyle bize bizi hatırlatan, güzel sorular sorduran değerli yönetmene teşekkür ederken ruh tembelleri için bulduğu cevapları yeni filmlerinde, açıktan olmasa da sorular içine saklayarak vermesini diliyoruz. Ama unutmayalım ki, içsel yolculuklar tek başına yapılır. Herkesin sorusu başkadır, cevabı başka. Filmler, kitaplar bize kadim soruların üst başlığını verir ve yön gösterir. Yürünecek yol bizimdir.

Meraklısınca birkaç kez bile sıkılmadan izlenecek, Çehov öykülerinden esinlenerek çekilen film için herkese iyi seyirler…     

Not: Bu değerlendirme yazısı 2014 yılında filmin vizyonda olduğu dönemde tarafımdan yazılmıştır. 

Bu gün 2019 Emmy Ödülleri’nde ŞAHSİYET dizisindeki rolü ile En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül alan, her rolü ile oyunculuğun zirvesinde olan, kış uykusunun Aydın'ı Haluk Bilginer'i bu yazı vesilesiyle tebrik ediyorum. Dizi dünyasının Oscar'ını hak eden bir oyuncudur, nice başarılara...  

VOİD-WAYNON- 2013 LÜBNAN FİLMİ ve FEYRUZ ile Lİ BEYRUT


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 81. FİLM 

-Spoiler içerir -



Yedi ayrı yönetmenin (Maria Abdel KarimNaji Bechara, Jad Beyrouthy, Salim Habr, Christelle Ighniades, Tarek Korkomaz, Zeina Makki) çektiği "Void" isminde etkileyici bir film izledim dün gece. Kelime manası dilimize "Geçersiz, boş, hükümsüz" olarak çevrilen film gerçekten de yeri dolmaz bir boşluğu anlatıyor. Hükümsüz kalan sözleri, arafta yaşayan insanları, umutsuz bekleyişin insanı o yoran, yıkan, acıtan hali ile beraber bir direnişin temsilcisi haline gelmiş kaybının bir gün döneceğine dair umudunu seyrediyorsunuz her karede. 

Hayatın kırılma noktaları vardır. Bunu dünyanın her yerinde, farklı şekillerde de olsa herkes yaşar. İnsana dair olan her şey evrenseldir. Bu yüzden acı, aşk, tutku, hırs, mücadele, direniş filmlerde, kitaplarda kurguyu ayakta tutan değerler olarak var olur. Sanat evrensel acının, sevginin taşıyıcısı olduğunda dilden dile çevrilerek farklı coğrafyalarda, başka başka kalplerde aynı yere dokunur. Sanatın, gerçeğin en çıplak haline olan bu yalın tutkusu, yazanına göre değişen resmi tarihlerden daha çok tercih edilen yapıtların doğmasına sebep olur. O zaman iyi ki edebiyat var, yaşasın sinema der, günlerce, aylarca çekilen acıları kocaman perdelere taşıyan yönetmenlere, kurgu için gecesini gündüzüne katan, yaşamaktan vazgeçip yazmaya kendini adayan ustalara teşekkür ederiz. Bu film de öylesi bir etki bıraktı üzerimde. 

Dün Şili, bu gün 70' li yılların Lübnan'ı derken aslında geçmişin geçmişte kalmadığını, sürekli yeni yüzlerle varlığını devam ettirdiğini hatırladım. O kırılma anlarını düşünürken dalıp gittim.     

Hayat, sürprizlerle dolu bir cümbüş. Bahtımıza ne çıkacağı hiç belli olmaz. Ama kesin olan şu ki, karanlık ve aydınlığın bir anda yer değiştirmesi gibi her şey her an değişebilir. Bir sabah uyanırsınız ve o kırılma anından sonra bir de bakarsınız ki, dünün hükmü kalmamıştır. Uzak bir mazi gibi gelir bir anda. Her şey elinizden kayıp gider. Hayat bir daha eskisi gibi olmaz. Bir adam tanırsınız, başka bir kadın olursunuz. Vurulduğunuz bir kadın sizi ummadığınız yerlere sürükler. Bir sabah kulakları yırtan bir ses duyarsınız, havada uçuşan bedenleri televizyondan izlerken akşam masaya koyduğunuz bir tabağın boş kalacağını bilmeden yemek yaparsınız. Babasınızdır, oğlunuzun çok istediği gitarı almışsınızdır. Daha çalamadan gitmiş ve bir daha dönmemiştir. İnsanoğlu bir kaza geçirir de kendinden bildiği ve basit bulduğu yürüme eylemini bir daha yapamaz. İşe giderken bir arabaya zorla bindirilir, bir daha haber alınamaz. Bir camdan atılır, ancak gazetelerin üçüncü sayfasına konu olur, bir iki gün yazılır çizilir sonra unutulur gider. Ama geride bıraktıklarının çektiği acı kalplerinde iyileşmez yaralar açar. 

İnsan her şeye alışır. Zaman, günlerini un ufak ederken duyguları da bundan nasibini alır. Bir zaman sonra acı azalır. Aşk söner, tutku yitirilir, hırs önemsizleşir. Kalpte yeri çok değişmez belki ama duygusu kanıksanır, hayat acılaşır. Zevkleri duyumsama eşiği yükselir. Yüz güldüren olaylar da, kelimelerin anlamları da değişir. Ama sonu ölüm de olsa her acı zamanla kabuk bağlar. 

Ya kayıplar? Bir sabah evden çıkan ve bir daha kendisinden haber alınamayan insanlar... Ya geride bıraktıkları... Bir daha hiç bir şey aynı olmaz onlar için. Gidenin nerede olduğunu, ne yaptığını, bir gün dönüp dönmeyeceğini bilememek her gün yeniden ölüm haberi alacağın korkusu ile yaşamaktır. 

William Shakespeare, "Beklemek cehennemdir, ama yine de beklerim seni" der. İşte bu filmde de, on beş yıl süren ağır iç savaş sonrası hem hayatta olmanın şansı ile zevk almanın cenneti, belirsizliğin cehenneminde bekleyen, arafta kalıp telef olan farklı yaşlardan altı Lübnanlı kadının hayatı ayrı yönetmenlerce çekilip film yapılmış. 

Lübnan iç savaşında, cezaevlerinde on yedi bin insan kaybolmuş. Tabi ki, devlet bu acılarla yüzleşmemiş. Ailelere de her hangi bir bilgi verilmemiş. Ama hayatta olanların döndüğü herkesin malumu. Yakınları için "Belki bir gün gelir" ümidi ile yaşayan insanlar aslında içten içe yirmi yıl geçmesine rağmen dönmedikleri için umutsuzlar ama içlerindeki "Ya hayatta ise, dönerse" bekleyişinin de esiri olmuşlar. İnsanlar, kayıp olan oğullarının, kardeşlerinin, kocalarının veya sevgililerinin geri dönüşünü beklerken eğer bir gün bu gerçekleşirse hayatın nasıl akacağını kestiremiyorlar. Çünkü onları değiştiren kırılma, gideni de başka biri yaptı. Yine de sonucu bilmek, yüzleşmek, yollarını ayıracak kadar başkalaşmışlarsa da bunu kendileri yapmak istiyorlar. 

VOID, kadınların, kayıp erkek vakalarını yeniden gündeme getirmek için rutin toplanan kayıp ailelerinin, dilekçe verdikleri Beyrut Parlamento Meydanında Meclisteki oturum arifesinde kadınların bir gününü konu alıyor. Bu kesitten, hayatlarının kırıldığı o anın yıkıntıları arasında dolaştıklarını görüyoruz. Bu kadınların yaşamları da, erkeklerin yaşamları da beklemek etrafında dönüyor. Belirsizlik ve umut dolu bir bekleme.

Filmin sonunda hepsinin elinde farklı bir resim olan bu kadınların aslında aynı adamı beklediklerini anlıyoruz. Biri onu büyüten zenginleştiren biricik ağabeyini kaybetmiştir diğeri asla öldüğüne inanmayıp her gün sofraya oğlu için tabak koyan bir annedir. Birinin kendini tanımasına vesile olmuş ilk aşkıdır, diğerinin ömrünü beraber geçirmek için yola çıktığı kocasıdır. Bir başkasının en son yedi yaşındayken gördüğü babasıdır. Artık genç bir kadın olsa da bir türlü güvenli bağlanamayan, terk edileceği korkusu ile terk eden, ardında bıraktığı kırık kalplerin onu unutamadığı ama o da hayalen hatırladığı babasının peşinden kaybolmuş bir kadındır. 

Hasıl-ı kelam, bir kayıp, sadece bir kayıp değildir. Dokunduğu her kesin eksilmesidir. Bekleyen her insanın cehennemidir. Hayat duvarında kocaman bir boşluktur. Yaşamak isteyen yanları ile savaşan sevdiklerinin arafıdır. Ne yaparsa yapsın vicdan azabı duyan, hayatı bir daha asla eskisi gibi olmayan insanların mutsuzluğudur. Umudunu yitirdikçe her gün yeniden ölen, merhamet görmedikçe, ötekileştirilip itildikçe yalnızlaşan kalbinde merhamet pınarları kurumaya yüz tutan, gülmeyi unutmuş insanların dünyasıdır. 

Bu kayıp olayları sadece Lübnan'da yaşanmış değil elbette. Hala dünyanın bir çok yerinde, karadelikleri bol ülkelerde her an insanlar kayboluyor. Kayıplarını arayan insanlar da tıpkı filmdeki gibi belli aralıklarla bir araya geliyor ve çocuklarının akibetini soruyor. Bunlardan en ünlüleri Plaza de Mayo Anneleri, Arjantin’deki cunta hükümetine karşı mücadele verirken hükümet tarafından kaybedilen çocuklarını aramak için 1977’de Buenos Aires şehrinin Plaza de Mayo Meydanı‘nda ilk eylemlerine başlıyorlar. Hükümetin eyleme öncülük eden annelerden bazılarını kaçırarak göz korkutma çabasına rağmen, katılımcıların giderek artmasıyla her Perşembe saat 3’te buluşmak suretiyle aralıksız devam eden bu oturma eylemi, hak arayışlarına onlardan tam 18 yıl sonra 1995’te başlayan Cumartesi Anneleri’ne ilham olmuş. İki grup da oturma eylemine beyaz tülbentleri ile katılıyor ve erkeklerinin, evlatları için dile getiremedikleri o acının taşıyıcılığını yapıyor. Birbirlerinin dilini, kültürünü ve hatta coğrafyasını dahi tanımayan bu annelerin arasındaki en büyük ortaklık düzenin çocuklarını yutan bir kara delik olması. Bu ağır acı elbette tarif edilemez. Filmde de oğlunun ölmediğine, bir gün mutlaka eve döneceğine inanan sadece annesi kaldığı gibi dünyada da Plaza de Mayo Anneleri 42, Cumartesi Anneleri 24 yıldır çocuklarını arıyorlarmış.

Film gösterimi Uçan Süpürge Derneği'nin etkinliği olarak Mülkiyeliler Birliğinde gerçekleşti. Gösterim sonrası kalabalık bir grup filmi tartıştı. Moderatör olarak Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin eski hocalarından Prof. Dr. Funda Şenol Cantek kürsüde idi. Sosyolojiden tarihe, sinemadan psikolojiye geniş bir yelpazede film okuması yapıldı. Son derece verimli bir akşamdı.

Ödüllere doymamış bu filme festivallerde denk gelirseniz izleyin derim. 

Yukarıda söyleşi öncesi paylaşılan Feyruz'un Beyrut şarkısını ve aşağıya fragman ile filmin ödüllerini de ekledim.

Kaybedeceğimiz tek şeyin kaygılarımız olduğu günlerde, kırılan hayatlarımızı toplayacak bekleyişlerin bitmesi, insanlığın sahneye çıkıp ötekileştirmeyi alt etmesi temennisi ile... 














KADINLAR ÜLKESİ - 2019 ALTIN PORTAKAL BELGESEL ÖDÜLÜ -Şirin Bahar Demirel



Bazen bazı konular döner dolaşır yine bizi bulur. Benim için 2019 yılı boyunca tekrar eden konu başlığı ilginç bir şekilde mültecilik oldu. 

Bu gün önce, filmine dair yazdığım Andaç Haznedaroğlu'nun TEDX konuşmasına rastladım. Misafir filminin hayatına yaptığı etkiyi anlatıyordu. Kesinlikle izlemenizi öneririm. 

Ardından düzenli olarak film gösterimlerini takip ettiğim organizasyondaki filmi izlemeye gittim. Genelde filmleri, zihnimde her hangi bir yargı oluşmasın diye haklarında hiç bir eleştiri okumadan hatta konularını bile bilmeden izlerim. Sonra döner eleştirmenler ne diyor bakarım. İşte bu gün de konusuna bakmadan gittiğim filmin mültecilik kavramı üzerine olduğu görünce gülümsedim. 


Nisan ayı boyunca bir yazı dizisi şeklinde kaleme aldığım mültecilik konusu üzerine uzun uzun yazdığımdan merak edenler için arşiv niteliğinde bir link eklemekle yetinip bu akşam izlediğim filme döneceğim. Çünkü bu yapım mülteci film festivalinde gösterilenlerden biraz farklı. 

Yapımcılığı, yönetmenliği, kurgusu, görüntü yönetmenliği Şirin Bahar Demirel'e ait Kadınlar Ülkesi isimli yapım 2019 Yılı Altın Portakal Film Festivalinde en iyi belgesel ödülünü alan film oldu. 52 dakikalık bu belgesel kaynağında şöyle anlatılmış. 

"Çoğu zaman anılar ve kişiler üzerinden tanımladığımız ev, sağlam, koruyucu ve kalıcı mıdır yoksa geçici ve soyut mu? Kaçılacak bir yer midir, sığınılacak bir yer mi? Yoksa gittiğimiz her yere bizimle gelen bir hissiyat mı? Bir yanda milyonlarca insanın güvenli bir ev bulabilmek için ölümcül yolculuklar yaptığı, bir yandan da uzayda yaşanabilecek yeni gezegenler keşfedildiği bir dönemde, bu sorular, Türkiye’den ABD'ye taşınan bir yönetmenin kişisel sorgulamasından daha fazlasının cevaplarını arıyor. Suriye'deki savaş yüzünden evlerinden edilip Florida’ya yerleştirilen Fatima ve Huda da bu arayışa katılarak, yabancı bir yerde yeni bir ev kurmanın, sevdiklerini geride bırakmanın ve hatıralarla bugünün iç içe geçmesinin ne demek olduğu üzerine, kendi sözlerini söylüyor."

"Kadınlar ülkesi" erkeklerini savaşla, göçle, hapislerde işkencelerle yitirmesi nedeniyle Suriye için kullanılan bir nitelendirme imiş. 

Belgesel, bu coğrafyadan çok uzakta yaşayan ve "Savaştan değil ama belirsizlikten, vasatlıktan, haksızlıktan, adaletsizlikten, üzerine kara bir bulut gibi çöken bunaltan baskılardan kaçmak çok mu anlaşılmaz ya da çok mu ayıp acaba" diye soran bir doktora öğrencisi tarafından çekilmiş. Meselesi biraz da kendisinin de ifade ettiği gibi, kalanlar hala orada iken giden olmanın suçluluk duygusu. Ama herkesin hayatı biricik ve tekrarı da yok. Öyleyse herkes tercihini yapmalı diyor alt metinde. En azından tercih şansı olanlar, yeni bir hayat kurmaya cesaret gösterenler için gitmenin seçenek olduğunu hatırlatıyor. Ama daha yaşanır bulduğu Amerika'ya yerleşmesinden sonra ev, yurt kavramları üzerine daha fazla kafa yormaya başlaması ile bu belgesel doğuyor. Bir çeşit sesli düşünme... 

Belgeselde ülkesini terk etmek zorunda kalsa da ailesinden kayıp vermeden bütün dünyanın rüyalar ülkesi dediği yere, hem de yolculuk esnasında hiç mülteci kamplarında kalmadan doğrudan ABD'ye mülteci olarak gidebilmiş, orada ilgili kurumlarca karşılanmış ve bir eve yerleştirilmiş, sosyal ihtiyaçları için düzenlenen programlarla entegrasyonu sağlanmış, halk tarafından çok güzel karşılanmış, yani ülkemiz dahil dünyanın çeşitli coğrafyalarında zorluklarla boğuşan soydaşlarına göre şanslı, ülkesinde iken orta sınıf üstü olduğu belli iki Suriyeli ailenin kadınlarının ev, toprak, sıla hasreti ile yeni yerleştikleri yerdeki "ev"e atfettikleri anlam mevzu edilmiş. 

Daha önce mülteci film festivalinde seyrettiğim zorlukların bir çoğunu yaşamamış, sadece toprağından zorla kopmuş mültecilerin yeni yaşamlarına adapte olmasının, anılarda dolaşırken ev edinmiş olsa da yurt edinmek için daha fazla zamana ihtiyaç olmasından bahsedilmiş. İnternet sayesinde Suriye'deki annesi ve kız kardeşi, Türkiye'deki ağabeyleri ile rahatça irtibat kuran mültecilerin çocukları küçük yaşları sebebi ile dilin içine de kolayca yerleşmiş. Kadınlar ise hem anılarda dolaşıyor hem de dili öğrenmede yavaş akan bu süreçte mutlu olmaları gerektiğinin farkındalığı ile özlemin ara sıra vuran dip dalgası ile sınırlarda dolaşan bir ruh haliyle geldikleri yeri arıyorlar. Savaş bitse, her şey düzelse yine topraklarına dönmek istediklerini söylüyorlar ama Amerikalıların çok saygılı, onlara dostça davranışları, demokrasinin, insan haklarının benimsenmesi ile alıştıkları hayat standardını bırakmak zor. Elbette çocuklarının çok daha iyi eğitim alma şansları ellerindeyken ait oldukları coğrafyaya dönemeyeceklerinin de bilincindeler. Bu nedenle özlem burunlarını sızlatan bir yürek sancısı olarak hep içlerinde kalacak. Ülkelerindeki bir ırmak kenarına benzettikleri bölgeye gidip anılarda dolaşacak ama sonra yine medeniyetin merkezinde olduklarını hatırlayıp mutlu olacaklar. 

Ve mutluluk her insanın hakkı. 

Yönetmen de bu hakkı kendinde görüyor ama bir yandan da dünyada savaşlarla, iklim değişiklikleri ile, hukuksuzluklarla ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar varken tercihi ile ilgili duyduğu suçluluk duygusuna çokça vurgu yapıyor. 

Kendi isteği ile geldiği bu ülkede bir yandan kendi topraklarının dertleri ile dertlenirken bir taraftan da oradaki hayatın keyifli akışına teslim oluyor. Tüm bunlara rağmen özlem duygusunu yaşayınca mültecilik, misafirlik, anısızlık, yurtsuzluk, yalnızlık, kökler, içine yerleşilmeye çalışılan dil üzerinden hayatı sorgulamaya başlıyor. Mesela Türkiye'de hiç çiçek yetiştirmezken orada sürekli saksı çiçeklerini arttırıp köklenmeleri için çabaladığını fark ediyor. 

İnsanların yerleşmek için başka gezegenler aradığı bir çağda hala toprağından zorla ayrı bırakılan insanların olması çelişkisine de vurgu yapan belgeselin gösterimi ardından eski bir Sinema Hocası olan yazar Sevilay Çelenk ile verimli bir söyleşi gerçekleşti. Mülkiyeliler Birliği'nin salonu ağzına kadar dolu idi. Merdivenlerde oturanlar da cabası. Çünkü konu önemli. Ailelerin intihar etmeye başladığı bir yerde herkes kendini sıkışmış hissediyor olmalı ki, tercihen ve zorunlu gidişlerin anlatıldığı belgesele rağbet etti. 

Uçan Süpürge'nin film gösterimleri devam edecek. Meraklısı için siteyi takipte kalması tavsiye edilir.

"Daha güzel bir dünyada, mutlulukla yaşamak için neler mümkün?" diyelim... Bakalım mültecilik kavramı ile bir sonraki karşılaşmam nerede nasıl olacak? 





5.Homeros Kitap Günlerinde Handan Kılıç da vardı

  Merhaba, Dipsiz Göl'ün ilk etkinliği memleketimde gerçekleşti. Gelen, arayan, destek olan tüm dostlara çok teşekkür ediyorum. Instagra...