yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GÜNESÜRGÜN DEEPTONE 'NUN KALEMİNDEN



Bu gün size, bir seneye yakındır tedarik edilemediği için sepette bekleyen, bir kaç ay önce elime geçen bir kitaptan bahsedeceğim. 

Yukarıda görselini paylaştığım eser sevgili Deeptone ait. Sade ve Derin adlı blogu ile tanıdığım, yıllardır istikrarlı bir şekilde blogculuğu sürdüren, bu alemdekilerin mutlaka tanıdığı, bu işi hakkıyla yaptığı için buraların kraliçesi olmuş bir güzel insandır Deeptone.

Yazmanın zorluklarının farkındayım. Hele de hızın ve görselliğin hakim olduğu zamanda, yazıya verilen emeğin çoğu zaman karşılıksız kaldığının bilinciyle bu yazıya başladım. Ama burada daha farklı bir durum var: 

Her yazı ile insanın kendini kurarken geçtiği yollara çakıl taşı bıraktığını düşünürüm. Yazar ve onu blog ya da bir kitabın satırları arasına güvenle bırakırsanız her zaman dönüp geldiğinizde sığınacak bir eviniz olur. Çok ileri gittiğinizde bile özlediğiniz yerlere ancak yazdıklarınızın hatırlattığı pencerelerden havalanırsınız. Bu yüzden söz uçar yazı kalır derler. 

Yine aynı sebeple de bloga emek veren, öykülerini, denemelerini paylaşan insanların bunları bastırmasının da önemli olduğunu düşünürüm. En azından kendi izleğini seyredebilmesi ya da buralardan gittiğinde onu merak eden, özleyen yakınlarının ellerinde bir harita kalması açısından yazıları derlemek gerekir. 

Şimdi artık digital yayıncılık dönemi olduğundan istenen adette kitabı bastırmak, dağıtmak, bunun için profesyonel yardımlar almak çok kolay. Hatta belli sayıda sırf hatıra için bile bastırılmalı diye düşünüyorum. Çünkü blogta olsa da akıp gidiyor her şey. Akış kaçtığında da güzel bir öyküden mahrum kalınabiliyor. İndirip okuyayım dediğim bir sürü yazının bilgisayarımda beklediğini biliyorum ama kitap olunca insanın elinin altında oluyor.    

Ancak aşkla yapılan bir işi, yazı yazmayı, disiplinle birleştirip iş ciddiyetinde düzenli olarak bloga taşıyan arkadaşımız da yıllardır verdiği emeği somut bir hale de getirmiş. Tıpkı blog yazıları gibi kolay okunan, akıcı, kısa kısa hikayelerden oluşan kitabı elime aldım ve akşama kadar bırakamadım. Bittiğinde tıpkı yazılarını okuduğumda yüzümde beliren o gülümseme ile bir zaman düşündüm. 

Önceki bloglarımda da kendisinin takipçisiydim. Herkese olan sıcak yaklaşımını iyi bilirim. Sanki blogları yaşatma, büyütme yazma derneği kurmuş da canla başla demokrasinin önemli bir aracı olan STK'lar için koşmak onun misyonu gibi yaşıyor. 

Sanırım Deeptone manevi tatmini yazıda bulmuş, samimi bir insan. Beklentisiz, canlı, sevgi dolu bir kalp. 

Hemşehrim olduğu, ailesinin İzmir'de yaşadığını yine yazılarından biliyorum. Ama hakkında daha fazla bir şey bilmediğim bu insanı sanırım bu yüzden, samimiyeti nedeniyle seviyorum. 

Söz insanın neresinden çıkarsa muhatabının orasına dokunur derler. Bu sözün canlı kanıtı Deeptone olmalı. Herkesin takibe takip merakında olduğu, sosyal medyanın güçlenip blogların can çekiştiği şu zamanda, 2019 yılında bu gün itibariyle 288 yazı yazmış, 2419 takipçisi olan ama hiç birini takip etmeden hepsini izleyen, okuyan üstelik yorum yazan, çeşitli etkinliklerle blogları tanıştırıp ayakta kalmaları için çaba gösteren kaç kişi var ki! 

Çoğu zaman bu kadar işi beraber yapan, bu kadar ayrı tarz blogu izleyip yorum yazıp birbirinin farkında olmayanları tanıştıran hesabın bir topluluk olduğunu düşünüyorum ama biraz okuyunca tek kişilik dev kadronun planlı ve eli hızlı bir genç olduğunu fark ediyorum. Genç ama güzellikleri görmüş, iyi zamanların sonlarına da olsa yetişmiş, içindeki çocuğun yaşamasına izin vermiş bir kadın. 

Hele de yazdıkları, instagram hesabı dahil paylaştığı görsellerle tam bir nostalgi tutukunu, eski günleri özleyen ama bu günü de yaşayan, aktif, çalışkan, her konuda bilgisi olup bunu paylaşmaktan imtina etmeyen, insanları organize etmeyi seven, güzel günlere ancak birlikte yürüneceğini düşünen bir melek olmalı Deeptone.  

Tıpkı blogta olduğu gibi kitapta da resmini ve adını paylaşmamanın özgürlüğünü taşıyan arkadaşımızın satış, reklam ve benzeri bir kaygısı da yok. Bu nedenle üretkenliğini sadece yazarak herkesle paylaşıyor. 

Blogta kendisinin rüya/gerçek/öykü/anı arasında giden anlatıları keyifle okunuyor. İşte elimdeki bu kitap da Nisan 2016 ile Ekim 2016 arasında yazdığı şimdilerde küçürek öykü dedikleri bir türe girebilecek yazılar var. 

Hatta Amerika'da artık tek ekrana sığan, 100 kelimeyi geçmeyen, gerçek, konulu öykülere öncelik veriliyormuş ya tam da oraların havasını suyunu aldığı belli olan Deeptone'nun kitaplarında bu ölçülere dikkat ediliyor. Bu  güzel insanın beş kitabı olduğunu biliyorum. Ulaşabildiğim sadece Günesürgün'ü öncelikle diğerlerini de blogundan referansla gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

Bu arada benim için samimiyet ev demektir. Büyüdüğüm evde Pazar günleri mutlaka kabak tatlısı olurdu. Adı ile aynı günde kurulan semt pazarından babamın aldığı bal kabakları önce şeker sonra fırınla buluşurdu. Bu lezzeti ne zaman alsam kendimi evdeymiş gibi güvende hissediyorum. Deeptonu da ne zaman okusam o evde, biz bize olma samimiyetini hissediyorum. Onun için bu akşam yaptığım kabak tatlısı görseli eşliğinde kitabını paylaşıyorum. 

Tatlı yiyelim, tatlı okuyalım.

İyi ki varsın Deeptone. Seni seviyoruz.

Nice güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle.   

Bir de şarkı hediye edeyim sana, tevellüdün yeter mi bilmem ama içimden bu geldi:)) Tıklayınız.

Resimler de 2020'nin eşiğinden gelsin, Ankara'da tek rengimiz AVM'lerimizden senin kadar olmasa da renkli görüntüler.   













JOKER -2019


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 78. FİLM 

-Spoiler içerir -

Yaş sınırına rağmen gişede 1 milyar dolar barajını aşan ilk film olan Joker’i izledim bu akşam. Başrol oyuncusu Joaquin Phoenix film için 25 kg vermiş. O gülüş için altı ay çalışmış. Performansı etkileyiciydi. Ancak film bittiğinde çok gerilmiştim. +18 yaş uyarısı olan filmde kan ve şiddet sahneleri epey çoktu. 

Twitter’da “Vahşetin gıpta edilecek hale getirildiği, şahane bir temaşa, tam şeytan işi” şeklinde bir yorum gördüm. Film boyunca da aynı hissi yaşadım. Bu sebeple filmi, her zaman yaptığım şekilde sadece benim hislerim üzerinden değil eleştirmenlerin görüşlerine de yer vererek yazıyorum. Çünkü gerçekten uzman bakışı gerektiren, çok katmanlı bir yapım. 

Ancak sıradan, ezilmiş, hakkı hep yenen, asgari şartlarda yaşamaya çalışan, işsiz kalan, bir türlü çıkış bulamayan, sonunda varoluşsal sorgulamalarla her şeye inancını yitirmiş, insanlara karşı iyi olmaya çalışsa da horlanan, toplumun başarıya verdiği önemle sürekli kendini yetersiz hisseden insanlarca izlendiğinde, temas ettiği sorunlar, katmanlı tabakalardan çekilip çıkarılacak ve üzerine düşünülüp horlayan insanları daha iyi biri olma yoluna mı sevk edecek yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözünü hayata mı geçirtecek karar veremiyorum. Amerika’da da bu korkularla eleştiri alan film hiçbir şiddet olayına sebep olmamış. 

Ülkemizde de haftalardır gösterimde ancak daha duygusal bir millet olmamız sebebiyle ileri derecede psikolojik problemleri olan bireylerde tetikleyici bir etki yapar mı bilmiyorum doğrusu. Hele de her gün ayrı sorunla boğuşan ülke insanı intiharı seçenek olarak hayata geçirmiş, son iki haftada geçim derdi yaşayan aile reislerinin kararı ile üç aile siyanürle ölümü seçmişken, ODTÜ sosyoloji bölümünde yine son zamanlarda altı genç arka arkaya intihar etmişken böyle şiddeti yücelten bir film fayda mı sunar zararı mı büyütür kestiremediğim için sözü uzmanlara bırakıyorum.

Yazan ve yöneten Todd Phillips, fazla gelir, çok çılgınca olur diye bir çok doğaçlama sahnenin de çıkarıldığını belirtmiş. Çin’de gösterimi yasaklanan film için bazı devletler önlem almaya başlamış.

Filmi beğenenler de çok ama beğenmeyenlerin ciddi eleştirileri söz konusu. Şiddeti romantikleştirdiği ve sorunlu bir karakterin davranışlarını haklı gösterdiği gerekçesiyle filmi eleştirenler ve sakıncalı bulanlar çok fazla. 

Ben ikisi arasındayım. Eleştiriye gitmeme sebebim bütün bu yaşananların zaten hastanede yatan Joker’in kafasında geçiyor olduğunu düşünmem. Ama o zaman neden elleri kelepçeli olarak hastanede idi sorusu da beliriyor. Bir çok noktanın hayal mi gerçek mi olduğu muamma olarak izleyiciye bırakılmış. Psikolojikten ziyade sosyolojik bir bakış açısı kullanılmış.  

Sinema dünyasının en saygın eleştirmenlerinden Slavoj Zizek ise Filmloverss.com’da alıntılanan röportajda şöyle demiş:

“Film, Amerikan Ordusundan sosyal adalet savaşçılarına kadar bir çok grup tarafından eleştirildi ama aslında şiddete teşvik eden bir film değil, bunun yerine günümüzdeki siyasi sistemin hatalarına ışık tutuyor. “Kötü” bazı insanları şiddete teşvik edeceği gerekçesiyle neredeyse herkes tarafından eleştirildi ama görünen o ki, eleştirenler filmin altında yatan mesajı kaçırdılar. Film psikolojik sorunları olan bir bireyle değil, bizim “Hiç olmadığı kadar iyi” politik düzenimizin birçok kişinin kabul etmeyi reddettiği umutsuzluğuyla ilgili… “Toplumsal korku filmi” olarak nitelendirenler de var. ”

Bu röportajın devamını linkten okuyabilirsiniz. Zizek en son “Bu filmdeki şiddete şaşırmak gerçek hayattaki şiddetten kaçmaktır” demiş.

Ama biz her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, çocukların ailede, okulda, kursta, sokakta taciz edildiği, ailelerin intihar etmeye başladığı, zorluklara dayanan, haksızlığa maruz kalmış bir çok insanın da yine kendilerine sahip çıkan aileleri sayesinde toplumsal patlamaların yaşanmadığı, işsizliğin giderek arttığı, gençlerin umutsuz, uyaran çokluğu ve baskıdan vurdumduymazlaştığı ve anne babaları dahil herkese karşı gaddarlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Yani yeterince şiddete maruzuz.

Joker filmin başında sosyal hizmet uzmanı ile görüşürken “Bir ben mi yoksa bütün dünya mı çıldırıyor?” diye sorarken haklı aslında. Her şeyin çivisinin çıktığı bir çağda, akıl ve kalbini korumak tam bir kahramanlık işi. En büyük başarımız her hal ve şartta insan olmaya çalışmak, bu hal üzerine yaşamak olmalı iken insanın kalbinin ölmemiş olduğunun tek kanıtı olan vicdanına hayat vermesi süreci epey sancılı. Dışarıdan bakıldığında da saflık, salaklık olarak algılanan iyilik duruşunun bu günün acımasız sistemleri içinde yer bulması giderek zorlaşıyor.  

İşte hal böyle iken seyrettiğimiz filmde yönetmenin, defterine “Umarım ölümüm yaşamımdan daha anlamlı olur” diyerek hayattan çok ölüme yakın duran, cinnet geçirerek annesi dahil onlarca kişiyi öldüren bir jokeri sevilen bir kahraman yapması insanı korkutuyor.  

Toplumsal olarak her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında susmayı adet edinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı zirveye taşımış bireyler olarak görmezden geldiğimiz ve içimizde joker olmaya aday çok fazla insan barındırdığımızı fark etmemiz lazım. 

Tüketimin kutsandığı bir dünyada sadece sosyal medya üzerinden bile yaşanılan zamana bakınca, eğitimin, emeğin hiç de önemli olmadığı, üniversite okumanın faydasızlaştığı, derslerinde başarılı olsunlar aman deyip maddi manevi destek ve sorumluktan uzak yetiştirilen gençlerin kolay yoldan para kazanmak için her yolu mübah gördüğü, işsizlerin arttığı, fenomen olamayanların yaşam hakkını kaybetmişcesine üzüldüğü, maaşlı işlerdeki kazançların ancak yaşamı idame ettirecek düzeyde olduğu bu zamanda, kendini gerçekleştiremeyen herkes her an cinnet geçirebilecek potansiyele sahip görünüyor.

Filmde, aslında kendini korumak için saldırıya uğradığında işlediği ilk cinayetlerin ardından sosyal hizmet uzmanı ile yaptığı görüşmede “Hayatımın geri kalanı için gerçekten var olup olmadığımı söyleyemem ama ben artık varım ve bunu insanlar da anlamaya başlayacak” diyen hasta bir adama, jokere, devlet genel ekonomik tedbirler kapsamında uzman ve ilaç desteğini kesiyor. Zaten işsiz, horlanan, hasta, yalnız sevgisiz, zenginler hatta fakirlerce bile ittirilip kaktırılan adamı devlet de yalnız bırakıyor. Böylece kaçınılmaz değişim başlıyor.              

İnsanın en önemli ihtiyaçlarından görülme, fark edilme, kabul edilme, sevilme ihtiyaçlarının farkında olunmaması bir süre sonra bunları gerçekleştirmek için tıpkı dikkat çekmeye çalışan yaramaz çocukların olumsuz davranış kalıpları sergilemeleri gibi bireyin normalden sapmasına sebep oluyor.

Joker de defterine, Arthur Fleck’ten Joker’e dönüşmeye başladığının sinyallerini veren şu cümleyi yazıyor: “İnsanlar, başka insanların kendileri hakkında nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle görünürler.” Yani taktığı maske toplum içinde hepimizin arkasına saklandığı rol kimliklerimiz, gerekliklerimizi temsil eden varoluşsal bir simge olarak kullanılmış filmde. Olduğu gibi kabul görmeyen, kahraman olacak niteliklerden uzak olan adam bir anti kahraman olarak görünür oluyor.

Hasılı kelam, yapacak çok şey var ama imkanlar ve zaman kısıtlı. Bu durumda elimizin, gönlümüzün eriştiği yerlere yardımı esirgememeliyiz. Uçaklardaki oksijen maskeleri gibi önce kendimize nefes aldıracak alanlar açmalı sonra da en yakınlarımızdan başlayarak etrafımızı görmeliyiz. Yaşadıkları ruh halini fark etmeli, her halleri ile kabul etmeli, sevgimizle desteklemeliyiz. 

Herkes kendi evinin önünü süpürürse nasıl temiz bir dünya için umutlu olabiliyorsak, elimizin, kalbimizin yetiştiği evladımıza, kardeşimize, anne babamıza, eşimize, dostumuza yoldaş olalım ki yalnızlıklarının karanlığını dünyayı yakarak dağıtmasınlar. Ama önce kendimiz “Gör beni” diyebilecek cesareti gösterip acil durum çekici ile kapalı kaldığımız benliğimizin duvarlarını yıkmalı, kendimizden çıkmalıyız.      

                    

MY OWN LOVE SONG - AŞK ŞARKIM



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 68. Film

Taşınmak meşakkatli bir eylemdir ama sanırım yerleşmek daha da zor. Yıka, ütüle, temizle, yerleştir işleri bir türlü bitmiyor. Bunda her şey ile tek başına ilgilenmek zorunda olmam kadar minimalizme tepki olarak doğmuş olmamın da etkisi büyük. Yıllardır onlarsız yaşayabildiğim ama yine de vazgeçemediğim, karşılaşmaların, coğrafyaları dolaşmanın yani yolculukların hatırası olan bir sürü objeyi geldiği mekanın yarısı kadar olan bir yere yerleştirmek tam bir legoculuk bilgisi gerektiriyor. Bilgisayar oyunu kültürüm tetrisle sınırlı olsa da lego ve yeniden yaratım sanatlarında iyi olduğumdan zaman alsa da yavaş yavaş yerleşiyor, anılarımdan ödün vermiyorum. 

Hayatın bir yolculuk olduğuna inananlardanım ve yoldaki yeni durağım burası. Yolda olmayı, hareket halinde olmayı sevsem de insanın ev denen sığınağa ne kadar ihtiyacı olduğunu acı tecrübelerle idrak ettikten sonra dönülüp gelinen yer olduğunda anlamı derinleşen "Ev" e yerleşme telaşının yorgunluğundan hiç de şikayetçi değilim. Ancak okuma ve yazmama sekte vurduğu kesin. Lakin bu zamanı da düşünerek geçiriyorum aslında. 

Elimiz ayağımız gibi olan şu internet de bağlansa düşündüklerimi hayata geçirme konusunda epey mesafe katedeceğim. Telefon dışında bağlantı şansı olmayınca uzun zaman sonra mecburen TRT2 'ye döndüm. Bari akşamları film izleyeyim diyerek iki gecedir pazardan aldığım yeşillikleri ayıklarken alt yazı okumaya yetişme çabası ile film izliyorum. 

Bu gece de yukarıda resimde paylaştığım "Aşk Şarkım"ı izledim. Film önü ve film arkası programı ile zenginleştirilmiş bir yayın sunan TRT2'ye teşekkür ediyorum. Bu aralar yolculuk üzerine düşünürken böyle bir filme denk gelmek yazmaya sevkedince gecenin bu saatinde bir şeyler karalayayım dedim. 

---Spoiler içerir---

Baş roldeki kadın karakter trafik kazası sonrası tekerlekli sandalyeye mahkum oluyor. Bu nedenle Psikiyatri servisine yatırılıyor. Burada tüm ailesini yangında kaybettikten sonra gördüğünü iddia ettiği meleklerle konuşarak, hayata tutunmaya çalışan bir adamla tanışıyor. Hastaneden çıktıktan yedi yıl sonrayı anlatan filmde birbirine dayanışma içinde iki yakın arkadaşı görüyoruz. İnançlı bir adamla her şeye inancını kaybetmiş, ona bakan annesi de ölünce hayata tamamen küsüp küçük oğlu ile dahi görüşmeyen kadının birbirlerinin engellerini tamamlayarak, sürekli dertleşerek birbirine destek olarak kurdukları yakınlığa rağmen birbirlerinde olumlu gelişmeye sebep olamadıklarını görüyoruz. 

İşte bu noktada düşünmeye başlıyorum. Demek ki bazen yakın arkadaşlar birbirine ancak koltuk değneği kadar destek olabiliyor ama asıl tedavi için yetersiz kalıyor. İnsan neden en yakınındakinden onun için çırpınan arkadaşından değil de uzaktaki bir yabancıdan daha kolay etkileniyor. 

Filmde de, yakın arkadaşı onu değiştiremiyor ama birlikte bir yolculuğa çıkmaya ikna ediyor. Yol boyunca yaşadıkları ve yeni tanıştıkları insanlar kısa bir sohbetten sonra onların değişimine vesile olacak anılar bırakarak uğradıkları hayatlardan çekilip yollarına devam ediyorlar. 

Çok yaklaşırsan göremezsin, uzaktan da seçemezsin ya nesneleri araç takip mesafesini kolayca ayarlar ama insanlarla o meşhur kirpi mesafesini bir türlü tutturamazsın ya filmde de böyle oluyor. Kısa bir süre temas ettiği ölümcül bir hastalığa sahip kadının neşeyle hayata tutunması yedi yıldır insanlardan kaçan, tutkuyla yaptığı şarkı söyleme işini de bırakan kadının değişmesine sebep oluyor. Yolda bir sürü kaotik olay yaşayıp hayatlarına yön verecek insanlarla karşılaşmaları da hayatın en güzel cilvelerinden olsa gerek. Her şerde bir hayır var sonuçta:)

Bir de çok inandığım "Karşılaşmak" kavramı var ki, büyülü bir andır. Herkes herkesin yanından geçer ama karşılaşmak ruh işidir. Bazen kısacık temaslarla bile derin bağlar kuran, büyük değişimlere sebep olan karşılaşmalar vardır. Bir gün birine rastlarsınız ve bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Herkes kendi yolculuğunda ilerlerken o kader örgüsü ilmekleri birbirine takar. Bir ters bir düz derken herkes herkesle başka bir motifin parçası olur ama kimileri ile anlamlı bir desen ortaya koyar. Eğer şanslıysanız sizden yeni bir insanı çıkaran kişi size yeniden aynı motifi tek başınıza devam ettireceğiniz hediye anlar bırakır. 

Filmde de bu iki arkadaş hayatlarına dokunan insanlarla başkalaştılar ve yollarına yine beraber devam ettiler. Şanslıydılar... 

Film müzikler açısından da çok başarılı. Bob Dylan şarkıları çok güzel yorumlanmış. Stilize bir film hem de dramatik unsurlar taşıdığından oldukça yoğun ve farklı yöntemler kullanılmış. Bu da doku uyuşmazlığına sebep olmuş görünse de belki de yönetmen klasikler dışında farklı bir filme imza atmak istemiştir. 

Yol filmi olduğu için çok fazla kişi giriyor, çıkıyor Her karakter ayrı bir hikaye iken süre sebebiyle kişilerin özellikleri derinlemesine işlenmiyor ama başarılı bir yönetmen. Aynı zamanda reklam filmi de çeken, şair de olan yönetmen animasyonlar eklediği filmle sıradan gişe filmlerinden farklı bir çizgi yakalıyor. 

Bu nedenle tavsiye edilebilir bir film olduğu notunu düşerken hayat yolumuzda duraklarımız güzel karşılaşmalarla renklensin dilerim.   

Filmin künyesi için tıklayınız.

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

HİÇBİR TRENİN UĞRAMADIĞI İSTASYON- DALAMAN

















Yaşam yolculuğu der dururuz ya hani, hayatınızın yolculuğu hangi araçla yapılıyor diye hiç düşündünüz mü?



Zor bir soru doğrusu!Yolculukta tercihiniz uçaktır belki ama hava muhalefeti çıkar, sefer iptal olur. Biletiniz elinizde kalır, aceleniz varsa başka yollar aramaya başlarsınız. 



Yelkenli deseniz yine rüzgara, güneşe, denize bağlı şartlara göre yolculuk yapabilirsiniz. 



Araçla yolda olsanız, istediğim yerde durur, istediğim hızda giderim, dilediğim saatte yolculuk yaparım dersiniz ama madem yoldan alıkoyan unsurlardan girdik konuya, o zaman o iş öyle kolay değil:) Zaten hayatta hep istediğim şeyler oluyor diyenlere sadece gülerim. 



Büyüklerin de dediği gibi "Yola gidenin bin türlü hali var" Yakıtın bitebilir, kar yağabilir, ayı çıkabilir, önünde zincirleme bir kaza olmuştur belki, lastiğin patlamıştır, araba bozulmuştur.



Otobüs de aynı engellerle karşılaşabilir. Hatta, mola yerleri, varış saati, hız kontrolü, yolculardan birinin durmadan ağlayan bebeği, horlayan koltuk arkadaşınız, şarjı biten telefon yüzünden kulaklığın işlevini yitirmesi, çalışmayan klima, uyuklayan şöför, birbirinden kötü filmleri sunan firma falan derken otobüsle yolculuk kara taşıtları arasında en zorudur.



Gemi desek, batar falan aman, hiç güvenli değil. Açık denizler, rüzgarlar, deniz tutması derken o da zor. Gemi adamlarında bile bir sürü hasar bırakan o derin mavilik sana bana ne yapmaz diyerek bu seçeneği de eleyince geriye pek bir şey kalmıyor.



Ben bu soruyu duyduğum ilk an nedense aklıma tren geldi. Oysa şimdiye kadar trenle toplam üç kere uzun yolculuk yapmamışımdır ama bu güne kadarki hayat yolculuğumun taşıtı trendir dedim tereddütsüz: Daha önceden belirlenmiş bir hatta, tarifesine uygun saatte hareket eder. Duracağı istasyonlar bellidir. Bilete ödediğiniz fiyatla paralel bir koltukta seyahat edebilirsiniz. Yol uzundur, içinde rahatça dolaşır, yemek yiyebilir, farklı vagonlara gidebilirsiniz ama mola yeri haricinde inip binemezsiniz. Çok hızlı gitmedikçe raylardan çıkmaz, demirden bir kutunun içinde selametle gideceğiniz şehrin istasyonuna varırsınız. Konforu azdır ama diğer bütün taşıtlardan güvenlidir. Kafanızı dinleyeceğiniz bir yolculuk değildir, raylardan gelen gürültü yorar ama başınızı cama dayadığınızda hızla akan manzaraları izlemek keyiflidir. Görüntüler bir film şeridi gibi geçer. Zevkle izleseniz de ne geçip gitmesine engel olabilirsiniz ne de kontrol edebilirsiniz, tıpkı hayat gibi. Sadece seyredersiniz. 



İşte Yunus Emre'nin "Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var" diye tarif ettiği hayat yolculuğu nereden baksanız, hangi aracı kullansanız meşakkatlidir. Bu nedenle de yola gidenin halini Allah bilir. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, kazalar, hastalıklar nice sıkıntılar yolcunun önüne çıkar ve zamanla hedefler dahi değişir.     



Kimsenin yolculuğunun kimseye benzemediği bu dünyada kimbilir ne çok yarım kalmış yol hikayesi vardır diye düşünürken bir yönden acıklı, kısmen de iyi sayılacak bir yalnızlık öyküsü öğrendim. Tren yolculuğu üzerine düşünürken dünyada kimsenin varmadığı bir istasyonun varlığı dikkatimi çekti doğrusu. Sizinle de paylaşmak istedim:


Düşünsenize, dünyada trenin uğramadığı, önünden hiç bir rayın geçmediği, içinde kimsenin hasretle kucaklaşmadığı bir istasyon varmış. Tabi ki, insan kaynaklarını bile boş yere harcayan ülkemizde, Dalaman'daymış. Yukarıdaki resimde görüldüğü üzere mimarisi ile tam bir istasyon ama fonksiyonunu ifa edemiyor. Ne diyelim onu orada öylece atıl bırakanlar utansın :( 



"Abbas Hilmi Paşa, 1905’te ‘Nimetullah’ isimli yatıyla Dalaman’a 12 kilometre mesafedeki Sarsıla Koyu’na gitti. Bugün Muğla’nın ilçesi olan Dalaman, o günlerde henüz yoktu, sadece deniz kenarında sazlardan yapılmış 30 evlik Söğüt isimli bir köy vardı ve Dalaman verimli bir ovadan ibaretti. Av hayvanlarının cirit attığı uçsuz bucaksız ovayı gören av meraklısı Hıdiv, bölgeyi çok beğendi.

Hıdiv, Sarsıla Koyu’na iskele ile depo inşa ettirdi ve koydan çiftliğe uzanan bir de yol yaptırttı. Yolun her iki tarafına Mısır’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarını diktirirken çevredeki bataklıkları da kurutturdu.

Abbas Hilmi Paşa, ikinci aşama olarak çiftliğinin bulunduğu Dalaman’a bir av köşkü ve aynı anda İskenderiye’ye de bir tren istasyonu inşa ettirmeyi planladı. Binaların yapımını Fransız mimarlara havale etmişti. Fransa’dan yola çıkan ve av köşkünün malzemeleri ile binanın projesini taşıyan gemi Dalaman’a, tren istasyonunun malzemeleri ile projesini taşıyan diğer gemi ise Mısır’a gidecekti. Ancak yolda bir karışıklık oldu ve Mısır’a gitmesi gereken gemi, yükünü Sarsala Koyu’ndaki iskeleye boşalttı.

Hıdiv’in Dalaman’daki işçileri, karışıklığın farkında olmadan malzemeleri develere ve katırlara yükleyerek, Abbas Hilmi’nin köşkünün bulunduğu yere götürdüler. Gemiyle gelen ustalar ve Hıdiv’in adamları da, efendilerine sürpriz yapmak için hemen binanın yapımına giriştiler. Fakat son derece garip bir karışıklık yaşanmış, Dalaman’da planlanan av köşkü değil, istasyon binası inşa edilmiş, Mısır’a giden diğer gemideki malzeme ile de mükemmel bir av köşkü yapılmıştı.

Eksikler de kısa sürede tamamlandı ve Dalaman’daki binanın etrafına Mısır’dan getirilen palmiyelerle hurma ağaçları dikildi. Tren yolunun bulunmadığı Dalaman’a istasyon binası yapılması Hıdiv’i hayli şaşırttı ama binayı yıktırmadı ve istasyonun yanına bir de cami inşa ettirdi.

1928’e kadar Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın mülkiyetinde kalan çiftliğe, Türk Sanayi Bankası’ndan alınan bir kredi ödenemeyince, devlet tarafından el kondu. Bina 1930’dan 1958’e kadar Jandarma Karakolu olarak kullanıldı, sonra Devlet Üretme Çiftlikleri’ne tahsis edildi."

İşte Dalaman da dünyanın tren yolu bağlantısı olmayan ilk ve tek istasyon binası böyle inşa edilmiş. Doğrusu, bu istasyonun başına gelen de bir yarım kalmışlık. Yolda değil, yolcu değil ama o da varlık amacına hizmet edemeden yaşayıp gidiyor. 

Düşünsenize, hiçbir yere uzanmayan, kimsenin kimseyi beklemediği, kimsenin kimseye kavuşamadığı, gözyaşları ve özlemle sarılamadığı bir yer ama adı istasyon... Sonrasında da karakol olmuş. Kim bilir onca yıl kaç çığlığı gizledi taş duvarları. Zevkin merkezi olacakken, bir av köşkü yerine ezanın merkezi olmuş ve bunda kimsenin suçu yokmuş. 

Hayat da böyle değil mi? Siz ne planlar yaparsanız yapın bozuluyor. Ne kadar iyi eğitimler alırsanız alın belki de bilgi ve tecrübenizi hiç kullanamadığınız işler yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu seçtiğinizden daha iyi oluyor, bazen de bu istasyon gibi kimsenin uğramadığı bir yerde ömür geçiyor. 

Hasılı kelam, uçak kullanan bir pilot iken bir tıra otostop çekip ilerlemek zorunda kaldığınız bir yolcu da olabilirsiniz. Önemli kişilerin uçtuğu kısımdan biletiniz varken yayalık nedir bunu da öğrenebilirsiniz. Attan inip eşeğe binebilirsiniz. İstasyonsunuzdur ama kimseyi kavuşturamazsınız. Liman olursunuz, sığınacak gemi size ulaşamaz. Bir niteliğe sahip olmak, onunla sonuca gideceksiniz demek değildir. Herkes kaderini yaşar. Yıllar sonra elinde kalan ise keşkelerle yüklü ağır bir çuval. Üzerinde "Hayal kırıklıklarım" yazan ..  

 Siz yine de vaktiniz varken yolcululuk aracınızı, araçta sınıfınızı değiştirmeyi deneyin, belki bir yerlerde boşluk vardır. Oradan devam eder gidersiniz.  




KAYBOLMAK


""Give us a little love " diyor ya şarkıda. 

Her dinlediğimde acı acı gülüyorum.

Azıcık sevgiyle her şey yoluna girecekken neden hala herkes ölesiye yalnız?

Bunu anlayıp da anlamamazlıktan gelen çok. Çözüm ne, bilen yok.

Ölene kadar kalabalıklarda kaybolmayı deneyen de çok.

Kaybolmak çeşit çeşit.

Susarak saklanabilirsin mesela, sessizliğin çölünde.

Ya da kelimelerin gölgesinde serinleyebilirsin konuşurken. 

Yazıyorsan, bak o iş zor. "Yazmak, açılmak mı, hayır aralanmak.(F.Kargıoğlu)" demişler, doğru. Dışarı çıkamıyorsan kendinden, kapıyı, pencereyi, gönlünü aralarsın. Biraz nefeslenir, hayati tehlikeyi atlatınca dönersin kendine ama saklanamazsın. 




Bazen uzun bir yola çıkarsın. Ona rastlarsın. Yaşadıklarını unutur, acılarını silersin bir süre. Kaybolmanın en güzel haline, aşka saklanırsın. 

Işığına bakar, aldanırsın. 

Ama kötü haber, her güzel şey bir gün biter. Zamanla o ışık cılızlaşır, sarıldığın kollar gevşer, kalbin karanlığa düşer. "Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir. 
diye mırıldanırsın. 

Bir süre hastalanırsın. Belki de zamanla iyileşirsin demek daha doğru olabilir. Neyse işte. Her şey nereden baktığına bağlı. 

Hasılı kelam duruma hastalık diye baksan bile her hasta illa ki o komadan çıkar. Ya uyanır ya da ölür. İkisi ile de yeni bir hayat başlar.
   
Öyleyse bitişler, ölümler, gidişler, kayboluşlar o kadar da kötü değildir. Bitmeyen her şey uzar. Sarkar, salar kendini. Bazen seni senden çalar. Kimi zaman nefessiz bırakır, gizli bir el boğazını sıkar. 

Açık havaya çıkmak istersin. Kaçmak, kaybolmak hevesiyle kalabalıklara karışırsın yine. 

Çok göz önünde olursan görünmezsin.
Biraz bu halin keyfini sürersin. Hüznünü sakladığın gözlerini kahkahalarla süslersin. 

Gülemiyor musun, biraz destek çıkın dersin, yetişir kalabalıklar. "Give us a little love " der, çıkamayacağın o kısır döngüye yine girmek istersin. Girer, dağıtır, içersin.  "In vino veritas" der, kelimelerin serin gölgeliğinden çıkarsın. 

Sonrası pişmanlık... Döngüdendir, bir kere yoldan çıktın mı geri dönemezsin. Belki de dönmemek, yolda olmak daha iyidir, denemeden bilemezsin. 

Uğradığın yerlerde "Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana. " diye mırıldanırken uzaklara dalarsın. 

YOLLARDA BULURUM BENİ



Kaybolduk...
Evden çıkıp patikadan ormana doğru ilerledik. 
Daha o an evin yolunu bir daha bulamayacağımızı hissettik.
Her adımla evden biraz daha uzaklaşırken Hansel ve Gratel'i hatırladık.
Bizim de ekmeğimiz çantamızda, çakıl taşlarımız ceplerimizdeydi ama geçtiğimiz yola serpmedik. 
Çünkü, kaybolmak istedik.
Sonunda ormanın derinlerinde bulduk kendimizi.
İstediğimiz olmuştu, kaybolduk. 
Korkmadık, üzülmedik, geri dönmeyi düşünmedik.
Zaten kaybolmak için çıkmıştık evden.
Kaybolmak, eskiyen yanlarımızdan kurtulmak, döke saça içimizi dışımıza yeniden kendimiz olmak istedik. 
Yeniden mi, komik...
Evde kimse kendisi olamaz.
Evden çıkmadan, karanlıkta kaybolmadan ışığın olduğu yere adım atamaz.
Bir başka yüreğin karanlık ormanında gezinirken karşılaşır kendisiyle insan. 
Orada tanır benliğini, yüreğini, cesaretini.
Anlar ederini.
Gece karanlıktır orman. Soğuktur, ıssız, tehlikeli... 
Bir kulübe gerek diye düşünüp geldiği yolda ilk bulduğu kapıyı çalar insan. 
Başını uzatana sorar, başkasına yerin var mı?
Başkası bakar, başkasına yer açması gerektiğini anlar, kapıyı açar.
Başkası başkasına bakar, onun aynasında görür yansımasını.
Bazen korkar yansıyandan, kendinden çekinir ve can havliyle sarılır başkasına.
Başkası, başkalaşmak ister o an, bambaşka biri olmak, görmediği, bilmediği kendine ulaşmak ister.
Bir süre kaybolur. 
Çoğu zaman kaybolduğuna mutlu olur.
Bulduğunu sever, dalgalanır, durulur. 
En çok da yorulduğu kendinden saklanır insan. 
Bir başka gönülde dinlenir.
Başkasında karşılaşır kendiyle, yenilenir. 
İyileşir ve kulübeden ayrılır. 
Yine yola çıkar.
İnsan yolda hep kendini arar. 
Yolda olmakta hayır var.

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...