kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayattaki yerini arayıp bulamayanlara samimi bir yol arkadaşı: Çam Ağacının Gölgesinde

 

Elif Arslan 

Ah şu merak yok mu şu merak? Sayfaları arka arkaya çevirip başladığımız kitabı bir çırpıda bitirmemizi sağlar. İşte böyle bir merakla okudum Handan Kılıç’ın yeni kitabını. Ve hemen konuşmak istedim yazarıyla.

Çam Ağacının Gölgesinde kitabının yazarı Handan Kılıç kimdir?

“Kim kimdir” adlı ansiklopedilerin olduğu günlerden “Metaverse” dünyasına dayandığımız zamanlardayız ve halen insanın kendinden bahsetmesi çok zor. İzmirliyim. Hukuk okuyan ama edebiyata ebediyen aşık kalacak, sinemaya da tutkun bir yazarım. Okumadan önce yazmayı öğrendim. Kendimi bildim bileli de yazıyorum. Mesleki yazışmalar, genel yazı çalışmalarımı sekteye uğratsa da yıllar içinde birçok edebiyat, hukuk dergisinde deneme, öykü, kitap tanıtım yazısı yazdım. Deneme konusunda ödüller aldım. İnternet sitesi ve bloglarım oldu. Kısacası yazmak kalbimin hep üst başlığındaydı. Şimdi hayatımda da en üst sıralara yerleşsin diye tam zamanlı yazıyorum. Son beş yıldır kurgu üzerine çalışmakla beraber Yazı-Yorum Dergisi’nin sinema analiz yazılarını da kaleme alıyorum. “Seslenen yazılar” adıyla podcast, YouTube hesaplarım da var. Vakit buldukça kendi yazılarımı seslendiriyorum.  

Çam Ağacının Gölgesinde ne anlatıyor? Hikayeniz hangi yıllar arasında geçiyor?

Yerini bulamamak asıl tema. Tabi burada hem ruhen hem de fiziken aidiyetsizlikten bahsediyorum. Aile köklerinde göç olan ve hayatın dalgalı denizinde yorulan insanın hep bir kıyıya ulaşma çabası anlatılıyor. Kahraman bir dönüşümden geçerken yanına alıyor okuyucuyu ve her durakta kendi hayatına bir daha bakarken sen yolculuğunun neresindesin dedirtiyor.

Hikâye günümüzde başlayıp günümüzde biterken kahramanın geçmişine, oradan dört nesil kadının hayatına dair pencereler açılarak ilerlediğinden 1900 yılında Girit’ten İzmir’e gelmiş Afet’e, doğduğu toprağı benimseyip biz buranın yerlisiyiz diyerek göç yükünü taşımak istemeyen Hikmet’e, çocukken Bulgaristan’dan gelip İzmir’e yerleşen gelini Sevdiye’ye, Hikmet’in kocası Halil’le Milas’a derken geniş bir coğrafyada geziyor, yerini arayan bu insanlarla beraber okuyucu da dönüp içine bakma fırsatı yakalıyor.        



Bu kitabı yazmanızda ne etkili oldu?

Uzun yıllar önce üniversite okumak için ayrıldığım ve sonra da evlenerek uzaklarda kaldığım şehrime epey zaman sonra dönmüştüm. Hızlı bir tempodan sonra durduğum bir döneme girmiştim. Hayatı ve yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Doğ, büyü, oku, çalış, evlen, çocuk sahibi ol, onu büyüt derken hayatın çok hızlı geçtiğini ancak durunca idrak edebilmiştim. Hayatta azot döngüsüne katkımızdan daha fazlası olmalı diyor ve sürekli yazıyordum. Sonra bir gün baskısı bulunmayan bir kitaba sesli kitap uygulamasında rastladım. Önce ismiyle sonra üslubuyla hayran kaldığım kitabı defalarca dinledim. Bir gün Alejandro Zamra’nın su içme kolaylığında anlattığı, derin mevzuları o kadar kısa cümleler ve metaforlarla anlatmayı diledim. Sonra diğer kitaplarını okudum. Tüm samimiyetiyle aslında o kadar da kolay yazmadığını anlatıyordu. Yazıya gönül vermiş herkes bu işin sancılı bir süreç olduğunu bilir. Yazamadığı zamanları, yazdıklarını okuttuğunda aldığı tepkileri, ailesinden bahsettiği bölümleriyle samimiyeti kalbimde derin bir hayranlık uyandırdı. İşte beni masa başına oturtan “Eve Dönmenin Yolları” adlı kitap oldu.    

Yazma sürecinizden bahseder misiniz? Nelerden esinlenip ilham aldınız?

Bu kitap ilk esin kaynağımdı. Ben de yazara ve kitabına bir vefa borcu olarak kitabımın başına hem de uyarı mahiyetinde olan bir alıntıyı ekledim. “Hiçbir kitapta olmamak en iyisi. Çünkü cümleler bizi korumak istemez.”

Eve dönmek ama şehri ve evi aynı bulmamak sarsıcıydı. Hayatın hızı yorucuydu. Ev neresidir? Sorusunun cevabını aradığım okumalar yaptım ve sonra içime baktım. Evimi buldum ve ona yerleşmek için bu satırları yazdım. Sonuçtan memnunum. Nerede olsam bir kâğıt bir kalemle inşa edeceğim bir evim var artık. Uzun yıllar yazının çeşitli türlerinde konukluktan sonra yerleşik hayata bu kitapla geçtiğimi düşünüyorum. 

Kitaptaki çam ağacı kahramanınız Hikmet için neyi temsil ediyor?

Çam ağacı kadim bir dost. Kimsenin kimseyi dinlemediği, gelenin gittiği ve insanların en çok insanlarca yaralandığı bir dünyada ağaç dimdik ayakta ve hep olduğu yerde duran, sen de yapabilirsin diyen bir simge. 

Kahramanımız Hikmet çok hoşuma giden bir cümle söylüyor “Zaman ne acımasız bir silgi,” diyor hikâyenin en başında; hayattaki yerini ararken ve yerini çoktan bulduğunu düşündüğü sohbet arkadaşı çama özenirken. Peki çam ağacı sizin için neyi temsil ediyor?

Çam ağaçlarının sokakları doldurduğu bir şehirde büyüdüm. Bizim de evimizin önünde asırlık bir çam var. Bana her mevsim yeşil kalabilmeyi, kaç yaşına gelirse gelsin yeni kozalaklar vererek, üretimin, varlığın ispatında önemini anlatıyor. Çam ağaçları birbirine yakın dikilirse dimdik büyür ama yakınında bir çam yok ve alanı genişse neredeyse yan yatarak büyürmüş. Bunu araştırmalarım esnasında öğrendim. Gördüğüm çoğu çam dikti. Mahalle arasında olmasından böyleymiş. Artık neredeyse kampüs alanı dışında şehirde çam korusu kalmadığından, İletişim Fakültesinde öğrencisi olduğum Ege Üniversitesine gidip koruyu ve geniş alana yayılmış çamları bir de bu gözle inceledim. Heyecanla fotoğrafladım yan yatmış ağaçları. Bu beni çok etkiledi. Kalın gövdeli bir ağaçtan bahsediyoruz. Rüzgârın bile kıpırdatamadığı dallarını yer varsa rahat yoksa disiplinli büyütüyor. Duruma göre vaziyet alıyor. Biz neden almayalım dedim. Hayatın inişleri çıkışları çok. Hepsine göğüs germek için sağlam bir kök yeterli. Çam beni hem aile köklerimdeki hikayelere götürdü. Hem de durduğun yerde sebat ederek, bir konuya ancak çok zaman ve emek harcadığında alınan sonucun sağlam olacağını gösterdi.

Hikmet’le ortak noktalarınız var mı?

Hikmet baş karakterim. İki Hikmet var, babaanne ve torun, Hikmet Hikmet’e karşı diyebiliriz. Her yazarın her karakterinde yazardan esintiler vardır. Sonuçta kalemi elimizle tutuyor, yazıyı, kan, ter, gözyaşıyla yazıyoruz. “Bir yazı yazanın neresinden çıkarsa okurun orasına değer.” derler. Okurlardan en sık aldığım geri bildirim, “elimden bırakamadım, sıcaklığı, samimiyeti sardı, sarmaladı. Karakterler bizden.” Dolayısıyla her karakterde yazar bir görünür kaçar. Belki de yazıyı bu kadar aşkla sevmemizin sebebi bize birçok kişiyi olma fırsatı vermesidir.    

Çam Ağacının Gölgesinde bir ilk kitap mı? Ne kadarı otobiyografik?

İlk kitap değil. 2015 yılında yayınlanmış Akışına Bırak isimli bir kitabım var. Üç bölümden oluşuyor. Denemeler, öyküler ve sinema analiz yazıları. Blogda çok beğenilen yazıları tekrar gözden geçirip 328 sayfalık bir kitapta toplamıştım. Kısa sürede iki baskı yapan kitap zaman içinde tükenince hem dünyanın sanal aleme kayışı hem de ülkenin ekonomik şartlarını göz önüne alarak dijital alemin imkanlarını kullandım. Zaten böyle giderse basılı kitaba ulaşım zorlaşacak ve hepimiz bir zamanlar eli boş olanların kullandığı mecralar diye sosyal medyadan uzak dururken şimdi her birinde en meşhur ve meşgullerin adresine mavi tık kapma savaşı verdiği gibi kitapta da dijital dünyaya kayacağız. Ben de şimdiden bu alanda varlığımı göstereyim istedim.  2023 yılında yeni bir önsöz ve ilavelerle 418 sayfa olan ilk kitabım Google Play Kitaplar uygulaması içinde yeniden yayınlandı. Merak edenler linkten ulaşabilir.   (https://play.google.com/store/books/details?id=mYmjEAAAQBAJ) Zaten deneme yazılarında yazar kendi duygu ve düşüncelerinden bahsederek bir kavramı anlatır. Otobiyografik yazılardır aslında denemeler. Ben de yıllarca böyle yazılar yazdım ve deneme kitaplarımda topladım. Deneme Tahtası, Dene/me ve Akışına Bırak e-kitap olarak yayınlandı.

Sonrasında da basılı beş kollektif öykü kitabı, iki şiir seçkisinde yer aldım. Ancak roman türünde ilk yayınlanan çalışmam Çam Ağacının Gölgesinde. O yüzden heyecanım büyük. Aslında üzerinde çalıştığım başka dosyalar varken bir de baktım ki bu kitap doğmuş, büyümüş, gülümsüyor. Hatta e-kitap formatı da adımlamaya başladı. Uzun yıllardır dergilere verdiğim sinema analiz yazılarım da İşler Güçler Sinema 1 ve 2 adıyla e-kitap oldu. Öykün/me, Aşk Öyküleri, Bir Mandala Bir Öykü, Küçürek öyküler adlarıyla dört öykü kitabım da yine e kitap olarak Google Play Kitaplar uygulaması içinde (https://play.google.com/store/books/author?id=Handan+K%C4%B1l%C4%B1%C3%A7) yayınladı. Orada artık basılı iki kitabımın e-kitap haliyle beraber on kitabım var. Sanırım yazı artık yaşam şeklim, yazı artık evim.

Kitapta anlattığınız hikâye İzmir’de geçiyor. Kitabınızı yazarken, bir İzmirli olarak ve mekanla, anlattığınız yıllarla ilgili ne kadar kendi gözlem ve deneyimlerinizden yararlandınız, ne kadar araştırma yaptınız?

Hepimiz dünyayı kendi gözlerimizden görür, deneyimlerimizden de anlamlandırırız. İzmir’e dair kitaba girenler elbette benim ilgimi çeken farkındalıklar oldu. Kitap bir akışta ama bölüm bölüm. İçine yakın zamanda yaşadığımız büyük İzmir Depremi de girdi, pandemi de girdi, 1930 yılında Bornova’da yaşanan sel felaketi, 1900 yılında Urla Karantina adasına getirilen göçmenler, Girit’in tarihi, göçlerden önceki siyasi ve demografik yapısı, birinci dünya savaşı, Çanakkale savaşı, devletler arası anlaşmalar, mübadele, yeni cumhuriyetin göç politikası gibi birçok noktada araştırma yaptım. Ve edindiğim bilgiler üzerine kurguyu ilerlettim. Tabi hayatta olan aile büyüklerinden de tecrübelerine dair fikir alışverişinde bulundum. Ama bir anı kitabı yazmadığım için malzemeleri kurgu için kullandım. 160 sayfalık kitabın arkasında en az onun iki katı kadar not ve birkaç taslak olduğunu da söylemeliyim.         

En sevdiğiniz yazar ve kitap?

Aslında çok var. Çocukluğumdan beri en yakın dostum kitaplar. Farklı tarzlardan sevdiğim romancılar var. Aynı anda masasında hem çay hem kahve bulunduran, aynı zamanda üç beş kitap okuyan biri olarak tek bir tane söyleyemem. Hadi iki olsun. Honoré de Balzac, Vadideki Zambak ve İvan Gonçarov, Oblomov. Defalarca okuduğum kitaplardan. 

En sevdiğiniz yazarla sohbet etme fırsatınız olsa, ona ne sorardınız? O soruyu yanıtlar mısınız?

“Bu melankoli hep sürecek mi?” diye sorardım. Aşkın bir ömür sürdüğü yer kitaplar sanırım ve “evet melankoli hepimizi yazıya aşkla bağlayan duygu diyebilirim, sürsün ki yazalım” diye yanıtlardım. Yorucu ama iyi ki var.

Şimdilerde ne üzerinde çalışıyorsunuz? Yeni bir kitap gelecek mi?

Aynı anda birkaç ayrı dosya çalışıyorum aslında. Bir roman serisi gelsin istiyorum. Üç cilt olarak planlıyorum. Ama hayat bu belli olmaz. Onlardan hızlı davrananlar çıkabilir. Basılan iki kitabım da plan dışı hayat buldular. İnsanlar gibi kitapların da kaderi olduğundan şimdiden onlara da bize de baht açıklığı diliyorum. Bu güzel sorular için size ve sitenize de teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz, yeni çalışmalarınızda buluşmak ve konuşmak temennisiyle.


Çam Ağacının Gölgesinde oggito.com 'da

 

Yazar Hacı Şaban Boztaş'ın kaleme aldığı inceleme yazısı oggito.com adresinde yayınlandı. 

Çam Ağacının Gölgesinde adlı romanı okuduktan sonra bu yazıları okumayı ihmal etmeyin.

Üçüncü romanını yazan fantastik edebiyatın değerli ismi Hacı Beyden bu övgü dolu satırlarla özelden yazdığı tebrikleri almak çok kıymetli benim için.

Kendisine ve oggito.com sitesine teşekkür ediyorum.

Okumak için tıklayınız

Çam Ağacının Gölgesinde kitabıyla Prolog Dergideyim


 Merhaba,

Çam Ağacının Gölgesinde adlı romanıma dair ilk röportajı verdim.

Prolog Dergi'nin sitesinde yayınlanan bu röportajı okumak isterseniz 

linke tıklayınız. 

 

Çam Ağacının Gölgesinde Pandabiyat ve Yazı-Yorum Dergi'de


 Merhaba,

Pandabiyat edebiyat konusunda çok iyi bir internet sitesi.

Ocak ayı için okuma listelerine yeni kitabım  Çam Ağacının Gölgesinde'yi de almış. Teşekkür ederim ve linki paylaşmak istiyorum.

Tıklayarak listeye ulaşabilirsiniz.





Yine Yazı-yorum Dergide kitaba dair bir yazı yayınlandı. 

 Tıklayarak ulaşabilirsiniz. 





 

Çam Ağacının Gölgesinde Handan Kılıç


 21 Aralık 2022 

En uzun gece aynı zamanda günlerin uzadığı, aydınlığın arttığı vaktin başlangıcı. 

Döngünün ışığa evrildiği #nardugan vakti. 

Bolluk ve bereket için narlandığımız #nargudanbayramı nda beklenen haber geldi.


Sizinle yeni kitabımı paylaşırken çok heyecanlıyım.

Öykülerimi okudukça “Roman kalemin var, Handan’ın kadınlarının romanları olmalı” diyen yazar dostlarım işte ilk roman geldi. @armoniyayinevi çıkan #camagaciningölgesinde adlı kitabın editörü @piccadillytaksim İdil Dammer kapak tasarımcısı @avangardisler Nur Burcu Erden 🙏❤️❤️ öncelikle onlara çok teşekkür ediyorum

ve başta @yesocimcoz olmak üzere @sanalyazievi dostlarına da teşekkürler.

Ayrıca hem yazım hem de kapak tasarım süreçlerinde fikirleriyle her ihtiyacımda destek olan eşime, arkadaşım Murat’a, @yonca.tandogan @sedabilger @erdemlerincemal @yazkizim_oradan 
arkadaşlarıma da çok teşekkür ediyorum Hepiniz sağ olun, var olun.

Kitabı burada paylaşacağım linkten bugün itibariyle alabilirsiniz. Kitap satışı yapan internet sitelerinde de satılışı yapılacak kitabın e-kitap versiyonu da yakın zamanda sizlerle olacak.

Desteklerinizi bekliyorum. Okuduktan sonra görüşlerinizi de iletirseniz Handan’ın kadınlarının maceraları devam edecek.

Teşekkür ederim. Bereketli günün bereketini görmek dileğiyle iyi bayramlar ☺️

#yeniyıl için de #yeniyılhediyesi #kitapönerisi arayanlara alternatif #camagaciningölgesinde 🌲🌲🌲❤️❤️❤️🥳🎉🎊🧿💐🧿🍀🍀🍀🎁🎁🎁
Ayrıca kitabın içindeki şarkılar için bir playlist hazırladım. Spotify üzerinden dinleyebileceğiniz şarkılar için yapmanız gereken çok basit. Aşağıya eklediğim barkodu spotify uygulaması üzerinden kamerayı açıp okutmak yeterli. İyi okumalar, iyi dinlemeler.


 
  

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl herkese kutlu olsun:)

Hava civa her şey, hayat gelip geçiyor.

Havasız kalmak istemiyoruz onun için, üçüncü doz aşımı oldum dün. Çipin etkinliği azalmış, tazeleyelim dedim.

Ne oldu şimdi? Artık dış güçlerin kontrolüne girdim değil mi, genlerim de değişecek. Bir de çift başlı çocuklar doğacakmış.

Genlerimizi değiştirmeyen şey yok zaten. Bu model insanlardan da fayda görmediğimize göre değişim hayat kurtarır bahaneyle. Bakarsınız yeni insan daha da akıllı olur, kafasız olacağına geni değişsin ne yapalım!

Yoruldum artık bu saçmalıklara inanılmasından. Yine yayıldı her gün ölü sayılarına alışıldı. Tamamen zararsız demiyorum, üretilen bir hastalığa ilacı da üretip zengin oluyorlar da mantıklı, tamam onu da anlıyorum ama zararsız bir tek şey söyleyin günlük yaşamımızda! Yok ki!
Ne hava ne su ne süt ne et, hiçbiri temiz değil artık. Çıkmaz sokak burası. Yeni bir yön gösterecek mi belli değil. Yaşarsak göreceğiz.
Yıl biterken hastalara şifa, borçlulara eda, darda kalanlara sefa, gidene rahmet, kalana merhamet diliyorum.

Yorulduk, biliyorum. Bıktık, sıkıldık ama biraz daha dikkatli olalım her gün hala.

Mutlu yıllar bana, sana, ona.

 Bu arada #huzursuzkelimeler isimli şiir seçkisi Ekim 2021’de @parisyayinlari ndan çıktı. 

Seçkide benim de #bırakma adlı bir şiirim vardı. Kargoma ekledim son güne yetişti. Emeği geçen herkese teşekkürler ☺️ Şiir seçkisi okumak zevklidir hepsi ayrı ses farklı nefes.

Aslında bu yıl bir seçkide daha yer aldım ama kargosu henüz gelmediğinden seneye görüşürüz artık 🙃🎊😬🎉

#handankılıc



Ayrıca seçkideki şiiri aşağıdaki videoda seslendirmiştim.




 

Hayat Hanım -Ahmet Altan’ın son romanı üzerine bir deneme-

 İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki kimsenin hayatı kendi geçmişinin köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşıyordu.”

İşte daha başında okuru yakalayan bu cümlelerle açıldı Hayat Hanım’ın dünyası. Şahane bir girişti.

Kitap bittiğinde gönül rahatlığı ile şunu söyledim: İyi bir eserde olması gerekenler ne derseniz bu kitabı gösterir, analiz ederek okuyun derim.  

Muazzamlığını sadeliğinden alan bir hikâye, “Kahramanın sonsuz yolculuğuna” örnek bir anlatım. Çemberi tamamlayıp yeniden evine/kendine vardığında değişen dünyası ile yeni bir insana dönüşen kahraman. Adeta yaratıcı yazarlık derslerinde örnek metin olarak okutulabilecek bir kitap yazmış usta romancı Ahmet Altan.

“2021 Femina Yabancı Roman Ödülü” ile “2021 Transfuge En iyi Avrupa Romanı Ödülü”nü alan kitap birçok dilde yayınlandıktan sonra yazıldığı dilin okuyucuyla 15 Kasım’da buluştu. Yazarın diğer kitapları gibi Everest Yayınlarından çıktı.

Hayat Hanım romanının bir editörü yok. Çünkü yazım süreci cezaevi koşullarında gerçekleşti. El yazısıyla kaleme alındı, her sayfası “Görülmüştür” damgası ile dışarı çıktı. Dolayısıyla temize çekenlerin zorlanmaması, yazılanları rahat okuyabilmeleri için kısa cümlelerle yazıldığı Ahmet Altan’ca belirtildi. Böylece ekonomik bir dil kullanıldığını görüyoruz. Dijital dünyanın dikkatini azalttığı okur için kısa bir metnin çıkması avantajdı. Yazarı için ince sayılabilecek bu kitap metnin arasından ruha sızan hislerle öyle kuvvetliydi ki toplamda iki yüz on sekiz sayfa okusanız da etkisinin günlerce süreceği belliydi. Benim için de öyle oldu.

İyi kitaplarda olan o akıcılık, eline alıp bırakamadan devam etme isteğini epeydir bir kitapta bu kadar güçlü duymamıştım. Hem bir çırpıda okumak hem de bitmesinden korkarak yavaşlamak. Bir noktada durdum, kitabı kapatıp kaldırdım. Hissettirdiği duyguların içinde biraz daha uzun kalmak istedim, birkaç gün ruhumda demlenmesi için süre tanıdım kendime.

İki edebiyat öğrencisinin yarenliği üzerinden devam eden romanda diyaloglar bolca kullanılmış. Mitoloji kahramanları ve dünya edebiyatının seçkin romanlarından alıntılarla yapılan tartışmalar da yazı/okuma ile ilgilenenler için rehber niteliğinde. Tabi ki asla didaktik tarzda değil. Kaynak sıkıntısı yaşanan zaman ve mekânda yazı işleri ile ilgilenmeyen okuru da yormayacak şekilde metne yedirilmiş olması tam bir ustalık göstergesi.

Hayatları bir günde değişen iki tecrübesiz gencin yaşamı öğrenirken birbirine tutunması, acıların yakınlığı arttırması ve romana adını veren aslında çok ayrı dünyaların insanı olan Hayat Hanımla yollarının kesişmesi. Bunca farklı karakteri aynı hikâyede buluşturan ortam, çevre şartları hepsi öyle güzel, öyle düzenli yerleştirilmiş ki kaleme hayran olmamak elde değil.

Mekanların usul usul metne girişi, sonuna kadar yaşayışı ve Çehov’un klasik söyleminde “Duvarda asılı tüfeğin ileriki bölümlerde patlaması” kuralına riayet. Yani, bir hikâyede kullanılan her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılmasını belirten bu dramatik ilkenin kusursuz uygulanışı. Gereksiz tasvir, betimleme gibi unsurların, metnin içine hiçbir şekilde girmeyerek "Hatalı vââtler" vermemesi gerçekten önemlidir malum.

Metne bir şekilde dahil olan karakter ve tiplerin hepsinin hikayesinin ana karakterleri güçlendirecek şekilde akması, çember tamamlanırken de usulca toparlanıp insan, mekân, atmosfer bütünlüğü ile değişimin görünürlüğüne katkı sunulmasını çok başarılı buldum.

Edebiyatın hayatı etkileme gücünün de tartışıldığı kitapta bu kadar sade biçimde hüznün, çaresizliğin anlatılması da etkileyiciydi. Tabi şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanın dayanacak donanımda olduğunu göstererek umudu taze tuttuğunu da söylemek gerek.

Arka kapakta da giriş cümlesinden ilhamla aktarıldığı gibi bu kitap “Herkesin lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşadığı günlerde aşkın dönüştürücü gücüne” yeniden inandırıyor insanı.

Kitap Türkiye’de basılmadan önce yazarı ile yapılan bir YouTube söyleşisinde Ahmet Altan içeride üç kitap yazdığını söylüyor. Bu romanı kaleme aldığı vakitlerse sık sık henüz kapanmamış olan eski FlashTV’yi izlediğinden bahsedince dikkatimi çekti. Çok seyrettiğim bir kanal değildi ama ara sıra parmaklıklar ardında çekilen bir programa rastlamış Dilberay adlı bir sanatçının içli şarkılar söylediğini görmüştüm. Yazar da cezaevinde olunca romanın parmaklıklar ardında geçeceğini düşünmüştüm. Televizyonda bu konsepte programlar yapılırken hatta cezaevi temalı diziler yurtiçi ve yurtdışında çok revaçtayken kitapta da konu bu olabilirdi. Ama okuyunca gördüm ki cezaevi kelimesi bile neredeyse hiç geçmiyordu. Birkaç yerde tutuklananlardan bahsedilmişti o kadar.

İşte o zaman yazmanın özgürleştirici gücünün gerçek bir yazarı mekândan, yaşanılanların sarsıcılığından koruduğunu, soğuğun, sıcağın korkutmadığı gibi bir şekilde beslediğini gördüm. O, içeride iken dışarıyı, dışarıdakilerden daha iyi yazacak kadar hayal gücü, kalem ustalığı ve entelektüel birikime sahip kırk yılı aşkın süredir yazan bir romancıydı ne de olsa. Dil gücüne, şartlara göre değişmeyen tavrına şapka çıkardım.

Kadını, aşkı kadınlardan iyi anlatan en başarılı romancılardan olduğu zaten kendisini seven, sevmeyen herkesin kabulü iken ustalığı sayesinde edebiyatla hayatı, yazmakla yaşamayı, aşkla sevgiyi belli bir ritimde dans ettirdiği satırları hayranlıkla okudum. Aşka yeniden inandım. Geçtiğimiz yerlerde ruhuna dokunduğumuz insanlarda hep yaşadığımızı bir kez daha hatırladım. 

Roman yazmak üzerine yoğunlaştığım bu vakitlerde kitabı sadece okur gözüyle değil yazım tarzına dikkat ederek okuduğumdan duygularımdan ziyade teknik sayılabilecek başlıklar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Henüz kitabı okumayanları düşünerek konuya dair fazla bir şey yazmadım.  

Kalemin cesaretle birleştiğinde bir romancıya, yazının ruhunda olmazsa olmaz o özgürleştirici gücü verdiğini gördüm.

Edebiyat, hayatı bir çırpıda değiştirmiyordu elbette ama hepimizin yaşarken bir başkasına dönüştüğü bu yolda beraber yürüdüğümüzü anımsatıp yalnız değilsin diyordu. İnsanın kalabalıkta ya da bir başına, sosyal medyada binlerce takipçili ya da değilken hiç fark etmez, yalnızlığın pençesinde can çekiştiği zamanımızda bu da az bir kazanım değildi. Hem roman dediğimiz sanat insan ruhuna tuttuğu projektörle, aydınlık ve karanlık yanlarını gösterirdi. Böylece kendiyle yüzleşme cesareti bulan insan, daha çıkması gereken çok basamak olduğunu hatırlar, edebiyattan aldığı güçle harekete geçerdi.

Kalemini özlediğimiz yazarın, nice eserini daha, keyifle okuyacağımız güzel günlerde beraber olmayı dilerken nerde olursa olsun özgür olan kalemini hep “Dışarda” oynatmasını temenni ediyorum.

Handan Kılıç

Not: Bu yazı ilk kez Medıum Türkçe Yayın adresinde, ikinci olarak da Edebiyatblog sayfasında yayınlanmıştır.

AŞK, ELİF ŞAFAK

Bir başka zaman, bir başka şehirde çıktı karşıma. Hiç beklemediğim bir anda. "Aşk da neymiş, kaldı mı hala ona inanan?" dediğim zamanlarda. Onu okumanın üzerinden çok yıllar geçmişken. Aşka kanmayacak kadar büyümüşken. Ama onu hemen tanıdım, ışıltısından.

“Selam Ella! Sen ne şanslı bir karaktersin, bu karanlık, ürkütücü dünyada ışığa yürüdün, aşkı buldun, aşk oldun.”

Kitaplarım, varlığım…

İyi haftalar dostlarım :) 

Bugün benimkileri dizdim yan yana:) Hepsi evlatlarım gibi muhabbeti yapmayacağım ama on iki yıldır dijital alemde sürekli blog yazan/yayınlayan/yayınlanan biri olarak kağıtla buluşmasını seçtiklerim açısından hala heyecanlanıyorum. 

O nedenle şimdilik var olanları boy/çıkış sırasına koyup paylaşayım istedim #akışınabırak benim 2015 yılında üç ayda ikinci baskıya giren tamamı bana ait yazılardan daha çok da denemelerimden oluşuyor. Film yazıları, anılar, bir kaç öykü de var elbette. Bir hocam üç kitaplık malzeme var demişti. Öyledir, yoğun ama okuyuşu rahattır ilk göz ağrımın:) ilgilenenler internet satış noktalarından temin edebilir, baskısı bulunuyor halen. 


Yenilerini ve devamını bir kaç dosya şeklinde hazırlasam da daha yayınlama yolculuğunu başlatmadım. Bakalım kaderleri ne olacak. Evet, insanlar gibi kitapların da kaderi var. Her şey de vaktini bekler. Önemli olan doğru zamanda doğru yerde doğru insanlarla karşılaşmasıdır.  Genelde takipçilerim de yazı ile uğraşan insanlar olduğundan baht açıklığı diliyorum yazdıklarımıza. 








Diğer dosyalar demlenirken boş durmayayım diyerek bir kaç seçkiye gönderdiğim öykülerimin de yüzlerce hikaye arasından seçilerek kitaplaşan derlemelere girmesinin haklı gururunu da yaşıyorum bu günlerde. #ölülerkonuşmalı @sifiryayinlari ndan çıkmıştı benim iki numara olarak yerini aldı 2019 yılında. 


















Şimdi ise @velespityayinlari ndan çıkan #başkalarınınçiçekleri ve #duvarınardı adlı öykü seçkileri ile kitapları dörtledik. Solo ve koro çalışmalarım devam edecek 🙏 Bundan daha iyisi nasıl olur diyerek kitap mevzuunu soran arkadaşlara da bir izahı buraya bıraktım Herkese iyi haftalar/okumalar/yazmalar #handankılıc








 

SPİNOZA ÜZERİNE ONBİR DERS


“Felsefeyi bir kelime ile tanımlamak gerekseydi, “…ölçüde” sanatıdır felsefe diyebilirdik. Tesadüfen “…ölçüde” diyen birini görürseniz, evet, düşünce doğuyor diyebilirsiniz. Düşünen ilk insan ”…ölçüde” diyendir. Niçin? “…ölçüde” kavram sanatıdır. “ 

Elimizde felsefeye giriş açısından önemli bir kitap var: 

20.yy. kıta felsefesinin önemli figürlerinden olan çağdaş Fransız düşünürü Gilles Deleuze (1925-1995) çalışmalarını daha çok batı felsefe tarihinin önemli düşünürlerine dair hazırladığı monografiler üzerinden geliştirmiştir. Vincenns’ de verdiği derslerin bant çözümlemeleri olan bu üç kitaplık seri (Leibniz-Kant-Spinoza) felsefenin üç temel noktasını teşkil eden bir çalışmadır. Derslerin tarih sırası değil içerikleri gözetilerek Ulus Baker tarafından çevrilmiş, Aliye Kovanlıkaya tarafından yayına hazırlanmış, Şubat 2008’de Kabalcı Yayınevi tarafından basılmıştır. 

Bu kitabı okumaktan zevk aldığımı belirtmek isterim. Ara ara yorucu olsa da serinin diğer iki kitabını da okumayı düşünüyorum. Burada Etik isimli büyük bir külliyattan seçilmiş konular Deleuze’ nın perspektifinden verilmiş. Dolayısıyla iki tür okuma yapmak faydalı olacaktır. Birincisi, filozofu bir başka filozofun anlatımından okumak, Spinoza’ nın fiili bir imkan olarak sunduğu özgürleşme imkanını bu anlatımın içinden yakalamak, ikincisi; Deleuze’ nin Spinoza’ yla aramıza koymadığı mesafeyi metinle aramıza koyarak nispeten dışsal bir okumak yapmak. 

Elbette eserin tamamına vakıf olmak daha iyi anlaşılmasına sebep olacaktır. Ama yine de akıcı bir uslupla Spinoza’yı hiç bilmeyen birinin de temel kavramları anlamasına vesile olacak bir kitap var elimizde, Deleuza’ nın arzusu felsefeyi sokaktaki insanın da anlayacağı bir pencereden sunmak olduğundan izahlar geniş tutulmuştur. Bu hususları kitaba bırakarak birkaç temel kavram üzerinden kitabı anlatmak istiyorum. 

Şunu da ifade edelim: Felsefe tarihi üzerine çalışan Deleuze Spinoza’ya içten içe bir hayranlık besler ve ona filozofların en filozofu, en katıksızı, filozofların prensidir, der. Hatta filozofların İsa’sı ve en büyük filozoflar da ancak ve yalnızca bu gizeme yaklaşan veya uzaklaşan havarileridir Deleuze için. Bu nedenle kitabı okurken yazarın hayranlığı ve hayranlığının sonucu olan mesafesizlik hep akılda tutulmalıdır, der çevirmen. 

Kısaca özetlemek gerekirse şu aktarımı yapmak faydalı olacaktır: 

Aslında iyi ile kötünün, faydalının ve zararlının, yani tattığımız neşe ve kederin dışında Hayr ve Şer yoktur. Ama keder, şeyler hakkındaki ”uygun olmayan” bir bilgiden ayrılmaz. Şeylerin zorunluluğunu bilip tanıyan biri asla kederlenmez; yetkin olmak için dünyanın kendi keyiflerine uygun olması gerektiğini düşünenlerin yaptığı gibi gerçeğe kızmanın yeri yoktur. Gerçeği zorunluluğu ile tanıyan biri, görünüşte en korkunç bir gerçek söz konusu olsa bile, böylece bundan bir doyuma erişir.Hiç değilse ne olup bittiğinin biraz farkına varır. Özgür, yani aklın kılavuzluğunda yaşayan biri demek ki, hiçbir keder duymayacak ve hiçbir Hayr ve Şer kavramı oluşturmayacaktır. Ama bu elbette imkansızdır ve yalnızca ideal bir durumdur: Biz hayal gücümüze bağımlı kalırız ve varoluşumuzun bir kısmını gözler açık rüya görerek geçiririz.-SPİNOZA- 

Bir filozof nihayetinde yalnızca mefhumlar icat eden biri olmakla kalmaz; belki algılama tarzları icat eder, diyerek başlıyor dersine Deleuze. Onu okumamış bile olsanız merak etmeyin, hikayeyi ben anlatacağım diyerek dinleyiciyi rahatlatıyor . 

İdea: Temsil Edici Düşünme Tarzı 

Duygu: Temsil Edici Olmayan Düşünme Tarzı 

İdeanın bir biçimsel gerçekliği vardır; yani idea kendi başına bir şeydir. Bu biçimsel gerçeklik onun içsel karakteridir ve bu da onun kendinde kuşattığı gerçeklik veya yetkinlik derecesidir. 

Duygu: Varolma Kuvveti veya Eyleme Kudretinin Sürekli Varyasyonu 

Bir idea başka bir ideayı kovalar, bir idea başka bir ideanın yerini bir anda alır, bir süreklilik vardır ve bu Spinoza’ ya göre var olmak bu demektir. 

Sahip olduğu idealara bağlı olarak herkeste eyleme kudretinin veya var olma kuvvetinin artması-azalması şeklinde bir sürekli varyasyon vardır. 

Spinoza, duyguyla oluşan bu melodik sürekli varyasyon çizgisi üzerinde iki kutup tayin edecektir: Sevinç-üzüntü. Bunlar onun için temel tutkular olacaktır: Eyleme kudretinin azalışını içeren her tutku, her ne olursa olsun üzüntü, eyleme kudretimdeki artışı kuşatan her tutkuysa sevinç adını alacaktır. 

Üç Tür İdea: Duygulanış, Mefhum, Öz 

Duygulanış; bir cismin başka bir cismin eylemine maruz kaldığı durumdur. 

Eğer bedenim böyle yapılmışsa, eğer bedenim bir parçalar sonsuzluğunu içeren belli bir hareket ve sükunet bağıntısıysa ne olur? İki şey olabilir: Sevdiğim bir şeyi yerim, ya da başka bir örnek, bir şeyi yerim ve zehirlenip yere yığılırım. Kelimesi kelimesine söylersek birinci durumda iyi bir karşılaşma, ötekindeyse kötü bir karşılaşma yapmışımdır. Kötü karşılaşmada bedenimin bağıntısını bozan bir bağıntı ile karşılaşmışımdır. 

Spinoza diyordu ki, kötülüğün ne olduğunu söylemek, anlamak hiç de zor değil, kötülük kötü bir karşılaşmadır. Bedeninizle kötü bir şekilde karışan bir cisimle karşılaşmadır. Kötü bir şekilde karışmak ise tali bağıntılarımızdan ya da bileşen bağıntılarımızdan birinin tehdit edildiği, tehlikeye atıldığı ya da bozulduğu şartlarda ortaya çıkan karışmadır 

Kötülük, kötü bir karşılaşmadır der. Bu bağlamda tanrıbilimin temel noktalarından olan “Ademi Yetkinlik Kuramı”na karşı çıkar ve Adem var olmuşsa, mutlak bir yetkinsizlik ve mutlak bir upuygunsuzluk tarzında var olmuştur. Oysa Hristiyan öğretiye göre, Adem günah işlemeden önce, olabildiğince yetkin yaratılmıştır. Sonra da tamamen düşüş öyküsü olan günah öyküsü anlatılır. Oysa Spinoza bu durumu ilk yasak yerine kötü karşılaşma, zehirlenme öyküsü olarak izah eder. O elma zehirlidir, bu nedenle yememesi söylenmiştir. Yemiş ve bağıntıları bozulmuştur. Burada Adem’in kabahati itaatsizlik değil hiçbir şey anlamamış olmasıdır, der. 

Mefhum; Nedenin kavranmasına bağlı olarak upuygun(yazara ait bir kelimedir) olan düşünme tarzıdır. 

Mesela zehirlendiğimde bu, arsenik cisminin benim bedenimin parçalarını, beni karakterize eden bağıntıdan başka bir bağıntıya geçmeye zorladığı anlamına gelir. O anda bedenimin parçaları, arsenikle tamamen birleşen, arseniğin dayattığı yeni bir bağıntıya girer; arsenik ise mutludur, benimle beslendiği için. Arsenik mutlu bir tutku yaşar, çünkü her cismin ruhu vardır. Ben ise üzgünüm, ölmek üzereyim. Yani burada mefhuma ulaşıyoruz. 

Hasıl-ı kelam; tesadüfi karşılaşmalara bağlı olarak etki aldığımda ya üzüntü ya da sevinçle duygulanırım. Üzülünce eyleme kudretim azalır, sevinçte eyleme kudretim artar 

Spinoza kendisini bağlamamak için hiçbir yerde ders vermemiş yaşadığı esnada hiçbir yayın yapmamıştır. Öğrencileri ile mektuplaşarak felsefe sorularına cevap vermiştir. 

İşte bu sorulardan biri; “Aşağılık bir duyusal iştah tarafından yönlendirilmem ne demektir? Hakikaten aşıksam durum nedir?” Blyenbergh’in bu sorusuna Spinoza da Şu cevabı verir: Orada, içeride bir eylem veya daha doğrusu bir eylem eğilimi vardır: Mesela arzu. Aşağılık duyusal iştah tarafından güdüldüğümde bu bir şeyin arzusudur. Mesela kötü bir kadını arzuluyorum, daha da kötüsü bir çok kötü kadını arzuluyorum. Eylem her durumda erdemdir, bu eylem sevişmek bile olsa. Çünkü bedenimin yapabileceği bir şeydir, vücudumun kudreti dahilindedir. Ama eğer burada kalırsam aşkların en güzeli ile aşağılık duygusal iştahı ayırt edebilmek için elimde hiçbir araç kalmaz. 

Aşağılık duygusal iştahın can sıkıcı nedeni aslında eylemimi ya da eylemin imgesini, bağıntısını bu eylem tarafından bozulan bir şeyin imgesiyle ilişkilendirmemdir. Diyelim evliyim, çift olma bağıntısını bozuyorum, bu nedenle rahatsızım ama bozmadan aldığım keyifle aşağılık duygusal iştaha yeniliyorum. 

Aşkların en güzelinde ise tam tersi bir durum söz konusu; Eylemim tam olarak aynı. Fiziksel eylemim, bedensel eylemim, eylemimin bağıntısıyla doğrudan bileşen bir bağıntıya sahip olan şeyin imgesine bağlanıyor. Aşkla birleşen iki birey, her ikisine de parçaları olarak sahip olan tek bir birey oluşturur. Aşağılık bir şekilde duyusal olan aşkta ise, biri ötekini bozar, öteki berikini bozar, yani tam bir bağıntıların bozulması sürecidir. 

Ama her zaman şu noktaya çarpıp kalıyoruz: “Eyleminizin bağlanacağı şeyin imgesini nihai olarak siz seçmiyorsunuz. Burada sizin elinizde olmayan bir sürü neden ve etki işe karışır. Bu aşağılık duygusal aşkın sizi teslim almasını sağlayan nedir? Şunu asla diyemezsiniz: Ha, başka türlü de yapabilirdim. 

Spinoza iradeye inananlardan değildir, onun felsefesi şeylerin imgelerini eylemlerle ilişkilendiren tam bir determinizmdir. O zaman şu formül çok tedirginlik verici hale gelir: Sahip olduğum duygulanışlara bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinimdir, mümkün olduğu kadar kudretim yettiği kadar yetkinimdir.” 

Duygulanış; bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Örneğin karanlık bir odadayım meditasyon yapıyorum, tam bir şey yakalayacakken öküzün biri(affınıza sığınarak bu tabirleri aynen kitapta geçmesi hasebiyle kullanıyorum) gelip ışığı yakıyor. Fikri kaçırdınız, kızgınsınız, ondan nefret ediyorsunuz, çok uzun sürmese bile nefret ediyorsunuz. Bu durumda aydınlık hale geliş size kudretinizin azalması sonucunu getirdi. Kuşkusuz karanlıkta gözlüğünüzü arıyor olsaydınız, size kudret artışı getirmiş olacaktı. Bu durumda ışığı yakan kişiye teşekkür ederim, seni seviyorum diyecektiniz. 

Yani her duygulanış anlıktır. İçinde olduğum andakine bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinim. Anlık özün aidiyet küresi işte budur. Bu anlamda ne iyi ne kötü vardır. Ama öte taraftan anlık hal her zaman bir kudret artışı veya azalışı kuşatır. Ve bu anlamda iyi ve kötü vardır. 

Nefret etmek; sizi bozmakla tehdit eden şeyi bozmak istemektir. Üzüntü nefret doğurur. Ama nefret sevinç de doğurur. Nefretin sevinçleri nelerdir? Kötü kalpliyseniz, kalbinizin üzüntü sevinçleri ile ferahlayacağına inanarak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Ama hareket noktanız üzüntü lekesi olarak kaldığı sürece sevinçleriniz hep telafi sevinci olarak kalacaktır. Nefret adamı, hınç adamı başta üzüntü tarafından zehirlenmiş kişidir. Sonuçta böyle bir kişi sevinçlerini üzüntüden başka şeyden türetemez hale gelir. Bunların hepsi acınacak sevinçlerdir. 

Rastlama, karşılaşma kavramlarına geri dönersek; pek görmek istemediğim biri odaya giriyor, kendi kendime diyorum ki yandık, bende bir tür kuşatma ortaya çıkıyor. Kudretimin bir kısmı bu nesnenin bana uymayan nesnenin üzerimdeki etkisiyle baş etmeye tahvil ediliyor, yatırılıyor, ayrılıyor. Şeyin üzerimdeki etkisini kuşatıyorum, kudretimin bir kısmını şeyin bende bıraktığı izi kuşatmaya hasrediyorum. Niçin? Kuşkusuz onu dışarıda bırakmak, belli bir mesafede tutmak, defetmek için. Sonuçta kudretim azalmış hareketsiz kılınmış, sabitlenmiştir. Bu az kudretim olduğu anlamına gelmez, ama etki ile eksilmektedir. Spinoza der ki, kayıp zaman gibi, bu durumda kudretimin belli bir kısmı sabitlenmiştir. Bu bir tür kasılma halidir, kudretin kasılıp, donup kalmasıdır; kötüye doğru gittiği ölçüde, zaman kaybı, kayıp zamandır. 

Sevinçle işler çok ilgi çekicidir. Spinoza’ nın sunduğu şekliyle sevinç deneyimi: Mesela bana uyan bir şeyle karşılaşıyorum. Sözgelimi müzik. İç burkucu sesler vardır. Her şeyi daha karışık hale getiren şey ise, bu iç burkucu sesleri harikulade ve ahenkli bulan insanların olmasıdır. Ama hayatın sevincini getiren de işte böyle bir şeydir; yani sevgi ve nefret bağıntıları… Çünkü bu iç burkucu sese karşı nefretim, bu sesi seven herkese yayılma eğilimi gösterir, onlar da iç burkar hale gelir. O zaman evime dönerim, bana meydan okuma gibi gelen bu sesler kulağımdadır. Tüm bağıntılarımı hakikaten bozan bu sesler kafama girer, karnıma girer… Kudretimin bir kısmı bana nüfuz eden bu sesleri uzak tutmaya çalışırken sessizliğe ulaşırım ve sevdiğim bir müziği koyarım; her şey değişir. Sevdiğim müzik nedir? Benim oranlarımla bileşebilen ses bağıntıları demektir. Ve düşünün ki, tam o anda pikabım bozuluyor, nefret ediyorum. 

Ama sevdiğim müziği dinlerken kudretim artıyor. Yani üzüntüdeki gibi kudretimin bir kısmı kasılmıyor. Çünkü bağıntılar birleştiğinde bağıntıları birleşen iki şey bir üst birey oluşturur, onları içine alan onları parçaları halinde kendinde bulunduran üçüncü bir birey. O zaman kudretimin artma ve genişleme halinde olduğunu söylerim. Bu örneklerin ele alınmasının sebebini Deleuze şöyle ifade eder: Nietzsche’nin affect dediği şey, Spinoza’nın affectus dediği şeyle tam tam aynıdır. İşte bu bakımdan Nietzsche tam bir Spinozacıdır, yani kudretin azalması ve artması bakımından. 

Üzüntü ekip biçen insanlar vardır. Öyle kudretsiz insanlardır ki, işte tehlikeli olanlar bunlardır. Gücü, iktidarı ele geçirirler ve devamı için üzüntüye ihtiyaç duyarlar. Kölelerden başkası üzerinde hakimiyet kuramazlar ve kölelik tam anlamıyla kudretin azalması rejimidir. Nefret edecek kimse bulamazsanız kendinizden nefret edin, üzüntüden geçmezseniz faydalı olamazsınız derler. Spinoza için bu lanet olası bir durumdur. 

Üzüntüler hep olacaktır. Mesele var olup olmamaları değil, mesele onlara verdiğimiz değerdir, onlara atfettiğimiz itibardır. O ölçüde sorunu kuşatmak için kudretinizden kaybedeceksinizdir. O halde mutlu bir sevgide, sevinçli bir aşkta ne olup biter? Burada ötekinin bağıntılarının azami çoğunluyla, kendi bağıntılarınızın azami çoğunluğunu birleştiriyorsunuz; cisimsel, algısal her türden. Ve icat etme hiçbir zaman durmaz, bizim bağıntılarımızdan meydana gelen üçüncü birey önceden yoktur, her seferinde yeniden icat ederim. Bu nedenle bağıntılara dair size uygun adam ya da kadını bulacak bilimsel bilgiye haiz değiliz. El yordamıyla ilerlenir, körlemesine. Bazen yürür bazen yürümez. Asla yürümeyeceğini söyleyen insanlar vardır, işte bunlar üzüntü insanlarıdır. 

Size uymayan bir şeyi hiçbir şekilde yapmayın. Bu yeni bir bulgu değildir, şunu yapmanız gerekir şeklinde bir ahlakçılık da değildir, herhangi bir şey yapmak gerekmiyor, kendi yolunu bulmak gerekiyor. Yani çekilmek değil, bir parçası olarak dahil olabileceğim daha üst bireylikleri icat etmem gerekiyor, çünkü bu bireylikler daha önceden yok. 

Öz ezeli- ebedidir. Siz bir kudret derecesisiniz. Yani, Tanrı kudretinden bir pay, parçasınız. Kudret niceliğine de her zaman YEĞİNLİK adı verilmiştir. “Kudret parçası” bir uzamlı parça değildir, açık bir şekilde bir yeğin parçadır. Biri ötekinin içinde ama merkezleri aynı olmayan iki çember gibi. 

Spinoza insanın doğasına ait hiçbir şey olmadığını düşünmektedir. O her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur. Ancak akıllı, özgür gibi şeylerin bir anlamı varsa bu ancak bir oluş sürecinin sonucudur. Bu daha şimdiden yepyeni bir durumdur. Dünyaya atılmış olmak tam anlamıyla her an beni çözüp dağıtabilecek bir şeyle karşılaşma riski taşımak demektir. 

Spinoza aforoz edilmiş bir yahudidir.Etik’in birinci kitabı, Tanrı’ya dair başlığını taşır. 

Ateizm bir bakıma hiçbir zaman dinin dışında olmamıştır: Ateizm din çalışan sanatçı kudretidir. Tanrıyla her şeye izin vardır. Felsefe için de aynı şeyin geçerli olduğuna dair kuvvetli bir hissim var. Filozoflar bize Tanrı’dan o kadar çok bahsettilerse, tabi ki iyi Hristiyanlar, inançlı kişiler olabilirler, bunun güçlü bir eğlenceli tarafı da olmalıdır. Bu inançsızlığın getirdiği bir eğlence değildir, yapmakta oldukları çalışmadan duydukları sevinçtir. Ve nasıl ki Tanrı ve İsa resim sanatının çizgileri renkleri ve hareketleri benzerlik zorlamasından özgürleştirmesi için olağanüstü vesileler oldularsa aynı şekilde felsefe için de Tanrı ve Tanrı teması, felsefede yaratımın nesnesi olan şeyi, yani kavramları, kendilerine dayatılan zorlamadan; yani kısaca söylersek şeylerin temsili olma zorlamasından özgürleştirmek için yeri doldurulmaz bir vesile olmuştur. Kavramın özgürleşmesi Tanrı düzeyinde olmuştur, çünkü artık herhangi bir şeyi temsil etmek görevi yoktur. 

Spinoza’nın Etik’in birinci kitabında Tanrı diye adlandırdığı şey dünyanın en tuhaf şeyi olacaktır. Tüm bu olanakların toplamını bir araya getirdiği ölçüde Tanrı kavramı olabilecektir. 

Etik, Deleuze’ ye göre spekülatif ya da teorik önerme adını verebileceğimiz büyük bir ilk önerme üzerine inşa edilmiştir: Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan bir töz vardır; yaratılmış denen şeyler de yaratılmış değildir; bu tözün tarzları veya var olma halidir. Demek ki tüm sıfatlara sahip ve ürünleri var olma tarzı veya hali olan tek bir töz var. Bunlar tüm sıfatlara sahip tözün var olma tarzıysa, bu tarz tözün sıfatlarında var olur, sıfatlarda bulunur. Bu sıfatlar arasında hiyerarşi de yoktur. 

“Aklın kılavuzluğunda yaşayan biri için acıma kendi başına kötü ve faydasızdır.” 

İyi bir toplum; insanın özünün içinde gerçekleşebileceği bir toplumdur, der. 

Klasik bilge neyi hedefler? Özün ne olduğunu belirlemeyi hedefler. Buradan tüm pratik görevler türeyecektir. İşte bilge kişinin siyasi hedefi budur. 

Spinoza, Hobbes’u çok okumuştur. Düşünce aleminde skandallar yaratan bir düşünürdür Hobbes. Şeyler özle tanımlanmaz, kudretle tanımlanır. Buna bağlı olarak doğal hak şeyin özüne uyan değil, şeyin yapabilecekleridir. Bir şeyin hayvan olsun, insan olsun, hakkı yapabileceği şeydir. Büyük balık küçük balığı yutar, bu onun hakkıdır. Aslında herkes bunu biliyordu ama söylemiyordu, Hobbes geldi ve bu önermeyi sesli söyledi. 

Sonuçta; varlıklar özleriyle değil kudretleriyle tanımlanır, formülüne ulaşırlar… 

Acımayla herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli halini görerek kederlenir. Bu kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlaki bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlak herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz daha güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması, onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? Komşusunun yardımına kadınsı bir acımayla, tarafgirlik veya hurafecilikle değil, yalnızca aklın kılavuzluğunda koşmak mümkündür. 

Her bireyin sonsuz sayıda uzamlı parçası vardır. Yani bileşik olmayan birey yoktur. Basit bir birey Spinoza için tümüyle anlamdan yoksun bir mefhumdur. 

Bu noktada Gueroult’ la beraber bazı farklar belirtseler de insanın uzamlı parçaları arasında diferansiyel bağıntı olduğunu vurgularlar. 17. yy. ikinci yarısında bir çok filozof bu noktadaydı ve çoğu da felsefe yanında birer matematik bilginiydi. 

Ölmek; artık parçalarım yok demektir ve bu sıkıcı bir şeydir. Bana ait olan parçalar artık bana ait olmaktan çıkar. Kurtları besler, böylece başka bir bağıntıya girer. Zaten tüm parçalar öze aittir. Ölümle etkili kılınan şey bağıntının etkili kılınmasıdır, kendisi değil. 

Spinoza soruyu o kadar açık ve kesin bir şekilde sordurur ki, kendi kendimize işte cevap bu deriz ve cevabı gerçekten bulmuş olduğumuz izlenimine kapılırız. Size bu izlenimi verenler yalnızca büyük yazarlardır. Her şeyi tamamladıkları zaman dururlar, ama hayır, söylemeden bıraktıkları küçük bir şey vardır. Onu bulmak durumundasınızdır ve kendinize şunu dersiniz: Bulmak durumundaydım, buldum. 

Spinoza bir pozitivisttir, çünkü ifadeyle işareti karşı karşıya getirir. 

Spinoza TANRIBİLİMSEL SİYASİ ÇALIŞMASI’ nın çok güzel bir sayfasında şöyle ifade ediyor: Hiçbir zamana devredilemeyecek tek bir özgürlük vardır, o da düşünme özgürlüğüdür. Eğer sembolik bir alan varsa bu buyruğun, emrin ve boyun eğişin alanıdır. Bu işaretlerin alanıdır. Bilginin alanı bağıntıların, başka bir deyişle teksesli ifadelerin alanıdır. 

Her yazarı, düşünürü kendi kaleminden okumak önemlidir. Umarım bu çalışma Spinoza hakkında az çok bir fikir vermiştir . Umarım, bizi filozofun dünyasına taşıyacak bir köprü olmayı başararak, hakikati arama yolculuğunda sorularımıza ve cevaplarımıza bir ışık olur. 

Handan Kılıç

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...