küçürek öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
küçürek öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Orta/la

 


Yıllar önce çocuklara çip niyetine akıllı saat alınıp takma rahatlığı yokken kalabalık yerlerde gezmekten korkardım çünkü oğlum el tutmayı sevmezdi. Bağımsız, özgür birey yetiştirecektik ne de olsa zorlamadık. Haliyle muradımıza erdik ama şimdi yüzüne hasret kaldık. O vakitler de şimdi de bir dakika yerinde durmazdı. Nereye koşar belli değil ama hep bir hareket… O yorulmazdı ama biz enerjisine yetişmekte zorlanırdık. “Üç çocuğa bedeldin, ondan tek kaldın.” dediğimde kızıyor ama kendine benzeyen evladı olmadan anlamıyor kimse anne babanın çektiklerini.

Ben hep uslu tabir edilen çocuklardandım, babası da öyleymiş. İkimiz de bir yerimizi bırak kırıp dökmeyi dizimizi morartmadan büyümüşüz. Okumayı öğrenince de köşemize çekilip kitapları seçmişiz ama bizim oğlan hepsini yapardı. Böyle olunca da insan endişe ediyor. Aman kaybolmasın diye bütün kotların, salopetlerin cebinde anne, baba adı ve telefonları olan kağıtlar olurdu. Tembihlerdik evden çıkmadan, bizi bulamazsan bunu sadece güvenlik görevlilerine göstereceksin derdik. Çok şükür gerekmedi ama her çamaşır öncesi çıkarıp ütü sonrası yerleştirirdim o kağıtları. Arada yenilerdim. İnsanın vakti de sabrı da daha mı çok oluyormuş eskiden? Şimdi her şey kolay takıyorlar saati çocuğun koluna sinyal alıp neredesin diye de soruyorlar.

Aradan geçen on dört on beş seneye rağmen çocukların kaçma seremonisinde değişen bir şey yok. Apartmanlarda büyütüldüklerinden belki de semerinden boşanırcasına koşuyorlar dışarı çıkınca. Ben tek çocuğun hakkından gelemezken kardeşim, annemlerin de katkılarıyla tabi üç oğlanla uğraşıyor. Gerçi onlarda sadece ortanca yaramaz, annesine ve babasına çekmiş, onlar da ortanca. Diğer iki yeğenim de herhalde bana çekti ki hep sakin çocuklardı. “Zeki çocuk hareketli olur” klişesini yıktı büyük olan. Matematikte dünya ikinciliği aldı ama bebekken de şimdi de sakin bir çocuktu. Lakin ortanca fırtına. Geçen İstanbul’a gelen misafirlerini gezdirirlerken kalabalıklara karışmış, bütün aile onu aramış. Tabi bunu çoğu zaman bilinçli yapar ortancalar. Saklanayım bakalım fark edecekler mi merakından vardır böyle çılgınlıkları, görün beni çabaları. Tek çocuk zaten odakta, büyük çocuk diğerlerine göz kulak olur, küçük küçük olduğundan göz önündedir ama ortancalar hep daha kolay arazi olurlar. Büyüdüklerinde bu avantajdır kimse onlara bulaşmaz, onlar da tavşan boku gibi yaşarlar. Başka yerde sosyal olsalar da evde böyle hep olayların arasından sıyrılırlar.

Biz böyle konuşurken duyan yeğenim “Teyze tavşan boku ne demek ” dedi.

“Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insanlar için kullanılan bir deyim, hiç görmedim adı anılanı ama kokmaz, bulaşmazmış” dedim. Sonra ekledim “öyle çok insan tanıdım.” Baktım ki tabletine dönmüş, uzatmadım kendi kendime konuşmayı, sosyal medyadan da yaparım yahu deyip sustum. Ben de telefonumu çıkardım çantadan.

İki hafta geçmişti ki bu konuşmanın üzerinden sinemaki de diyebileceğim eski bir arkadaş çıktı karşıma. Doğum günümdü ya kutladı. Yıllardır aklı neredeydi bilmem, hem kaç zamandır bir beğeni bile yapmıyordu paylaşımlarıma. Cemaziyülevvel de bir vakit takibe almış ama ne haber bile demeyince geldi röntgenci diye iç geçirmiştim. Yine de ilkelerim gereği takibe takip atmıştım. Ne bekletti gizli hesabına kabul için beni. Telefon çaldıktan sonra daha bir dakika geçmeden geri döndüğünde açmayan insanlarla böyle kendisi takip edip geri takip isteğini haftalarca kabul etmeyen insanlara ifrit oluyorum. Elinde işte telefon, niye görmedi numaraları yapıyorsun. Aklınca ağırdan alacak, geçti artık öyle ağırmış hafifmiş halleri. Buradaysan ve elindeyse telefon yanıtla arkadaş. Ben takip etmedim ki seni, gelen sen, arayan sen ve dakikasında cevap vermeyen yine sen. Neyse bir zaman sonra gördük gizleyip sakladığı hesabını. Çok da matah değilmiş üç beş uyduruk foto koymuş ne ortalamış ne ışığa dikkat etmiş. Sorsan her şeyi bilir. Fotoğraf sanatçısıyım diye diye gezer elinde telefon parkta çiçek böcek çeker. İyi insan işte, andık geldi yeni post. Bak sen son fotoda ne var, torununa o da akıllı saat almış. Ne yazmış altına son turfandama son moda, etiket oğlum. Allah Allah kaç yaşında doğurdu bunu yakın gözlüğü ile okurken çocuk mu oluyormuş. Kaybolmaz artık senin torun da pardon oğlun desem bizim oğlandan yeğenden bahsetsem. Yok yok hiç uğraşamam şimdi. Onun gibi yapalım görüp görmezden gelelim, o kalbe basmayalım ki kendini bir şey sanmasın. İncilerimiz bizde kalsın. Gün gelir dizdirir, takarız boynumuza. Ah ah, içimizde tuttuklarımız yüktür sevgi de nefret de bunu biliyoruz da sonra şikayet ediyoruz hastalandıkça, sanki dünya sırtımızda.

Handan Kılıç

17 Şubat 2022

 

 

Yaza Düğün Var

 Hanımefendi camı diyorum, açar mısınız?

İyi çalışmalar, buyrun memur bey!

Kimlik numaranızı söyler misiniz.

150…

Biraz yavaş, tamam.

Hayırdır bir durum mu var?

Yok yok, rutin kontrol.

Bizi de kontrol edecek misiniz memur bey?

İstiyorsanız edelim söyleyin TCinizi

142

Bir de ehliyetinize bakalım hanımefendi,

Arabayı ben kullanıyorum, onunkine neden bakıyorsunuz ki?

Ooo Ankara mı? İlk görev yerimdi Kalecik. Sonra merkez. Doğu derken şükür memlekete döndük.

Hayırlı olsun memur bey de rutine dönsek.

Fethiye karışma istersen!

Seval Hanım siz nerelisiniz. İnstagram kullanıyor musunuz?

Memur bey işimiz bittiyse mesai saati bitmeden yetişmem gereken bir yer var da…

Ya dursana Fethiye memur beye eksik bilgi vermeyelim. Seval alt çizgi sev sev

Seval, işim var sonra ekleşirsiniz, kolay gelsin memur bey.

Ekledim Seval hanım, görüşürüz.

Tövbe tövbe Seval, cidden ilginçsin.

Ya adam sana sorarken bile gözü bendeydi yavaşladın ya karşıdan gördü beni, ondan çekti kenara. Diğer memur daha yakındı koşa koşa kendi geldi. Neden acele edip bahtımı kapatıyorsun? Otuz yaşındayım ve kapımda sıra yok, ekledim vallahi yakışıklı adamdı, hem işi de sağlam bak, seni bile mum etti karşısında.

Valla haklı Fethiye Abla. Ben durduğundan beri adamı izliyorum arkaya da uzattı kafayı bana da baktı güya da gözü Seval’deydi.

Ekledi bile kızlar, hadi hayırlısı bu yaza düğün var.

Handan Kılıç

#handankılıc

16 Aralık 2021


Bir Niyet Bir Diyet

Niyeti bozdum, tabi diyeti de. Vicdan azabı duyuyorum şimdi ama iş işten geçti. Yarın doktorum aradığında ne diyeceğim bilmiyorum. Belki aramaz hem bayramda mesai yapacak değil ya! 

Zaten pilav üstü dönere de hayır denmez. Hem ne kadar zaman oldu ağzıma sürmeyeli, düşüneyim bakayım, neredeyse bir aydır pilav yememiştim. Zaten birkaç kaşık yedim çok değil hem üzerine soda da içtim eritir. Bizim bey yemekten sonra soda içince üzerine bir porsiyon daha yiyor. Hiç de kilo almıyor. Hep söylerim dünya adil bir yer değil işte, adalet olsa canımızı yiyenler yediklerimizi de eritirdi değil mi? Ama nerde bir gamsız var midesi sırtında. 

AŞK, DAİMA!

Düşüncelerimden sıyrılamadığım bir gündü. Kendimi dışarı attım. Yürümeye başladım. Yüzümde aşkın sıcaklığından yayılan bir gülümseme vardı. Epey tur attıktan sonra parkurun ilerisindeki kaldırımda onu gördüm. Önce yok, benzettim falan dedim. Sırt çantamdan kitabı çıkarıp baktım. Kesinlikle oydu. Aynı anlatıldığı kadar canlı bir kadın. Adımlarımı hızlandırdım. Seslendim. Önce duymadı. Biraz yaklaşınca omzuna dokundum. Heyecanla konuştum:    

“Ella selam. Seni görmek ne güzel! Yıllar önce beni sarsan bir romanın karakterisin. Okuduğum kitaplar arasında hayranlık duyduğum böylesi güçlü bir kadınla yol ortasında karşılaşmak heyecanlandırdı doğrusu”

Önce durdu, baktı ve gülümsedi:

“Selam, demek bir okursun. Beni kâğıt üstünde kalmaktan kurtaran, yaşadığımı fark ettiren kahramanlardan. Peki söyle bakalım nasıl sarstım seni?”

“Cesaretin ve çevikliğinle, şansların, şansızlıklarınla…”

“Bunlar hepimizin hayatında olan şeyler değil mi? Şimdi sen kendi hayatından anekdotlar anlatsan kim bilir ne çok zaferin vardır beni sarsacak. Kendine haksızlık etme. Bu dünyada kadın olarak ayakta kalmaya çalışırken güçleniyoruz hepimiz”

“Orası öyle, var olduğumuz bir yerde bir de bunu ispatlamamız isteniyor. Teşekkür ederim hatırlattığın için. Ayrıca bu kadar mütevazi olman şahane, muhtemelen aşık ve mutlu olmanın sana verdiği güzelliklerden tevazu. Elbette yaptıklarım var ama galiba insanın aklı hep yapamadıklarında kalıyor.”

“Onun için dene, yapamazsan da pişmanlığın bu olsun diyorlar.”

“Kesinlikle haklısın, deniyorum elimden geldiğince.”

“En çok neden etkilendin peki kitapta?”

“Sıkıştığın yerden, konfor alanından çıkma cesaretinden, her şeyi arkana alıp ilerleme kararlılığından, yıllarca kurmak için uğraştığın kaleyi, evini, çocuklarını, emeğini, yirmi yıl hatasıyla günahıyla kabul verdiğin insanı bırakıp hiç bilmediğin bir yerde hiç tanımadığın birinin peşinde bir maceraya atılmak seçimlerinden. Düşününce akıl karı değil.”

Ella güldü, koluma girdi. Az önce yürüdüğüm parkı işaret ederek “Oturalım” dedi. “Mevzu derin”

Oturduk gözlerine baktım. Huzuru, sükûneti gördüm.

“Çok güzelsin. Farkında mısın?” dedim.

Elimi tuttu. İki avucunun arasına alıp konuşmaya başladı. Sıcacıktı.

“İşte bunlar hep aşkın marifeti sevgili okur. Meşhur Kırk Kuraldan beşincisi der ki;

“Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır, akıl temkinlidir, korka korka atar adımlarını, aman, sakın kendini, diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği bırak kendini koy gitsin” Aziz Zahra, aşkım yani, “Akılcı kararlarla planlar yaparak hayatımızın akışını denetleyebileceğimizi zannediyoruz, oysa balık yüzdüğü okyanusu denetleyebilir mi?” demişti bir keresinde. Bu söz hep kulağımda.”

Başımı salladım. Akışına engel olduğum yaşlar süzülürken cevap verdim:    

“Çok doğru söylemiş, zaten onun için çok etkilendim. İlk okumamdan on iki yıl sonra bir başka şey ararken kitaplıkta gözüme çarptı AŞK. O hislerle elime aldım. Kalbime değen, altını çizdiğim satırlarda dolaştım. Geçen zamanı düşündüm. Satırlardan akan yalnızlığı, aşkı, teslimiyeti, ilmek ilmek işlenmiş bir kitabın tüm eleştirilere rağmen okurunu bulma şansını… Sana garip gelebilir belki ama erkeklerin elinde pembe bir kitap taşımaya utandığı bu ülkede aynı kitap bir de gri kapakla basıldı. Her şeye rağmen pembesini okuyan erkekler de oldu tabi.”

“Gerçekten mi, şaşırdım bu cinsiyetçiliğe!”

“Ah o dediğin mevzu aşktan bile derin, sürekli kanayan bir yara, şaşıracağın çok şey var bizim buralarda da aşka dönelim yine? Adeta susuz kalmışçasına insanlar kitabın peşine düştü. Burası aşklarını acısıyla harmanlayanların topraklarıydı. Kavuşulan aşkların güzelliğini, kitaplardan okuyanların… Dizilerden izleyenlerin. Uzun sözün kısası aşkın büyüsüne kapılmış her insanın şanslı olduğunu düşünüyorum. Hele de kendini teslim ettiğin akışın sahibi seni atmosferi sevda olan bir dünyaya bir el uzatışla alıp aşkla nefeslendiriyorsa. Kendisi de baştan başa aşk olan bir adamsa, Aziz Zahara gibi.”

“Herkesin karşısına bir kere olsun bu şans çıkmaz mı sevgili okur?”

“Bilmem. Çıkar herhalde ama anlayana kadar iş işten geçebilir çoğu insan için. Şanslısın dediğim konu şu: Düşünsene ya Oblomov olsaydı karşındaki? Aşkı, tutkuyu bilen ama yataktan bir türlü kalkamayan, her şeyi erteleyen, dur bakalım ne olacak diyerek hareketsiz kalan, yaşam alameti, kalp çarpıntılarını hissedince daha da yavaşlayıp saklandığı köşede geçmesini bekleyen Oblomov’un yaptığını yapsaydı sana Aziz Zahara, sen de muhteşem bir dille yazılmış ve çevrilmiş bir Rus romanının tanrı anlatıcısından, yani bir nevi yazar Gonçarov’dan aşka, dostluğa dair nutuklar dinlerdin. Doğulu toplumları anlayamaz, neden bunca cesaretsiz bu adam der, şaşırırdın. Olga gibi acı çeker aşktan ümidi keserdin. Şanslıymışsın Ella, doğru ülkede, doğru romanda doğru adamla atılmışsın maceraya.”

Başını salladı, “Oblomov kim bilmiyorum. Ama feci halde konfor alanına sıkışmış biri olmalı. Ben hep hareket halindeydim. Evde hiçbir şey yapmadığımın düşünüldüğü zamanda bile öyle çok şey yapıyordum ki çevremdekiler için, çok şükür sonunda atikliğimin ödülü oldu Zahara”

“Ne mutlu sana, kalbe değen bir aşk, hele de seninki gibi karşılıklı olanı yazılmış bahtına. Böylesi aşk bahardır ruha. Biz ediyoruz, sen de teşekkür et, seni aşkla buluşturan Elif Şafak’a.” deyince ellerini kalbinin üzerinde birleştirdi. Gözlerini kapatıp şükretti. Sonra sıkıca tuttu ellerimi.

“Seni tanımak güzeldi. Bizim buralarda “Kalbinin ekmeğini yemek” diye bir deyim vardır. Seninki o hesap. Aşk eksilmesin kalplerimizden” dedim.

Kalktı, sarıldık. Arkasından uzun uzun baktım. Banka tekrar oturup yıllar sonra Aşk’ın sayfalarını çevirmeye devam ettim.

Handan Kılıç

10/10/2021

İzmir


*Görseldeki mandalanın çizimi bana aittir.

ÇENGEL

 




Uyuya kaldığı kanepeden ani bir sıçrayışla kalktı. Kâbus mu gördüm, yoksa bu iç sıkıntısının yansımaları bu hal diye düşündü, karar veremedi. Bir süredir misafir kaldığı eve yabancılığını atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp ferahlamak için banyoya girdi. Dolabı açtığında gördü onu. Biraz çekinerek de olsa eline aldı. İki ucundaki sivri çengelleri görür görmez irkildi. Tıpkı o günlerdeki gibi acımıştı canı. Sonra bir karışlık lastikten mi korkacağım diyerek eline aldı. Usulca dağınık saçlarını topladı. Lastik eskidiğinden mi, yoksa saçları yıllar yılı talimli olduğu için mi canı o kadar acımamıştı. Sonra çok sıkmadığını fark etti.


Aynaya baktı. Hala iyi sonuç veriyor, sıksa da güzel gösteriyor diye düşünüp gülümsedi. Sıkılmak istemiyorum dedi bedeni. Güzel olmak için bile olsa sıkılmak istemiyorum. Aynada sıkılan ruhunu izledi.
Artık bedenine sığmayan, neredeyse onu patlatacak kadar şişiren iç sıkıntısını bir ah çekip karşıki dağlara göndermek istedi. Neden onların taşıyamadığı bu yük üzerimde diye düşündü. Saçına sapladığı çengeli çıkarırken ruhumu kanatan diğer ucu bir dağcı edasıyla zihninin labirentlerine attı. İnsan olmak şereftir diye mırıldanan aklıyla dalga geçen kalbi, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dedi.


Siyah lastiği çıkarıp aldığı yere bırakırken aynaya doğru yaklaştı, gözbebeklerine odaklandı. “Sıkma canını” diyecek o şefkat dolu silueti ararken “Sıkı can kolay çıkmaz” diyen annesi belirdi. Giderek ona benziyorum, tıpkı onun gibi sığmıyor artık içime attıklarım, bir büyük bedenini almalıyım kendimin, diyerek banyodan çıktı.


Işığı söndürürken içine sığamadığı ve üşüyen bedenini battaniyenin altına sürükledi. Şimdi, gözlerinden süzülen damlanın içine sığan ruhu ile bedenini terk edip görmek istediği rüyanın içine kendini bırakma vaktiydi. O esnada kalbindeki çengelleri fark etti. Çekip çıkarırken canı yandı, hisleri ortaya saçıldı.
Uykuya dalarken usulca saçlarını okşayan o eli hissetti: “Sıkma canını, her şey olacağına varır” dediğini duyunca başını yastıktan kaldırıp yüzüne baktı gülümserken gözlerini kapadı.


KUYU


Kuyuya düşmekle atılmak başta farklı gibi görünse de mücadele etmek zorunda olduğun şeyler aynıdır. Diplerden yukarıya tırmanmanın yolunu aşağıdaki su kaynağında boğulmadan bulman gerekir mesela.

Karanlıkta yanından geçen hatta seni ısıran hayvanlardan korkmaman, tutunacak bir dal bulman da şart. Bir destek gelene kadar sesini duyuracak kadar bilincin açık olacağı şekilde durmak da gerekir.

Yardım hiç gelmeyebilir, hatta kuyunun başına korkacağım başka hayvanlar gelip hayatını da tehdit edebilir.

Dibi karanlık bir bilinmezlik, yukarısı belirsizlikle doludur kuyunun.

Hak etmemişsindir oraya itilmeyi, düşmeği, düşürülmeyi, atılmayı, çıkartılmamayı.

Kimse hak etmez ama bunun da önemi yoktur. Hayat o kuyunun dışında başlar kimi zaman avare koşarken kimi zaman bir tehlikeden kaçarken kimi zaman meraktan o kuyuya girilmesi ile devam eder.

Gözleri karanlığa alışınca kuyunun ağzındaki o ışığın uzak olduğunu anlarsın. Her gün ölüme biraz daha yaklaştığını görürsün dolayısıyla günü gelip çıksan bile bir şeylerin aynı kalmadığını fark edersin. Her şey değişmiştir herkes gitmiştir senin de kuyudan önce hayallerim dediğin isteklerin seni terk etmiş, heveslerin dünyanın öbür ucuna gitmişçesine uzaklaşmıştır.

Hasılı kelam kuyuya düşsen de atılsan da kuyu seni çalar.


HANDAN KILIÇ

YAMUK


Deniz kenarında dolaşıyorlardı, kırmızı yeşil taşları topladı, en güzel şekilde olan, pürüzsüzleri aradı. Arkadaşı yamuk yılık delik bir sürü taş toplamıştı, şaşırdı. “İşini iyi yapsana, yamuk bunlar” diye çıkıştı. “Ben renklere baktım sadece. Işıl Işıllar, şekillerine bakmak hiç aklıma gelmedi” yanıtı gelince ağız burun büktü.

“Babam” dedi, “Babam yamuk şeyleri istemez. Annem de düzgün olmayan taşları götürürsem “Bunu mu buldun?” diye söylenir. Düzgün olmalı her şey” deyince arkadaşı boş boş bakıp sonra umursamadan taş toplamaya devam etti. O ise sanki dünyayı düzeltmeye gelmişti. Koca bir sahili yürüdüler. Yeni bir taş daha ekleyemedi. Elinde üç güzel taşı varken arkadaşı ona göre bir torba çerçöp toplamış “Ganimetlerim işte!” diye sevinçle annesine seslenmişti.

Annesi daha taşları bile görmeden “Aferin kızıma” dedi. O da kendi elindekileri gösterdi. “Seninkiler de güzelmiş, niye bu kadar az?” deyince annelerin hep bir niyesi var işte diye sevinirken “Sana ne, ben böyle istedim” demek geçti içinden ama “Bu kadarını buldum” diye eksiklendi. Öyle ki, konuşurken sesi bile çıkmamıştı.

 

Zaten soran teyze de çoktan kendi işine dönmüş arkadaşının getirdiği taşları bahçenin bir köşesine atmıştı. Çocuk da çoktan başka bir oyuna geçmişti. O ise hala elindeki üç düzgün taşa bakıyor “Neden bu kadar az topladım?” diye düşünüyordu.

Handan Kılıç

Yeşil Ojeli Kız


Yemyeşil gözleri var onun, benim de yeşil ojelerim işte. Biraz yıprandı belki ama yine sürerim. Elim sudan çıkmıyor ki; beş kardeşin çamaşırı, bulaşığı hep bana bakıyor. Annemle babam tekstil atölyesinde çalışıyor.

Durun durun en iyisi her şeyi baştan anlatayım; biz şanslıyız. Ailecek geldik buraya. İlk kez denizi gördüm, gökyüzü kadar genişti. Daracık karanlık bir mağaradan çıkmış gibiydim. Yıkıntılar arasından da sağ salim çıkabildik. Ama babam hapis bile yattı yıllarca. Sonra olaylar iyice karıştı tabi hapishaneler de. Tam bırakmışlardı ki, tekrar alacaklarını öğrenmiş babam, “Gidiyoruz” dedi. İki katlı bahçeli bir evimiz vardı. Annem en küçük kardeşime hamileydi. Ben de ilkokula gidiyordum. Hiçbir şey alamadık yanımıza. Sevdiğim defterlerim, renkli kalemlerim, kıyafetlerim hep Suriye’de kaldı. Cebime bir oyuncak bari alayım diye avucumun içine sığacak bir şey arıyordum ki halamın bizde unuttuğu o küçük cam şişeyi gördüm. Hemen alıp cebime koydum. Bir kere bana sürmüştü. Öğretmendi halam. Ben süslenmeyi severdim, annem de hiç sevmez, takıları, süsleri hiç yoktur, erkek gibidir annem. “Kız halaya çekermiş” diyerek burun kıvırırdı ojelerime ama ben halamın küpelerini, yüzüklerini de merakla süzerdim. Ne güzeldi! Halam da yeşil gözlüydü. Onun gibi. Şimdi öldü halam, bizimle gelmedi. Sevdiği vardı. Sonra dediler, siz gidin biz geleceğiz, gelemediler. Saldırının olduğu gece nişan varmış, Hiç ayrılmamaya söz verip yüzükleri takmışlar.  Sonra büyük bir gürültü, kargaşa. Her yeri saran toz duman dağıldıktan sonra bir de bakmışlar ki halam ve sevdiği el ele göçmüşler. İşte o zaman evden getirdiğim o oje kıymete bindi, gıdım gıdım sürüyordum, halamı çok özlüyordum.

Onunla ilk karşılaştığımız da “Ojelerin ne güzel” demişti ben de nasıl cesaret ettim bilmiyorum ama “Senin de gözlerin” deyivermiştim. Sadece abisi var burada, ailesinden geri kalan herkes ölmüş. Çok zor günler geçirmiş. Babamla aynı tekstil atölyesinde çalışıyormuş. Bir gün babam telefonunu düşürmüş, benimki görmüş almış. Peşinden koşmuş babamın ama dolmuşa binince yetişememiş. Sormuş soruşturmuş, evi öğrenmiş. O akşam annemle babam bir akrabaya gitmişti. Kapıyı onlar geldi diye sormadan açtım, karşımdaydı: Halamın su yeşili gözleri. Daha görür görmez içime ateş düştü. Sonraki gün bu sokaktan geçti defalarca. Demek o da yandı bana. Çocukları hazırlayıp çıkardım hemen parka. Çekirdek alıp yanımıza geldi, çitledik. Çocuklara da şeker getirmiş. “Çiğdem” diyorlarmış burada dedi. “Çiçekmiş çiğdem, ince, narin. Sen de çiçek gibisin, ellerin gövden, parmakların yaprakların. Çiğ damlası gibi yeşil ojelerin.” Kırık parmağımı saklarken tutuverdi elimi, titredim. “Çok güzelsin” dedi ya sabahı zor ettim. Çocuklara birkaç lokma yedirip “Gelirim” dediği öğle saatinde yine gittim parka. Bu sefer halamın küpeleri ve bir yüzüğü de vardı elimde. Annem evde olmayınca süslenmiştim kendimce. Görür görmez fark etti. “İncecik bedenin gibi sallanıyor küpelerin” deyince “Şair misin sen, kitap gibi konuşuyorsun” diye sordum. “Şair yaptı güzelliğin beni” deyince sırtımdan kanatlar çıkmış da gökte süzülüyorum gibi hissettim. Gülerken kapadım ağzımı. 

Madem şair, göz dili bilir değil mi?

Handan Kılıç 

Medıum.com dan okumak için tıklayınız.

 

Birden Geldin Yanıma


 Kalabalıktan sıyrılıp üzerimdeki tesirlerini silkeledikten sonra sığındım sana.


Yeşil gözlerindeki masumiyet, küçük bedeninin içinde atan kalbini hissettiğim o ilk an, daha da derinleşmişti. 


İçimden “Bırakma beni” dedim, küçük patilerinden öperken. 


Sarıldım sıkıca, yerleştin boynuma, o en mahrem alanıma, hayatıma. 


Sütünü ellerimle içirdim, annenin gittiği günden sonra seni evlat belledim.


Kimsenin kapımı çalmadığı günlerde pencerenin kenarına geçip beraberce izliyoruz ya dünyayı; herkese meydan okuyacak cesareti buluyorum seninle. 


Beraber kaç kaplan gücündeyiz görsene. 


Eskiden çalmayan telefondan kapıya, cevapsız aramaya dönmeyen kaygısızdan iki satır mektupla hatır sormayan vefasızlara içerlerdim. Beklettiğin kadar bekleyesin, istediğin cevapları alamayasın diye ilenirdim. 


Sonra sen geldin, herkesi sildin; sevdim, sevildim. 


Cevaplarımı aldım hayattan, soru kağıdımı iade ettim. 


#handankılıc 


29/06/2021 

İzmir

İlla Kırmızı


 "Gülçin bando takımına katıldı, ben de katılmak istiyorum baba"

 "Ne bandosu, masraf çıkarma şimdi. Her hafta bir şey istiyorsun bak çarşıya gittim o istediğin kalem kutularından aldım; hani basmalı seviyorum dedin ya şuradan silgi çıkıyor, buraya basıyorsun kalemtraş, süper değil mi hem rengi de pembe."

"Ben kırmızı seviyorum ki, neden pembe aldın? Baba çaldıkları trampet bile kırmızı, ceketleriyle takım, lütfen ben de bando takımına katılmak istiyorum."

 "Kaç paraymış?"

 "Yüz elli bin lira, bütün kıyafetler dahil. Bir de her gün stada çalışmaya gideceğimiz için  izin kağıdı istedi öğretmen."

"Parası neyse de bak derslerden kalacaksın. Habire prova var diye çağıracaklar dersten, yağmurda, çamurda, güneşin altında saatlerce bekletecekler. Ben bir sene katılmıştım, nefret ettim, dersleri kaçırdım diye de çok üzüldüm."

 "Ben üzülmem, ikisini de yaparım. Lütfen izin kağıdını imzala"

 "Al imzaladım"

 "Bir de para"

 "Tamam tamam al, git bando takımına gir bakalım da gör gününü, yoruldum, hasta oldum diye gelme sonra bana bozuşuruz bak. Sen istedin madem, bedellerini de sen ödeyeceksin"

"Tamam baba çok sağ ol, seni çok seviyorum" diyerek boynuna sarıldı Pelin.

 Fazıl,

"Ben de seni yavrum, ben de seni çok seviyorum" diyerek karşılık verdi.

Bir hafta sonraydı. Fazıl işten geldiğinde içeriden gelen ağlama sesini duyunca karısına sordu. Salatanın yeşilliklerini doğrayan kadın, "Telefon et, sor öğretmenine yarın, geldiğinden beri ağlıyor, beni de sokmadı odaya."

 "Ne telefonu yahu, anlatır kızım bana" diyerek odasına doğru gitti.

 "Pelin yatağa yüzüstü uzanmış hala ağlıyordu. Fazıl yanına oturup saçlarını okşayarak "Ne oldu benim yavruma" diye sordu.

Pelin burnunu çekerek babasına baktı ve daha fazla ağlamaya başladı.

 "Yavrum, korkutma beni, ne oldu diyorum, anlatır mısın" dedi.

 Pelin’in gözlerini elleriyle silip saçlarını okşadı.

 Pelin iri siyah gözlerini açıp "Beni bando takımından çıkardılar" deyiverdi.

 "Nedenmiş o?"

"Trampeti ritmine uygun çalamıyormuşum. Kortejin arkasında, dümdüz yürüyen gruba alacaklarmış beni. Bando takımı gibi üniformalarımız olmayacak, normal önlüğümüzü giyeceğiz."

"Aman Pelin, üzüldüğün şeye bak. Ne güzel işte bütün gün gürültü çekmeyeceksin, inan kafan şişerdi. Elini kolunu sallayıp yürüyeceksin, mis gibi işte, biliyor musun, ben de en önde yürürdüm, bayrakla hem de. Çünkü en az provayı yürüyüş için yapıyorlar, derslerini de kaçırmıyorsun. Çok iyi olmuş, sevin bence"

"Gülçin havasını atıyor ama. Yan sınıftan Şerif diye bir çocuk var, onu da çıkardı öğretmen. İkimiz bugün provadan beraberce sınıflarımıza döndük. O da çok üzgündü"

"İşte güzelce dersinizi dinlersiniz, bayramda da yürüdünüz mü mis gibi. Hatta sizi izlemeye geleceğiz ya, Şerif'le seni kafamızı şişirmediğiniz için ayrıca ödüllendireceğim. Hadi gel içeri, dondurma aldım, hem de kırmızı meyveli. Pelin yatağından hızlıca kalktı, babasına sarıldı: "Yaşasın, bana külaha koyacaksınız ama" diyerek elini tuttu. Babası pembe kalem kutuyu da kırmızı ile değiştirmişti. Ama asıl sürprizinin kırmızı rugan ayakkabılar olduğunu görünce havalara uçtu, Pelin, babasının kollarına konarak durdu. 

Handan Kılıç

23/Nisan/2021

İzmir

Sanatsa Sanat

 


“Meliha, ben kanun olmak istemiyorum seninkiyle değişelim mi?”

“Tamam Fikret benim için fark etmez, sanat senin olsun ama öğretmenimize soralım mı?”

“Sormayalım bence, her şeyi sormaya gerek yok. Hem hayır derse ne yapacağız? Bak şimdi onun defterindeki isimlerimizi teneffüste iken değiştirelim bitsin gitsin. İki sınıfın listesi var ya, aklında değildir kiminki neydi diye, anlamaz bile. Silgin vardı ya senin hani bir tarafı tükenmezi de silen, yanında mı?”

“Evet, kalem kutumda.”

“Tamam. Hadi koşup sınıfa gidelim. Fethiye Öğretmen üçlerin provasına gidecekti, uğramaz şimdi buraya ama sen yine de kapıda dur. Ben silgiyi alırım kalem kutundan. Birisi gelecek olursa hemen bana seslen bak.”

Fikret sınıfa girdi. Önce silgiyi sonra öğretmenin defterindeki listeyi buldu. Sekizinci sıradaki adını kanunun yanından sildi, Meliha diye yazdı. Sanat nerede diye ararken kapı açıldı. Meliha telaşla “Geliyor, geliyor” diyebildi.

Fikret yazısını öğretmeninkine benzetmeye uğraştı ama aceleden tam olarak beceremedi. Hızla sırasına doğru geçmeye çalışırken ayağı masanın kenarında duran kutuya çarptı. Dün sınıfın camları için getirilen gri boyanın kalan kısmı yere döküldü ama bozuntuya vermedi.

Meliha da sırasına geçmiş oturmuştu.

Fethiye Hoca, sınıfta onları görünce şaşırarak “Teneffüste ne yapıyorsunuz burada, çıkıp oynasanız ya bahçede” deyiverdi.

Meliha kekelerken Fikret araya girerek “Öğretmenim arkadaşım nöbetçiydi sınıfı havalandırması gerekiyordu ama karnı ağrıdığı için ona yardım ediyordum” derken Meliha karnını tutmaya başladı.

O sırada Fethiye Öğretmen dökülen boyayı fark etti: “Karın ağrısının sebebi belli, peki bu hanginizin eseri?” diye sordu. İkisi de susuyordu. “Şimdi hep beraber gidiyoruz müdürün yanına! Hesabınızı ona verin, cezanızı kessin. Ben de telefonla ikinizin babasını da arayacağım. Hem boyanın parasını isteyeceğim hem de kim yapmış öğrensinler bakalım, görürsünüz siz. Düşün önüme” diyerek sınıftan çıkardı. Meliha ağlarken Fikret “Bir şey yapmadık biz, çok azdı ki dökülen boya, en fazla iki günlük harçlığımızı keserler, söz ben sana bir haftalık harçlığımı veririm” diye fısıldadı. Hem sen “Kanun”sun artık ben “Sanat” derken gülümsüyordu.

23 Nisan 2021

Handan Kılıç

İzmir


Ana gibi yar


“Sus bakayım, yanar tabi gözün, kapat dedim mi açıyorsun, sus diyorum bağırıyorsun. Bak bugün bayram, tertemiz ol, okula öyle git.  Oğlum bak sus, hani çok istiyordun ya renkli kokulu silgilerden, almış amcan yarın gelirken getirecekmiş.”

“Önlüğüne ne yaptın böyle Serhat? Ne bu önündeki boyalar, yıkadım bak çıkmamış. Öğretmenine sor, nasıl çıkıyormuş. Göster önlüğünü bilir o nasıl çıkacak. Bayram falan ama mecbur böyle gideceksin, temiz önlük de ama lekeli, önemli olan senin temiz olman, mis gibi sabun kokuyorsun bak. Ama oğlum hala gözünde yaş. Ablanı duymuyor musun bir haftadır bağıra bağıra şiir ezberliyor, ne diyordu “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” Neşeli olman lazım Serhat, sil o burnunu. Hah şöyle hadi iyi bayramlar, selametle git gel. Kız ne önden önden gidiyorsun bekle kardeşini. Beraber gelin bak aklım sizde kalmasın.”

“Geldiniz mi kuzularım, nasıl geçti bayram. Güzel olur tabi. Şekerleriniz de pek güzelmiş, bayraklarınızı da şöyle yukarı bir yere koyun yere düşmesin. Sordun mu öğretmene Serhat, Nasıl çıkacakmış bu kalem izleri?” 

“Bilmiyor muymuş, koskoca öğretmen olmuş, bir kalem lekesini çıkaramıyor, bir şey öğretmiyorlar bu okullarda demek.” 

“Ne telefon mu etti? Ne demiş peki annesi. Neyse bulurum bir şeyler. Gör bak Serhat, öğretmen de olsa doktor da her evlat hep anaya muhtaç. Yanaş yanaş, gel bakayım, öp şu elimi, ben de size en sevdiğiniz çöreği yaptım, bayrama bayram kattım. Kurt gibi acıkmışsındır değil mi Serhat. Ellerini yıka güzelce, hemen oturun sofraya. Bak ablana önlüğünü bile asmış kapının arkasına. Şimdi çörekleri de güp güp götürür. Akıllı kızım benim, şiirini de okumuş, büyüyünce doktor olacak ama anasını atasını unutmayacak değil mi? Oğlum ne olacak acaba? Okumayı bir öğrensin bakalım. Ne olursanız olun ama  unutmayın ana gibi yar olmaz Bağdat gibi diyar.”

Handan Kılıç

23 Nisan 2021

İzmir

Hatıra

 


Odanın yerini süpürürken içeriye heyecanla giren iki çocuk “Anne, bugün doğum günün ya sana yeni bir elbise aldık." diyerek paketi uzattılar. 


Çoktan unutmuştu. Hatırlanmasa umursamazdı ama bu günü atlamamaları mutlu etti. Hevesle açtı hediyesini.   “Ay, şarabi pembe mi bu hem de saten ne masraf ettiniz yavrum” diye çıkışsa da sevinci yüzünden okunuyordu. 


“Dinle bir dakika bugün vesikalık fotoğraf çektirecektik ya biz seni de götürelim istedik hem hatıra olur.”


Kadın elbisesini incelerken gözleri parladı. İyi ki uyumuşum bu akşam, gözlerimin altı şiş çıkmaz fotoğrafta” diye düşünürken yanaklarını ovuşturdu. Ama giderek uzayan çenesini hissedince aynaya bakma hevesi kaçtı.


Kızıyla oğlu hadi hazırlan diye sıkıştırıyordu. Heveslerini kırmak istemedi, saçlarını taramaya başladı, her zamanki gibi sola ayırdı. Eskiden uzun saçları vardı ama artık kısacık kestiriyordu. Odanın kapısını kapattı üzerindekileri çıkardı, aynaya sırtını dönmüştü elbiseye girebildiğine sevindi. 


Çocukların neşesini görünce “Her şeye rağmen hayat güzel” diye mırıldandı. Beraberce fotoğraf çektirecekleri o eski dükkana geldiler. Adam, maskesini indirdiğinde önce ürktü kadından, geri çekildi. Epey zamandır dışarı çıkmayan kadın birden kendini hatırladı. Yüzüne kara bir bulut çöktü. Kızı biz fotoğraf çekilecektik önce annem geçsin dedi. 


Fotoğrafçı çenesinde duran maskeyi ağzına doğru çekerken içinden “Elbisesi olmasa baban sanırdım” diye söylenerek arka fonu hazırladı. 


Gülümseyin dese de kadın duymadı bir daha söylemek de içinden gelmedi. Tamamdır diyerek hızlıca işini bitirip kıza geçti. 


Genç kız çıtı pıtı haliyle çok sevimliydi. "Bu anneden bu kız" diye şaşkınlıkla bakarken o bütün dişlerinin göründüğü bir gülümsemeyle poz verdi. Aynı neşeli halle hemen annesinin yanına geçti. Oğlanın fotoğrafı çekilirken beraber seyrettiler, fotoğrafçı en çok onun için uğraştı. "Erkek adamsın, yakışıklı ol, haşin bak" gibi cümlelerle pozunu yönlendirince kız rahatsız oldu. “Çok can yakacak maşallah” diyerek oğlan üzerinden iltifat etmeye çalıştı ama az önce bir yavru kedi kadar sevimli olan kız birden kaplana dönüştü ve “İnsan olsun, sevsin, sevilsin, kimsenin canını da yakmasın” dedi. 


Lafı ağzına tıkılan adam perdenin ön tarafına geçen müşterilerine dalaşmadan “Bir hafta sonra alabilirsiniz” diyerek uğurladı. Dışarı çıktıklarında hala arkalarından bakıyordu. “Ne güzel çocuklar, Allah çirkin şansı versin diye boşa demiyorlar, demek adam yakışıklı, güzel müzel de kızın dil pabuç kadar, tam dayaklık” diye mırıldanarak dükkanın önüne iki maşrapa su döktü. 


Ne zaman annesiyle bir yere gitse insanların acayip bakışlarına maruz kalan kız neşeli görünmek için fazladan çaba harcıyordu. Yorulsa da bu gün moralini hiç bir şey için bozmadan annesini gezdirmeye kararlıydı. Babasının onları bırakıp gittiği vakitten beri iyice içine kapanmıştı annesi. Bunun için “Biraz yürüyebilirsen sahile gitmek istiyoruz” diye ısrar etti. Başını sallayınca koluna giren kızı ve elinden tutan oğluyla kıyıya kadar geldiler. Kadın bunca zaman sonra dışarı çıkmanın verdiği şaşkınlıkla halini ve hastalığını unuttu. Herkes yüzündeki maskelerden şikayet etse de kadın içten içe sevinçliydi. Her şeyi örtüyor bu maske diye düşündü, güzelliği de, çirkinliği de. 


Martıların çığlıkları, koşuşan çocukların cıvıltısı, bisiklet sürenlerin neşesi, kıyıda oturmuş denizi izleyenlerin huzurunu görünce iki çocuğunu omuzlarından sıkıca sarıp göğsüne bastırdı. “İyi ki geldik. Ne güzel bir armağan oldu bugün bana” dedi saçlarından öptü. 


Boş buldukları masaya oturdular. İçinden aylar sonra denizi gördüm bazen yakın da uzaktır diye geçirirken kocasını hatırladı. Gözlerini kıpırtısız denize dikti içinde yükselen dalganın altında kaldı bir an. Hali kızının gözünden kaçmadı ama ses çıkarmadan elini tuttu.


“Anne bugün senin doğum günün böyle üzgün olmanı istemiyoruz” diyen oğluna sıkıca sarıldı. 


Masaya çaylar geldi. Kadın yudumlarken günlerdir çay bile içmediği hatırladı. Hiç bu kadar özlememiştim diyerek bir dikişte bitirdi. Dünya varmış, gök, deniz, çocuklar, martılar meğer dışarıda hala hayat varmış" diye mırıldandı.


"Eylem insanı başka oluyor severim böyle hareketli adamları, Allah’tan kızım öyle. Kararlı ve inatçı. Düşünür ve uygular, beni buralara sürüklemeyin demiştim ama iyi ki gelmişim" diye düşünürken deniz kokusunu içine çekti. 


“Yorulduk ama değdi, diyeceğimiz bu güzel günü bize armağan ettiğin için çok teşekkürler anne iyi ki doğdun iyi ki bizimle geldin, iyi ki annemiz oldun” derlerken çaylar yenilendi. Garsona işaret ederek sürpriz pastayı istedi kız. 


Gözlerinde yaşlarla pastasındaki mumları üflerken çocuklarıyla beraber daha uzun yıllar geçirmeyi diledi. Tabağındaki dilimi yerken gülümsemeye zorladı kadın kendini. İstese de gülemez olmuştu bu hastalık yüzünden. Gülmek, ağlamak hatta konuşmak hep eziyetti. İnsanların soruları da yorduğundan nicedir kendini eve kapatmıştı. Ama  o gün orada ilk defa insanların ne düşündüklerini umursamadan keyifle oturmayı başarınca karar verdi: Bundan sonra her gün evden çıkıp yürüyecek, maskeli suratlarına bakıp bu sefer o gülümseyecekti. 


Handan Kılıç


12/3/2021




HAYAT DA ACI, BİBER DE!


Durgundu deniz bugün, sisler ardına saklamıştı karşı kıyısını. Vakit öğleni geçtiği halde güneş bulutlar ardındaki yolculuğunda ısrarcıydı. Nihayet veda saatlerine yakın yüzünü gösterdi sahildekilere.

Onu görünce oturduğu yerde kıpırdandı; dalına yaprağına su yürümüş bir çiçek gibi. Saçlarını çözdü önce, topladığı yerdeki baskıyı o an fark etti. Parmak uçları ile dokunduğu saç diplerinden özür diledi.

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...