netflix etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
netflix etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kuş Uçuşu Üzerine Bir Değerlendirme (Netflix)

313-Kuş Uçuşu 

"Bu bir av ve avcı hikayesidir. Ormanda gizlenen bir aslan ve yüksekten uçan avcı bir kuşun hikayesi…."

Bu cümleyle başlayan dizi, 

"Dünyada iki tür trajedi vardır: 
Biri istediğin her şeyi elde etmek.
Diğeri istediğin hiç bir şeyi elde edememek." cümlesiyle bitti.

Kuş Uçuşu dizisini geçen hafta Netflix’te izledim ancak yazma fırsatı buluyorum. Üçüncü sezona başlarken yayınlandığı tarihlerde bir iki gün içinde üst üste izlediğim dizinin önceki sezonlardaki tüm detaylarını hatırlamasam da genel konunun şunlar olduğunu düşündüğümden geriye dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. 

Kuşak ve sınıf çatışması, zamanın değişim hızı, değerlerin farklılaşması. 

Uzun uzadıya bir değerlendirme yapmayacağım ama bir şeyler de söylemek istiyorum:

Dizide Y kuşağıyla Z kuşağının, değerler, emek, hedonistlik, faydacılık gibi konulara yaklaşımlarını anlatırken av-avcı metaforunun hakim olduğu bir senaryo var. 

Sinirleri çelik gibi olanların kazanabildiği yarışlar, sürekli zirvede olmak için savaşma hali ve Y kuşağının aslan metaforuyla anlatılması, disiplinli çalışkan ahlaklı olması, Z kuşağının ise zevk peşinde koşan, kısa yoldan zirveye ulaşmak için her türlü entrikayı deneyen, ahlak anlayışı değişmiş, birinin ayağını kaydırmaktan imtina etmeden kazanılan zaferlerin sarhoşluğunu yaşayan yırtıcı bir kuş ile metaforlaştırılması ve bir marka, güvenilir bir isim olmaktan ziyade bir an önce para kazanıp hayatını yaşamak şeklindeki yaklaşımına göndermeler yapılıyor. 

Yer yer aslan ve kuş metaforu üzerinden bir üst anlatıcının, dış sesle aslan ve kuşun ruh hallerini verdiği dizide ikisi arasındaki farkı sağlayan değerlerin ne olduğu ise çok belli değil. 

"Sert çıkışların sert düşüşleri olur. Kısa yoldan zengin olmaya ünlü olmaya çalışmayın, kuş uçuşu ilerlemenin bedelini ödersiniz" gibi dersler verilmeye çalışılsa da burada kuşak çatışması kadar sınıf çatışmasının olduğunu görüyoruz. 

Düşse de babasının dış işleri forsuyla yeniden ayağa kalkan Müge'lerin, düşünce villasında, hobilerine zaman ayıran Lale'lerin karşısında, düştüğü an taşraya dönmek zorunda olan Aslı'lar ile sunuculuk yerine tekrar müşteri hizmetlerinde telefon operatörü olan Yusuf'lar var. Ölümüne savaşmaları bu yüzden. Ne kadar çalışsa da yükseleceği yerler de belli. Bu ülkenin, bu dünyanın bir raconu vardır ve sektörlere göre herkes ait olduğu sınıf içinde ilerleyebilir. Üst sınıfla kavgaya tutuşamaz. Aslanlarla aslanlar, kuşlarla kuşlar bir alemdedir.  

Ancak günümüzde dönüp sosyal medyaya baktığımızda Instagram, TikTok gibi platformlarda hiçbir ciddi emek, zamana yayılan bir çaba harcamadan ünlü olan, yıllarını eğitime vermiş, mesleğini düzgün şekilde yapmaya çalışan insanlardan çok daha fazlasını kazananlar olduğunu görüyoruz. 

Değerlerin değişmesiyle, ne yolla başardığı değil sonuçta para kazanıp kazanmadığına bakılıyor herkesin. Gençler kadar yaşını başını almış insanlar da bu tuzaklara düşüyor. Ama bir yandan da internet sayesinde televizyonların, hakim dilin, hakim zümrenin egemenliği bir nebze de olsa kırılıyor. Bu sefer de sesi çok çıkanlar, aymazlar öne geçiyor. Vasatın yükselişini görüyoruz ama Meb sisteminden geçmiş diplomalıların, ne yaparsa yapsın aslanlar gibi vasatın üstüne çıkacakları bir eğitim sistemine hiç bir zaman ulaşamayacaklarını da biliyoruz. 

Dolayısıyla ekonominin orta sınıf diye adlandırdığı kesimin yok olmasıyla işinde gücünde olan insanlar kırgınlar ordusu şeklinde nefes alıp veriyor uzun zamandır. Bunlar arasında X,Y,Z kuşakları var elbette. Yaşıyor diyemiyorum çünkü işe gidip gelmek ve cep telefonundan dünyaya bakıp dizi izlemek yaşamak değildir. Ama bu hayattan çıkıp gidebilme cesaretine de en çok Z kuşağı sahiptir. Çünkü gençlik hala umut edebilmektir.   

Fırsat eşitsizliği nedeniyle ait olmadıkları sınıfın ekonomik şartlarına rağmen üstün başarılarıyla yükselenlerin de bu topraklarda bir şekilde alaşağı edildiğini ve o vakit aslanların asilce değil kalleşçe de davrandıklarını, hiç bir şey olmasa hukuk üzerinden başlarına bir iş açıp attıkları iftiralarla yollarından kaldırdıklarının da farkındalar. Bu nedenle X,Y gibi romantik hayaller, kaybolacak idealler peşinde değiller.  

Herkesin bir gün on beş dakikalığına ünlü olduğu dünyamızda insanlar da değerler de tüketim malzemesi olarak kullanılıp atılıyor. Bu tüketim hakim zümre içinde var ama onlar için sonuç en fazla yaşadığı yeri değiştirip daha ferah alanlara gitmek oluyor. Her ne kadar dizide sıkça Datça'da taş boyayarak zamanını değerlendirenlerle dalga geçilse de dişliler arasından kurtulmuş ve oraların keyfine varmış bu kimselerin mutsuz olduğunu görmedim. 

Sistem yeni ve taze yüzlere yer açıp kısa sürede onu da tüketip yeni kurbanını buluyor. Elbette böylesi bir düzende herkesin zamanı gelip geçiyor. 

"Yakarsa dünyayı garipler yakar" lafı da yanlış değil. Ne yaparsa yapsın zamanı gelmeyen, görülmemiş, duyulmamış, gezememiş, eğlenememiş, sanatı fark edilememiş, yazdıkları okunmamış insanların ülkesi burası. 

Medyayı elinde tutanların istediğini yok edip istediğini parlattığı sahte bir dünya. Burada ayakta kalabilmek için gerçek iç disiplin sağlayacak değerlere ihtiyaç var. Yoksa içi boş bir ağaç gibi yıkılır gider herkes. 

Sadece şimdinin sorunu da değil bu hatta şimdi internet şansı yaver gidene büyük avantajlar sağlıyor. Eskiden kültür sanat dünyası da sen ben bizim oğlan arasında dönerdi. Gücü elinde tutan üç adamı arasında gezdirirdi bütün programcılar. Hala da öyle. Televizyon seyretmiyorum lafları ile izleyenleri aşağılayan herkesin de televizyona çıkmak için uğraştığı ve yazarların bile çok seyredilen bir programda konuk ya da bir dizide konu olmadan kitaplarının satmadığı bir dünyadayız. Yalan dünyada. Ama o ayrı konu.   

Günümüzde kolay kazançlarıyla, illegal yollar dahil haksız para kazanıp sınıf değiştirdiğini sanan ama ancak üst sınıfın maşası olabilen insanlar da akıllı gayrimenkul yatırımı yaptıklarında bu konuda bir danışman desteğiyle ilerlediklerinde dünyada rahatça yaşadıklarını, istedikleri yere gidip istediği eğitimi alarak yetersizliklerini gizleyecek donanıma ulaşabildiklerini de görüyoruz. Bu da cazip geliyor gençlere. Tabi güç merkezleriyle uyumlu oldukları sürece izin verileceğini işin içine girince fark ediyorlar ve alıştıklarını kaybetmemek için her yola başvurmak zorunda kalıyorlar. O yüzden herkes iki yüzlü, inanmadığı, yaşamadığı hayatların savunucusu. İçselleştirme ve gerçek özgürlük bu topraklarda yaşayan kimsede, hiç bir kesimde yok. 

Bizimki gibi eğitimli insanların yoksulluk sınırının altında kazanarak yaşadığı bir ülkede umutsuzluk her yanını sarmışken böylesi yollara yan yollara, kuş uçuşu yükselişlere yönelmek çok kolay. Ekonomi bozulduğu an kendini pazarlayan insanların sayısı artar. Çünkü düzgün işlerin kazancı azdır. Kolay kazandıran işleri basamak olarak kullananalar olacağı gibi bunu hayat tarzı haline getirenler de vardır. Eskortlarla ilgili bir tez yazan Bilkent Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi emeğinin karşılığında aldığı ile bu çalışmada tanıdığı kadınların kazancını görüp eskortluğa başlamıştı bu ülkede, Z değil Y kuşağındandı. 

Hasılı kelam, değerler zamanla elbette öncelik sırası başta olmak üzere değişir ama değerlere sadık kalmak kuşak mevzusu değildir. 

Eğitimli, ülkesi için çalışan, ilkeli davrananlar sürekli olarak cezalandırılırken Z kuşağından bunları beklemek zor. Niteliklilerin kıymetini bilecek ülkelere beyin göçüyle gitmesi bu dönem neden arttı? Orada da aynı kuşaklar var ama çalıştığının karşılığı da var. Adalet sistemi ve devlet çalışmakta.   

Başkahramanımız Lale Kıran, sistem dışına çıkarılınca da duayen olarak üniversiteleri gezen, marka bir isim oldu. Çünkü sınıfı bunu gerektirirdi. Gençlere yaptığı bir söyleşide şöyle demişti. 

"Dünyada değerler on senede bir değişim gösterir, değişimin kendisi de uçucudur. İhtiyacımız olan erdemli ve adil olmaktır. Eğer gerçekten bir değerler bütünü oluşturursanız ömrünüzün sonuna kadar öyle yaşarsınız, değişimden korkmayın. Bir stiliniz olsun, stil varsa öldükten sonra da var olabilirsiniz."

Bu sözler güzel, janjanlı ama altı boş. Erdemli olun derken ne tür bir kıstas kullandığı ve sürekli kolaya kaçma mizacında olan insanın kolay yoldan gitmemesi için neler önerdiği belli değil. 

Zor yoldan gitmesi için yeterli gerekçe de gösterilmiyor. Çünkü herkes Lale Kıran gibi ağzında gümüş kaşıkla doğup şansı yaver gidip mesleğinde zirveye çıkarken yarınım ne olur diye düşünmeyeceği bir ekonomik refaha sahip olmuyor. Etrafında benimle ol diye ölen ve ömrünün sonuna kadar çalışmasa aynı standartta yaşamasını sağlayacak iki adamın aşkıyla ödüllendirilmiyor, sağlıklı çocuklarını sınıf farkının bariz olduğu okullarda okutup kuş değil aslan olarak hayata avantajlı başlamasını sağlayamıyor. Bu durumda da, zafer kazanmak için, her yolun mübah görüldüğü  bir düzen tutturuluyor. Cezası da olmayan bu sistem hakim olunca denetim nasıl sağlanacak. Hak yiyenlere kim dur diyecek?  

İnsanoğlu tek başına yaşayamaz, bir araya gelir ve bu sefer de anlaşmazlıklar doğar. Bunları kendisi çözmesin, ihkak-ı hak engellensin diye kurulan sistemin adıdır devlet. Bu düzenleyici yapı kanunlar yapar ve bunlara uymayanları, hukuk mekanizması üzerinden yargılayıp cezalandırır. Bu sistemin düzgün işlediği yerlerde hayat vardır. Bu nedenle günümüzde kuşlar göç etmektedir. Aslanlar zaten burada da kraldır, sistem tarafından açığı tespit edileni kullanıp sistemi de kendine hizmet ettirir. Canı sıkılırsa da toplar bavulunu istediği ülkede aynı standartta yaşar. Gezer gelir, göç etmek zorunda değildir.  

Bir de değerlerin korunması, düzenin devamı için ilahi sistemler vardır. Aynı devlet gibi yasaklar koyar, uymayanlarıysa ölümden sonra var olduğuna inandıkları mizanda tartacağını ve hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmadığı gibi hiçbir kötülüğün de cezasız kalmayacağını söyler. Ve beklemelerini ister, ilahi adaletten bahseder Yaratıcı. Buna inananlar da bu değerleri içselleştirdiyse hak yemez, kolay yoldan değil doğru yoldan gitmeye çalışır. Erdemli bu doğru yollar hiç de kolay değildir. Yorgunluğunun karşılığı da çoğu zaman burada olmamasına rağmen inancın sevgisi ve cezanın caydırıcılığıyla erdemli davranış sistemi korunabilir. 

Bu dizide hangi değerler var, iki sınıfta iki kuşak da aynı yaşam tarzında, hangi sınıflar arası düzenden bahsediliyor?   

Peki bu kuşlar ve aslanlar ormanda, orman kanunlarının geçtiği bu yerde nasıl bir kriterle yaptıklarının bedelini ödeyecek? 

Birkaç kişinin sunucu olması ya da olmaması mıdır bedeli? Ya yok edilenler, sistemin yok saydıkları, kalabalık kadrolu dizide ismi olmayan birçok oyuncu gibi gelip geçmiyor muyuz bu çarpık düzende? Hangi erdemden bahsediliyor o zaman?  

Dizi bu sorulara cevap vermiyor. Bir değerler sistemi önermiyor. Güzel kadınların ve yakışıklı adamların bolca boy gösterdiği bir dizi olarak kalıyor. Eğlencelik diyemeyeceğim, çünkü izlerken gerilimi hissediyorsunuz. 

Ve bir de sürekli Lale Kıran’ın büyüklük bende kalsın tavrının tuzu kuruluktan geldiğini görmek zayıflatıyor değerlerine bağlılık inancımızı. Aynı sınıfa ait insanlar arasında bir erdemlilik olsaydı misal. Her ne kadar sonradan Kenan'ı Lale'nin şansı gören Müge onunla çalışma fırsatı bulunca Kenan'ın mükemmeliyetçiliğiyle insanı ne kadar tükettiğini görse de Lale'nin başarısı sadece çelik gibi siniri, duygularıyla arasına koyduğu mesafeyle, donukluğuyla açıklanamaz. 

Kuş Aslı ise okumuş, kendini yetiştirerek aslanların arasından sivrilmiş, aslana rakip olacak performans göstermiş, bunun için her yolu denemiş ama sonunda yine güçlü ve zengin olan kanal sahibinin kızının şımarıklığı ve intikam duygusuyla o zamana kadar kazandığı her şeyi bir anda kaybetmiştir. Tuzu kuru değildir ve taşrada ailesinin yanına dönmek zorunda kalmıştır.  

Dizden aklımda çok net kalan üçüncü sezonun yedinci bölümündeki bir diyaloğu aktarmak ve narsist kişilerin mükemmelliyetçilik kisvesiyle etraflarını nasıl yorduğunu, aşktan bile vazgeçirdiğini anlatan bu kısmı paylaşmak istiyorum Çünkü kilit noktalardan biri: 

İlk gençlik aşkı, fakülte arkadaşı ve kankasıyla çalışma hayatı boyunca birlikte olan, bu ekibin yüzü haline gelen gazeteci ve televizyon programcısı Lale Kıran, çocukları büyüdüğünde yaşanan gelişmelerin de etkisiyle kocasından ayrılır ve ilk aşkı ve iş arkadaşı olan adama döner. 

Ancak bir gün kariyerinin altüst olduğu bir zaman ülkeden gitme kararı alır. Her vakit yanında olan en büyük destekçisine,  aşkları da çok iyi giderken, birlikte yaşıyorlarken bu kararını sevgilisine söyleme gereği bile duymaz. O bir stardır ve seyirci kadının ne kadar kendi hayatına odaklı olduğunu düşünür. Bu duruma kırılan adam da haklı olarak uzaklaşır. Ayrılırlar ve rakip televizyonda ona karşı fakülteden kankasıyla birlik olup reyting savaşlarına girer ve yener. Ancak sevdiği kadını unutamamaktadır. Ülkeden ayrılmadığını, eski kocasına ve evine geri dönmediğini ve tek başına yaşadığını öğrenince kapısına gelir ve her halde dizinin en gerçekçi oynadıkları kısmı olduğundan yüreğe dokunur güzel bir diyalog gerçekleşir.

"Neden gitmedin?"

"Bir adam var, çok sert, çok yakıcı, ben bir yandan kendi yolumda yürümeye çalışırken bir de baktım ki ben sadece kendimi ona beğendirmeye çalışıyorum. Onun sevdiği kadar varım onun istediği kadar, o yoksa yokum."

"Ben seni senden mi alıyorum? Hani şimdikiler ne diyor toksik ilişki mi ne işte!"

"Ya hayır, aşk, her hücreni aynı hisle doldurmak, her şeyi bak, bak her şeyi onun gözünden görmek, kendini bile onun gözünden görmek yani. Yani işte aşk işte!"

"Kötü bir şey mi Lale, kurtulman gereken bir şey mi?"

"Hayır tam tersi hayatımı anlamlandıran şey bana yaşadığımı hissettiren şey ama işte bazen öyle kavuruyor ki nefes alamıyorum."

"Nefes almak, dümdüz nefes almak mı istiyorsun?"

"Ben zaten nefes almıyorum ki Kenan, uyuyamıyorum ki, zaten yaşamıyorum ki, benim hayatım zaten... Biraz daha kolay olsun istedim sadece anlatabiliyor muyum, biraz daha kolay olabilirdi sanki. Çok sıkıldım sürekli kaybetmekten, korkarak yaşamaktan parmaklarımın ucunda böyle sürekli yürümekten çok yoruldum."

"Ben seni koşullu mu seviyorum?"

"Eğer başaramazsam gözünden düşecek gibi hissediyorum her şeyimi sana beğendirmek için yapıyorum. Seni mutlu etmek için yapıyorum her şeyimi bu gerçekten çok yorucu yani bu siktiğimin roller coasterından inip yiyip içip dünyayı gezebilirdik biz ya. Yani sadece biraz daha sakin olunabilirdi anlatabiliyor muyum?"

"Çok özledim seni, çok özledim..." diye diz çöker ve ağlar Kenan.

"Yapma!"

"Eğer bizi ayıran buysa her şeyi bırakalım gidelim ne olur."

"Sen buralardan çıkamazsın."

"İstersen Ege’ye gidelim zeytin yağ işine girelim."

"Sen yine dünyanın en iyi zeytin yağını yapmaya çalışırken biz yine kavga ederiz."

"O zaman öpüşür, sevişiriz, hiçbir şey yapmayız. Ben sana çok aşığım, hiç geçmiyor, azalmıyor çok aşığım sana."

"Tamam."

"Çok özledim seni, yalvarırım bırakma beni, sensiz yaşayamıyorum sen benim her şeyimsin, sen benim her şeyimsin, sen ne istersen o olacak sana söz veriyorum."

Ve müzikle beraber sahne biter.

Böyle yazı içinde kullanılınca kesik kesik ifadelerle eksik kalsa da oyunculuk gücüyle gerçekten etkili bir sahneydi. 

İstediği zaman istediği yere çekip gidip yeni bir yaşam kurma lüksüne sahip olmak aslanların dünyasında sıradandır ama kuşlar sadece yem olur.

Son sahnede Lale Kıran, Aslı'nın kapısına gittiğine göre elinden tutacak, azimli yapısından faydalanacak ki bu da dördüncü sezonun geleceğinin habercisi. Umarım bu sefer dizi değerler yönünden altı daha dolu bir senaryo ile ilerler. 

Bir de neredeyse her sahnede içmeleri, alkole bu kadar vurgu yapılması çok göze batıyordu. Hayata ayık kafayla dayanmayın dercesine bu kullanımın, dizinin ciddiyetini de etkilediğini düşünüyorum. Fi de Can Manay’ın sürekli su içerek kendini dengede tutması örnek alınabilse seyirciye de iyi bir hatırlatma olurdu. Dizinin sponsoru herhalde alkol şirketleriydi ki iş yerinde, gündüz, yayın öncesi, yayın sonrası, sabah akşam sürekli kadehler doldu. 

Gençlere bir yandan değerlere sahip çıkmak anlatırken diğer yandan üzüldün, kusana kadar iç, sevindin ne yaptığını bilmeyecek kadar dağıt sonra seni kaldırımlardan toplasınlar demek ne kadar doğru? 

Dünyanın durumu ortada, gençleri erdemli olmaya davet ederken sırça saraylardan konuşmak da kolay diyor ve izlediyseniz yorumlarınızı bekliyorum.

Handan Kılıç 

19 Nisan 2024 


ANDROPOZ NETFLİX'TE


 SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 


305-ANDROPOZ

7 Ekim 2022 tarihinde Netflix'te yayına giren Engin Günaydın dizisi merakla bekleniyordu. Zabıta İrfan'dan Burhan Altıntop'a kadar her oynadığı karakterle gönüllere taht kuran profesyonel oyuncunun hem oynadığı hem de yazdığı dizi beklentileri de yükseltiyordu. Taylan Kardeşler'in de yönetmenlik tecrübesi vardı. Dizi değişimin eşiğindeki Yusuf karakterinin andropoz belirtileri göstermesiyle güzel başladı ama bazı mevzuların uzaması ana konunun ise devamının gelmemesi ile benim için tadını kaybetti. Temponun yavaşlığı ile dizinin dilinin Türkçe olması beraberinde başka işler yapmama da fırsat verdi. Böylece diziyi bitirdim. 

Marmaris'in harika doğası etkileyiciydi. Konu da çok verimli olmasına rağmen sanki sığ işlenmişti. Beni çok da güldürmedi.

(Bu satırdan sonrası spoiler içerir.)

Büyük bir değişim dönemine giren aile babasının tek yaptığı saçını boyayıp beyazlarını kapatmaktı. Bu döneme dair en çok pompalanan "Genç kızlara düşkünlük" gibi bir hevesi yoktu. Zaten evlilik boyunca karısını aldatmış, bizden geçti diyerek bırakmıştı. Kendisine musallat olan genç kıza da çok erkeğin göstermeyeceği sabırla direndi. Yani başta değiştiği söylenen adam daha iyi biri oldu. Normalde bunun tersini biliriz. Elliye gelen adamlar zorlaşır. 

Tamer Karadağlı'nın berbat şive taklidi ve ikizlerin korkunç oyunculuğu Engin Günaydın gibi bir ustanın dikkatinden nasıl kaçtı merak ediyorum.

Senaryoda sarkmalar olduğu da aşikar. Altı değil de üç bölümde bitebilirdi. Ya da andropoz durumu daha detaylı işlenebilirdi.

Çocukların duygusuz halleri de çok rahatsız etti ama galiba "Ben buna değerim" , "Canım kendim" gibi sözlerle büyüyen, kimse için bir şey yapmadan yaşayan, fedakarlık, iyilik gibi halleri saflık olarak görüp aşağılayan, paraya tapan nesiller yetişti. Bunda çağın hızı kadar ebeveynlerin çocukları ilgi ve odak noktası yapmasının, görmediğini fazlaca göstermesinin de katkısı büyük. Her şeyin azı da fazlası zararmış. 

Engin Günaydın daha çok güldürsün isterdim. Vaktiniz ve sabrınız varsa izleyin.

09/10/2022 02:00 
Handan Kılıç

Aşıklar Bayramı Netflix'te

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

303- AŞIKLAR BAYRAMI

Sanal yazı evinde bir aylık tempolu bir yazı maratonundan sonra film- dizi izleme ve bloga yazma işlerine geri döneyim dedim. 

Herkese selam. Umarım keyifler iyidir. Bu gün son günlerin popüler ama izleyip beğenen bir kişiye bile rastlamadığım filmden bahsedeceğim: 

Kemal Varol'un üçleme kitabının ikincisinden aynı isimle uyarlanmış bu film son zamanlarda izlediğim en boşluklarla dolu yapımlardandı.

 Kimine göre özellikle bırakılmış olan bu boşluklar benim gibi kitabı okumamış olan izleyici için olmamışlık hissi vermekten öteye gitmedi.
 
Yirmi beş yıldır birbirini görmeyen baba oğulun uzun yol boyunca hesaplaşmalarının olmasını bekledik ama nerdeyse oyuncu Kıvanç'ın iki kere beni neden yatılı bıraktın, aramadın, her hafta gelirsin diye bekledim, neden diye sorup karşılık alamaması dışında konuşma sahnesi yoktu. Ki bu da birbirinin aynısı sahnelerdi, ne açıldı ne konuşuldu yanıtlar. 

Yolda jandarma durdurdu. Arama yapmak istedi. "Avukatım" yanıtına" Fark etmez" diye cevap verildi ki bu bile hatalıydı. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da hukuk açısından; kimlik sorulanın Avukat olması "fark" eder. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali hariç Avukatın üzeri ve yanında taşıdığı eşya, otomobili ve kullandığı diğer araçlar aranamaz. 

Bu notu da düştükten sonra müziklerin de keyif vermediğini düşünüp uzman görüşlerine baktım. Onlar da çok eksik bulmuşlar.

Heves Ali adlı aşık, babanın hayatı anlatılırken neden olduğu uçurumlar, neler yaptığı ve neden yaptığı verilmeliydi. Benim anladığım çocuğunu da her geçtiği yerde aşık olup türkü yaktığı kadınları da boynu bükük bırakıp gittiği. Herhalde çok beddua aldı kadınlardan ki ömrünün sonunda kötü hastalığa yakalanıp helallik isteyeyim dedi, yola koyuldu ama onu da beceremedi. 

Ben bunu neden izledim, araba reklamı mıydı, uzun yol manzaraları mıydı bilemedim. Neyse ki çamaşırları katlayıp sökükleri dikerken ses oldu evin içinde. 

Filmden anladığım Kıvanç Tatlıtuğ harbi yakışlıdır ama senaryo boşsa adam ne yapsın:))) Kağıttan bir karakterdi, hayatı, babasızlığın etkileri, ne yer ne içer, kimi sever belli değil. Şehirde çalışan bir avukat, doğu illerine doğru yolculuk yaparken hastanede babasına serum takan hemşireye sanaldan yazıp akşam evine gidip orada sadece uyur mu? Hemşirenin ensesindeki yarım mandala dövmesi hoştu ama diyalogları boştu. Ağaç kovuğundan mı çıktı bu adam, ne oldu şimdi bu kadınla gibi sorularla beni bıraktı.

Kitabı okuyan varsa detaylar konusunda bizi aydınlatabilir. Ama sosyal medyada gördüğüm kadarıyla hevesle başladıkları film için onlar da kitabın ve yazarı hatırına ağızlarına fermuar çekiyorlar.    

Aklımda kalan tek cümle, "Aşıklarla açların uykusu gelmez." 
Uykumun gelme sebeplerini buldum :))  


   

Zeytin Ağacı Netflix'te

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

302- ZEYTİN AĞACI


 

Uzun zaman sonra Merhaba:)) 

Aslında son hızda dizi-film izliyor, yazıyor, yaşıyorum. Ama bir türlü deftere aldığım notları bloga geçiremiyorum. Bu ay Sanal Yazı evinde Kitap Yazma ayı var. Çok yoğun olacağımızdan son izlediğim diziyi hemen yazıvereyim dedim.

Zeytin Ağacı,  Sex and the City furyası ile başlayan özgür ruhlu, çalışan, aşk hayatlarını birbiriyle paylaşıp ölümüne destek olan şehirli genç kadınların karakter olduğu diziler serisinden. Yaz dizisi ve Netflix konsepti de göz önünde tutularak yazlık mekanlarda çekilmiş biz dizi. 

Geçen yaz burada yazdığım Kız kardeşlik dizilerinin Türk versiyonu. Diğerleri için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.  

Konu olarak ise Aile Dizimi seçilmiş. Seninle Başlamadı adlı kitap merkeze alınarak yazılmış senaryosunda ailelerimizin yaşadıklarının bizim üzerimizde haberimiz olmasa bile etkili olduğunu, özellikle tekrarlayan kaderlerimizle ilişkisi nedeniyle sırtımızda yük olan bu durumların hastalıklara sebep olduğu, aile dizimi seanslarının canlandırabileceği şekilde çekilerek anlatılmış. 

Henüz birinci sezonu yayınlanan ortalama ellişer dakikalık sekiz bölümden oluşan diziyi altı bölüm üst üste ütü yaptığım esnada seyrettim. Yıllık ütümü bitirirken kalanı da bitirdim:)) Türk dizilerinin yabancı aksiyon film ve dizilerine göre yavaş ilerleyişi sebebiyle oturup saatlerce odaklanarak seyredemiyorum. Mutlaka yanında başka işler yapıyorum. Bu seferki de ütü oldu, hem de bu sıcakta:)) 

Aile Dizimi gibi mevzulara çok inanmazdım. Bir kitap grubundan tanıştığımız arkadaşım yaptığı seansı izlemem için davet edince elbette icabet ettim. Ortaya atılmayınca temsilci olarak canlandırmalar üzerinden beni de çalışmaya kattı. Çok etkileyiciydi doğrusu. Epey zaman enerjinin salınımı devam ediyor dedi. Dizide de çok sık kullanılan Z kuşağı cümlelerinden "Sal gitsin, bırak" gibi tavsiyeler söylendi. Üzerine düşündüm bir zaman. Kendim de katılımcı olarak yer alsam mı dedim ama sonra kendi travmalarıma ek büyüklerimin travmalarını da yüklenir miyim, bilmemek daha mı iyidir, hepsinin affediyorum diye niyet ederek vazgeçtim. Belki bir gün yüzleşecek gücü bulursam yeniden denerim. Ama bu diziden sonra aile dizimi çalışmalarında patlama yaşanacağını düşünüyorum. Özellikle de çaresiz bir sürü hastalığa düçar insanlar için umut kapısı olacaktır. Lakin dizide de sıkça tekrarlandığı üzere bu çalışma tıbbi bir tedavi içermez, ama kendi içimizde bizi sıkıştıran duyguları anlamlandırabilme şansı verir.   

Yine bir başka kitap grubundan yazar arkadaşım bu konu üzerine yazdı. İlgililer Aile Dizimi üzerine yazılmış kitaplara bakabilir. Özellikle Seninle Başlamadı önemli bir kitap. 

Ancak travmalarla yüzleşmelere sebep olacağı ve atlatamayacağınız sorunlara neden olabileceği gerekçesiyle uzman kontrolünde çalışmalara katılmak gerek. 

Ben mevzularla ilgilenmiyorum, bir yaz dizisi izleyeyim derseniz eğlenceli. Aşkın merkezde olduğu, hayırsızlara kayan kalplere çarenin bile kendinde, kendi hikayende olduğunu hatırlatan bir dizi. 

İyi Seyirler

Handan Kılıç

30 Temmuz 2022        

UYSALLAR



SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

297-UYSALLAR



Uysallar, Onur Saylak'ın yönettiği, Hakan Günday'ın senaryosunu kaleme aldığı psikolojik drama ve komedi içerikli mini dizisi olarak ekranlarda. 

Bu kara komedi epey yavaş başlıyor. İlk iki bölüm festival filmi tadında ilerliyor. Yanında başka şeylerle uğraşabileceğiniz kadar:)) Ama merak unsuru da diri tutulduğundan peşinden gidiyorsunuz. Üçüncü bölümden sonra hızlanan diziyi gecenin ilerleyen saatlerinde izledim. Hem de iş yorgunluğu üzerimdeyken yedinci bölüme kadar geldim. Daha dinç bir kafayla bitireyim diyerek süresi diğer bölümlerden de uzun olan son iki bölümü ertesi güne bıraktım. 

Sekiz bölümden oluşan dizi 30 Mart 2022 tarihinde Netflix'te yayınlandı. 31 Mart'ta bitirildi:)) 1 Nisan'da yazılıyor:)) Oysa epey zamandır çok dizi ve film bitirmeme rağmen yazacak fırsatı bulamamıştım. Bu sefer ara soğumadan yazayım istedim. 

Dizinin başrollerinde Öner Erkan, Haluk Bilginer, Uğur Yücel ve Songül Öden var. Hepsi birbirinden iyi oyuncular, dolayısıyla müthiş oyunculuklar sergilemişler. 

Konusu şöyle ifade edilmiş: "Mimar Oktay Uysal eşi, iki çocuğu ve babasından oluşan ailesinden gizli olarak bir punk hayatı sürmeye başlar. Ancak o sırada ailesi de Oktay'dan gizli kendi dünyalarını kurmanın peşindedir. Uysal ailesinin yalanlarla dolu bir evi, Oktay'ın da inşa etmesi gereken bir hapishanesi vardır. Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?" 

Bu çok önemli bir soru: En iyi tanıdığımızı sandığımız insanlar aile bireylerimizdir. Oysa ben uzun zamandır bunun tam tersini düşünüyorum. Arkadaşının tanıdığı insanla çocuğun aynı kişi değil. Anne baba çocuğa hükmedebilir ama sadece görünüşte. Kendi kendine kaldığı vakit herkes bir başkasına dönüşüyor. İşte bu noktada dizinin sorduğu soru önem kazanıyor: "Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?"

Tıbben ikinci bir hayat, niteliğine göre çeşitli adlarla hastalık olarak nitelenir oysa. Ama bazen aile, toplum, çevre, okul, hatta arkadaşlar insanın kendi olmasına müsaade etmez. 

Kendin olmak kendi başına kalmayı, hayatın yükünü tek başına omuzlamayı gerektirir. 

Aile ise bir kabuktur, koruyan kollayan ama kabuğa göre şekil aldıran. 

Herkesin normali ailesinde gördüğüdür. Bir başkasına garip gelir bu normaller ama onun normali de diğerine gariptir. Orta yolunu içinde yaşanılan toplumun tavrı belirler. Bu tavır da dönemlere göre değişir. İleri demokraside başkadır mesela. Pek tadamadığımız için bilemiyoruz tabi:)) Baskıcı zamanlar, hani birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç olduğu söylenen vakitlerle insan hamuru ailesinden çok daha şiddetli kalıplarla şekillendirilir. 

Dolayısıyla kendi kendineyken "Kendi" olabilen biri bile okulda, işte, dairede hep farklı biri olmak zorunda kalır. 

Bizim gibi yargılamanın, yargısız infaz şeklinde, herkesin herkese uyguladığı şiddet olarak yaşandığı toplumlarda bu ikilikler daha da artar. Herkesin diğerinin hayatına ilgi duymadığı yerlerde ise kim kime dum duma yaşandığından kendi olabilmek daha fazla mümkündür.

Dizi de İstanbul'a çöken ve bir türlü kalkmak bilmeyen sisle açılır. Her şey bulanıktır. Uçaklar kalkmaz, korku vardır. Herkes evi dışında güvende değildir. Orada da herkes kopuktur. 

Sosyal medyada farklı görünmek normal, fikirlerini dillendirmek korkutucudur. Herkes kendi gettosunu kurmuş ve alanında ötekini istememektedir. Ama zamanla sıkıştığı bu yerde amaçsızlık bataklığına saplanır ve çıkış için çabaladıkça daha da batar. Sonu herkes için muamma olan bu bataklıkta çırpınır durur. 

Dizide kahramanımız Avrupa'nın en büyük cezaevi ihalesini almış şirkette çalışmaktadır. Bütün dünyaya cezaevleri satmak isteyen bir zihniyetin uzantısı olarak çalışmak zorunda olduğu yerde kapana kısılmıştır. Hani derler ya "Kapitalizm yüksek fonksiyonlu özgüvensizlerin sırtında ayakta kalır" diye aynen bu durum yaşanmaktadır. 

Vazgeçilmek istenmeyen bir yaşam standardı ve onun ceremeleri. Karısı için de kariyerinden çocuklar için vazgeçmenin oluşturduğu saygınlıkta yoksunluk hissi ile çok çalışan kocanın hayatında yokluğu ile açılan boşlukta sallanış söz konusudur. Hep böyle değil midir? Az çalışan erkekler düşük kazançlarla yoksullukta boğar ailesini, çok çalışıp kazananlar da kendine yükmüş gibi gördüğü ailesinden soğurken, yokluğunun gölgesinde karısı ve çocukları yalnızlıkla savrulur oradan oraya. 

Herkesin bir alıcısının olduğu hayatta kimsenin yalnızlığa mahkum olmadığını anlaması ile ahlaki değerler arasına sıkışması vardır bir de... 

Uysallarda da durum böyle: Herkesin birbirine oynadığı bir ev. 

Ama burada yaşananların en büyük sebebi genel atmosferdir. Yalancıların mumlarının söneceği o yatsı vaktinin gelmeyişi, sisin kalkmayışı, gecenin yıllardır uzaması... Baharların gelmeyişi... Günlerin uzaması, kısalması mevsimlerin deveranı ama ne karanlığın ne kışın insanların hayatını terk etmeyişi...

Ve Uysallar. Ne demişler "Sessiz atın çiftesi pek olur."  

İyisi mi uysal olmamak, her şeye sessiz kalmamak lazım. İçinde biriken öfke ile nerede nasıl patlayacağın belli olmaz. Kapitalizmin gölgesinde sadece yaşam koçları rehberin olamaz. O nefesleri derin derin alırken gün gelir gerçekten nefes almayı becermen gereken bir mesele olduğunda nefessiz kalırsın. 

Ne olursa olsun, insan sosyal bir varlıktır. Ölmediyse bir vicdan taşır ve bunun rahatsızlığı yok saydığınız şeylerin de ağırlık yapmasına neden olur. 

Dizide masum ve vicdanlı tek bir kişi vardır; o da ailenin on yaşındaki kızıdır. On yaş enteresan ve elbette bilinçli bir seçim. Mahkemelerde psikologlarla ifadesi alınan on yaşına kadar olan çocukların beyanlarının doğruluğu, on yaşından büyüklere oranla daha net kabul edilir. Belki günümüzün çocuklarında hızlı farkındalıkla bu yaş biraz daha erkene çekilebilir ama bir çocuk başkasının yanında yırtık bir çorapla görünmekten ne vakit utanmaya başlar işte o zaman ikinci bir sahte benlik oluşumu başlamıştır. Artık görünmek için yaşayacağı bir hayata adım atmıştır. 

Ve belki de tek gerçek günümüz için şudur: Kimse göründüğü kadar temiz, hissettiği kadar suçlu değildir. Tabi hissedebiliyorsa, bu bile yaşadığını ve vicdanı olduğunu gösterir. İnsan, nisyan kökünden türemiş bir kelime olarak, unutan, hata eden manalarını barındırır içinde. Bunu hatırlayıp yanlışından dönmek için hala vaktinin olduğunu fark etmelidir. 

Susma uysal, sustukça sıra sana gelecek. Ve o zaman çok geç olacak. Tek çözümün ölüm olmadığını ölmeden keşfedebilmek umuduyla...              
Sistemi, kendinizi, size dokunmayın yılanları suskunlukla besleyişlerinizi, sahtekarlık kavramanı tekrar gözden geçirmenize vesile olacak diziyi izlemenizi bu gerekçelerle tavsiye ediyorum. 


Handan Kılıç    
1Nisan 2022
İzmir    

LA CASA DA PAPEL ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME





Mottosu, "Sonuçta her şeyin mahvolması için aşk iyi bir nedendir" olan dizide beş sezon geride kaldı ve hikâye sona erdiğinden dizi tutkunlarına veda etti. Bu yazıda dizinin sevilme nedenlerini kendi gözlemlerim ve son sezonlarının akabinde yer alan belgesellerden aldığım notlar üzerinden irdeleyeceğim. 

Türkiye’de genel olarak çok popüler olan dizinin sevilme gerekçelerinden ilki senaryo ekibinin başarısıydı. Bu konuyu detaylandıracağım ama baştan önemli bir faktörün hakkını verelim istedim: Dizinin müzikleri. Gerçekten çok etkileyiciydi. Hele dördüncü sezondaki şarkılar bir başkaydı. Berlin'in düğününde çalanlar nefisti. 

Ben müzikleri o kadar sevdim ki, birçok dizi de sıkça kullandığım “introyu geç” seçeneğini yok sayarak her bölüm başında ve sonundaki müzikleri de zevkle dinledim.

Şimdi gelelim asıl meseleye: Bunu söylediğimde birçok kişinin abartıyorsun dediğini işitsem de bence Game of Thrones dahil izlediğim diziler arasında ilk sezondan son bölüme kadar en sürükleyici bulduğum dizi La Casa Da Papel’di. Genelde ortamda fiziksel bir engel çıkmadıysa her sezonu tek oturuşta bitirdim. Bazen (Digital platformlarda izlemediğim çok fazla dizi olmasına rağmen) dönüp sevdiğim bölümlerini tekrar seyrettiğim diziye bağlanma sebebim tabi ki başarılı karakterleriydi.

Dizide ara sıra rastladığımız mantık hataları da vardı ama bir kere sevince, o bağ izleyici ile karakterler arasında oluşunca senaryodaki eksiklikleri hoş görüyor insan:) Mesela Tokyo online bağlantı ile ameliyat yapsa da tıp gibi zor bir eğitim ve tecrübe yok sayılsa da gülümsüyor sadece. Bunda da oyuncuların role girmedeki başarıları etkili.

İyi kötü diye net olarak sınıflandıracağımız karton karakterler yok mesela. Her kimin hikayesi derinlemesine incelense yaptığı hatalardan dolayı hak verir hale geliyorsunuz. Zaten hayat da böyle değil midir? Tek tek herkes haklı ama kesişim kümelerinde ne çok haksız vardır kızdığımız. Bankanın çalışanlarından menfaatine göre sürekli taraf değiştiren Arturo Roman mesela, herkesi deli ediyor izlerken ama aslında bu durum insanı anlatıyor. Görmekten kaçtığımız, başkasında ise eleştirdiğimiz ama bir şekilde içimizde olan gölge yanlarımıza dokunduğundan bu hisleri yaşattığını sonradan fark ediyoruz.  

Profesörün ve Berlin'in duygusal davrandığı konularda nasıl çuvalladıklarını görünce, duyguların insanı aşağı çeken bir çeldirici olduğunu kavrıyor, dizinin mottosunun her bölümde temaya uyduğunu anlıyoruz. Bölümler ilerledikçe karakterler arasında beraber aştıkları nice zorluk sonrası duygusal bağlar kuruluyor. Dolayısıyla ilk sezon gibi profesyonel davranamadıklarını, bunun sonucu hatalar yaptıklarını görünce onların da insan olduklarını hatırlıyor, karakterleri daha çok seviyoruz. 

Dizi her ne kadar ülkenin merkez bankasını soyan bir grup çılgının müthiş planlar dahilinde ilerlemesiyle gelişse de eylemlerin felsefesi var. Böylece halkın desteğini topluyorlar. İspanyol Emniyet Teşkilatının, özel birliklerin acizliğini görünce seviniyoruz. Halkın beraber olursa güç odaklarını dize getireceğini fark ediyoruz. İktidarı demokratik davranmaya zorlayan Avrupa Birliği üyeliğinin getirdiği sorumlulukların merkezi hükümetlere karşı halkın emniyet supabı olduğunu hatırlıyoruz. Emniyetin ne kadar emniyetsiz olabileceğini, kamera olmayan yerde yapılanlarla göz ardı ettiğimiz gerçeklerden haberdar ediliyoruz. Dördüncü sezonda çölde işkence yapan kişinin Osman isimli bir Türk olmasından rahatsız olmuşken gündeme düşen haberlerle İspanyol senaristlerin her şeyi takip ettiklerini görüyor, eleştirilmek yerine düşünülmesi gereken bir husus olduğunu hatırlıyoruz. Sonuçta mızrak çuvala, hukuksuzluk evrensel yasalara sığmıyor. Görmezden gelinip sessizliğe gömülmesi bunların olmadığını kanıtlamıyor.

Belgeselin tanıtımından neden bir grup suçlunun bu kadar sevildiği, aslında soygun yapan, adam öldüren, yasaklı birçok eylemi alışkanlık haline getirmiş bunca farklı yapıdaki insanın neden bu kadar izlenir olduğunun sosyolojik ve psikolojik incelemesinin yapıldığını zannetmiş, başına iştahla oturmuştum aslında. Yine de pişman kalkmadım. Umarım bu konu üzerine uzmanlar da çalışır ve aklıma gelenler dışında neden diziyi çok sevdiğimizin ardındaki bilimsel gerçekleri ortaya koyarlar.

Fenomen isimli bu belgeselde ne anlatılmış peki derseniz, dizinin kamera arkası görüntüleri ile başarısının sırlarından bahsedilmiş. Yani, dizinin ikinci sezonu yerel televizyonlarda ilgi görmemişken Netflix satın aldıktan sonra dünya çapında en çok izlenen dizi olmasının hikayesini izliyoruz. Mesela oyuncular sosyal medya hesaplarının takipçilerinin birdenbire artışı ile şok olmuşlar. Farklı ülkelerde yapılan çekimlerde yaşadıkları kolaylıklar ve izdihamlar neticesinde gerçekten dünya starı olduklarını anlamışlar. 

Ama sanırım sevilmesinin en önemli sebebi yukarıda da kısmen değindiğim gibi insanların otoritelerden yorulmaları ve filler tepindikçe ezilen çimen olmaktan bıkmaları. Sonuçta halk olarak elimizden bir şey gelmiyor. Bir şekilde hâkim sistemlerde rejimler ve yönetimi elinde tutanlar tüm dünyada halkı ezdiği, yanılttığı, üzdüğü için olsa gerek bu güçleri zekasıyla alt edecek bir grup soyguncu ve bunu bir ideal uğruna bir felsefe gözeterek yapan Profesör karakteri çok seviliyor. Ne demişler: "Dinsizin hakkından imansız gelir"   

Bence fenomen olmalarının sırrı, samimiyet, tutku, romantizm dozunun da iyi ayarlanması. Tabi ki tüm Netflix yapımlarında olduğu gibi cinselliğin de cinsler üzeri bir boyutta kullanılması ile yükselen değerlere paralel hareket edilmesi de unutulmamalı. 

Ayrıca bu belgeseller "Dizi senaryosu nasıl yazılır?" konulu bir ders gibi olduğundan yazı ile ilgilenenler mutlaka izlemeli.

Şimdi biraz belgeselde anlatılan başarı sırlarından aldığım notları paylaşayım: 

Bu bir soygun hikayesi değil birbirini seven insanların soygunu.” Sevgi izleyiciye geçen en önemli çapalardan olduğundan yola çıkarken sağlamcı davrandıklarını görüyoruz.  

Karakterler öncelikle, anne, baba, çocuk, bunlar tüm insanlığın ortak halleri. Evrenselliğe farklı yönlerden baktık. Karakterler seçilirken herkesin empati kurabileceği türden seçildi. “Bir şekilde kader kurbanı olmuş, kötü aileye doğmuş, iyi insan olmak için çırpınsa da çevrenin, evin, toplumun buna izin vermediği, her türlü travmayı yaşamış, eğitim alamasa da bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış insanlardan bir ekip kurulması. Herkesin yapabileceği hatalar yüzünden suça bulaşmış sonra da dışlanmış insanlara karşı empati kurmak kolaydır. Sonuçta hepimiz bir şekilde kendi basit hatalarımızın bedeli olarak ağır cezalar çektiğimiz bir sürü olay yaşamışızdır. 

Bu bir soygun hikayesi. Dolayısıyla hırsızın oğlu hırsız ama karakterlerin kendini kabul ettirmesi önemli. Profesör, çok rastlanan bir tip değil. O yüzden de tek ama kendini en iyi kabul ettiren karakter. Zekasıyla bizi kendine hayran bırakan planlar yapsa da aslında bir ezik. Tam bir sosyopat. Âşık olana kadar duyguları olduğunu bile anlamadığımız, yakışıklı olmasına rağmen özgüvensiz, toplum içinde insanlarla kolay iletişim kuramayan biri. Ama baş kahramanımız o. Düşündüklerini söyleyemeyen biri iken sevdiğine ne yapıp edip ulaşması, ekibindeki herkesi değerli hissettirmesi de yabancı ve hasret kaldığımız bir özellik olduğundan çok sevildi bence. Hani meşhur bir söz vardır, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye. Bu topraklarda gelişine vurup günü geçirmeyi yaşamak sayarken hayatta B planlarımız çok da olamıyor. Bunlarının bedelini ağır ödediğimiz zamanlardayken Z planı bile hazır bir Profesöre hayran olmamamız düşünülemezdi. Belki de herkes bu yüzden sevmişti bu sıra dışı adamı.

Başarının sırlarından bence en önemlisi karakterleri ters yüz etmeleri. Her an ne yapacağı belli olmayan Tokyo'dan bile istikrarlı davranacak bir lider, profesöre aydınlatma yaşatacak bir zekâ parıltısı çıkartmak. En kötü insana bile merhamet duyacağımız olaylar, duyguların senaryoda olması son derece etkili.

En gaddar tiplemeden ispiyoncuya topluma ayna tutacak karakterlerle bir olay örgüsü kurmak. 

Dizilerde tiplemeler kibar ve mutlu ise anlatacak çok bir şey yoktur. Sıkıcı olur. Burada sürekli sorun çıkaran kontrolsüz tipler var ama her adımı önceden hesaplayan zekâsı ile profesör ve liderliği ile Berlin de var ki sevilen bu iki karakter sık sık her şeyi ve herkesi kontrol altına alabiliyor.

"Bir de karakterlere hiç merhametimiz yok. Hepsinin hayatı pamuk ipliğine bağlı, her an hepsi ölebilir." Bu diziyi çekerken yazan senaryo ekibinin söylediği bir cümle ve bence yazan insanlar için önemli ipuçları içeriyor.

Kara mizah da ölçülü şekilde kullanılmış. "Arturo Roman herkesin istinasız sevmediği bir karakter. Çünkü hepimizin zorba yanını yansıtıyor. En insanımız o, utancımızı bize hatırlattığı için, ayna olduğu için yaptıklarını seyretmeye dayanamıyoruz." 

"Hakikati takıntı haline getirdik. Görüntü ve sanatı birleştirdik"

Gerçek başarının en önemli unsuru elbette simgeler: Dizi bir şekilde yeni semboller evreni yarattı.

1-Kırmızı renk

2-Bella Ciao marşı

3-Dali maskesi   

Bella ciao marşı yani Çav Bella Mussolini'ye karşı direnişin simgesi iken tam yetmiş beş yıl sonra bu dizide kullanılarak başkaldırının mistik yanı güçlendirildi. Dünyanın her yerinde en çok dinlenen, söylenen şarkı oldu.

Heyecanı diri tutmanın diğer yolu da tüm karakterlerin sürekli diken üzerinde yaşaması oldu.” Son saniyede yazmak, yani bölüm çekilirken ekibin yazıyor oluşu, oyuncuların bile her şeyi son anda öğrenmesi halini son anda üçlük sayı atmaya benzetmişler:) Yani kervanı yolda düzmüşler. Baştan belli bir son yokmuş ve akıllarına Viking- İspanyol sahtekarlığı olayı gelmiş. Tamam diyerek hikâyeyi bitirmişler.

Hasılı kelam bütün sayıları attılar, dünyada en çok izlenen dizilerden olmayı başardılar. Sonunda “Her şey basit bir hayalle başladı. Seyirciyle bağ kuracak bir şeyler yapmak” hedefine ulaştılar.

İkinci sezon tutmayınca yeni iş araması söylenen dizi oyuncuları da bir anda dünya çapında tanınırlığa ulaştılar. Bu da bize gösteriyor ki, hiçbir başarı tesadüf olmasa da tanınmak, bilinmek, para kazanmak hepsi "Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır" denen alın yazısı:)))

La Casa De Papel dizisinden aklımda kalan bir cümle ile satırlarıma son vereyim: "Bazen huzur bulmanın tek yolu uzaklaşmaktır

Hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, işkencesiz, demokratik bir dünyada, yani güzel günlerde nice böyle sürükleyici dizileri ağız tadıyla seyretmek dileğiyle.

Handan Kılıç

 

 

 

 

 

 

 

Don't Look Up -Netflix


SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

295-DON'T LOOK UP- YUKARI BAKMA

Son günlerin popüler filmi Netflix'te yayına girdi. 2 saat 25 dakikalık bir kıyamet senaryosu, yuvarlandığımız sanal alem, popülerite merakı, herkesin delirmişcesine gerçekleri yok saymasına dokunduran komedi filmi gayet güzeldi. 

Başları biraz uzun tutulmuş olabilir. Film süresi kısaltılabilirdi. Son kırk beş dakikasının nasıl geçtiğini anlamadım mesela. Tempo önemli filmlerde. Hele de günümüz sabırsız seyircisine. 

Le Bazar de la Charité Alevlerin Ardından 2019 Netflix

 SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

294-Le Bazar de la Charité Alevlerin Ardından 2019


Dün gece sabah olmak bilmeyen, o karanlığın en siyah haliyle ruhumu ele geçirdiği efkarlı vakitlerden biriydi. Gün boyu hastane işleri vs ile uğraşırken yorulmuştum. Bana eşlik eden yakınım, yemek de ısmarlamasa güne ait güzel anlardan bahsedemeyeceğim. Ama daha ilk çatalı almadan kötü haber yetişti ve böğrüme oturan öküz gün ağarana kadar yerinden kıpırdamadı. Böyle zamanlar iştahımı kesmez bilakis açar. Hızlıca yedim yemeğimi. Yirmi dakikada çevre yolundan il değiştirdim ama şehir içinde beş dakikalık mesafeyi yetmiş beş dakikada aşamadım. Akşam trafiğinde ayağım dur kalktan uyuştu, kalbim ve ruhum ezildikçe ezildi. 

Anahtarla eve girerken yumuşak bir şeylere tutunmak istedim dönüp pasta aldım. Evet kutlamak için değil, bir nevi isyan. Sağlıklı beslenmeye, hayata verilen emeğe, umudun hiç bir işe yaramamasına. Aksi gibi annem babam başka şehirdeydi. Eşim ve oğlum da birbirinden farklı şehirlerde. Bana yine karanlığı yalnız atlatmak düşmüştü. Demek bunu öğrenmem lazım ki tekrarlayan bir imtihanım oldu son yıllarda. 

Şu hayatta çok aydınlık günler görmedim ama karanlıktan çocukken bile korkmadım. Geceleri severim. Sabaha karşı yatıp üç beş saat uyumak yeter. Günlerdir sel boyutlarında yağmur alan şehirde güneşe hasretiz ama gündüz gündüzdür diyerek karanlığın yırtılmasını bekledim dün gece. Zaten öküzüm de bir gıdım kıpırdamadığından pasta da yumuşacık saramadı yalnızlığımı. Sonra can dostum Netflixi açtım ve ilk önerdiği diziye başlayıp sabaha kadar sezonu bitirdim.

Alevlerin ardından adlı bu dizi trajik ve tabi ki gerçek bir yangın hikayesiyle başlıyordu. 1897'de Paris'te çıkan bir yangında yüz yirmiden fazla kadının yanarak can verdiği olaydan esinlenen senaryoda birbirinden zor hayatın ve aşkın taşıyıcısı üç kadının hikayesi anlatılıyordu. Çoğu eziyet tanıdık geldi. Fransa'nın 1800'lerde yaşadığı sıkıntılar ülkemizde her gün hala yaşanıyordu. Bir buçuk asır geriden gelen bu haksızlık ve yalnızlıklar, keder coğrafyasında her gün yeniden sahnelenen trajedilerden farksızdı. 

Kaza ile çıkan bir yangını gariban bir kaç fakir gencin üzerine atmak isteyen yöneticiler toplumu yanlarına çekmek için onları vatan haini ilan ettiler. Ve özgürlük mücadelesi veren gençler bu iftira ile giyotine mahkum edildiler. Taksimde sallandıracaksıncılar her devirde her ülkede vardı. Bu vahşeti seyretmek için toplanıp tezahürat yapıyorlardı. Ve bu çetrefilli işlerin içinden kadınların yılmayan cesareti ve zekası ile çıkıldı.

Yangın sahneleri dehşet vericiydi. Yanmak en ağır yaralanma biçimidir. Eziyetli olduğundan sanırım her dinde ceza olarak cehennemden bahsedilmiştir. İki dünyada da yanmamak dileğiyle karanlık gecemi aydınlatan diziyi tavsiye ediyorum. 

Sonuçta bir şekilde sabah oldu. Hiç bir şey eskisi gibi değildi. Çok zamandır da öyle zaten. 

Hayatta yaşarken, yol ayrımlarında seçimler yaparken gözü kara olmak lazım, amenna. Ama dizide de olduğu gibi insan zorluklar karşısında hep yalnız. Bazı eşikleri yalnız aşmak zorunda. Öyleyse ilk iş insan kendine destek olmayı öğrenmeli. Erkekler genelde sıkıntılarını kendileri yaşarlar, içlerinde. Yanlarında birileri olsa da saklarlar duygularını, paylaşmazlar. Aydınlığa çıkana kadar mağaralarında gizlenirler ama biz kadınlar bazen destek arayabiliyoruz. Bundan da vazgeçmek lazımmış demek. Çok istediği hep uzaklaşıyor insandan. 

Hayat gerçekten yorucu. Son zamanlarda da çok hızlandı. Ve bir de çok sıkıştı, bizim topraklar için tabi. Yurt dışından çok takipçim var onlar belki yaşadıklarımızın yoruculuğunu anlayamazlar tatlı Noel telaşından ama gerçekten nefes almak bile lüks oldu. İnsanlar çok yorgun. Herkes kendi derdinin peşinde, dağılmış zihniyle hayaletler gibi dolaşıyor. Bir başkasını göremeyecek kadar mutsuz, yalnız ve uzak birbirine. Kendine yetme gayretinde. Bir arkadaşım öyle demişti yıllar önce. Herkes bir bir dökülecek üzerimizden ve biz kalacağız bir tek Rabbimizle. Ona anlatacağız derdimizi. Ve bu değil midir insanın yaratılışının gayesi. Aciziz, çok konuyu biz çözemeyiz. Seçtim oldular hikaye. Anestezisiz ameliyat olmak gibi yaşadıklarımızı tüm ayıklığımızla kaldırmak için bizden çok büyük bir gücün yardıma muhtacız. Gerisi lafı güzaf. 

Handan Kılıç

15/12/2021 

18:22

İzmir               

Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi ve Netflix' de Komedi

Gündem berbat olunca insan başka dünya dünyalara sığınmak istiyor. Bu da genelde filmler ve diziler alemi oluyor. Kafam dolu biraz boşaltayım derken kitap okumaktan da uzaklaşıyor insan:) O nedenle bu ara üst üste seyrettiğim komedilerden kısaca bahsedeceğim.

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

290. Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi  


KULÜP 2021 Netflix

 SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 288. 

Her ne kadar karakter isimleri verilmemişse de, olaylar bağlamında spoiler içerebilir.

5 Kasım'da Netflix'te yayına giren Kulüp dizisinden bahsetmek istiyorum bu gün. 

Elli-elli beş dakikalık altı bölümden oluşan dizi 1955 yılının İstanbul'un da geçiyor. Beyoğlu'ndaki eğlence yerlerinden bir kulübün merkeze alındığı bu diziye yoğun ilgi var. Lakin iki gündür en çok izlenenler sıralamasında ilk sırayı başka bir yapıma kaptırmadı. 

Haliyle dün akşam üç, bu sabah da kalan üç bölümü izleyerek ben de diziyi bitirdim. 

Beğendim mi? Evet. 

Assassin's Creed Netflix'te

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 286. FİLM



Assassin's Creed ciddi sayıda hayranı olup çok oynanan bilgisayar oyunlarından imiş. Oyunun bağımlıları için film nasıldı bilmiyorum ama farklı konusu ile ilgi çekici bir bilim kurgu olmuş. İnsanların atalarının kaderini yaşadığı, suikastçi, katil sıfatların tıpkı sağlık sorunları gibi genlerle gelecek nesillere aktarıldığı iddiasıyla yapılan araştırmalarda dünyadan şiddeti silmek amacını perde yapıp aslında gücü elinde tutma mücadelesinin verildiğini gördüğümüz film görsel efektleri, ses düzeni itibariyle sinemada izlemeye çok uygun. 

NETFLİXTE KIZKARDEŞLİK DİZİLERİ

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ

279-ATEŞ BÖCEĞİ YOLU


Çocukluk arkadaşı olan iki kadının ilerleyen yaşlarda da devam eden dostluğu. Her hal ve şartta eski dosttan düşman olmaz sözünü doğrulatan keyifli bir dizi. Erkekleri bilemem ama kadınların seveceğini, böyle bir dostluğu özleyeceğini söyleyebilirim.








280-THE BOLD TYPE


Bir dergide stajyer olmak isteyen üç genç kızın yakın arkadaş olup tempolu yayıncılık işinde tutunmaya çalışırken birbirilerine destek olmaktan vazgeçmedikleri diziyi izlerken ah nerde böyle dostluk mu kaldı diyeceksiniz. Keyifli bir dizi.  







281- PANAMA KIZLARI 


Kendi ayakları üzerinde durmak isterken birbirlerini destekleyerek başaracaklarını anlayan dönem dizisi. Seyredilmesi keyifli. 

Kız kardeş/dostları özledikçe böyle dizilere sarmıştım bir ara. 

Hepsinin özeti şu ki, dünyanın neresinde olursa olsun kadın olmak mücadele etmek demek.


282-SEXİFY

Üç kız bir okul bitirme projesinde buluşur ve kadın cinselliği üzerine bir uygulama yazmaya çalışırlar. Tecrübesiz oldukları bu alanda öğrenecekleri vardır. Gençlik dizisi olarak tasarlanmış.  

283-GÖZLERİNİN ARDINDA 


Kız kardeşlik dizisi sayılmaz belki ama bu mini dizi son derece ürkütücü bir dizi. Gerilimi yüksek. Bilin de öyle izleyin.

ŞANTAJ İNOCENTE

SİNEMA GÜNLÜĞÜ

276- Şantaj İNOCENTE/MASUM


Bu dizi gizem ve korku romanı yazarı Amerikalı Harlan Coben’in kitabından uyarlanan ‘Şantaj’ (El Inocente/Masum)  çok iyi polisiye dizilerden. 

Cezaevine düşen bir hukukçunun değişim ve dönüşümünün hikayesi.  

Son sahneye kadar heyecan ve merak unsurunu diri tutan diziyi kaçırmayın. Çok fazla malumat vermeyeyim ki, spoiler yemeyin.

277- MARSİLLE 


Belediye seçimleri, siyaset, mafyanın elindeki hikayeler, sahte oylar, şantajlar, kasetlerle tanıdık gelecek bir dizi. Oyuncular şahane. Oyunculuklar kaliteli. Şehir Marsilya:))

Güzel bir dizi.








278- DARK DESİRE


Öğrencisine aşık olan bir hukuk hocası. Babasının intikamı peşinde genç bir hukukçu. Karısını en yakın arkadaşı ile aldatan bir savcı. Tıp öğrencisi yapayalnız kızları. 

Mini dizi, güzel. 

Aşkın zararlarına örneklerden:))  

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...