yeni hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeni hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Üst Kurmaca


“Doğmamış çocuğa don biçilmez” derler. Doğmadan önce yaşayacaklarını bilsen gelmek ister miydin soruları bir lüks olarak dolaşır bazen kafalarda. Ara sıra romantik olsam da gerçekçi biriyim. O nedenle bu soruları anlamsız bulurum. Gelmişsin bir kere bunun çaresi yok. Yaşayıp geçeceksin. İstesen de istemesen de affetsen de küssen de gideceksin.

Sil baştan başlamak lazımdır bazen ama bu bir zihin hastalığı yaşamıyorsan şarkılardaki kadar kolay değildir hatta işin gerçeği mümkün değildir. İnsan geçmişini sırtında taşır. Hepimiz ömür boyu çocukluğumuzda yaşadığımız olayların etkilerine sıkışmışsak, travmam var diyerek geçmişte dolaşıyorsak, hayatımıza aldığımız insanları orada tanıdığımız figürlere göre kategorilere ayıran bilinç dışı ile yaşıyorsak yapacak çok da bir şey yok. En fazla bilince çıkarır, onla barışabilir, ne olursa olsun devam edecek gücü bulabiliriz. Bir daha bu hataları yapmayacağım da diyebiliriz ama malum genelde aynı sorular bir daha gelmez önümüze.

BİR KADIN ZAFERİ- 2018 DE DIRIGENT


  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 204.FİLM   

Mayıs sonundan beri yeni bir film yazısı paylaşmamışım. Aslında mümkün olduğunca her gün bir şeyler izliyorum. Yazı her zaman yaşamın gerisinde kalıyor. Bir de tutulmalar, retrolar falan derken iyice yorulduk. Bir yerden başlayayım da gerisi gelir diyerek bir film önerisi ile dönüş yapayım. 

The End of The F***ing World Dizisi Üzerine


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 86 

-Spoiler içerir -

Sevgi hayatı yaşanır kılan vazgeçilmezimizdir. Şanslı isek sevgiyi bize verebilecek evlerde doğarız. Kültürümüzde yeni doğan bebekler için yapılan en önemli temennilerden biri "Allah analı babalı büyütsün"dür. Bu diziyi izleyince bunun ne denli değerli bir dua olduğuna bir daha inandım. 

The End of the F***ing World, Charles Forsman'ın aynı adlı bir grafik romanına dayanan, İngilizlerin karanlık komedi-drama türünde çektiği bir dizi. Süresi yirmi dakikadan oluşan sekiz bölümlük dizinin iki sezonu var. 17 yaşında iki gencin yaşadıkları talihsizlikler üzerine çekilen dizi, kısa süresi ile tam da süreçlerden sıkılan sabırsız ve robotlaşmış günümüz gençlerince severek izlenen bir yapım olmayı başarmış. Sürekli küfürlü konuşan ve bunu normal gören gençler de isminden ve alışık oldukları İngiliz aksanından farklı diziye ayrı bir sempati duymuş olmalı. 

İMBD 8.4, Netflix'te de tam not alan bu diziyi bana ergenlik çağında olan oğlum tavsiye etti. Ben de onu ve günümüz gençlerini daha iyi anlamak için seyrettim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, duygusal yönü güçlü biri olarak bu kadar duygusuz, sevgisiz gençlerin olduğu bir yapımdan irkildim. Çok sevilen bir dizi olması, şiddetin bu kadar sıradanlaştığı şu günlerde beni iyice düşündürdü.

Dünyanın nereye gittiğini sürekli sorguladığımız günlerdeyiz. Her yeni acı olayla bir öncekini unutuyor, zamanla da duyarsızlaşıyoruz. Akıl sağlığımızı korumak için normalde bir insanın dengesini yitirmesine sebep olacak bunca acıyı, haksızlığı görmezden geliyoruz. Ama bu üç maymunu oynama, susma halleri de ayrı veballer yüklüyor omuzlarımıza. Sustukça toplum olarak, belki de dünya olarak bir lanete maruz kalıyoruz. 

Her yerden cinnet haberleri geliyor. Özellikle de bizim coğrafyamızda. Bu nedenle insanların umudunu yitirip topraklarını terk ettiğini ve gittiği yerde "Dünyada cennet varmış" derken ülkesini hiç özlemediğini biliyoruz. En fazla akıllarına gelenin kokoreç olduğunu, kimisinin de kalan dostlarını ara sıra anımsayıp hey gidi derken keyifli içeceklerini yudumladığını sosyal medya hesaplarından görüyoruz. 

Ama biz ne kadar haber izlemesek de TT olan isimleri tıkladığımızda her gün başka bir fenalığın tanığı daha oluyoruz. Özellikle intiharlar, cinayetler, çocukların gözü önünde yaşanan travmatik boşanma süreçleri, şiddetin normalleşmesi sonucunu doğuruyor. 

Kimse artık analı babalı büyürken mutluluk dolu yuvalarda yaşamıyor. Sevginin bittiği, herkesin buna aç halde yaşadığı evler sadece bir çatı. Dışarının kaosundan kurtulup sığınılan mekanlar da, sevgi ile yuvasında yenilenen kadınlar ve erkekler de yok. Herkes kendi derdinde ve çocuklar ellerindeki tabletlerle şiddetin sıradan, kanın oluk gibi aktığı filmlerle, dizilerle, oyunlarla oyalanıyor. Sanırım o nedenle giderek duygusuzlaşıyorlar.

Aslında bu globalleşen dünyada yaygın bir tehdit. Zaten dizi de 2017 yılında İngiltere'de çekilmiş.  

Yazar- Akademisyen Nihan Kaya'nın "İyi Aile Yoktur- İyi Toplum Yoktur-  Bütün Çocuklar İyidir" isimlerindeki kitap serisini okumanın tam vakti. Aslında psikoloji doktorası yapmış olan yazarın kitaplarda bahsettiği aileler bizim huzurlu sandığımız, taciz, ensest yaşamamış normal ailelerdeki çocukların yaşadıkları içsel kırgınlıklar, yoğunluktan ve yorgunluktan çocuklara vakit ayrılmaması, tercihlerinin sorulmaması, birey değil de aman çocuk işte diye geçiştirilmiş olmanın ruhlarda bıraktığı yaralar, travmalar. Toplum baskıları, okullardaki tek tip insan yetiştirme politikalarının yarattığı emme basma tulumba gibi başını sallayan, tepkisiz insanlar anlatılmış kitaplarda. Yani bu dizideki gibi ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan bireyler değil konu. Ama çocuklar öyle hassas varlıklar ki, okuyunca görüyor, kendi hayatlarınızdan pay biçip hak veriyorsunuz. Bu durumda ciddi travmalar yaşayanları da algılayabiliyorsunuz. 

Nihan Kaya, kendini her türlü kavgadan, huzursuzluktan sorumlu hisseden insanlara, maruz kaldığı hareketler yüzünden bu duyguları yaşadığını anlatan, bir nevi yüreklerine su serpip kendi çocuklarına daha dikkatli davranma farkındalığı kazandırmak isteyen bir kitap serisi yazmış diyebiliriz. Ama şu notu düşmeli, akıcı ve okuması kolay gibi duran kitap kendinizle yüzleşmenizi gerektirdiğinden epey efor sarf ettiriyor. Yine de farkındalık için okunmalı.  ( Ayrıca kitaplarda bahsettiği konuları anlattığı bir youtube kanalı ve ciddi paylaşımlar yaptığı sosyal medya hesapları var. Okumaya fırsat bulamayanlar da izleyerek/ dinleyerek mevzudan haberdar olabilirler. ) 

Tekrar konumuza dönersek Charles Forsman'ın çizgi romanından uyarlanan The End of The F***ing World, karanlık ve karmaşık zihinlere sahip iki gencin hikayesini konu ediniyor. 

İlk sezonda 17 yaşında bir genç olan James, beş yaşlarında iken annesi gözleri önünde intihar etmiş, babasının tüm ilgisine rağmen anne sevgisinden mahrum ve kaybı travmatik olması sonucunda sosyopat bir genç olup çıkmış. Hayvanları keserek başladığı canilik kariyerine insanlarla devam etmek istiyor. Bu sebeple seçtiği Alyassa ise çok sevdiği babasının terk edip gittiği, genç annesinin bir başka adamla evlendiği, ondan ikiz kardeşleri olan, üvey babanın tacizi ve annesinin ilgisizliğinin travmalarını yaşayan bir kız. 

İki karakter de buz gibi soğuk. Sanki yaşamıyorlar gibi. Sevginin nasıl sıcak ve kuşatıcı olduğunu, insanın içinden gelen o gücü harekete geçirdiğini anlıyorsunuz. Bu çocuklar yaşadıklarından kaçıyorlar ve başlarına yol boyu daha da kötü olaylar geliyor. 

İkinci sezonda bir karakter daha katılıyor. Aşırı mükemmelliyetçi bir annenin sürekli cezalandırarak büyüttüğü, cezanın sebebinin sevgisi olduğuna inandırdığı, babasız büyürken kendinden çok büyük bir adama aşık olan zenci genç bir kadın. Aslında adam Hocası olduğu üniversitenin kız öğrencilerine şiddet uygulayıp onlarla beraberliklerini kayda alan, bu nedenle yargılansa da güçlünün kendini kurtardığı bu dünyada paçayı mahkeme önünde sıyıran yazar. Ama hayatında sevgi görmemiş bu kadını bir kaç sözüyle kendine bağlıyor ve kadın tam bir büyülenme ile intikam meleği oluyor. 

Sevgi yoksunluğu çeken insanların sorununun sevginin ne olduğunu bilmemeleri ve çabuk kandırıldıkları bazen de bunun farkında olsalar da sahte bile olsa sevgi ile temas etmek için kendilerine yalan söylediklerini ifade eden anlatıcı gençlerin iç konuşmalarını da veriyor ki, bazı duygu kıpırtılarını böylelikle görüyoruz. Ama daha fazlasına müsaade etmiyorlar. Bir nevi tekrar terk edilme acısı yaşamamak için gardlarını alıyorlar. 

İnsanın travmatik olaylara takılı kaldığı, bu konuda yardım almazsa kendine yarattığı parmaklıklar arkasından hayata dahil olmadan yaşadığı gerçeğini güzel anlatan dizi gençlerden ziyade büyüklerce izlenmeli derim. 

Bu dünyaya çocuk getirmek kararı, girdiğin sorumluluğun farkına vardığında insanın tüm özgürlüklerini elinden alan ağır bir durum. Bu nedenle iyi düşünülmesi gerek. 

Zaten dizide de genç kız, annesinin ilgisizliği, üvey babanın tacizlerinden bıkıp öz babasını bulmak için umutla yola çıkıyor. Babası ile karşılaştığında hayal kırıklığına uğruyor. Bunu "Birini yıllarca görmeyince vereceği cevapları kafanızda büyütüyorsunuz" diye ifade ediyor. Sorumsuz babasına da, "Eğer onu terk edeceksen gidip çocuk yapmamalısın. Çünkü ömürleri boyunca o çocuklar ne yaptıklarını düşünürler" diyerek isyan ediyor.

Babası ise son derece duygusuz bir şekilde, başka bir kadından olan oğlunu da terk ettiğine şahit olan kızına "Bu kurban numaralarını bırak, beni de sevmediler. Ne anne kucağı gördüm, ne emzirildim, herkesin bir sebebi var." diyebiliyor. 

Evet, herkesin bir sebebi, ihmal edilmişliği, yalnızlığı var. Bunlara takılı kaldığında ya da sevgi ipi koptuğunda bir baş dönmesi ile denize düşen insan yılana sarılacak kadar ciddi hatalar yapıyor. En iyi ihtimalle ise kendisi gibi bir yaralı bulup el ele kıyıya çıkacakları zannını yaşıyor ama psikolojide iki yarım bir tam etmiyor.   

Madem bir insanın ruh ve beden dünyası anne ve babasının ellerinde, onların tavrına göre dünyayı kurtaracak güzel işler yapan insanlar ya da dünyanın sonunu getirecek kötülüğü büyüten canavarlar yetiştirmek şansları var, o zaman ebeveynler tercihlerini bu sorumlukla beraber yapmalılar. 

Dizide, "Olacakları engelleyemezsiniz, ancak olduğunda baş etmeye çalışırsınız" diyor kahraman. İşte insanın hayatın getirdikleri ile mücadele yerine dans ederek akışına bırakması için psikolojik olarak sağlam, tek başına bir bütün olması gerekiyor. Huzurlu, sağlıklı bir toplum için bu gerekli. 

Kötünün seyredilerek ibret alınması mümkün oluyor mu yoksa dizilerde açıkça gösterilen bu kötülükler içlerinde bu yönde dürtüler olan insanlara bir cinnet anında fırlayacak şekilde bilinçaltına depolanıyor mu bilmiyorum ama bu dizilerin çok seyredildiği, şiddetin de giderek yaygınlaştığı ortada.   

Ruhun yitirildiği, maddi ihtiyaçları karşılansa da sevgisizlik ve ilgisizlik bahtsızlığının her eve bulaştığı bu çağda insanın iyi olarak kalabilmesi için, farkındalığını geliştirmesi, kendine bir ideal, uğruna yaşanacak bir uğraş bulup içindeki sevgi ırmağının debisini arttırması gerek. Yoksa kendisi de susuz kalır. 

Sevin, sevginizi sunun. Kendinizle bütünleşin, evlatlarınızın ve sevdiklerinizin de kendilerini bulmaları, tam olma çabalarını destekleyin. Yoksa kötülük bir yerde yolunuzu keser.    

#ouroboros ya da #ıspanaklıpırasalıbörek





#ouroboros :)) ya da #ıspanaklıpırasalıbörek :)))

Kendi kuyruğunu ısıran bu yılan kendini yaratmayı sembolize eder. Börek de yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Bitkiden hayvana dünyadaki her şey insan için çalışır. Hepsi elimize gelir. Dünyaya zarar veren faydasız varlığın istisnası  anneler de azot döngüsünün fedakar varlıkları olarak onları yaşam için gerekli şekilde bizle buluşturur:) Annem olmayınca yanımda yaşam döngüsünde yerimi aldım #2020yeniyıl ına misafirlerim için böreklerimi sararak hazırlandım ☺️

Rahmetli #ouroboros u düşünerek doğradığım pırasalar beş su yıkadığım ıspanaklarla beraber can verirken peynirle canlanıp soğudular bir kenarda. İçimizin soğuması önemli ne de olsa:)) İnsanın ateşi sönmeli ki sağ duyulu yaklaşabilsin, boş yere kendini yemesin. İşte sonra bizim bu yılanı düşünerek döndürdüm yufkaları :)) 

#nietzsche #böylebuyurduzerdüşt de der ya “Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı” 

Kendi kuyruğunu yiyen yılan temel anlamıyla öz yaratımı temsil eder. Kendinden kendini doğurmak, benliğinin fazlalıklarını törpüleyerek kendimizden kendimizi inşa etmeye kadar genişleyen anlamları vardır.

Sonuçta bize hizmet eden bir azot döngüsünün farkındalığı ile hakikati aramak hepimizin yaşam sınavı. Eee aç karnına da hiç bir şey olmuyor. İnsanın kendini bulması, bu koca kainatta varlık sebebini sorgulaması için bile ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin zirvesine yol alması, güvenlik, fiziki ihtiyaçları karşılaması gerekiyor ki, sanata vakit ayırabilsin. Varoluş kaygıları çekebilsin. Epey lüks bir durum yani kendinden kendini inşa etmek. 

İşte anlamları böyle çok derin olsa da en kısa şekliyle “Başlangıçtan beri şeyin içinde var olan ya da kendini yok edilmez kudreti veya tabiyatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük iddiasını simgeler" diyor vikipedi. 

Tüm kadim toplumlardan karşılığı olan bu kavramın üzerine düşünmeli derim. Yılın son günü lafı çok uzatmayalım: Kendi kendini faydasız, müdahale şansı olmayan konularda boş yere üzmemeli. Kendi kendini yememeli börek yemeli. Kendimizden kendimizi doğurmak için fazlalıklarımızdan kurtulduğumuz bir yıl olsun 2020 diyerek yeni yılı kutlayalım 

#mutluyillar


Yaşam döngüsü:))



VAY VAY VAY KİMLER GELMİŞ



"Vay vay vay kimler gelmiş" diyerek kapattım kapıyı. 
Bakıştık. 
Yeniden aynı heyecan. 
"Çok pis özlemişim zaten" diyen Nazan Öncel ve Manuş Baba'ya selam çakarak açtım paketi. 
O koku... 
Derin derin içime çektim. 
Çayı demledim. Onun vakti saati gelene kadar da kahve yaptım. Beraber içeriz. Göz göze, diz dize... 
Kokusunu görüp, tadına dokunacak kadar,  beş duyunun hepsi hatta daha fazlası ile hissederek.

"İnsan bazen susmak ister, susmak da güzeldir bazen" diye düşünürken mırıldanmaya başlamak... O sesli kahkahadan hemen öncesi. Gülümsemek ve mırıldanmak...

ÖLÜLER KONUŞMALI
Dirilerin HER ŞEYE SUSTUĞU bu dünyada evet, evet ölüler konuşmalı. Söylenmemişleri haykırmalı. Sevdiğini söyleyememişlere ibret olmalı. 

"Ölüm var, geç kalma" diye hatırlatmalı.
Bu günün işini yarına bırakma, sözü erteleme, hayatı perdeleme demeli.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" gerçeğini başına iş gelmeden fark etmeli. Haksızlıklar karşısında ses olmalı, ses, tepki, kurtuluş için uzatılan bir el, masumun, mazlumun sevgiyle tutmalı elini.

Ama önce en yakınlarımızın, kalbimizin sahiplerinin hakları verilmeli. Çünkü ölüm var.

Çalakalem başladığım bu yazıyı uzatmayayım, çünkü beni bekleyen iş çok. Yılın son ve ilk haftasının beraber yaşandığı bu özel zamana bir not düşeyim de bu da burada dursun istedim. 

30 Aralık 2019... İçinde öykümle yer aldığım "ÖLÜLER KONUŞMALI" adlı kitap çıktı ve kargodan elime ulaştı. Söylenememişlerin yazıldığı derleme kitap SIFIR YAYINLARI'ndan basıldı. 

Kitaba yakın zamanda yayınevinin internet sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz. Ama imzalı isterseniz bana   yazdikcayazasingelir@gmail.com  adresinden bir ileti göndermeniz gerekmekte. 

2019 gider ayak yüzümde bir tebessüm bıraktın. Teşekkür ederim. 

2020 de fısıltılar nehir gibi çağıldayan bir konuşmaya dönsün...
Akışı seyredelim, gülelim. 

Anda kalmayı, akışına bırakmayı idrak edip uygulayabildiğimiz bir yıl olması temennisiyle...

MUTLU YILLAR:)

   




VE 2019'DA BENİ MUTLU EDEN BİR ŞARKI İLE MUTLU YILLAR... PİNK MARTİNİ, AMADO MİO 


NOT: Bu şarkının sözleri ve çevirisi için tıklayınız.

YAPRAK DÖKER BİR YANIMIZ BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE



Balkona çıktım "Hava mis bugün" diye mırıldandım. Çevre okullarda teneffüse çıkmış çocukların kimi zaman rahatsızlık veren sesleri bile güzel geldi. Adeta güneşe teşekkür edercesine neşeli bir koşuşturma içinde nefesleniyorlardı. 
İnsan böyle zamanlarda evde durmak 
istemez ya, ben de içimden gelen sese kulak verip dışarıya atayım kendimi dedim. Nereye gitsem diye düşünürken kafamı sağa çevirdim, "Şu yokuşun ardında canım arkadaşımın evi var, ona gideyim bugün, hem çocuğun okuluna da yakın ders çıkışına kadar oturur sonra onu da alır eve gelirim" dedim. "Hatta evi bana yakın olan diğer arkadaşımı da geçerken alır öyle giderim. Kısır yaparız, kekim var, börek de sararız, çayı da demledik mi masa başında sohbet, muhabbet bu günü daha da güzelleştiririz" diye düşünüp heyecanlandım. Üzerimi değiştireyim diyerek içeriye yönelmişken gözüm otoparka ilişti. Boş olduğunu görünce kendime geldim. Arabam yoktu, aylar önce park halindeyken gelip biri çarpmış, pert etmişti. Hiç bir suçu günahı olmayan yoldaşım, her zaman durduğu yerde dururken ne yaptığını bilmezin biri onu yok etmiş, yerine yenisini koymak da mümkün olmamıştı. 

Ama hava o kadar güzel, hayat o kadar hızlı ve değişkendi ki, epey zamandır tuttuğum yası sildi, "İnsanlar ölüp gidiyor, araba gitmiş bir şey mi, neyse ki içinde değildim, hem kızlara başka yoldan da giderim, otobüs var, dolmuş var" dedim. "Yeter ki gönüller bir olsun" diye mırıldanırken elim telefona gitti. O an artık onların da burada olmadığını hatırladım. İşte o dakika da gökyüzümü gri bulutlar kapladı. Hüzünle uzaklara baktım. 

Son yıllarda her birine özlem büyüttüğüm nice arkadaşımı uğurlamış, gitmek mi zor kalmak mı diye düşünürken kendi sularımda dibi boylamıştım. Çünkü insan için otuz yaşından önce kurulan dostlukların anlamı büyüktü. Sen daha senken yoldaşın olan yaşam boyu yeni rollerle eklenenlerden kıymetli idi. Mesleğin, evliliğin, iş yerinin, çocukların okullarının hayatımıza kattığı da nice güzel insan olurdu ama hiç biri seni daha çocuk sayılacak yaştan beri tanıyan, seven dostların yerini alamazdı. Onlar hayatından eksildiğinde çevren yeni insanlarla dolsa da kalpteki yerleri boş kalırdı.  

Ama işte hayat böyleydi; bir bilinmezlikler yumağı. Ucundan çektikçe her birimizin başına neler öreceği belli olmayan yaşam ipi ile bazen uzaklara savrulurduk. Gün gelir en yakınlarımız yedi kat el olurdu da, gecemizi gündüzümüze çeviren bir yabancı, yoldaşımız. Unutulmaz dostluklar kurardık yabancılarla, kavramlar değişir el, evin olurdu, ev bildiklerin uzağın. Böyle böyle gurbet birikirdi içinde insanın.

Dünya zaten gurbet diyarıdır derler ama buna göçler eklenince, insanın kalbi de oradan oraya sürüklenir. Ama durmak kirlenmektir, akmak, hayata karışmak, günün getirdiğine uyum sağlamak gereklidir. Yine de, eskiye özlem, kalbi olan herkesin uğrak yeridir. 

İnsan her ne kadar yeni tercihler yapıp bu doğrultuda hayatına yeni insanlar katsa da, eski dostların özlemini silemiyor gönlünden. İşte o zaman gurbet derinleşiyor. Gariplik içinde gariplik oluyor. Ara sıra yükselen o hasret dalgası, altında bırakıyor kalpleri. O vakit gidemediğiniz evlere, sarılamadığınız dostlara, veda etmeyeceğim dediğiniz uzaklara kucak dolusu muhabbet balonlarını uçuruyorsunuz, sahiplerine ulaşacağını umarak... 

Elbette artık zaman değişti, görüntülü arama icat edildi de gurbet silindi diyecekler vardır. Ama aynı sofrada oturup dertleşmenin, beraber gülüp ağlamanın yerini tutar mı bir ekranın arkasında pozlanmış vaziyette durmak! Hele de karşısındakiler üzülmesin diye iyiymiş gibi yaparken, bir çok gerçek, kötü haberler, hastalar uzaktakilerden saklanırken...
   
Ama yine de dostluk, gönülde gönül bırakmaktır. Sarılamadan kucaklaşmaktır... Şimdi uzaklarda olsa da gönüllerin bir gün yeniden bir araya geleceğine inanarak güzel günleri anmaktır... Bu hem gurbeti derinleştirir hem de kolaylaştırır. Beş duyudan ibaret olmayan varlıkları, görünmez iplerle bağlayan sevgi, gurbete de tek merhemdir. Sevilip özlendiğini bilenler ayrılığa daha kolay dayanır. Dönüp geldiğinde konaklayacağı gönüller olanlar aidiyetlerini yitirmeden yerleşirler oldukları yere. 

Bu konu derin... Ayrılığın, gurbetin çeken sayısı kadar tarifi vardır mutlaka ama ben en kısası ile sesleneceğim: Adaşım, candaşım, bilenim, güldürenim, diyar diyar gezenim bilin ki hepinizi çok özledim...

Buralar bildiğiniz gibi, detayları ile gündemler yorucu; sokaklar ise sarı, kırmızı, kahverengi... 

Bu günlerde renkleriyle gönüllerimizi sarmalayan sonbahar da bırakıp gidiyor bizi. Kapıda kış var, beyazlığıyla bütün kötülükleri örten kar bakalım gönüllerimize nasıl bir dinginlik verecek? Uyku nasıl vücuda yenilenme şansı veriyor, kış da baharın renklerini saklıyor olmalı beyazında. 

Her mevsim başka renge bürünen dünya. Ömrümüz oldukça seninleyiz ama bel bağlamıyoruz artık bahara, yaza, insana, toprağa... Yaşıyoruz işte, uzakta, yakında, özlemle dolu, kimi zaman yapayalnız kimi zaman kalabalıkta ama hala ayakta... 

Dostlara en içten selamla...


Söz: Hasan Hüseyin Korkmazgil 
Müzik: Ahmet Kaya


"Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda
Bir yanim mavi yosun,
Dalgalanır sularda

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider Allah Allah
Kızım düşmüş sokağa
Anam gider Allah Allah
Dölüm düşmüş sokağa

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe."

JOKER -2019


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 78. FİLM 

-Spoiler içerir -

Yaş sınırına rağmen gişede 1 milyar dolar barajını aşan ilk film olan Joker’i izledim bu akşam. Başrol oyuncusu Joaquin Phoenix film için 25 kg vermiş. O gülüş için altı ay çalışmış. Performansı etkileyiciydi. Ancak film bittiğinde çok gerilmiştim. +18 yaş uyarısı olan filmde kan ve şiddet sahneleri epey çoktu. 

Twitter’da “Vahşetin gıpta edilecek hale getirildiği, şahane bir temaşa, tam şeytan işi” şeklinde bir yorum gördüm. Film boyunca da aynı hissi yaşadım. Bu sebeple filmi, her zaman yaptığım şekilde sadece benim hislerim üzerinden değil eleştirmenlerin görüşlerine de yer vererek yazıyorum. Çünkü gerçekten uzman bakışı gerektiren, çok katmanlı bir yapım. 

Ancak sıradan, ezilmiş, hakkı hep yenen, asgari şartlarda yaşamaya çalışan, işsiz kalan, bir türlü çıkış bulamayan, sonunda varoluşsal sorgulamalarla her şeye inancını yitirmiş, insanlara karşı iyi olmaya çalışsa da horlanan, toplumun başarıya verdiği önemle sürekli kendini yetersiz hisseden insanlarca izlendiğinde, temas ettiği sorunlar, katmanlı tabakalardan çekilip çıkarılacak ve üzerine düşünülüp horlayan insanları daha iyi biri olma yoluna mı sevk edecek yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözünü hayata mı geçirtecek karar veremiyorum. Amerika’da da bu korkularla eleştiri alan film hiçbir şiddet olayına sebep olmamış. 

Ülkemizde de haftalardır gösterimde ancak daha duygusal bir millet olmamız sebebiyle ileri derecede psikolojik problemleri olan bireylerde tetikleyici bir etki yapar mı bilmiyorum doğrusu. Hele de her gün ayrı sorunla boğuşan ülke insanı intiharı seçenek olarak hayata geçirmiş, son iki haftada geçim derdi yaşayan aile reislerinin kararı ile üç aile siyanürle ölümü seçmişken, ODTÜ sosyoloji bölümünde yine son zamanlarda altı genç arka arkaya intihar etmişken böyle şiddeti yücelten bir film fayda mı sunar zararı mı büyütür kestiremediğim için sözü uzmanlara bırakıyorum.

Yazan ve yöneten Todd Phillips, fazla gelir, çok çılgınca olur diye bir çok doğaçlama sahnenin de çıkarıldığını belirtmiş. Çin’de gösterimi yasaklanan film için bazı devletler önlem almaya başlamış.

Filmi beğenenler de çok ama beğenmeyenlerin ciddi eleştirileri söz konusu. Şiddeti romantikleştirdiği ve sorunlu bir karakterin davranışlarını haklı gösterdiği gerekçesiyle filmi eleştirenler ve sakıncalı bulanlar çok fazla. 

Ben ikisi arasındayım. Eleştiriye gitmeme sebebim bütün bu yaşananların zaten hastanede yatan Joker’in kafasında geçiyor olduğunu düşünmem. Ama o zaman neden elleri kelepçeli olarak hastanede idi sorusu da beliriyor. Bir çok noktanın hayal mi gerçek mi olduğu muamma olarak izleyiciye bırakılmış. Psikolojikten ziyade sosyolojik bir bakış açısı kullanılmış.  

Sinema dünyasının en saygın eleştirmenlerinden Slavoj Zizek ise Filmloverss.com’da alıntılanan röportajda şöyle demiş:

“Film, Amerikan Ordusundan sosyal adalet savaşçılarına kadar bir çok grup tarafından eleştirildi ama aslında şiddete teşvik eden bir film değil, bunun yerine günümüzdeki siyasi sistemin hatalarına ışık tutuyor. “Kötü” bazı insanları şiddete teşvik edeceği gerekçesiyle neredeyse herkes tarafından eleştirildi ama görünen o ki, eleştirenler filmin altında yatan mesajı kaçırdılar. Film psikolojik sorunları olan bir bireyle değil, bizim “Hiç olmadığı kadar iyi” politik düzenimizin birçok kişinin kabul etmeyi reddettiği umutsuzluğuyla ilgili… “Toplumsal korku filmi” olarak nitelendirenler de var. ”

Bu röportajın devamını linkten okuyabilirsiniz. Zizek en son “Bu filmdeki şiddete şaşırmak gerçek hayattaki şiddetten kaçmaktır” demiş.

Ama biz her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, çocukların ailede, okulda, kursta, sokakta taciz edildiği, ailelerin intihar etmeye başladığı, zorluklara dayanan, haksızlığa maruz kalmış bir çok insanın da yine kendilerine sahip çıkan aileleri sayesinde toplumsal patlamaların yaşanmadığı, işsizliğin giderek arttığı, gençlerin umutsuz, uyaran çokluğu ve baskıdan vurdumduymazlaştığı ve anne babaları dahil herkese karşı gaddarlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Yani yeterince şiddete maruzuz.

Joker filmin başında sosyal hizmet uzmanı ile görüşürken “Bir ben mi yoksa bütün dünya mı çıldırıyor?” diye sorarken haklı aslında. Her şeyin çivisinin çıktığı bir çağda, akıl ve kalbini korumak tam bir kahramanlık işi. En büyük başarımız her hal ve şartta insan olmaya çalışmak, bu hal üzerine yaşamak olmalı iken insanın kalbinin ölmemiş olduğunun tek kanıtı olan vicdanına hayat vermesi süreci epey sancılı. Dışarıdan bakıldığında da saflık, salaklık olarak algılanan iyilik duruşunun bu günün acımasız sistemleri içinde yer bulması giderek zorlaşıyor.  

İşte hal böyle iken seyrettiğimiz filmde yönetmenin, defterine “Umarım ölümüm yaşamımdan daha anlamlı olur” diyerek hayattan çok ölüme yakın duran, cinnet geçirerek annesi dahil onlarca kişiyi öldüren bir jokeri sevilen bir kahraman yapması insanı korkutuyor.  

Toplumsal olarak her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında susmayı adet edinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı zirveye taşımış bireyler olarak görmezden geldiğimiz ve içimizde joker olmaya aday çok fazla insan barındırdığımızı fark etmemiz lazım. 

Tüketimin kutsandığı bir dünyada sadece sosyal medya üzerinden bile yaşanılan zamana bakınca, eğitimin, emeğin hiç de önemli olmadığı, üniversite okumanın faydasızlaştığı, derslerinde başarılı olsunlar aman deyip maddi manevi destek ve sorumluktan uzak yetiştirilen gençlerin kolay yoldan para kazanmak için her yolu mübah gördüğü, işsizlerin arttığı, fenomen olamayanların yaşam hakkını kaybetmişcesine üzüldüğü, maaşlı işlerdeki kazançların ancak yaşamı idame ettirecek düzeyde olduğu bu zamanda, kendini gerçekleştiremeyen herkes her an cinnet geçirebilecek potansiyele sahip görünüyor.

Filmde, aslında kendini korumak için saldırıya uğradığında işlediği ilk cinayetlerin ardından sosyal hizmet uzmanı ile yaptığı görüşmede “Hayatımın geri kalanı için gerçekten var olup olmadığımı söyleyemem ama ben artık varım ve bunu insanlar da anlamaya başlayacak” diyen hasta bir adama, jokere, devlet genel ekonomik tedbirler kapsamında uzman ve ilaç desteğini kesiyor. Zaten işsiz, horlanan, hasta, yalnız sevgisiz, zenginler hatta fakirlerce bile ittirilip kaktırılan adamı devlet de yalnız bırakıyor. Böylece kaçınılmaz değişim başlıyor.              

İnsanın en önemli ihtiyaçlarından görülme, fark edilme, kabul edilme, sevilme ihtiyaçlarının farkında olunmaması bir süre sonra bunları gerçekleştirmek için tıpkı dikkat çekmeye çalışan yaramaz çocukların olumsuz davranış kalıpları sergilemeleri gibi bireyin normalden sapmasına sebep oluyor.

Joker de defterine, Arthur Fleck’ten Joker’e dönüşmeye başladığının sinyallerini veren şu cümleyi yazıyor: “İnsanlar, başka insanların kendileri hakkında nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle görünürler.” Yani taktığı maske toplum içinde hepimizin arkasına saklandığı rol kimliklerimiz, gerekliklerimizi temsil eden varoluşsal bir simge olarak kullanılmış filmde. Olduğu gibi kabul görmeyen, kahraman olacak niteliklerden uzak olan adam bir anti kahraman olarak görünür oluyor.

Hasılı kelam, yapacak çok şey var ama imkanlar ve zaman kısıtlı. Bu durumda elimizin, gönlümüzün eriştiği yerlere yardımı esirgememeliyiz. Uçaklardaki oksijen maskeleri gibi önce kendimize nefes aldıracak alanlar açmalı sonra da en yakınlarımızdan başlayarak etrafımızı görmeliyiz. Yaşadıkları ruh halini fark etmeli, her halleri ile kabul etmeli, sevgimizle desteklemeliyiz. 

Herkes kendi evinin önünü süpürürse nasıl temiz bir dünya için umutlu olabiliyorsak, elimizin, kalbimizin yetiştiği evladımıza, kardeşimize, anne babamıza, eşimize, dostumuza yoldaş olalım ki yalnızlıklarının karanlığını dünyayı yakarak dağıtmasınlar. Ama önce kendimiz “Gör beni” diyebilecek cesareti gösterip acil durum çekici ile kapalı kaldığımız benliğimizin duvarlarını yıkmalı, kendimizden çıkmalıyız.      

                    

"CANIM BEN'İM"



Kaybolmuştum 
Bilmediğim bir ormanda 
Karanlık ve yağmurluydu ortalık 

Korkmuştum 
Yalnızdım 
Bir ses, bir nefes aradım 
Onunla bir çıkış yolu bulacaktım
Ayağım kayınca can havliyle bir sarmaşığa uzandım
Elimde kalacağını bilmeyecek kadar yabancıydım ormana

Dal zannedip tutunduklarımın boynuma dolanacak, 
Beni nefessiz bırakacak yılanlar olduğunu sonradan anlayacaktım



Dedim ya, 
Kaybolmuştum ve beni bu karanlık ormandan çıkaracak bir kahramandı aradığım
Ona rastlamak için uzun yollar kat ettim, 
Bir zaman sonra selam verip yanına yaklaştığım herkesin 
En az benim kadar kaybolmuş olduğunu fark edince 
Panikledim. 
Elimi yüzümü yıkamak için ırmağa doğru yürüdüm 
Suya eğildiğimde aradım o kahramanla gözgöze geldim, 
Gülümsedim
Hayır, hayır kurbağa değildi beklediğim
"Merhaba canım ben'im" dedim 
"Seni bulmak için dere tepe düz gittim,
Yağmur ormanlarından geçtim 
Yanlış patikalara saptım
Kurtları, sırtlanları, aslanları alt ettim 
Bu nedenle geciktim 
Ama işte geldim; "Bir daha seni hiç bırakmayacağım" dedim 
Sarıldık
Sanki yüzyıllardır ayrıydık 
Biz kavuşunca orman aydınlandı
Yeşil, sarı, kızıl yapraklarla donandı
Renkler rüzgarla dalgalandı
Baktık, ağladık 
Çocuklar gibi umutlandık 






UZUN İNCE BİR YOLDAYIM, GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE


Hayat, "Nedir, ne değildir?" diye düşünürken geçip giden bir zaman dilimiymiş. En basit haliyle "Cevaplanmamış sorular yedeğimizde yürüdüğümüz bir yol" diyebiliriz sanırım. Sonunda ışık olan bir tünel ya da dümdüz bir parkur değil. Kesin olan tek şey bu gün içinde olduğumuz bu zaman diliminin bir gün biteceği. En büyük hediyesi o bir günü bilmemek. Yoksa devam edemezdik. Düşünsenize, idam edileceğini bilen bir mahkum neyden zevk alabilir, yüzü ne ile güler? Bu açıdan ölüm zamanını bilmemek büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, hatırlandığında bile lezzetleri azaltan tek gerçeğimizdir. Bu yazı planlı bir yazı değil. Bir konusu yok. İçimden ne gelirse yazmak istedim bu sabah. Her şey zıddıyla bilindiğinden olsa gerek hayat deyince ölüm çıktı geldi, yazıya girdi. 

Sürüklenmek şeklinde ilerleyen yaşamımda yeni bir dönemin başındayım hissi var sadece. Yedi yıllık döngü tamamlanırken, tam da yedi yıl önce oturduğum eve yeniden taşınıyorum. Bu çok değişik bir his. Geriye dönmek pek yaptığım bir şey değildir aslında ama kader bu sefer böyle buyurdu. Yeniden yedi yıl yaşadığım eve, manzaraya dönüyor olmak ister istemez beni o günlerde dolaştırıyor. Çok memnun muydum hayatımdan sanırım hiç bir zaman öyle olmadım ve zamanla bunun bedelini elimdekileri de yitirmekle ödedim. Ama yüzde yüz memnun olmasam da huzurlu idim. Düzenli, rutin, normal bir hayatım vardı ve bunun büyük bir nimet olduğunu son yedi yıl yaşattıkları ile öğretti. 

Bu zaman dilimi hiç yaşanmasaydı, ben normal sıradan hayatıma devam etseydim keşke diye düşündüğüm çok oldu. Ama o zaman bu günkü benle tanışamazdım, diye düşünüp keşkelerden vazgeçtim. Ha bu günkü ben çok mu muhteşem biri, elbette değil. Hatasıyla doğrusuyla kendi halinde bir insan. Ama yedi yıl önceden çok farklı, daha dingin, daha fazla akışına bırakabilen, önem sırası, sevdikleri, yerdikleri epey değişmiş bir başkası var artık. 

Bu süreçte yaşadığım çok güzel zamanlar, tanıdığım harika insanlar da oldu elbette. En büyük hayalimi gerçekleştirdim mesela, yeni hayaller kurmaya başladım. Çok gezdim, çok okudum, çok film izledim, çok zenginleştim ama bir o kadar da büyük kayıplarla adeta bir roller coaster' a binmiş gibiydim. 

Bu gün bu dalgalanmaların hayatın kendisi olduğunu kabul etsem de, insanlarla olan zorlu süreçlerde kırgınlıklarımı tolore edebilmiş değilim. Bir zamanlar kendini insan sarrafı sanan yanımın fena halde çuvalladığını gördüm. İçimdeki çocuğun "İyi ki tanımışım" diye sevinçten uçtuğu zamanları, "Sen insan tanıma konusunda bir daha ağzını açma, hediye sandığın insanlar sayesinde koca bir salatalık tarlan var, midende ciddi hazımsızlık yapıyorlar" diye azar yediği vakitler takip etti, ediyor.       

Neyse ki, sosyal medya var da dertlerimize derman olacak bir söz dakika da bir önümüze düşüyor. İşte onlardan birinin yeri geldi, paylaşalım da yüreğime su serpilsin, söyleyenin doğruluğu yanlışlığı artık yayanların boynuna olsun da içeriğin doğru olduğu net:

"Frued'un kızına yazdığı mektup:

"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birden bire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok" 

İşte böyleyken böyle... Tanımasam mutlu olacağım çok insan tanıdım ama belki onlar sayesinde insanlık denen üst noktanın farkına vardım. Gözümü çukurlardan maviliklere diktim.

Hayatın düz bir çizgide gitmediğini hatırladım. Her şey dairesel bir hareketle ilerliyor, yeniden idrak ettim. Hücrelerimizde gizlenen hüzünle sevincin ayın iki yüzü gibi olduğunu, gece ile gündüz gibi bir devinimde ilerlediklerini hissettim. Umarım yedi yıllık döngülerle bezeli hayatımda hüznün yerini sevincin alacağı dönemin kapısındayımdır. 

Bu arada çok film izledim buraya aktarabildiğim film yazısı altmışlarda olsa da, defterlerimde üç yüzü geçti. Şöyle yerleşik bir düzene geçip sistematik halde onları buraya aktarabilecek vaktimin olmasını umuyorum.

Bir de epey dizi izledim. Genelde edebiyat uyarlaması seçtiğim için izledikten sonra pişman olduğum pek bir dizi olmuyor.

Aşağıda iki sahnesinden resim paylaştığım outlander da netfiliks in iyi dizilerinden. Epey bölümü var. Ara sıra konuda sarkma olsa da romandan senaryolaştırıldığı için olsa gerek iyi toparlanmış. Yeşil severler için de görsel bir şölen sunuyor. Tavsiye edebilirim.  
   
Hikayesi anlatılabilecek bir hayat yaşamak, yazıp paylaşmak, iyi insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatacak eserler vermek, o mukadder gün geldiğinde ağırlıksız göçmek dileğiyle...  

Günün şarkısı Kıraç'tan gelsin. Gidiyorum buralardan...









     

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

ASLAN KRAL 2019- THE LİON KİNG






  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 67. Film     -Spoiler uyarısı-


Epey zamandır sinemaya gitmiyordum. Bunda her zamankinden daha bezgin ruh halimin etkisi büyüktü. Gün boyu koşuşturup çok yorgun vaziyette kanepeye serildiğim geçen akşam, oğlum ve yeğenim tarafından zorla gece seansına götürüldüm. Bir çok şeyi hayatta çocuklarımız için yapmaz mıyız zaten. Ama itiraf etmeliyim bu zorlama iyi oldu, bahaneyle kendimden çıktım. Artık küçük olmayan bu gençlerle çocuk filmi izlerken bir de baktım epey derin sulara yelken açmışım. 

Her zaman, hayatın madem bir döngüsü var, ona teslim olmak lazım diye düşünürdüm. İzlediğim bu filmden sonra da fikrim pekişti. Hayatın şefkat dolu bir döngüsü vardı. Her gün yeniden güneş doğuyor, minik yavrular dünyaya geliyor, her canlı aleminde anne ve babaları o güçsüz yavruların hizmetini karşılıksız görüyordu. Sonra o yavru büyüyor, kendi evladını büyüten ve ona hizmet eden bir yetişkin oluyor, vakti dolunca da sahneden çekiliyordu. 

İşte azot döngüsü dediğimiz ve indirgenemez komplekslik olarak da tarif edilen sistem bir saatin çarklarındaki düzenle yoluna devam ediyordu. Her şey arasında bir bağlantı ve matematiksel oran vardı. Her hangi bir gezegenin bir saniyelik hızlanması bütün sistemin sonunu getirebilirdi. Tüm canlılar aleminde herkes döngüdeki yerini koruyor, vazifesini aksatmıyordu. İşte, akla ve yüreğe sahip olması ile bir takım sorumluklar kendisine yüklenen insan, varlığını anlamlandıracak bu döngüyü fark etmeliydi. Yapması gereken tek şey olanı anlayıp oluşu kabul etmekti. 

"Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" u bir süredir kendine motto edinmiş biri olarak büyük planda hayat senaryosuna müdahale hakkımın kısıtlı olduğunun bilincindeyim. Hatta yazan yöneten ben değilsem, sadece bir oyuncu olarak içinde bulunduğum sette yönetmenin isteklerini yerine getirmekten başka işim yok desem kim itiraz edebilir. Yapabileceğim tek şey rolümü oynarken jest ve mimiklerimle karaktere ruh katmak, bir nevi kendi imzamı atmak olabilir. Aksini iddia ettiğimizde hiç bir yönetmen bizi filminde oynatmaz. 

İşte hayat da böyle bir senaryo olduğundan direnirsek kısırlaşan bu döngüyü kıramayız. Oysa yapmamız gereken dengeleri fark etmek, müdahale şansımız olan noktalarda harekete geçerek hayatın doğal döngüsü içinde kalmayı başarmaktır. Bu nedenle insan önüne çıkan her fırsatı değerlendirmeli, kendisine gönderilen mesajları zamanında okumalıdır. Bu mesajlar illaki posta kutumuza düşen iletiler gibi açık olacak değildir. Kimi zaman bir filmin tek sahnesinde, bir şiirin kimsece sevilmemiş mısralarında, bir kitabın son sayfasında ya da gökyüzünde kayan bir yıldızın ışığındadır. 

İşte bu nedenlerle zorla getirildiğim filme dikkat kesildim ve bu animasyonda saklı olacak mesajların peşine düştüm. Hayat döngüsünden, evlatlardan, sevgiden, kıskançlıktan, kardeş ihanetinden, zalimlerden, yırtıcı hayvanlardan farkı olmayan fırsatçılardan, yıkılan umutlardan ve tekrar ayağa kalkmaktan bahsedildiğini gördüm ve zihnimde birikmiş hikayelerle ilişkilendirdim. Tabi bu durumda anlamı artan filmi keyifle izledim. Çünkü her başarılı sanat eseri gibi kendi teması etrafında saydığım evrensel konuları işlemişti. 

İlki 1994 yılında çekilen animasyon film serisinin birincisi olan The Lion King, 2019 yılında foto gerçekçi bilgisayar teknikleri ile yeniden çekildi ve vizyona girdi. Jeff Nathanson tarafından yazılan ve Walt Disney Pictures tarafından üretilen müzikli animasyon Jon Favreau tarafından yönetildi. Birbirinden renkli karakterleriyle ve dokunaklı öyküsüyle yakın dönem animasyon klasiklerinden biri olan Aslan Kral, müziklerini yapan Hans Zimmer’a da bir Oscar kazandırmıştı.


Şöyle ki linkten de izleyebileceğiniz gibi film bu şarkı ile başlamıştı:

"Hayatın farkı bu
bitmeyen bu yolda
Dertler ve umutlar
Sevgi ve inançla 
Bir dünya kurmaya çabalarken insan 
Her şey aynı hayat çarkında"

Yani devam eden döngüden bahsetmiş, sürekli tazelenen hayatla ilgili umut vermişti. 

Ancak 1994'ten beri insanların yaşam dili öyle değişti ve sertleşti ki, bu sefer film "Hayat adaletsizdir" diye başladı. O cümlede daha moralim bozulmuştu. Ama sonra gerçekleri hatırladım. Hayatın adaletsiz görünen bir yüzü elbette vardı ama şarkıda söylendiği gibi, canlılığın devamı, hiç bıkmadan tekrarlanan döngü ile mümkündü. Günler insanlar arasında döndürüldüğünden, kötü günler yaşarken yarın ola hayrola, illa ki sabah olacak diyebiliyorduk. 

Elbette hayat da, tıpkı ormandaki gibi çok farklı zorluklarla dolu idi ama zayıfı kollayan bir döngü de inkar edilemezdi.  Bunun tersinin işlediği durumlarda mutlaka insanoğlunun parmağı vardı. Ozon tabakasına zarar veren ve günümüzde aşırı sıcaklara maruz kalan da saat gibi işleyen düzeni bozan insanoğluydu mesela. 

Kahramanımızın başına gelen elim olaydan sonra da can dostlar tanıması güzellikti. Kendini arama ve bulma sürecinde aslında yaşadığı duygusal çöküntü ile her şeye karşı geliştirdiği farketmez modundaki isteksizlik onu minik böceklerle doymayı denemeye kadar götürdü. Ama aslan yavrusu fıtratı ile çelişen kararları bir süre hayata geçirse de bunlar ona mutluluk vermedi. Dostlarının tek önerisinin "Kafana takma, hayatın zevkini yaşa" olması da geçici bir çözümdü. Yüzleşmesi gereken gerçekler vardı. Yolunu dört gözle bekleyen sevenleri, sorumluluklarını yerine getirmesini isteyen halkı ve ülkesi uzaklardaydı. Artık yetişkin olmuştu. 

Sonunda yolculuk onu değiştirmiş ve geliştirmiş olarak vatanına döndü. Kararlı bir mücadele içine girdi, evladı oldu. Babasından devraldığı döngüde yerini buldu. Filmin başında babasının söylediklerini idrak etti. O, sorumlulukları olan bir kraldı ve bu evrende başıboş davranamazdı. Hayatın yardımlaşma ile örülü döngüsünde kimse sahip değildi. Herkes bulduğunu korumalı, kendisine bir süre emanet edilen düzenin devamı için gayret göstermeliydi.  


Filmi izlerken zihnimde Mehmet Akif'in bir şiirinden mısralar dolaşmaya başladı:
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; 
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! " diyor ya hani, sırtlanların izleyeni rahatsız edecek kadar çirkin görüntülerini ve sürü halinde gezip kendisinden daha güçlü aslanları hilelerle tuzağa düşürme çabasını gördükçe her dönem yırtıcılıkta sırtlanları geçen o zalim insanları düşündüm. 

Hz Adem'in katil oğlu Kabil gibi kral olan kardeşini kıskanan amca aslanın kötücül planı ile sorumluluk sahibi kralın öldürülmesi görünürde kötü bir durumdu ama gerekli idi. Ayrıca film, tarih boyunca her toplumda iktidarını korumak isteyen muktedirin düzeni korumak için kardeş katlini uygulanmasına esaslı gerekçe gibiydi. 

Bir de film, asil insanları sırtlanların önüne atarak parçalatacak kişinin çok yakınımızda olabileceğini hatırlattı. Zaten insan en çok zararı yakınından görür. Bütün kaleler içten fethedilir. Düşmanına karşı teyazkkuzda durur bütün insanlar ve ordular ama dostun sırtından bıçaklayışı ile yıkılırdı. Herkes bu hikayeleri bilir ama yaşarken kendi başına geleceğini düşünmezdi. Bu nedenle her ihanette bir daha üzülür, kimi zaman da hayatını kaybeder, ya da geleceğini yıkacak yanlışlar yapardı.  

Kahramanımız, babasının tehlikeli olduğundan "Gitme" diye uyardığı vadiye gitmese, söz dinlese ülkesinde kalacak babası ile büyüyecekti. Ama Hazreti Adem'in cennetten kovulması gibi bir kandırılma süreci yaşadı, bedelini babasını, yani asli vatanını kaybederek ödedi. 

Kral, iktidar hırsından gözü dönmüş kardeşini fark edip cezasını kesse canından olmayacak, Habil gibi öldürülmeyecekti. Uzun süre sürgünde kalacak oğlunun kaderinin Yusuf gibi olacağını bilmiyordu elbette. Kardeşleri tarafından ölsün diye kuyuya atılan Yusuf'un kurtlarca yendiği yalanına kanan Yakup gibi üzülmeyecekti. 

Kısa sürecek bir iktidar hırsı için aslan kardeşlerini ezeli düşmanları sırtlanların önüne atan kardeş aslan sonunda ülkesinin başına bela ettiği sırtlanlar tarafından parçalanacağını hesap etmeliydi oysa. Çünkü herkes eninde sonunda fıtratının gereğini yapar, yılan sokar, akrep zehirler, sırtlanlar sürü halinde üşüşür, ne var ne yok hepsini parçalayarak yerdi. Ama ülkesini ve diğer aslanları satarken güç sahibi olmak uğruna kendi korumasını bile ezeli düşmanlarına verdiğinin farkına varmadı. Ya da yaptığı bile isteye, döngüde kısa bir zaman eline geçecek iktidar gücü için hainlikten başka şey değildi. 

Kahramanımız, vatanının terk etmemesi gerektiğini unutmasa, babasının öğretilerine sadık kalsa idi, hayatın düz bir çizgi olduğu, başlayıp bittiği, orada her şeyin anlamsızlaştığı bunalım sürecini yaşamayacak, kayıtsızlık çizgisi yerine mükemmel döngünün parçası olarak mutlu yaşayacaktı. 

Ama işte bu hayat bir yolculuktu. Kahraman evinden çıkmalı, yolda başına gelen olaylarla sarsılmalı, kendi yolunu bulup yeni yöntemler keşfedip evine değişmiş ve gelişmiş olarak dönmeliydi ki, hikayesindeki o dairesel hareket tamamlansın. Her varlık gibi o da büyük döngüde yerini alsın. 

Hasılı kelam, dünya kuruldu kurulalı, öyküler de döngüler de aynı. Kısır döngüler de güzel devranlar da, yaşam sahiplerinin seçimlerinin sonuçları. Senaryo bize ait olmasa da, rolün hakkını verirsek alkışlar, baştan savarsak yuhlar da bizimdir.

Unutmayalım, kimse bedel ödemeden rolünde başarılı olamaz. Kimse yerinde durarak döngüye katılamaz. Mutlaka kendinden çıkmalı, öteki ile karşılaşmalı, başkalaşıp evine dönmelidir.

Herkese iyi yolculuklar!






Hepimizin bildiği filmin konusu ve teknik detaylar kısaca şöyle anlatılmış:

Vahşi Afrika’da henüz yeni doğan bir aslan, doğaya egemen düzenin kökünden sarsılacağı bir döneme tanıklık etmek üzeredir. Ormanın kralı olan babasının tacını ileride devralacak olan yavru aslan Simba, kötülüklerle dolu ormanlarda farklı deneyimlerden geçecek, bir arayışa sürüklenecektir. Simba’nın sorumluluklarını üstlenme ve sorunları çözme becerisi, ormanın yeni kurallarını belirleyecektir. "

Biraz daha detay verecek olursak beyazperde sitesinden alıntı ile; "Aslan Kral, yavru bir aslan olan Simba’nın maceralarını konu ediyor. Ormanın kralı olan babası Mufasa'ya hayran bir yavru aslan olarak mutlu bir hayat süren Simba, sinsi amcası Scar'ın planlarından habersizdir. Kral olmak için fırsat kollayan Scar, Mufasa'yı öldürdükten sonra Simba için tehlike baş gösterir. Amcasının ihaneti ve babasının kaybı ile yıkılan Simba sürgüne gider. Zamanı geldiğinde hakkı olanı almak için geri dönecek ve amcasına yaptıklarının bedelini ödetecektir...

Genç Simba'nın cesur babası Mufasa'yı, orijinal filmde de karakteri seslendiren usta oyuncu James Earl Jones seslendiriyor. Simba'ya başarılı oyuncu ve müzisyen Donald Glover'ın hayat vereceği seslendirme kadrosunda; Disney'in ikonik kötüsü Scar olarak Oscar adayı oyuncu Chiwetel Ejiofor, sırtlan Kamari olarak komedyen ve oyuncu Keegan-Michael Key, yaban domuzu Pumbaa olarak Seth Rogen, mirket Timon olarak oyuncu Billy Eichner ve Simba'nın aşık olduğu aslan Nala olarak pop yıldızı Beyonce yer alıyor. Filmin yönetmen koltuğunda "Orman Çocuğu"na imza atan yönetmen Jon Favreau oturuyor."





DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...