ÖYKÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Beggin beggin you

 

Uyuyorsun. Yorgana sarılmışsın. Üşüyor olmalısın. Yanımda sen olmadığım için dersin uyanınca. Dün gece saatlerce konuştun. Kalbin, aklın hallaçla atılmış pamuk gibi kabarmıştı. Kafam karışık, düşünmeyelim, üzerine uyuyalım dedin. Haklısın. Sonra kollarımda uykuya daldın. Kalbinin atışlarını dinliyordum gecenin sessizliğinde. Çaresizce çırpınıyordun avuçlarımda. Uykun bile kuş uykusu. Huzurunu kaçıranlara söyleniyorsun. Küfretmek istiyorsun ama beceremiyorsun. Uyuyamıyorum. Sıkı sıkı tutuyorum seni, sanki uykuya dalsam kanatlanıp uçacaksın. 

Hep öyle geldin bana. Gidebilecek gibi. Beni diken üstünde tutmayı seversin. Önceleri içerlerdim buna. Herkese karşı böyle olduğunu fark ettiğim günden beri umursamıyorum. Dünya üzerinde bir küçük kuşsun adeta.

Seni öyle çok seviyorum ki… Bunu bildiğin için her eziyeti yapıyorsun bana. En büyük hayalimdi bir güne seni uyandırmak. Kahvaltını hazırlamak için sabaha karşı daldığım uykudan fırlayarak uyandım. İlk kez yanımda uyanacaktın. Her şeyin mükemmel olmasını severdin. Tabi ben de. Pankeke bayılırdın. Bir gün sana yapabilmek için tarifini bulup kaç kere denedim bilsen. En güzelini de bu sabah yaptım. Şanslıydın. Bu dünyaya seni bulmaya geldim galiba demiştin. Dünyaları bana vermiştin bir keresinde ya bu sabah da öyle olabilirdi dedim. Ama sonra öyle bir kahkaha atmıştın ki başımdan kaynar sular dökülmüştü. Kullanıyor seni oğlum diyen arkadaşımın sesi yankılanmıştı kulaklarımda. Haklı mıydı bilmiyorum ama ben seni böyle çaresiz severken her şeye razıydım. Sen de seviyordun, biliyordum. Ama daha çoğunu istiyordum.    

Bir garip hüzün çöktü üzerime sen bir türlü uyanmayınca. Tepsin hazırdı, meyve de soymuştum, ceviz de kırmıştım, ses çıkartmadan. Minik bir çiçek bile bulmuştum dışarı çıkıp. Severdin çiçekleri. Senin için hepsini koparabilirdim. Başkasına olsa kıyamazdım, hiçbir çiçeğe. Kökünden kopmak kolay mı? Birkaç gün bir yüz güldürecek diye kurumaya mahkûm bırakılır mıydı zavallı? Can taşıyordu o da. Ben de. 

Sen kıyarsın bana değil mi? Ben neden kıyamıyorum sana? Aşk neden aynı zamanda aynı dozda düşmüyor kalplere? Yanımdasın ama benim misin? Sevdikçe sevesin gelir, diye şarkılar söylerdin eskiden gözlerime bakarak. Şimdi susuyorsun. Dertlenince arıyorsun. Keyfin yerindeyken aklında değilim gibi geliyor. İtiraz ediyorsun. Kendi hayatlarımız da olmalı. Mıç mıç ilişkilere karşıyım diyorsun. Ben senle bütün olmak istiyorum. Kendimden başka biri gibi göremiyorum deyince kızıyorsun. Seninle doluyum, içim dışım, aklım ve kalbim. Ara sıra sen de istediğin için uzaklaşıyorum senden. Kendimden korktuğum için aslında. Ama fark etmiyorsun bile. Bari merak et. O da yok. Bunları söyleyerek kırıyorsun kalbimi. Önemsemiyorsun. Sonra ben bir kıyıda tek başıma bahaneler bulup avutuyorum kendimi, affediyorum seni. Tanıyamıyoruz diyor arkadaşlar bana. Dön bak aynaya! Bu sen misin oğlum? Aşık olun da görün diyorum. Lan ilk aşkın mı amma abarttın diyorlar. Böylesine hiç vurulmamıştım dediğimi anlatırken sana sözümü kesip kendimiz olarak kalmak için ara sıra uzaklaşmaya ihtiyacımız var diyorsun yeniden. Kelimelerim duvarlarını aşamıyor. Neden?

Dün yaşadıklarından sonra kendin olmak yetmedi değil mi? Sana onlara güvenme demiştim. Denize düştüm yılana sarıldım demiştin. Polise gidelim, bu tehditlerle yaşanmaz deyince karşı çıkmıştın. Başlarında olan adam herkese hükmeder. Biz suçlu çıkarız. Kendimiz halledeceğiz, dedin ya gözlerim fal taşı gibi açıldı. O ödemeyi yapmak için krediyi çekerken maaşımın limitlerini zorlamıştım. Sadece sen güvende ol diye. Ah be güzelim, nasıl bulaştın bu işlere. Tamam bankalar dolandırıcı da hiç mi haber okumuyorsun, tefeci faiziyle isterken parasını, belinde silah dayanır kapına. Feda olsun param da malım da sana, aşka, her şey feda olsun. Kapattık işte borçlarını, ne istiyorlar daha senden diye sinirle yumruğumu masaya indirdim ya akşam şimdi sızlıyor parmaklarım. Habersizsin. Yine de sen iyi ol önemli değil. Bu sefer de bir yolunu bulup ödeyeceğim.

Ya bilmediğim şeyler varsa, ya bu iş burada bitmez, dallanıp budaklanırsa, öyle hissediyorum. 

Neyse böyle zor bir geceden sonra güzel bir kahvaltı yapsan kendine gelirsin. Nasılsa çözeceğim derdini, bana gelmişsin, güvenini boşa çıkaracak değilim. Seviyorum seni. Bütün duvarlara yazıp ilan etmek istercesine. Yaban mersinlerini de koyalım pankek üzerine, çay da tam sevdiğin gibi. Beyaz çay, sırf senin için evde bulunduruyorum. Ben siyah çay içerim.

Kıymetimi bilsen güzelim, bir de seni ne kadar sevdiğimi… Keşke bu sabah dün gecenin devamı olmasaydı. Hayallerime korku karışmasaydı. Sensizdim ne zamandır, huzursuz, yılgın. Bu hale getiriyor işte beni yokluğun. Acıktım. Pankekler pişerken birkaç lokma yemişim iyi ki. Gazetem de bitti. Hala uyuyorsun. En iyisi dinlerken yerinde duramadığın şarkıyı açayım. Ve yanına uzanıp minik dokunuşlarla günaydını fısıldayayım kulaklarına, boynuna. Uyan ve gözlerini açtığın o an şarkıyı mırıldanmaya başla: "Beggin beggin you" Ve bir öpücük kondur ruhuma. Her şeyi halledeceğim, dünya bir yana, sen bir yana, unutma aşkım unutma... Seni ne çok sevdiğimi unutma. 


Handan Kılıç
22/07/2022
04:24






Dike(v/y) Halley Dergide

 

Merhaba,

Ne kadar zamandır buralara uğrayamadım hatırlamıyorum. 

Bloga yazamıyor oluşum aşkımdan, yani yazmaktan vazgeçtiğim anlamına gelmiyor elbette. 


En azından dergilere yazabiliyorum. İşler güçler çok yoğun, hayat çok hızlı, gündemler yorucu olsa da iyi ki edebiyat var diyerek Halley Dergisi'nde yayınlanan hikayelerimi paylaşmak istiyorum. 


Linki tıklayarak okuyabilirsiniz. 

   Dikev/y için tıklayınız. 

   Vedas/fız için tıklayınız.  

Orta/la

 


Yıllar önce çocuklara çip niyetine akıllı saat alınıp takma rahatlığı yokken kalabalık yerlerde gezmekten korkardım çünkü oğlum el tutmayı sevmezdi. Bağımsız, özgür birey yetiştirecektik ne de olsa zorlamadık. Haliyle muradımıza erdik ama şimdi yüzüne hasret kaldık. O vakitler de şimdi de bir dakika yerinde durmazdı. Nereye koşar belli değil ama hep bir hareket… O yorulmazdı ama biz enerjisine yetişmekte zorlanırdık. “Üç çocuğa bedeldin, ondan tek kaldın.” dediğimde kızıyor ama kendine benzeyen evladı olmadan anlamıyor kimse anne babanın çektiklerini.

Ben hep uslu tabir edilen çocuklardandım, babası da öyleymiş. İkimiz de bir yerimizi bırak kırıp dökmeyi dizimizi morartmadan büyümüşüz. Okumayı öğrenince de köşemize çekilip kitapları seçmişiz ama bizim oğlan hepsini yapardı. Böyle olunca da insan endişe ediyor. Aman kaybolmasın diye bütün kotların, salopetlerin cebinde anne, baba adı ve telefonları olan kağıtlar olurdu. Tembihlerdik evden çıkmadan, bizi bulamazsan bunu sadece güvenlik görevlilerine göstereceksin derdik. Çok şükür gerekmedi ama her çamaşır öncesi çıkarıp ütü sonrası yerleştirirdim o kağıtları. Arada yenilerdim. İnsanın vakti de sabrı da daha mı çok oluyormuş eskiden? Şimdi her şey kolay takıyorlar saati çocuğun koluna sinyal alıp neredesin diye de soruyorlar.

Aradan geçen on dört on beş seneye rağmen çocukların kaçma seremonisinde değişen bir şey yok. Apartmanlarda büyütüldüklerinden belki de semerinden boşanırcasına koşuyorlar dışarı çıkınca. Ben tek çocuğun hakkından gelemezken kardeşim, annemlerin de katkılarıyla tabi üç oğlanla uğraşıyor. Gerçi onlarda sadece ortanca yaramaz, annesine ve babasına çekmiş, onlar da ortanca. Diğer iki yeğenim de herhalde bana çekti ki hep sakin çocuklardı. “Zeki çocuk hareketli olur” klişesini yıktı büyük olan. Matematikte dünya ikinciliği aldı ama bebekken de şimdi de sakin bir çocuktu. Lakin ortanca fırtına. Geçen İstanbul’a gelen misafirlerini gezdirirlerken kalabalıklara karışmış, bütün aile onu aramış. Tabi bunu çoğu zaman bilinçli yapar ortancalar. Saklanayım bakalım fark edecekler mi merakından vardır böyle çılgınlıkları, görün beni çabaları. Tek çocuk zaten odakta, büyük çocuk diğerlerine göz kulak olur, küçük küçük olduğundan göz önündedir ama ortancalar hep daha kolay arazi olurlar. Büyüdüklerinde bu avantajdır kimse onlara bulaşmaz, onlar da tavşan boku gibi yaşarlar. Başka yerde sosyal olsalar da evde böyle hep olayların arasından sıyrılırlar.

Biz böyle konuşurken duyan yeğenim “Teyze tavşan boku ne demek ” dedi.

“Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan insanlar için kullanılan bir deyim, hiç görmedim adı anılanı ama kokmaz, bulaşmazmış” dedim. Sonra ekledim “öyle çok insan tanıdım.” Baktım ki tabletine dönmüş, uzatmadım kendi kendime konuşmayı, sosyal medyadan da yaparım yahu deyip sustum. Ben de telefonumu çıkardım çantadan.

İki hafta geçmişti ki bu konuşmanın üzerinden sinemaki de diyebileceğim eski bir arkadaş çıktı karşıma. Doğum günümdü ya kutladı. Yıllardır aklı neredeydi bilmem, hem kaç zamandır bir beğeni bile yapmıyordu paylaşımlarıma. Cemaziyülevvel de bir vakit takibe almış ama ne haber bile demeyince geldi röntgenci diye iç geçirmiştim. Yine de ilkelerim gereği takibe takip atmıştım. Ne bekletti gizli hesabına kabul için beni. Telefon çaldıktan sonra daha bir dakika geçmeden geri döndüğünde açmayan insanlarla böyle kendisi takip edip geri takip isteğini haftalarca kabul etmeyen insanlara ifrit oluyorum. Elinde işte telefon, niye görmedi numaraları yapıyorsun. Aklınca ağırdan alacak, geçti artık öyle ağırmış hafifmiş halleri. Buradaysan ve elindeyse telefon yanıtla arkadaş. Ben takip etmedim ki seni, gelen sen, arayan sen ve dakikasında cevap vermeyen yine sen. Neyse bir zaman sonra gördük gizleyip sakladığı hesabını. Çok da matah değilmiş üç beş uyduruk foto koymuş ne ortalamış ne ışığa dikkat etmiş. Sorsan her şeyi bilir. Fotoğraf sanatçısıyım diye diye gezer elinde telefon parkta çiçek böcek çeker. İyi insan işte, andık geldi yeni post. Bak sen son fotoda ne var, torununa o da akıllı saat almış. Ne yazmış altına son turfandama son moda, etiket oğlum. Allah Allah kaç yaşında doğurdu bunu yakın gözlüğü ile okurken çocuk mu oluyormuş. Kaybolmaz artık senin torun da pardon oğlun desem bizim oğlandan yeğenden bahsetsem. Yok yok hiç uğraşamam şimdi. Onun gibi yapalım görüp görmezden gelelim, o kalbe basmayalım ki kendini bir şey sanmasın. İncilerimiz bizde kalsın. Gün gelir dizdirir, takarız boynumuza. Ah ah, içimizde tuttuklarımız yüktür sevgi de nefret de bunu biliyoruz da sonra şikayet ediyoruz hastalandıkça, sanki dünya sırtımızda.

Handan Kılıç

17 Şubat 2022

 

 

Yaza Düğün Var

 Hanımefendi camı diyorum, açar mısınız?

İyi çalışmalar, buyrun memur bey!

Kimlik numaranızı söyler misiniz.

150…

Biraz yavaş, tamam.

Hayırdır bir durum mu var?

Yok yok, rutin kontrol.

Bizi de kontrol edecek misiniz memur bey?

İstiyorsanız edelim söyleyin TCinizi

142

Bir de ehliyetinize bakalım hanımefendi,

Arabayı ben kullanıyorum, onunkine neden bakıyorsunuz ki?

Ooo Ankara mı? İlk görev yerimdi Kalecik. Sonra merkez. Doğu derken şükür memlekete döndük.

Hayırlı olsun memur bey de rutine dönsek.

Fethiye karışma istersen!

Seval Hanım siz nerelisiniz. İnstagram kullanıyor musunuz?

Memur bey işimiz bittiyse mesai saati bitmeden yetişmem gereken bir yer var da…

Ya dursana Fethiye memur beye eksik bilgi vermeyelim. Seval alt çizgi sev sev

Seval, işim var sonra ekleşirsiniz, kolay gelsin memur bey.

Ekledim Seval hanım, görüşürüz.

Tövbe tövbe Seval, cidden ilginçsin.

Ya adam sana sorarken bile gözü bendeydi yavaşladın ya karşıdan gördü beni, ondan çekti kenara. Diğer memur daha yakındı koşa koşa kendi geldi. Neden acele edip bahtımı kapatıyorsun? Otuz yaşındayım ve kapımda sıra yok, ekledim vallahi yakışıklı adamdı, hem işi de sağlam bak, seni bile mum etti karşısında.

Valla haklı Fethiye Abla. Ben durduğundan beri adamı izliyorum arkaya da uzattı kafayı bana da baktı güya da gözü Seval’deydi.

Ekledi bile kızlar, hadi hayırlısı bu yaza düğün var.

Handan Kılıç

#handankılıc

16 Aralık 2021


AŞK, DAİMA!

Düşüncelerimden sıyrılamadığım bir gündü. Kendimi dışarı attım. Yürümeye başladım. Yüzümde aşkın sıcaklığından yayılan bir gülümseme vardı. Epey tur attıktan sonra parkurun ilerisindeki kaldırımda onu gördüm. Önce yok, benzettim falan dedim. Sırt çantamdan kitabı çıkarıp baktım. Kesinlikle oydu. Aynı anlatıldığı kadar canlı bir kadın. Adımlarımı hızlandırdım. Seslendim. Önce duymadı. Biraz yaklaşınca omzuna dokundum. Heyecanla konuştum:    

“Ella selam. Seni görmek ne güzel! Yıllar önce beni sarsan bir romanın karakterisin. Okuduğum kitaplar arasında hayranlık duyduğum böylesi güçlü bir kadınla yol ortasında karşılaşmak heyecanlandırdı doğrusu”

Önce durdu, baktı ve gülümsedi:

“Selam, demek bir okursun. Beni kâğıt üstünde kalmaktan kurtaran, yaşadığımı fark ettiren kahramanlardan. Peki söyle bakalım nasıl sarstım seni?”

“Cesaretin ve çevikliğinle, şansların, şansızlıklarınla…”

“Bunlar hepimizin hayatında olan şeyler değil mi? Şimdi sen kendi hayatından anekdotlar anlatsan kim bilir ne çok zaferin vardır beni sarsacak. Kendine haksızlık etme. Bu dünyada kadın olarak ayakta kalmaya çalışırken güçleniyoruz hepimiz”

“Orası öyle, var olduğumuz bir yerde bir de bunu ispatlamamız isteniyor. Teşekkür ederim hatırlattığın için. Ayrıca bu kadar mütevazi olman şahane, muhtemelen aşık ve mutlu olmanın sana verdiği güzelliklerden tevazu. Elbette yaptıklarım var ama galiba insanın aklı hep yapamadıklarında kalıyor.”

“Onun için dene, yapamazsan da pişmanlığın bu olsun diyorlar.”

“Kesinlikle haklısın, deniyorum elimden geldiğince.”

“En çok neden etkilendin peki kitapta?”

“Sıkıştığın yerden, konfor alanından çıkma cesaretinden, her şeyi arkana alıp ilerleme kararlılığından, yıllarca kurmak için uğraştığın kaleyi, evini, çocuklarını, emeğini, yirmi yıl hatasıyla günahıyla kabul verdiğin insanı bırakıp hiç bilmediğin bir yerde hiç tanımadığın birinin peşinde bir maceraya atılmak seçimlerinden. Düşününce akıl karı değil.”

Ella güldü, koluma girdi. Az önce yürüdüğüm parkı işaret ederek “Oturalım” dedi. “Mevzu derin”

Oturduk gözlerine baktım. Huzuru, sükûneti gördüm.

“Çok güzelsin. Farkında mısın?” dedim.

Elimi tuttu. İki avucunun arasına alıp konuşmaya başladı. Sıcacıktı.

“İşte bunlar hep aşkın marifeti sevgili okur. Meşhur Kırk Kuraldan beşincisi der ki;

“Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır, akıl temkinlidir, korka korka atar adımlarını, aman, sakın kendini, diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği bırak kendini koy gitsin” Aziz Zahra, aşkım yani, “Akılcı kararlarla planlar yaparak hayatımızın akışını denetleyebileceğimizi zannediyoruz, oysa balık yüzdüğü okyanusu denetleyebilir mi?” demişti bir keresinde. Bu söz hep kulağımda.”

Başımı salladım. Akışına engel olduğum yaşlar süzülürken cevap verdim:    

“Çok doğru söylemiş, zaten onun için çok etkilendim. İlk okumamdan on iki yıl sonra bir başka şey ararken kitaplıkta gözüme çarptı AŞK. O hislerle elime aldım. Kalbime değen, altını çizdiğim satırlarda dolaştım. Geçen zamanı düşündüm. Satırlardan akan yalnızlığı, aşkı, teslimiyeti, ilmek ilmek işlenmiş bir kitabın tüm eleştirilere rağmen okurunu bulma şansını… Sana garip gelebilir belki ama erkeklerin elinde pembe bir kitap taşımaya utandığı bu ülkede aynı kitap bir de gri kapakla basıldı. Her şeye rağmen pembesini okuyan erkekler de oldu tabi.”

“Gerçekten mi, şaşırdım bu cinsiyetçiliğe!”

“Ah o dediğin mevzu aşktan bile derin, sürekli kanayan bir yara, şaşıracağın çok şey var bizim buralarda da aşka dönelim yine? Adeta susuz kalmışçasına insanlar kitabın peşine düştü. Burası aşklarını acısıyla harmanlayanların topraklarıydı. Kavuşulan aşkların güzelliğini, kitaplardan okuyanların… Dizilerden izleyenlerin. Uzun sözün kısası aşkın büyüsüne kapılmış her insanın şanslı olduğunu düşünüyorum. Hele de kendini teslim ettiğin akışın sahibi seni atmosferi sevda olan bir dünyaya bir el uzatışla alıp aşkla nefeslendiriyorsa. Kendisi de baştan başa aşk olan bir adamsa, Aziz Zahara gibi.”

“Herkesin karşısına bir kere olsun bu şans çıkmaz mı sevgili okur?”

“Bilmem. Çıkar herhalde ama anlayana kadar iş işten geçebilir çoğu insan için. Şanslısın dediğim konu şu: Düşünsene ya Oblomov olsaydı karşındaki? Aşkı, tutkuyu bilen ama yataktan bir türlü kalkamayan, her şeyi erteleyen, dur bakalım ne olacak diyerek hareketsiz kalan, yaşam alameti, kalp çarpıntılarını hissedince daha da yavaşlayıp saklandığı köşede geçmesini bekleyen Oblomov’un yaptığını yapsaydı sana Aziz Zahara, sen de muhteşem bir dille yazılmış ve çevrilmiş bir Rus romanının tanrı anlatıcısından, yani bir nevi yazar Gonçarov’dan aşka, dostluğa dair nutuklar dinlerdin. Doğulu toplumları anlayamaz, neden bunca cesaretsiz bu adam der, şaşırırdın. Olga gibi acı çeker aşktan ümidi keserdin. Şanslıymışsın Ella, doğru ülkede, doğru romanda doğru adamla atılmışsın maceraya.”

Başını salladı, “Oblomov kim bilmiyorum. Ama feci halde konfor alanına sıkışmış biri olmalı. Ben hep hareket halindeydim. Evde hiçbir şey yapmadığımın düşünüldüğü zamanda bile öyle çok şey yapıyordum ki çevremdekiler için, çok şükür sonunda atikliğimin ödülü oldu Zahara”

“Ne mutlu sana, kalbe değen bir aşk, hele de seninki gibi karşılıklı olanı yazılmış bahtına. Böylesi aşk bahardır ruha. Biz ediyoruz, sen de teşekkür et, seni aşkla buluşturan Elif Şafak’a.” deyince ellerini kalbinin üzerinde birleştirdi. Gözlerini kapatıp şükretti. Sonra sıkıca tuttu ellerimi.

“Seni tanımak güzeldi. Bizim buralarda “Kalbinin ekmeğini yemek” diye bir deyim vardır. Seninki o hesap. Aşk eksilmesin kalplerimizden” dedim.

Kalktı, sarıldık. Arkasından uzun uzun baktım. Banka tekrar oturup yıllar sonra Aşk’ın sayfalarını çevirmeye devam ettim.

Handan Kılıç

10/10/2021

İzmir


*Görseldeki mandalanın çizimi bana aittir.

ÇENGEL

 




Uyuya kaldığı kanepeden ani bir sıçrayışla kalktı. Kâbus mu gördüm, yoksa bu iç sıkıntısının yansımaları bu hal diye düşündü, karar veremedi. Bir süredir misafir kaldığı eve yabancılığını atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp ferahlamak için banyoya girdi. Dolabı açtığında gördü onu. Biraz çekinerek de olsa eline aldı. İki ucundaki sivri çengelleri görür görmez irkildi. Tıpkı o günlerdeki gibi acımıştı canı. Sonra bir karışlık lastikten mi korkacağım diyerek eline aldı. Usulca dağınık saçlarını topladı. Lastik eskidiğinden mi, yoksa saçları yıllar yılı talimli olduğu için mi canı o kadar acımamıştı. Sonra çok sıkmadığını fark etti.


Aynaya baktı. Hala iyi sonuç veriyor, sıksa da güzel gösteriyor diye düşünüp gülümsedi. Sıkılmak istemiyorum dedi bedeni. Güzel olmak için bile olsa sıkılmak istemiyorum. Aynada sıkılan ruhunu izledi.
Artık bedenine sığmayan, neredeyse onu patlatacak kadar şişiren iç sıkıntısını bir ah çekip karşıki dağlara göndermek istedi. Neden onların taşıyamadığı bu yük üzerimde diye düşündü. Saçına sapladığı çengeli çıkarırken ruhumu kanatan diğer ucu bir dağcı edasıyla zihninin labirentlerine attı. İnsan olmak şereftir diye mırıldanan aklıyla dalga geçen kalbi, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dedi.


Siyah lastiği çıkarıp aldığı yere bırakırken aynaya doğru yaklaştı, gözbebeklerine odaklandı. “Sıkma canını” diyecek o şefkat dolu silueti ararken “Sıkı can kolay çıkmaz” diyen annesi belirdi. Giderek ona benziyorum, tıpkı onun gibi sığmıyor artık içime attıklarım, bir büyük bedenini almalıyım kendimin, diyerek banyodan çıktı.


Işığı söndürürken içine sığamadığı ve üşüyen bedenini battaniyenin altına sürükledi. Şimdi, gözlerinden süzülen damlanın içine sığan ruhu ile bedenini terk edip görmek istediği rüyanın içine kendini bırakma vaktiydi. O esnada kalbindeki çengelleri fark etti. Çekip çıkarırken canı yandı, hisleri ortaya saçıldı.
Uykuya dalarken usulca saçlarını okşayan o eli hissetti: “Sıkma canını, her şey olacağına varır” dediğini duyunca başını yastıktan kaldırıp yüzüne baktı gülümserken gözlerini kapadı.


KUYU


Kuyuya düşmekle atılmak başta farklı gibi görünse de mücadele etmek zorunda olduğun şeyler aynıdır. Diplerden yukarıya tırmanmanın yolunu aşağıdaki su kaynağında boğulmadan bulman gerekir mesela.

Karanlıkta yanından geçen hatta seni ısıran hayvanlardan korkmaman, tutunacak bir dal bulman da şart. Bir destek gelene kadar sesini duyuracak kadar bilincin açık olacağı şekilde durmak da gerekir.

Yardım hiç gelmeyebilir, hatta kuyunun başına korkacağım başka hayvanlar gelip hayatını da tehdit edebilir.

Dibi karanlık bir bilinmezlik, yukarısı belirsizlikle doludur kuyunun.

Hak etmemişsindir oraya itilmeyi, düşmeği, düşürülmeyi, atılmayı, çıkartılmamayı.

Kimse hak etmez ama bunun da önemi yoktur. Hayat o kuyunun dışında başlar kimi zaman avare koşarken kimi zaman bir tehlikeden kaçarken kimi zaman meraktan o kuyuya girilmesi ile devam eder.

Gözleri karanlığa alışınca kuyunun ağzındaki o ışığın uzak olduğunu anlarsın. Her gün ölüme biraz daha yaklaştığını görürsün dolayısıyla günü gelip çıksan bile bir şeylerin aynı kalmadığını fark edersin. Her şey değişmiştir herkes gitmiştir senin de kuyudan önce hayallerim dediğin isteklerin seni terk etmiş, heveslerin dünyanın öbür ucuna gitmişçesine uzaklaşmıştır.

Hasılı kelam kuyuya düşsen de atılsan da kuyu seni çalar.


HANDAN KILIÇ

YAMUK


Deniz kenarında dolaşıyorlardı, kırmızı yeşil taşları topladı, en güzel şekilde olan, pürüzsüzleri aradı. Arkadaşı yamuk yılık delik bir sürü taş toplamıştı, şaşırdı. “İşini iyi yapsana, yamuk bunlar” diye çıkıştı. “Ben renklere baktım sadece. Işıl Işıllar, şekillerine bakmak hiç aklıma gelmedi” yanıtı gelince ağız burun büktü.

“Babam” dedi, “Babam yamuk şeyleri istemez. Annem de düzgün olmayan taşları götürürsem “Bunu mu buldun?” diye söylenir. Düzgün olmalı her şey” deyince arkadaşı boş boş bakıp sonra umursamadan taş toplamaya devam etti. O ise sanki dünyayı düzeltmeye gelmişti. Koca bir sahili yürüdüler. Yeni bir taş daha ekleyemedi. Elinde üç güzel taşı varken arkadaşı ona göre bir torba çerçöp toplamış “Ganimetlerim işte!” diye sevinçle annesine seslenmişti.

Annesi daha taşları bile görmeden “Aferin kızıma” dedi. O da kendi elindekileri gösterdi. “Seninkiler de güzelmiş, niye bu kadar az?” deyince annelerin hep bir niyesi var işte diye sevinirken “Sana ne, ben böyle istedim” demek geçti içinden ama “Bu kadarını buldum” diye eksiklendi. Öyle ki, konuşurken sesi bile çıkmamıştı.

 

Zaten soran teyze de çoktan kendi işine dönmüş arkadaşının getirdiği taşları bahçenin bir köşesine atmıştı. Çocuk da çoktan başka bir oyuna geçmişti. O ise hala elindeki üç düzgün taşa bakıyor “Neden bu kadar az topladım?” diye düşünüyordu.

Handan Kılıç

Yeşil Ojeli Kız


Yemyeşil gözleri var onun, benim de yeşil ojelerim işte. Biraz yıprandı belki ama yine sürerim. Elim sudan çıkmıyor ki; beş kardeşin çamaşırı, bulaşığı hep bana bakıyor. Annemle babam tekstil atölyesinde çalışıyor.

Durun durun en iyisi her şeyi baştan anlatayım; biz şanslıyız. Ailecek geldik buraya. İlk kez denizi gördüm, gökyüzü kadar genişti. Daracık karanlık bir mağaradan çıkmış gibiydim. Yıkıntılar arasından da sağ salim çıkabildik. Ama babam hapis bile yattı yıllarca. Sonra olaylar iyice karıştı tabi hapishaneler de. Tam bırakmışlardı ki, tekrar alacaklarını öğrenmiş babam, “Gidiyoruz” dedi. İki katlı bahçeli bir evimiz vardı. Annem en küçük kardeşime hamileydi. Ben de ilkokula gidiyordum. Hiçbir şey alamadık yanımıza. Sevdiğim defterlerim, renkli kalemlerim, kıyafetlerim hep Suriye’de kaldı. Cebime bir oyuncak bari alayım diye avucumun içine sığacak bir şey arıyordum ki halamın bizde unuttuğu o küçük cam şişeyi gördüm. Hemen alıp cebime koydum. Bir kere bana sürmüştü. Öğretmendi halam. Ben süslenmeyi severdim, annem de hiç sevmez, takıları, süsleri hiç yoktur, erkek gibidir annem. “Kız halaya çekermiş” diyerek burun kıvırırdı ojelerime ama ben halamın küpelerini, yüzüklerini de merakla süzerdim. Ne güzeldi! Halam da yeşil gözlüydü. Onun gibi. Şimdi öldü halam, bizimle gelmedi. Sevdiği vardı. Sonra dediler, siz gidin biz geleceğiz, gelemediler. Saldırının olduğu gece nişan varmış, Hiç ayrılmamaya söz verip yüzükleri takmışlar.  Sonra büyük bir gürültü, kargaşa. Her yeri saran toz duman dağıldıktan sonra bir de bakmışlar ki halam ve sevdiği el ele göçmüşler. İşte o zaman evden getirdiğim o oje kıymete bindi, gıdım gıdım sürüyordum, halamı çok özlüyordum.

Onunla ilk karşılaştığımız da “Ojelerin ne güzel” demişti ben de nasıl cesaret ettim bilmiyorum ama “Senin de gözlerin” deyivermiştim. Sadece abisi var burada, ailesinden geri kalan herkes ölmüş. Çok zor günler geçirmiş. Babamla aynı tekstil atölyesinde çalışıyormuş. Bir gün babam telefonunu düşürmüş, benimki görmüş almış. Peşinden koşmuş babamın ama dolmuşa binince yetişememiş. Sormuş soruşturmuş, evi öğrenmiş. O akşam annemle babam bir akrabaya gitmişti. Kapıyı onlar geldi diye sormadan açtım, karşımdaydı: Halamın su yeşili gözleri. Daha görür görmez içime ateş düştü. Sonraki gün bu sokaktan geçti defalarca. Demek o da yandı bana. Çocukları hazırlayıp çıkardım hemen parka. Çekirdek alıp yanımıza geldi, çitledik. Çocuklara da şeker getirmiş. “Çiğdem” diyorlarmış burada dedi. “Çiçekmiş çiğdem, ince, narin. Sen de çiçek gibisin, ellerin gövden, parmakların yaprakların. Çiğ damlası gibi yeşil ojelerin.” Kırık parmağımı saklarken tutuverdi elimi, titredim. “Çok güzelsin” dedi ya sabahı zor ettim. Çocuklara birkaç lokma yedirip “Gelirim” dediği öğle saatinde yine gittim parka. Bu sefer halamın küpeleri ve bir yüzüğü de vardı elimde. Annem evde olmayınca süslenmiştim kendimce. Görür görmez fark etti. “İncecik bedenin gibi sallanıyor küpelerin” deyince “Şair misin sen, kitap gibi konuşuyorsun” diye sordum. “Şair yaptı güzelliğin beni” deyince sırtımdan kanatlar çıkmış da gökte süzülüyorum gibi hissettim. Gülerken kapadım ağzımı. 

Madem şair, göz dili bilir değil mi?

Handan Kılıç 

Medıum.com dan okumak için tıklayınız.

 

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...