ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İKİ GÖZÜM SENELER GEÇİYOR

 

Üzüm mevsimi bitiyor. Tarhana çorbası ile üzümün beraber yendiğini ilk kez Manisalılarda gördüm. İlçe, merkez fark etmeksizin hemen hepsi bunu coşkuyla karşılıyorlar. Ekime girerken gündüzler hala ılıksa da geceler serinliyor. Tabi, sıcak çorbalar da özlenmiş. Üzümler de toplanınca mevsimin kaderlerini birleştirdiği vazgeçilmez ikili doğuyor. Benim damak tadımda tatlıyla tuzluyu aynı anda almak yok. Tarhana ile üzüme alıştım ama gözlerimi ışıldatmıyor. Bir de Balıkesirlilerden gördüğüm peynirle karadut reçeli var tatların karıştığı ki, o favorim. Bu testi Ege dışında da yaptım. Kaç tane birbirini tanımayan Manisalı gördüysem gözünde o ışıltı hemen beliriyor. Belli ki herkes toprağını, annesini en çok da çocukluğunu özlüyor.

Benim içinse o ışıltı ancak annemin mayalı poğaçaları ile olur. Her hafta belki birkaç kez yapardı sağ olsun. Aslında o güzel koku misafir geleceğinin işaretiydi. Onlara pişer bize de düşerdi. Misafirimizin olmadığı gün azdı. Annemin sosyalliği yorucuydu hem kendini hem sürekli teyakkuzda yaşattığından bizi yorardı. Ve itirazlar reddedilirdi. Annemin lügatinde kabul görmeyen kelimelerin başında gelir yorgunluk. Hele de gençsen. Annesiyle konuşunca yaşı kaç olursa olsun gençtir insan ve yorulmamalıdır. Annem hep uzakta, kardeşimle yaşıyor şimdi. Bense hep yorgunum. Adeta vazgeçilmez bir kıyafet gibi yorgunluk üzerimde. Ah annem, can annem!

Gündüzleri yetmezmiş gibi gece de babamın arkadaşlarını çağırır, onu hayata katmaya çalışırdı. Babamsa tam bir asosyal sayısalcı. Buna rağmen annemin çabası ile mecburi sosyalleşmelerinde canı isterse idare eder ama yorgunsa, üzgünse, kızgınsa surat asmaktan çekinmezdi. Olduğu gibi bir adamdır. Kralı gelse iplemez. Annem gibi sadece kızdığı kişiye sınır koyup diğerlerine son derece sevecen davranmaz, davranamazdı. Kırk seneyi aşkın bu mücadelede kimse kimseyi değiştiremedi ama hayat annemin arkadaşlarını torun peşine farklı şehirlere hatta ülkelere savurdu. Allahtan onun elinin altında torunlar var da mayalılarını onlara yapıyor. Haftada dörtlü yaş maya paketini bitiriyormuş. Dün bir tarif sordum. İlla yaş maya deyince yok dedim, çıkıp alamam da. Nasıl evde maya bulunmaz diye şaşırdı. Ben yıllardır almadım maya, alerjim var yediğim zaman her yerim şişiyor ama en sevdiğim, hani gözüme ışıltı veren cinsten istediğim de yine mayalı hamur işleri.

Şu hayatta neyi, kimi sevsem bana zarar verdi. Sağlıklı olmak demek zararlılardan uzak durmaksa duruyorum. Ot gibi yani gözde ışıltısız devam ediyorum ama bu yaşamak mı? Yalnız, misafirsiz, poğaçasız, aşksız, annesiz. Avokadoyla, salatalıkla, brokoliyle, lahanayla olduğunda da beslenmem mutsuzum. İstisnasız hepsi bana dokunuyor. Bağırsaklarım ağlıyor, midemde şişkinlik yapıyor ve asla gözüm bir Manisalının üzümle tarhana gördüğünde ışıldadığı kadar ışıldamıyor.

Her şey tatsız, tuzsuz, bütün uğraşlarım boş geliyor bu günlerde. Sınav zamanı ya ondan mı? O da ayrı bir saçmalık. Hepi topu bir ölüye çıkmak için mi hepsi? Sonrasının olduğuna inanıyorum ama onun için de elimde ne var?

Bir kalıp peynir al dedim bizimkine. Küçük bir kalıpla gelmiş. Yetmez böreğe dedim. Yapma dedi, neyimize börek, boş kalori. “Seviyorum işte var mı diyeceğin” demek isterdim, sustum. Ben hep susarım, içime kaçar kelimelerim. Tulumun üzerindeki fiyatı görünce şok oldum, bu miktara bu fiyat. Birileri bizimle dalga geçiyor, her şeyin içini boşaltılıyor. Kimse bir şey yapmıyor, saçma sapan yaşıyoruz. Mahalle arasında küçük Migros’a girdim birkaç gün önce. Her elime aldığımı bıraktım. İyi ki alışverişi ben yapmıyorum da fiyatlardan bihaber geleni yiyorum. Bir paket kuru yemiş ya, o kadar para verilir mi kuruyemişe, hani eğlencelik, karın doyurmaz, etmez. Kalsın dedim çıktım. Kabuklu yaş ceviz de almıştım birkaç hafta önce. Onlar kurumaya başladı diyerek kırdım. Hem böylesi daha iyi besin değeri ölmeden yiyeceğimiz kadar kırarız dedik. İlk günlerde ıslakken güzel olan cevizler kuruyunca kötüleşmiş. Birçoğu da küflenmiş. Kır, ayıkla bitmiyor. Hazırlanması zahmetli tamam da bu kadar pahalı mı olmalı paketi? Peki niye sadece bizde? Dışarıda yaşayan arkadaşların böyle dertleri yok. Demek ki hayat bu kadar keder dolu, heyecansız değil. Gözleri de parlıyor. Her gün hayatlarına ekledikleri yeni hobiler, uğraşlar, gezilerle. Tarhana ve üzüm görmeden de ışıltı oluyormuş demek ki! Gerçi onları sevene hepsi her yerde. Şu anda ikisi de var dolapta, peki neden gözlerim parıldamıyor? Benim ışıltı sebeplerim değil de ondan. Benimkiler bana zarar veriyor, olması gerekenler rahatsız ediyor, her ikisi birden mutsuz ediyor. Her şey çok ama dert olanlardan… Bu kadarını hak ettik mi? Kim hak ettiğini yaşıyor? Neyse ki ölüm hepimizi eşitleyecek.

Yokluğa katlanmanın en iyi yolu varlığın avantajlarının bir şey değiştirmeyeceğine kendini ikna etmektir. Huzur var, bolluk var ama oralar da intihar ediyorlar. Her şey tam olmayacak ki yaşamaya nedenin olsun, burası cennet değil söylemleri. Peki sürekli cenderede yaşayıp gözümde o ışıltı yani aslında bir nevi şükür olmadan cennetin yolları açılır mı? Hiçbir dert çekmeyenle dert küpü olanlar arasındaki uçurum ne olacak? Söylenecek çok şey var ama sorumlulardan anlayacak üstüne alınacak kimse yok. Söz biteli çok oldu.

Neyin kıyısındayım da oradan yuvarlanmamak için geri koşuyorum, elimde kalem kâğıt? Ne kadar uzaklaşsam da bir şey çıkıyor, bir haber, bir selam, bir acı, bir ayrılık, bir ölüm… Beni tekrar o uçuruma getiriyor.

Uçurumun kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgâr yetecek ha itti beni ha itecek!”

Gecelerdir uykusuzum, kanlı dolunay, kansız dramlar derken iyice yoruldum. Taşıdığım her şeyi sürükler moddayım ya da onlar beni sürüklüyor uçuruma. Yine yar yine uçurum. “Uçurumun kenarındayım Hızır, divan hazır, ferman hazır, kurban hazır

Yazdıklarımı sesli okudum kendime. Duyduğuma göre çok mutsuzmuşum. Üzüldüm, her gün başkası için gözyaşı dökecek değilim. Ölmüşüm ağlayanım yok. Kimsenin umurunda olmamak çok ağır biliyor musunuz? Ben de sizle konuşuyorum böyle. Yani kendimle. Ağla ağla bir yerden sonra gülmeye başlıyorsun. Orası güzel bir yer. Herkesin üzerinden döküldüğü. Büyük şeyler peşinde değilim ama istediğim hiçbir şey istediğim zamanda olmuyor. Olanlar niyetimden başkası… Sonuçları değerlendirip kalbime izah için hikmet aramaktan da polyannacılıktan da olumlamalardan da yoruldum sanırım.

Annemin mayalı poğaçası neden bu kadar uzaktasın?

Hani “Gönül ektiğini biçiyor”du Sezenim? Beni tohumlar komple çürük çıktı. “İki gözüm seneler geçiyor” Olan sadece bu…

Handan Kılıç

12.11.2022

İzmir


Bu yazı ilk kez aynı tarihte medıum.com da yayınlanmıştır.  


Hayat Memat Meselesi

 

“İnsan ziyandadır”

Doğduktan sonraki her gün biraz daha yaklaşırken sona tükenmektedir.

Ve ömür boyu bu hali valizinde şaşkınlık olarak taşır.

“Hayat bir gündür, o da bugündür” derler elbette ama hayat sayfa sayfadır.

Bazen bir sayfa korkudur, ele geçirir insanı.

Bazen bir süzgeç hınçtır, tüketir kalbi.

Bir kalem sabırdır, mısra mısra şiirler yazdırır.

Bazen bir ev dolusu heyecandır, içinde cıvıl cıvıl seslerin yükseldiği.

Kimi zaman bir toplu iğnedir, tahammülsüzlüklerin ele yüze battığı.

Ama bazen de bir koltuk neşedir, komik bir karakterin herkesi gülüp geçirdiği.

Bazen kıskançlıktır, söylenmiş sözlerin zincirleme gaflara sebebiyet verdiği.

Hayat bir kakofonidir, içinden istediğin sesleri duyup diğerlerine sağır kesildiğinde dinlersin senfonini.

Bazen seçtiklerimizden nefret ederken başımıza gelenlerin iyi ki dedirttiği bir bilinmezliktir hayat.

Hasıl-ı kelam seçtiklerimizle yaşadıklarımızı senkronize etmeye çalışmaktır.

Ve sonu elbet bir memata çıkacaktır.

O kadar da önemseme kendini.

11.11.22

02:11 

Handan Kılıç

* Bu yazı ilk olarak 11.11.22 tarihinde medıum.com adresinde yayınlanmıştır.

Gitti gidiyor!

Dünden devamla... 


“Koza gibi burası. Hem bitsin istiyorum hem de buradan hiç ayrılmamak.”

İşte tam da bu, alıştığını bırakamamak, moda tabirle konfor alanı. Oysa sığmıyorsun işte o kozaya.

Gün geldi. Çıkmak zorundasın. Ya kanatlanacak ya öleceksin. Değişimin bedeli var ne de olsa.

Dışarısı güvenli değil elbette. Rüzgârı, yağmuru, kışı, sıcağı, börtü böceği, ilacı zehri var. Ama belirlenen bir ömür de var hepsine. Mecburen biçilen süreye riayet edeceksin.

Bitti bitiyor!

 

Büyüyordu işte… Her şey kendi döngüsünde ilerliyordu. En çok da doğan büyüyor, büyüyen yaşlanıyor, yaşlanan yolculuğun sonuna geliyordu.

Her yolun bir sonu vardı çünkü. “Her gecenin sabahı, her karanlığın aydınlığı” klişesi işte.

Ama tünelde ilerlerken her yer çok karanlıktı. Klişelere sığınmak saflık, ışığı yok saymak, bir yerleri aydınlatan, neşelendiren, hayat veren güneşin varlığına saygısızlıktı.

BİR CENAZENİN ARDINDAN




Ruhuma bir helva kavurayım dedim bu sabah. Dün gece gözyaşları ile kaybettiğim ruhum için “Nasıl bilirdiniz?” diye sorsalar, herkesin “İyi bilirdik” diyeceği bir insandım. Yani en azından, “Bana şu kötülüğü yaptı” diye çıkan  olmaz sanırım. Herkese şefkat dağıtır, yardıma ihtiyacı olana koşar, derdi olanı dinler, yolda kalmışa yön göstermek isterdim. Elimde ne var ne yok verirdim. Bende çok olduğundan değildi bu; paylaşmak erdemli olmak demekti. Dünyada yer işgal ediyorsak bunun hakkını vermeliydik. Ama ben bir şeyi unutmuştum, almadan vermek sadece Allah’a mahsustu. Ben olandan fazlasını verip tükettim kendimi. Alan emdi, bitirdi renklerimi. Az bulan memnuniyetsizdi, çok gelen korkak. Nedenlerim nasıllarım, anlaşılmadı hiç. Kimse anlamadan bu dünyadan gelip geçen beni, gözyaşları içinde toprağa verdim dün gece. 

Nerede hata yaptığını bilemeyen biriydim ben. Karanlığa bir mum yakmak derdindeydim. Kendi karanlığımı tanımadan ışık olmak ne haddimeydi ama insan yaşarken öğreniyor bazı şeyleri. 


ANNELER GÜNÜNE ÖZEL İÇ DÖKÜŞ



Bu gün "Anneler Günü." 

"Cennetin ayaklarının altına serildiği" insanlar olarak biliriz anneleri. 
Her yerde hakkı gasp edilen kadınlara bu ağır görev kutsallık atfedilerek verilmiş ki, kolay pes etmesinler. 
Böylece başkasına karşı bencil olabilen kadınlar bile evladının yüzündeki gülüş eksilmesin diye çoğu zaman gönüllü
olarak kendinden vazgeçen insanlar oluyorlar. 

Tabi bu durum vicdan sahibi olan anneler için geçerli. Doğurmakla kazanılan bir paye gibi görülse de, aslında kalpte ya var, ya da yok olan bir histir annelik. Bunu evlat edindiği ya da sahip çıktığı her çocuğa, hayvana çeşitli fedakarlıklar yapan kadınlarla, doğurduğu çocuğu satan, sokağa bırakan, eziyet eden annelere bakarak anlayabiliriz aslında. 

O yüzden öncelikle doğurmuş, doğurmamış, çocuk büyütmüş ya da büyütmemiş, annelik vasıflarını yüreğinde taşıyan, şefkatin cisimleşmiş hali gibi yeryüzünde oturan her kadının gününü kutluyorum. Annesini kaybeden bir çocuğun anma günü olarak kutlamayı başlattığı bu günde benim aklıma evladını kaybeden anneler ile annesini kaybeden çocuklar daha çok geliyor.
 
Üniversiteyi bitirdiğimde evlenip hemen annelikle tanışmış biri olarak ömrümün yarısı diyeceğim sürede bu sıfatı taşır haldeyim. Diğer yarısı da zaten bir annenin evladı olarak geçti. Çok şükür hala ikisi de devam ediyor, ve umarım uzun yıllar sağlıkla, kolaylıkla devam eder.

Ama bu güne dair hatıralarım can yakıcı. Mesela ilk anneler günümde bebeğim daha yaşına gelmemişken kötü bir haberle sarsılmıştık. Yine bir 10 Mayıs'tı. Okuldan üst devreden bir arkadaşımız yaşadığı talihsiz bir aşk hikayesini unutmak için yurt dışı görevine gitmiş, orada tanıştığı yabancı uyruklu bir kadınla bir kaç ay içinde evlenmişti. Bu bir kaçış evliliği idi. Önce ailesi karşı çıksa da, sonunda Haziran'da burada da düğün yapması şartıyla kabul etmek zorunda kalmışlardı. Bir evin bir oğlu, annesinin göz bebeği olan arkadaşımızın davetiyeleri dağıtılmış heyecanla yaz beklenirken acı bir telefonla cenazesinin alınması istendi. Ne olduğu bile belli değildi. Bir başka arkadaşımız bizzat gidip en sevdiği dostunun naaşını getirdi. Anneler gününde kendi elleri ile toprağa veren arkadaşımızdan dinlediğimiz törene dair söyleyecek çok bir şey yoktu. Annesinin acılı hali, babasının metaneti, kız kardeşlerinin feryadını ifade edecek kelimeleri bulamadığından evin içinde hıçkırıklar yükselmişti. Psikiyatrik tedavisini aksatan yabancı gelin dehşet verici bir şekilde yeni evlendiği kocasının hayatına son vermişti. Bunca yıl sonra bile güzel gülüşü aklımda olan arkadaşın cenazesi işte oğlumla ilk anneler günümüzü hüzne boğmuştu. 

Her ölüm erken ölümdür ama genç ölümleri biraz daha zor oluyor ki, "Allah sıralı ölüm versin" diye dua var. Arkadaşımız 28 yaşında idi. Çok başarılı ve gelecek vaad eden bir akademisyendi. Ömrü vefa etmedi. 

Bu gün bana bu acıyı hatırlatan bir başka genç ölüm haberi aldık. Komşumuzun 28 yaşında 2 yıllık evli 3 yıllık doktor kızı vefat etmişti. Sokağa çıkma yasağına rağmen ev doldu boşaldı. Korona günlerinde cenaze işleri, hele ev gibi küçük alanlarda yapılan taziyeler büyük bir risk ama acı da çok büyük... Hem aile hem gelenler risk altında olsa da acının tarifi imkansız olunca herkes vazifesini yapma telaşındaydı. Hem liseye girişte hem üniversite sınavında hem Hacettepe mezuniyetinde ve TUS sınavında derece yapan, üniversite sınavında Türkiye 33.sü olma şerefini ailesine yaşatan, her şeyi ile güzel bir insan olan Tuba, yoğun çalışma temposu içinde kendini unutmuş, daha yeni gelin olmuşken, artan mide ağrısı için endoskopi yaptırdığında dördüncü evre mide kanseri olduğunu öğrenmiş hemen tedaviye başlamıştı. İki yıla yakın bir zamandır kemoterapilerle uğraşan doktor kızımız tedavi arasında TUS' a girip 8. olmuş, cerrahisi olmayan daha kolay bir bölüme geçeyim, tıpçılar yoğun çalışıyor demişti. Mide kanserini yendi ama bir kaç ay sonra diğer organlara sıçradı ve bu gün selası verildi. Bir anneler gününde daha bir evin bir kızının cenazesi vardı. 

Kayıplar büyük ve geri döndürülemez olunca insanın acısı da büyük oluyor. Yası uzun sürüyor. İlk etapta anlamıyor belki ama yokluğu her gün daha çok koyuyor sevdiğinin. Onun için yaşarken birbirimizin kıymetini bilmeli, sevdiğimizi söylemekten imtina etmemeliyiz. Anma günü olarak başlayıp tüketim çılgınlığına dönen ve evladını yitirmiş ya da ona hiç kavuşamamış kadınlarla, annesini kaybetmiş bütün çocukları hatırlayarak bu günü sadece kendi içimizde, gürültüsüz kutlamak gerek. 

Blogu kurarken "Hayat yazıyor, biz oynuyoruz" demiştim. Hala da öyle düşünüyorum. İsteğimiz dışında geldiğimiz dünyadan yine isteğimiz dışında gideceğiz. Arada yaşadıklarımızın çoğunda seçim şansımız var görülse de aslında sadece direksiyonu kırıyoruz ama yolu değiştiremiyoruz. Yolculuk boyu başımıza gelenler de herkes için başka başka olsa da sıkıntılarla dolu. Allah kaldıramayacağımız yükler vermesin. Her acı, her olay için ilginç deneyimler, ilginç bakış açısı diyerek kimsenin imtihan alanına girmemek lazım diyorlar ya, sanırım haklılar. 

Bir de, kesin olan bir şey var ki, kimsenin hayatı kimseden kolay değil. Herkesin acısı başka. Evlat acısı da, en büyüklerinden. 

Bu vesile ile bir kaç gün önce twitterda TT olan Ahmet'in annesine de başsağlığı dilemek istiyorum. Öğretmen anne babanın 8 yaşındaki oğulları idi Ahmet. Hastalık süresince insan hakları aktivisti Natali Avazyan ve bir milletvekili dışında sahip çıkanı olmadı. Babası hırsızlık, taciz, gasp, dolandırıcılık, uyuşturucu gibi adi suçlar işlemediği için yeni infaz yasasından yararlandırılmadı. Yurt dışında tedavi şansı pasaport verilmediği için gecikti. Pasaport verilmesi için uğraşan ve en sonunda sosyal medyanın gücü ile gerekli izinleri alıp uçağa bindiren Haluk Levent oldu. Bir hafta sonra artık geç kalındığı tespit edildi, yapacak bir şey kalmamış denerek lösemi hastası çocuk ölümü beklemesi için annesi ile beraber ülkeye geri döndü. Kalan vaktinde sadece "Babamı istiyorum" dedi, zaten hastalık babasının başına gelenlerden sonra ortaya çıkmış, baba diye diye kamuoyunun gözü önünde iki yılda eriyip gitmişti Ahmet. Ama yine sesini TT olmasına rağmen kimse duymadı. Son gecesinde üç kez kalbi durmuş ama bir saatlik uzaktan babası getirilmemişti. Ziyan olanlar listesine o da istatistik olarak girdi, sekiz yıllık kısa yaşamında ardında acılı bir anne, baba ve abla bıraktı. Adına bir vakıf kurulacağını açıklamış Natali Avazyan, ne güzel, belki başka çocuklar için fark eder, bir deniz yıldızı kurtulsa onun için yaşam devam ettiği gibi bir çocuk daha yaşasın ki, anneleri ardından yaşayan ölülere dönüşmesin. Bu tarz çabalarda taşın altına elini koymak lazım ki, insanlık sıfatımızın içi boşalmasın.    

İşte böyle bir günde kim bilir kaç anne kaç evlat yalnızlığın yasında, korona ve sokağa çıkma yasağı sebebiyle sevdiğinin mezarına bile gidemiyor. Bizim de elimizden, dilimizden ölenlere rahmet, kalanlara sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor. Nedim'e, Tuba'ya, Ahmet'e birer Fatiha yollayarak onlar için çizdiğim yukarıdaki mandalaya siyahla , yas duygusuyla başladığımı ama çiçek açan bir hale döndüğünü belirtmeliyim. Birbirinden günahsız bu insanların kısa ömürlerine bedel ebedi cenneti kazanmış olmalarını dileyerek sizleri de bütün kayıplarımız için Fatiha ya da neye inanıyorsanız o şekilde duaya davet ediyorum.

Anneler günü kutlu olsun. Seven sevdiğine sevdiğini söylesin. Belalar kendine isabet etmeden diğer canlar için de duyarlı olsun ki iyilik kazanabilsin. Yoksa kötülüğün çarkları herkesin üzerinden sırayla geçecek...

          

        

ELLY HAKKINDA ASGAR FERHADİ Darbareye Elly (2009)



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 84. FİLM 


-Spoiler içerir -


Daha önce Geçmiş adlı filmini blogda yazdığım, Satıcı ile Bir Ayrılık adlı filmlerini izlediğim Asgar Ferhadi, 2012 yılında Time dergisi tarafından dünyadaki en etkili 100 isim arasında gösterilmiş. Oscar ve Altın Küre'yi kazanan İranlı senarist ve yönetmen Ferhadi, Bir Ayrılık ve Satıcı filmleriyle 84. Akademi Ödülleri ile 89. Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film ödüllerinin de sahibi olmuş.


Elly hakkında filmi de 2009 Berlin Film Festivali en iyi yönetmen gümüş ayı ödülü ve Tribeca Film Festivali en iyi uzun metraj anlatı ödülü gibi başarılara sahip.
TRT2 filmleri arasında izlediğim Elly Hakkında son derece ilginç, hareketli, vermek istediği duyguyu izleyiciye hissettiren güzel bir yapım.


Bazı yorumcular "Delinin biri kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış filmi" demişler ama işler o kadar basit değil. Oyunculuklar çok başarılı, görsellik çok ustaca. Senaryo sağlam. Dram kategorisinde yer alsa da gerilim filmi olduğunu söylemek mümkün. 

Başta son derece neşeli başlıyor film. İranlı orta sınıf üç aile ve onların Alman eşinden yeni boşanan üniversite arkadaşları hep beraber Hazar Denizi kenarına kısa bir tatil için gidiyorlar. Çiftlerden birindeki kadın aktif bir karakter. Tatili ayarlayan, evi bulan, boşanmış arkadaşları ile tanışması için çocuğunun öğretmenini kendileriyle tatile gelmeye ikna eden, grupta sevilen bir insan. Evi tutarken ve bunca işi organize ederken bazen şaka yollu bazen ortamı idare etmek için beyaz yalanlara da başvuruyor ve film boyunca korkunç bir gerçekle bölünen tatilden ona bu yalanlarının bedeli olarak hayat boyu travma olacak bir ağırlık kalıyor. Her şey yolunda giderken onun yanında görünen, yaptığı organizasyonların keyfini çıkaran başta kocası olmak üzere tüm arkadaşları işlerin karıştığı an hep beraber kadını suçluyorlar. Bu çok acıtıcı. Yaşananlar zaten ona beyaz yalanların bedelini fazlasıyla ödetmişken kocasının şiddete başvurması, diğerlerinin de onu karşılarına almaları tam da ortadoğunun insana değer vermeyen tavrının yansıması. Ona sadece Almanya'dan gelen arkadaşlarının iyi davranması gözden kaçmayacak bir ayrıntı. 

Film boyunca dalga sesleri zaten gergin olan ortamda unutulmaz bir fon müziği oluyor. Kuma saplanan araç da metafor olarak filmin özeti gibi adeta. 

Hakkında hiç bir şey bilmediğimiz Elly'nin uçurtma uçurduğu sahnede içinden çıkan çocuğun gülümsemesi yerleşiyor yüzümüze bir an ama sonra ne oldu ne bitti bilmiyoruz. Yorumun seyirciye bırakıldığı, son sahneye kadar merak unsurunun diri tutulduğu filmi daha fazla anlatıp büyüsünü bozmak istemiyorum, gönül rahatlığı ile tavsiye ediyorum.

Bu arada her filminde erkek kadın ilişkisini irdeleyen yönetmenin bu filmde boşanan erkeğe, Elly'nin nedenini sordurduğu sahne filmin mottosu olabilir:

Bir sabah uyandığında karısının kendisine, "Kötü bir son, sonsuz mutsuzluktan iyidir" diyerek gittiğini anlatan adamın sözleri Elly’inin içinden çıkamadığı durumuna ışık oluyor. Ama hayat tercihlerden ibaret değil. Gitmeyi istemek ile tercihin kaderinde yazılmış olması farklı şeyler. "Ah Elly'" demek sonunda izleyiciye düşüyor. 

Sonsuz mutsuzluğun esiri olmadığımız hayatlar sürmek temennisiyle. 

KIŞ IŞIĞI-NATTVARDSGÄSTERNA- WINTER LIGHT - Ingmar Bergman



SİNEMA GÜNLÜĞÜ- 73.Film

-Spoiler uyarısı-

TRT2' de İngmar Bergman filmleri kuşağı Pazartesi geceleri devam ediyor. İnanç-inançsızlık üzerine üçlemesinin ikincisi Kış Işığı dün gece yayınlandı. İkinci kez izledim. 

Önceki filmlere şuradan ulaşabilirsiniz:

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/ingmarbergman-filmleri.html

https://hayatyaziyor.blogspot.com/2019/10/yaban-cilekleri-ingmar-bergman.html  

Bu filmde ise:

Son derece soğuk bir ülkenin, İsveç'in taşrasında kalbi daha soğuk bir hal almış rahibin baş rolde olduğu filmde rahibe aşık olunca hayatının neşesini yitiren, adeta onun kapısından ayrılmadan bir gün sunacağını düşündüğü aşk için bekleyen, inançsız bir ailede yetişmiş olsa da sürekli ayine giden bir taşra öğretmenin hikayesi vardı. Aşık olduğu karısının ölümü üzerine yalnız kalan ve bir türlü bu kaybı anlamlandıramayan Rahip kendisine aşık öğretmenle iki yıl beraber yaşıyor ama içinde, kalbinde boşalan o yer hiç bir şekilde dolmuyor. Kendini her manada onda erittiği, tamamen bendesi olduğu adama aşkının ışığını, sıcaklığını bir türlü hissettiremeyen kadın o ateşte kül olurken adamın umurunda olmuyor. Çünkü kalpte sevginin ana kaynağı ile irtibatı kopmuş. Bunu çok net bir şekilde gördüğümüz filmde ister istemez sorgulamaların içine düşüyorsunuz ve sizi oradan kurtaracak tek bir ip olduğuna yeniden inanıyorsunuz. 

İman denen o ip, inanmayanlar için bir esaretmiş gibi algılansa, geniş kitlelere o şekilde lanse edilse de aslında bize dünyadaki her şeyle anlamlı bir bağ kurma şansı veren hayat ipidir. Dünyadan kopup gitmemizi engeller. Sahipliklerimizi tekrar tekrar gözden geçirip yokluklarına üzülmememiz gerekenleri, bize dünyanın geçiciliği üzerinden hatırlatan da, bu gün elinde olanların asıl sahibinin sen olmadığını, zenginliğin, güzelliğin, yeteneklerin, başarıların bile emanet şanslar olduğunu, her an kaybedebileceğini gösteren de o bağdır. Yokluğuna yerineceğin, varlığına sevineceğin her şeyle ilişkini eşitleyen bu ip insanı dengede tutar. 

Filmde, sevdiği kadınla evli, ekonomik durumu iyi, karısı yeni çocuklarına hamile iken, hayatında hiçbir görünür sorun olmamasına rağmen "Neden yaşamak zorundayım?" diye kendine soran, intihar etme fikrini eşiyle paylaşan, bunun üzerine karısının hayata, yaşamaya ikna etmesi için kiliseye getirdiği bir çift de var. Tabi onları orada bekleyen kötü sürpriz, inancını yitirmiş bir rahib,n görev yapması. Sonuçta rahibin, kendini öldürmeyi planlayan adamdan daha fazla olan kafa karışıklığı danışanın intihar sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramıyor ve kadın çocukları ile tek başına kalıyor. 

İntihar konusunda her ne kadar Kuzey Avrupa ülkelerinin sürekli kış ışığı modunda karanlık, soğuk bir havasının olması gösterilse de asıl önemli nokta yaşamın bir hediye olarak verildiğinin unutulması. Sorunları sistem tarafından çözülmüş, maddi olanakları, yaşam standartları yükseltilmiş insanlar, onlara bir sınavdan geçtiklerini hatırlatacak olaylarla karşılaşmıyor, adeta onları diri tutacak bu olumsuzluklardan uzak, rutine alışarak yaşıyorlar. Sonrasında her hangi bir şey ters gittiğinde hem olay hem de yalnızlıklarıyla baş etmeleri zorlaşıyor. Yitip gidenlerin hiçliğe savruldukları düşüncesi, mukadder olan ölümden kaçışın olmayışı, yaşanan zorlukların başka bir alemde kolaylık ve güzellik olarak yeniden vücuda geleceğine olan inancın yokluğu da hayatla olan bağın pamuk ipliğine bağlı olmasına sebep oluyor. Sonuçta kabul etmek gerekir ki, insanın hayatı o ışıkla aydınlanmayınca kışın soğuğuna, karanlığın yutan enerjisine teslim olmaması için bir sebep yoktur.    

Filmdeki mektup sahnesi de en etkileyici bölümlerden biri. Aşağıda da paylaştığım videodan mutlaka izlenmeli. Aşkın da hayatı aydınlatmak, kalbi ısıtmak için yeterli olmadığını fark etmeli. Kalbin anahtarı inançtır ve ona dokunduğunda kalple beraber bütün dünya aydınlanır. Yoksa bu dünyada kimsenin bizim sesimizi duymadığını düşünmek, ölümden sonrasında yok olacağı düşüncesi hayatı katlanılmaz bir zindan yapar. Sonu da malum... 

Seçme şansı bize verilmiş, neyi ne kadar seçiyoruz, sonuçları ile seçimlerimiz uyuşuyor mu konusunu tartmak, düşünmek ise herkesin kendisi yapması gereken bir muhasebe... Sırf bu soruları sordurması ve kendimizi yoklama imkanı vermesi, filmin kahramanı gibi sıkıntılar içinde bir kalbimiz var ise de ölmeden önce çaresine bakmak  açısından izlenmesi gereken bir film serisi.

İyi seyirler... 

 

Filme dair iyi bir eleştiri yazısı için tıklayınız.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Ingmar Bergman

İSVEÇ / 1963 / DCP / Siyah-Beyaz / 81´ / İsveççe; Türkçe, İngilizce altyazılı 
Senarist: Ingmar Bergman 
Görüntü Yönetmeni: Sven Nykvist 
Kurgucu: Ulla Ryghe 
Oyuncular: Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Max von Sydow, Gunnel Lindblom, Allan Edwall, Kolbjörn Knudsen 
Yapımcı: Allan Ekelund 
Yapım Şirketi: Svensk Filmindustri 
Dünya Hakları: Swedish Film Institute 
Bergman’ın Tanrının Sessizliği üçlemesinin ikinci filmi olan Kış Işığı, üçlemenin diğer filmleri gibi, insanın Tanrı ve dinle ilişkisine yoğunlaşıyor ; Bergman’ın sözleriyle “nüfuz etmiş ”ten söz ediyor. Varoluşunu sorgulayan, inancını yitirmiş bir rahibin, ondan yardım isteyenler ve ona yardım etmek isteyenlerle olan ilişkilerini konu alan film , İsveç taşrasının karlı ve soğuk günlerini dingin ve şairane bir sinematografi eşliğinde sunuyor. 1960 ’ların nükleer savaş tehdidinin her anına sızdığı Kış Işığı Bergman’ın kendi yaşamından da izler taşıyor. 

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...