yönetmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yönetmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kuş Uçuşu Üzerine Bir Değerlendirme (Netflix)

313-Kuş Uçuşu 

"Bu bir av ve avcı hikayesidir. Ormanda gizlenen bir aslan ve yüksekten uçan avcı bir kuşun hikayesi…."

Bu cümleyle başlayan dizi, 

"Dünyada iki tür trajedi vardır: 
Biri istediğin her şeyi elde etmek.
Diğeri istediğin hiç bir şeyi elde edememek." cümlesiyle bitti.

Kuş Uçuşu dizisini geçen hafta Netflix’te izledim ancak yazma fırsatı buluyorum. Üçüncü sezona başlarken yayınlandığı tarihlerde bir iki gün içinde üst üste izlediğim dizinin önceki sezonlardaki tüm detaylarını hatırlamasam da genel konunun şunlar olduğunu düşündüğümden geriye dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. 

Kuşak ve sınıf çatışması, zamanın değişim hızı, değerlerin farklılaşması. 

Uzun uzadıya bir değerlendirme yapmayacağım ama bir şeyler de söylemek istiyorum:

Dizide Y kuşağıyla Z kuşağının, değerler, emek, hedonistlik, faydacılık gibi konulara yaklaşımlarını anlatırken av-avcı metaforunun hakim olduğu bir senaryo var. 

Sinirleri çelik gibi olanların kazanabildiği yarışlar, sürekli zirvede olmak için savaşma hali ve Y kuşağının aslan metaforuyla anlatılması, disiplinli çalışkan ahlaklı olması, Z kuşağının ise zevk peşinde koşan, kısa yoldan zirveye ulaşmak için her türlü entrikayı deneyen, ahlak anlayışı değişmiş, birinin ayağını kaydırmaktan imtina etmeden kazanılan zaferlerin sarhoşluğunu yaşayan yırtıcı bir kuş ile metaforlaştırılması ve bir marka, güvenilir bir isim olmaktan ziyade bir an önce para kazanıp hayatını yaşamak şeklindeki yaklaşımına göndermeler yapılıyor. 

Yer yer aslan ve kuş metaforu üzerinden bir üst anlatıcının, dış sesle aslan ve kuşun ruh hallerini verdiği dizide ikisi arasındaki farkı sağlayan değerlerin ne olduğu ise çok belli değil. 

"Sert çıkışların sert düşüşleri olur. Kısa yoldan zengin olmaya ünlü olmaya çalışmayın, kuş uçuşu ilerlemenin bedelini ödersiniz" gibi dersler verilmeye çalışılsa da burada kuşak çatışması kadar sınıf çatışmasının olduğunu görüyoruz. 

Düşse de babasının dış işleri forsuyla yeniden ayağa kalkan Müge'lerin, düşünce villasında, hobilerine zaman ayıran Lale'lerin karşısında, düştüğü an taşraya dönmek zorunda olan Aslı'lar ile sunuculuk yerine tekrar müşteri hizmetlerinde telefon operatörü olan Yusuf'lar var. Ölümüne savaşmaları bu yüzden. Ne kadar çalışsa da yükseleceği yerler de belli. Bu ülkenin, bu dünyanın bir raconu vardır ve sektörlere göre herkes ait olduğu sınıf içinde ilerleyebilir. Üst sınıfla kavgaya tutuşamaz. Aslanlarla aslanlar, kuşlarla kuşlar bir alemdedir.  

Ancak günümüzde dönüp sosyal medyaya baktığımızda Instagram, TikTok gibi platformlarda hiçbir ciddi emek, zamana yayılan bir çaba harcamadan ünlü olan, yıllarını eğitime vermiş, mesleğini düzgün şekilde yapmaya çalışan insanlardan çok daha fazlasını kazananlar olduğunu görüyoruz. 

Değerlerin değişmesiyle, ne yolla başardığı değil sonuçta para kazanıp kazanmadığına bakılıyor herkesin. Gençler kadar yaşını başını almış insanlar da bu tuzaklara düşüyor. Ama bir yandan da internet sayesinde televizyonların, hakim dilin, hakim zümrenin egemenliği bir nebze de olsa kırılıyor. Bu sefer de sesi çok çıkanlar, aymazlar öne geçiyor. Vasatın yükselişini görüyoruz ama Meb sisteminden geçmiş diplomalıların, ne yaparsa yapsın aslanlar gibi vasatın üstüne çıkacakları bir eğitim sistemine hiç bir zaman ulaşamayacaklarını da biliyoruz. 

Dolayısıyla ekonominin orta sınıf diye adlandırdığı kesimin yok olmasıyla işinde gücünde olan insanlar kırgınlar ordusu şeklinde nefes alıp veriyor uzun zamandır. Bunlar arasında X,Y,Z kuşakları var elbette. Yaşıyor diyemiyorum çünkü işe gidip gelmek ve cep telefonundan dünyaya bakıp dizi izlemek yaşamak değildir. Ama bu hayattan çıkıp gidebilme cesaretine de en çok Z kuşağı sahiptir. Çünkü gençlik hala umut edebilmektir.   

Fırsat eşitsizliği nedeniyle ait olmadıkları sınıfın ekonomik şartlarına rağmen üstün başarılarıyla yükselenlerin de bu topraklarda bir şekilde alaşağı edildiğini ve o vakit aslanların asilce değil kalleşçe de davrandıklarını, hiç bir şey olmasa hukuk üzerinden başlarına bir iş açıp attıkları iftiralarla yollarından kaldırdıklarının da farkındalar. Bu nedenle X,Y gibi romantik hayaller, kaybolacak idealler peşinde değiller.  

Herkesin bir gün on beş dakikalığına ünlü olduğu dünyamızda insanlar da değerler de tüketim malzemesi olarak kullanılıp atılıyor. Bu tüketim hakim zümre içinde var ama onlar için sonuç en fazla yaşadığı yeri değiştirip daha ferah alanlara gitmek oluyor. Her ne kadar dizide sıkça Datça'da taş boyayarak zamanını değerlendirenlerle dalga geçilse de dişliler arasından kurtulmuş ve oraların keyfine varmış bu kimselerin mutsuz olduğunu görmedim. 

Sistem yeni ve taze yüzlere yer açıp kısa sürede onu da tüketip yeni kurbanını buluyor. Elbette böylesi bir düzende herkesin zamanı gelip geçiyor. 

"Yakarsa dünyayı garipler yakar" lafı da yanlış değil. Ne yaparsa yapsın zamanı gelmeyen, görülmemiş, duyulmamış, gezememiş, eğlenememiş, sanatı fark edilememiş, yazdıkları okunmamış insanların ülkesi burası. 

Medyayı elinde tutanların istediğini yok edip istediğini parlattığı sahte bir dünya. Burada ayakta kalabilmek için gerçek iç disiplin sağlayacak değerlere ihtiyaç var. Yoksa içi boş bir ağaç gibi yıkılır gider herkes. 

Sadece şimdinin sorunu da değil bu hatta şimdi internet şansı yaver gidene büyük avantajlar sağlıyor. Eskiden kültür sanat dünyası da sen ben bizim oğlan arasında dönerdi. Gücü elinde tutan üç adamı arasında gezdirirdi bütün programcılar. Hala da öyle. Televizyon seyretmiyorum lafları ile izleyenleri aşağılayan herkesin de televizyona çıkmak için uğraştığı ve yazarların bile çok seyredilen bir programda konuk ya da bir dizide konu olmadan kitaplarının satmadığı bir dünyadayız. Yalan dünyada. Ama o ayrı konu.   

Günümüzde kolay kazançlarıyla, illegal yollar dahil haksız para kazanıp sınıf değiştirdiğini sanan ama ancak üst sınıfın maşası olabilen insanlar da akıllı gayrimenkul yatırımı yaptıklarında bu konuda bir danışman desteğiyle ilerlediklerinde dünyada rahatça yaşadıklarını, istedikleri yere gidip istediği eğitimi alarak yetersizliklerini gizleyecek donanıma ulaşabildiklerini de görüyoruz. Bu da cazip geliyor gençlere. Tabi güç merkezleriyle uyumlu oldukları sürece izin verileceğini işin içine girince fark ediyorlar ve alıştıklarını kaybetmemek için her yola başvurmak zorunda kalıyorlar. O yüzden herkes iki yüzlü, inanmadığı, yaşamadığı hayatların savunucusu. İçselleştirme ve gerçek özgürlük bu topraklarda yaşayan kimsede, hiç bir kesimde yok. 

Bizimki gibi eğitimli insanların yoksulluk sınırının altında kazanarak yaşadığı bir ülkede umutsuzluk her yanını sarmışken böylesi yollara yan yollara, kuş uçuşu yükselişlere yönelmek çok kolay. Ekonomi bozulduğu an kendini pazarlayan insanların sayısı artar. Çünkü düzgün işlerin kazancı azdır. Kolay kazandıran işleri basamak olarak kullananalar olacağı gibi bunu hayat tarzı haline getirenler de vardır. Eskortlarla ilgili bir tez yazan Bilkent Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi emeğinin karşılığında aldığı ile bu çalışmada tanıdığı kadınların kazancını görüp eskortluğa başlamıştı bu ülkede, Z değil Y kuşağındandı. 

Hasılı kelam, değerler zamanla elbette öncelik sırası başta olmak üzere değişir ama değerlere sadık kalmak kuşak mevzusu değildir. 

Eğitimli, ülkesi için çalışan, ilkeli davrananlar sürekli olarak cezalandırılırken Z kuşağından bunları beklemek zor. Niteliklilerin kıymetini bilecek ülkelere beyin göçüyle gitmesi bu dönem neden arttı? Orada da aynı kuşaklar var ama çalıştığının karşılığı da var. Adalet sistemi ve devlet çalışmakta.   

Başkahramanımız Lale Kıran, sistem dışına çıkarılınca da duayen olarak üniversiteleri gezen, marka bir isim oldu. Çünkü sınıfı bunu gerektirirdi. Gençlere yaptığı bir söyleşide şöyle demişti. 

"Dünyada değerler on senede bir değişim gösterir, değişimin kendisi de uçucudur. İhtiyacımız olan erdemli ve adil olmaktır. Eğer gerçekten bir değerler bütünü oluşturursanız ömrünüzün sonuna kadar öyle yaşarsınız, değişimden korkmayın. Bir stiliniz olsun, stil varsa öldükten sonra da var olabilirsiniz."

Bu sözler güzel, janjanlı ama altı boş. Erdemli olun derken ne tür bir kıstas kullandığı ve sürekli kolaya kaçma mizacında olan insanın kolay yoldan gitmemesi için neler önerdiği belli değil. 

Zor yoldan gitmesi için yeterli gerekçe de gösterilmiyor. Çünkü herkes Lale Kıran gibi ağzında gümüş kaşıkla doğup şansı yaver gidip mesleğinde zirveye çıkarken yarınım ne olur diye düşünmeyeceği bir ekonomik refaha sahip olmuyor. Etrafında benimle ol diye ölen ve ömrünün sonuna kadar çalışmasa aynı standartta yaşamasını sağlayacak iki adamın aşkıyla ödüllendirilmiyor, sağlıklı çocuklarını sınıf farkının bariz olduğu okullarda okutup kuş değil aslan olarak hayata avantajlı başlamasını sağlayamıyor. Bu durumda da, zafer kazanmak için, her yolun mübah görüldüğü  bir düzen tutturuluyor. Cezası da olmayan bu sistem hakim olunca denetim nasıl sağlanacak. Hak yiyenlere kim dur diyecek?  

İnsanoğlu tek başına yaşayamaz, bir araya gelir ve bu sefer de anlaşmazlıklar doğar. Bunları kendisi çözmesin, ihkak-ı hak engellensin diye kurulan sistemin adıdır devlet. Bu düzenleyici yapı kanunlar yapar ve bunlara uymayanları, hukuk mekanizması üzerinden yargılayıp cezalandırır. Bu sistemin düzgün işlediği yerlerde hayat vardır. Bu nedenle günümüzde kuşlar göç etmektedir. Aslanlar zaten burada da kraldır, sistem tarafından açığı tespit edileni kullanıp sistemi de kendine hizmet ettirir. Canı sıkılırsa da toplar bavulunu istediği ülkede aynı standartta yaşar. Gezer gelir, göç etmek zorunda değildir.  

Bir de değerlerin korunması, düzenin devamı için ilahi sistemler vardır. Aynı devlet gibi yasaklar koyar, uymayanlarıysa ölümden sonra var olduğuna inandıkları mizanda tartacağını ve hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmadığı gibi hiçbir kötülüğün de cezasız kalmayacağını söyler. Ve beklemelerini ister, ilahi adaletten bahseder Yaratıcı. Buna inananlar da bu değerleri içselleştirdiyse hak yemez, kolay yoldan değil doğru yoldan gitmeye çalışır. Erdemli bu doğru yollar hiç de kolay değildir. Yorgunluğunun karşılığı da çoğu zaman burada olmamasına rağmen inancın sevgisi ve cezanın caydırıcılığıyla erdemli davranış sistemi korunabilir. 

Bu dizide hangi değerler var, iki sınıfta iki kuşak da aynı yaşam tarzında, hangi sınıflar arası düzenden bahsediliyor?   

Peki bu kuşlar ve aslanlar ormanda, orman kanunlarının geçtiği bu yerde nasıl bir kriterle yaptıklarının bedelini ödeyecek? 

Birkaç kişinin sunucu olması ya da olmaması mıdır bedeli? Ya yok edilenler, sistemin yok saydıkları, kalabalık kadrolu dizide ismi olmayan birçok oyuncu gibi gelip geçmiyor muyuz bu çarpık düzende? Hangi erdemden bahsediliyor o zaman?  

Dizi bu sorulara cevap vermiyor. Bir değerler sistemi önermiyor. Güzel kadınların ve yakışıklı adamların bolca boy gösterdiği bir dizi olarak kalıyor. Eğlencelik diyemeyeceğim, çünkü izlerken gerilimi hissediyorsunuz. 

Ve bir de sürekli Lale Kıran’ın büyüklük bende kalsın tavrının tuzu kuruluktan geldiğini görmek zayıflatıyor değerlerine bağlılık inancımızı. Aynı sınıfa ait insanlar arasında bir erdemlilik olsaydı misal. Her ne kadar sonradan Kenan'ı Lale'nin şansı gören Müge onunla çalışma fırsatı bulunca Kenan'ın mükemmeliyetçiliğiyle insanı ne kadar tükettiğini görse de Lale'nin başarısı sadece çelik gibi siniri, duygularıyla arasına koyduğu mesafeyle, donukluğuyla açıklanamaz. 

Kuş Aslı ise okumuş, kendini yetiştirerek aslanların arasından sivrilmiş, aslana rakip olacak performans göstermiş, bunun için her yolu denemiş ama sonunda yine güçlü ve zengin olan kanal sahibinin kızının şımarıklığı ve intikam duygusuyla o zamana kadar kazandığı her şeyi bir anda kaybetmiştir. Tuzu kuru değildir ve taşrada ailesinin yanına dönmek zorunda kalmıştır.  

Dizden aklımda çok net kalan üçüncü sezonun yedinci bölümündeki bir diyaloğu aktarmak ve narsist kişilerin mükemmelliyetçilik kisvesiyle etraflarını nasıl yorduğunu, aşktan bile vazgeçirdiğini anlatan bu kısmı paylaşmak istiyorum Çünkü kilit noktalardan biri: 

İlk gençlik aşkı, fakülte arkadaşı ve kankasıyla çalışma hayatı boyunca birlikte olan, bu ekibin yüzü haline gelen gazeteci ve televizyon programcısı Lale Kıran, çocukları büyüdüğünde yaşanan gelişmelerin de etkisiyle kocasından ayrılır ve ilk aşkı ve iş arkadaşı olan adama döner. 

Ancak bir gün kariyerinin altüst olduğu bir zaman ülkeden gitme kararı alır. Her vakit yanında olan en büyük destekçisine,  aşkları da çok iyi giderken, birlikte yaşıyorlarken bu kararını sevgilisine söyleme gereği bile duymaz. O bir stardır ve seyirci kadının ne kadar kendi hayatına odaklı olduğunu düşünür. Bu duruma kırılan adam da haklı olarak uzaklaşır. Ayrılırlar ve rakip televizyonda ona karşı fakülteden kankasıyla birlik olup reyting savaşlarına girer ve yener. Ancak sevdiği kadını unutamamaktadır. Ülkeden ayrılmadığını, eski kocasına ve evine geri dönmediğini ve tek başına yaşadığını öğrenince kapısına gelir ve her halde dizinin en gerçekçi oynadıkları kısmı olduğundan yüreğe dokunur güzel bir diyalog gerçekleşir.

"Neden gitmedin?"

"Bir adam var, çok sert, çok yakıcı, ben bir yandan kendi yolumda yürümeye çalışırken bir de baktım ki ben sadece kendimi ona beğendirmeye çalışıyorum. Onun sevdiği kadar varım onun istediği kadar, o yoksa yokum."

"Ben seni senden mi alıyorum? Hani şimdikiler ne diyor toksik ilişki mi ne işte!"

"Ya hayır, aşk, her hücreni aynı hisle doldurmak, her şeyi bak, bak her şeyi onun gözünden görmek, kendini bile onun gözünden görmek yani. Yani işte aşk işte!"

"Kötü bir şey mi Lale, kurtulman gereken bir şey mi?"

"Hayır tam tersi hayatımı anlamlandıran şey bana yaşadığımı hissettiren şey ama işte bazen öyle kavuruyor ki nefes alamıyorum."

"Nefes almak, dümdüz nefes almak mı istiyorsun?"

"Ben zaten nefes almıyorum ki Kenan, uyuyamıyorum ki, zaten yaşamıyorum ki, benim hayatım zaten... Biraz daha kolay olsun istedim sadece anlatabiliyor muyum, biraz daha kolay olabilirdi sanki. Çok sıkıldım sürekli kaybetmekten, korkarak yaşamaktan parmaklarımın ucunda böyle sürekli yürümekten çok yoruldum."

"Ben seni koşullu mu seviyorum?"

"Eğer başaramazsam gözünden düşecek gibi hissediyorum her şeyimi sana beğendirmek için yapıyorum. Seni mutlu etmek için yapıyorum her şeyimi bu gerçekten çok yorucu yani bu siktiğimin roller coasterından inip yiyip içip dünyayı gezebilirdik biz ya. Yani sadece biraz daha sakin olunabilirdi anlatabiliyor muyum?"

"Çok özledim seni, çok özledim..." diye diz çöker ve ağlar Kenan.

"Yapma!"

"Eğer bizi ayıran buysa her şeyi bırakalım gidelim ne olur."

"Sen buralardan çıkamazsın."

"İstersen Ege’ye gidelim zeytin yağ işine girelim."

"Sen yine dünyanın en iyi zeytin yağını yapmaya çalışırken biz yine kavga ederiz."

"O zaman öpüşür, sevişiriz, hiçbir şey yapmayız. Ben sana çok aşığım, hiç geçmiyor, azalmıyor çok aşığım sana."

"Tamam."

"Çok özledim seni, yalvarırım bırakma beni, sensiz yaşayamıyorum sen benim her şeyimsin, sen benim her şeyimsin, sen ne istersen o olacak sana söz veriyorum."

Ve müzikle beraber sahne biter.

Böyle yazı içinde kullanılınca kesik kesik ifadelerle eksik kalsa da oyunculuk gücüyle gerçekten etkili bir sahneydi. 

İstediği zaman istediği yere çekip gidip yeni bir yaşam kurma lüksüne sahip olmak aslanların dünyasında sıradandır ama kuşlar sadece yem olur.

Son sahnede Lale Kıran, Aslı'nın kapısına gittiğine göre elinden tutacak, azimli yapısından faydalanacak ki bu da dördüncü sezonun geleceğinin habercisi. Umarım bu sefer dizi değerler yönünden altı daha dolu bir senaryo ile ilerler. 

Bir de neredeyse her sahnede içmeleri, alkole bu kadar vurgu yapılması çok göze batıyordu. Hayata ayık kafayla dayanmayın dercesine bu kullanımın, dizinin ciddiyetini de etkilediğini düşünüyorum. Fi de Can Manay’ın sürekli su içerek kendini dengede tutması örnek alınabilse seyirciye de iyi bir hatırlatma olurdu. Dizinin sponsoru herhalde alkol şirketleriydi ki iş yerinde, gündüz, yayın öncesi, yayın sonrası, sabah akşam sürekli kadehler doldu. 

Gençlere bir yandan değerlere sahip çıkmak anlatırken diğer yandan üzüldün, kusana kadar iç, sevindin ne yaptığını bilmeyecek kadar dağıt sonra seni kaldırımlardan toplasınlar demek ne kadar doğru? 

Dünyanın durumu ortada, gençleri erdemli olmaya davet ederken sırça saraylardan konuşmak da kolay diyor ve izlediyseniz yorumlarınızı bekliyorum.

Handan Kılıç 

19 Nisan 2024 


Kuvvetli Bir Alkış (2024) Berkun Oya Netflix'te.

 

312. Film/Dizi
 
Kuvvetli Bir Alkış dizisiyle Berkun Oya yine Netflix'te. 

Biz 2020 yılından beri "Bir Başkadır" dizisinin devamını bekleyeduralım Berkun Oya araya Cici adlı filmle altı bölümlük mini diziyi aldı. 

Yazan, yöneten bir insan olarak sanatçı kimliğiyle beklentilerden bağımsız ama kendi hayat ve düşünce çizgisiyle paralel hareket ettiği ortada. Çok ses getiren, karakterleri oturmuş bir dizinin yeni sezonunu değil de Kuvvetli bir alkış' ı çekti. 

Çünkü bu dört yılda çok şey oldu. 2020 yılında Bir Başkadır'ı umut görenlerden biri olarak yazmıştım. 

Yazının tamamı buradan okunabilir. 

O vakit şöyle demiştim: "Eğri oturup doğru konuşalım. Bizim toplumuz hiçbir zaman ötekine çok da hoş görülü olmadı. Herkes herkesin hayat tarzına karıştı. Sistemde güçlenen, diğerini ezdi. Kendi çıkarlarını gözetti. Bir insana yapılabilecek en büyük saygısızlık onu görmezden gelmektir ya, bir topluluğu, inanç tarzını, yaşam kültürünü yok sayıp kendininkini dayatmak da, sonuçları ağır bir eylemler bütünüdür. En iyi hali ile bu durum, ezilen, yok sayılan, kaynakların eşit dağıtılmamasının bedelini fakir ve eğitimsiz kalarak ödeyen insanları güce karşı biler. Ve bir gün o güç yer değiştirdiğinde ezilmiş, yok sayılmış insanlar refleks olarak öç alır, güçlü görünen temsilcilerini kayıtsız şartsız destekler ki, tekrar ezilen, yok sayılan hale düşmesinler. Hatta kimisi öyle bilenir ki, göze batarak varlığını ispatlamayı marifet zanneder. Simgelerini ilan eder, her yere diker ki, yok sayanlar adım başı karşılaşsın ve varlıklarını görmezden geldikleri zamanların geçtiğini hatırlayarak eziyet çeksin. Ama güç öyle bir hırs yumağıdır ki, kısa zamanda sahiplerinin sahibi olur."

Öyle de oldu. Bir Başkadır'ın ötekine bakma, diyalog kurma, empati geliştirme hayali zamanla daha da kutuplaşıldığından kayboldu. İnsanca ve dostça birlikte yaşama üzerine var olan imkanlar yitirildi. Umutlar tüketildi. Demografi beyin göçüne zorunlu göçler eklenerek değişti. Giderek hissiz, boş vermiş bir topluluk oluştu.

Yine demiştim ki, "İşte bu dizide de, toplumda sorun olarak ima edilen sosyo- ekonomik, dinsel, inançsal, etnik yapılara ait prototipler ele alınmış ama hepsinin hayatlarına yakın planlarla bakılarak tek ortak noktamıza, insan olduğumuzu hatırlamamız hususuna dikkat çekilmiş. İşte buradan da seyirci yakalanmış. 

Dört yüz yıldır bu sebeple okunan Shakespeare “Konuşulmayan acı kalbi parçalar” der. Bize insani olana bakmamız gerektiğini edebiyatla, sanatla anlattığı için güncelliğini korur. Hem yönetmenliği, hem oyun yazarlığı hem de dizi senaryoları ile yetkinliğini kanıtlamış olan Berkun Oya da, karton karakterler yerine, hepimizin tanıdığı birine benzeteceği karakterler yazmış. " 

Ardından küresel bir kriz olan pandemi kapımızı çaldı. Korku, endişe, hayata kendini kaptıran insanın birdenbire ölümle karşılaşması rutinleri kırdı. Lezzetler acılaştı, her zevk anlamsızlaştı. Bu sefer aynı düşüncedekiler de birbirinden koptu. Herkes can güvenliğini, virüsü bahane ederek kendi evinde yalnız başına yaşamayı kabullendi. Zaten cep telefonlarının verdiği yalancı kalabalık, sosyal medya platformları  artmıştı. Bunun kuru kalabalık olduğu unutan, sosyal medya arkadaş sayısına kanan insan kimseye muhtaç değilim havalarına girdi. Uzaklarda köy evleri, yazlıkları olanlar oraya geçip şehir yaşamından uzaklaştı. Dünyayla online yaşamı benimsedi. 

Berkun Oya da Cici'yi bu sırada memleket denen uzakta bir evde çekti. Uzunca bir filmde geçmiş ve travmalar konu edilmişti. Hepimiz bu dönemi evlerimizde kalıp kendimizi deşerek, içsel yolculuklarımızı tamamlama yolunda bir eğitimden diğerine koşarak geçirdik. Meditasyon her kesimden insan için vazgeçilmez ibadetlerden biri haline geldi.

İşte Kuvvetli Bir Alkış da meditasyon yapan sakin ama huzursuz bir kadın sahnesiyle açılıyor. Adı Zeynep. Gereklilikler listelerinin peşinden koşan kadınları temsil ediyor. Kocası ona uyum sağlamaya çalışan bir figüran olarak o üzülmesin diye etrafında dönen Mehmet. Zeynep Türkiye'de en çok konan kız ismi Mehmet de en çok verilen erkek ismi. Bu bile giderek birbirine benzeyen, yaş alsa da olgunlaşmayan, şımarık bir ergen havalarında yaşlanmamayı kafasına koymuş, arkadaşlarıyla beraber olduğunda bile cep telefonu ekranına bakan, sıkılgan, sürekli dışarıdan yemek söyleyen, muhabbetleri sosyal medya paylaşımları üzerinden olan insanları göstermeyi hedeflediğinin kanıtı.

Çocuğun adı da Metin. "Acılara dayanabilen, güçlü kimse." manasındaki bu ismi taşıyan çocuğun anne karnında geçen süreçteki kederli hali görülmeye değer. Perşembe pazarına benzeyen annesinin travmalarla dolu içinde yok yok. Seksenlerin okul çantaları önlükleri, doksanların kasetleri, cd'leri, iki binlerin mini kot şortları dahil bir kız çocuğunun biriktirdiği anılarla travmaların birbirine geçmiş halinin sahibi Zeynep ne kadar meditasyon yapsa da huzura eremiyor. 

Baba Mehmet ise böyle bir duygu mahzeni olmadığından yiyip içip yatınca hemen uykuya dalan bir erkek olarak karısının istediği o ideal erkek hedefine ulaşamıyor. Karısını bir türlü mutlu edemiyor. Ama yalnız kalmamak için sevgili olan, alıştığı için evlenen, ayrılmamak için çocuk yapan bu çift dertli kederli nihilist oğullarıyla mutsuz hayatlarına tüm ilişkilerin geçtiği aşamalardaki çatışmaları yaşayarak devam ediyor. Bu nedenle bize benziyorlar, günümüzden aramızdan seçilmişler. Çocukları için her şeyi yapıp kendilerini erteliyorlar. Başrol oyuncularımız zaten çok iyiler, hele Zeynep ama oğul Metin'in her yaşını oynayan oyuncular da çok başarılı. Karakter bütünlüğü sağlanmış. 

Normal denen anormallikleri içine sindiremeyen Metin, anne karnında karşılaştığı idealist dava adamı olmaya niyetli Kudret'i de boş buluyor. Yaşamda karşılaştıklarında davayı unutup narsist bir yazar olduğunu görüyor. Kendisi de anne karnının kederli ortamından daha öncesini, portakalda vitamin olduğunu düşündüğü vakitleri özlüyor. Aidiyetsizlik öyle bir boyuta geliyor ki sahilde yılanıyla oturan turunculu bir dilenci oldun diye annesi üzülüyor. Hayatı boyunca eleştirilmiş olmalı ki, kendi evladıma bunu yapmayacağım diyen Zeynep, oğlu ne yapsa arkasında duruyor. Birbirileriyle bile yüz yüze samimi gerçek hislerle konuşamayan çift çocukları doğarken yaptıkları bir telefon konuşmasında ilk defa dürüst olsalar da bu konuşmanın içeriği hayatlarının sonuna kadar Mehmet için merak konusu oluyor.

Berkun Oya, pandemiden yalnızlığımıza geçip birlikteliklerin ciddileştiği süreçte evlendi, çocuk sahibi oldu. Bebek alışverişlerinin bitmeyen temposundan yorulmuş olmalı ki, olmayan çocuk için sürekli alış veriş yapan çifti gösteriyor ilkin. 

Tıpkı günümüzün resmedildiği, idealini, umudunu, geleceğini kaybetmiş, beraber yaşama arzusu, olsa da olur olmasa da olur seviyesinde, yorgun ve mutsuz insanını kara komedi tarzında ne güzel anlatmış.     

İlk bölümlerinde Lars Von Trier'in Dogville benzettim. Yani bittiğinde tıpkı o güzel film gibi sarsılmıştım. Trier’in Amerika’ya bakınca gördüğü pisliği anlatan film gibi bizi aynılaştıran, gereklilik kalıbına sokan her konuya, belki de en çok anlamsızlığa karşı bir duruş sergilenmiş dizide. 

Tiyatro kökenli olan Berkun Oya bunu çekim tarzına da yansıtmış. Bazen dördüncü duvarı yıkarak çekilmiş dediğiniz sahneler farklı tekniklerle birbirine bağlanmış. 

Yine başarılı yönetmenin naif müzikler eşliğinde her bölümü bir başka şarkıyla bitirmesi de çok güzel. Yeni müzisyenler ve parçalarını tanımış oluyoruz. 

İşte biri buradan dinleyebilirsiniz.

İzlediğimiz absürt kara komedi de olsa hüzünlü müziklerle çok derine işleyen bir sızı ilmek ilmek örülüyor içimize. 

Hele son bölümde çalan Sızı adlı parçada anlamsızlığın zirveye taşındığı bir hayatta içimizde oluşan boşluğun ne kadar acıtabileceğini anlıyoruz. 

Netflix‘in bir başkasına göz at diyerek hemen kesmeye çalıştığı bu müthiş şarkıyı sonuna kadar dinledim. Sonra da YouTube’a gidip bir kez daha dinledim. Sezen Aksu çok dinlesem de bildiğim bir şarkısı değildi. Yüreğime oturdu. Berkun Oya'ya hem bu güzel müzikler hem de kaliteli yapıtlarıyla bizi düşünmeye davet ettiği için teşekkür ederiz. 

Hasıl-ı kelam, Kuvvetli Bir Alkış "Bir Başkadır"dan sonra içine düştüğümüz anlamsızlık bataklığını farklı bir gözle bakarak ekrana yansıtmış. Büyümenin diğer adı özlemek, yaşadıkça gördüklerimizinse hayal kırıklığından başka bir şey olmadığı hatırlatılmış. Alkış, beğeni peşinde heder olan hallerimize göndermeler yapılmış.  

Unutmayalım; insanın anlam arayışı ömür boyu bitmez. Bir anlam bulup hayatına katamayan herkes iğreti bir yaşam sürer. Ve anlamsızlığı sürdürmek yüktür. Anlamımızı bulmamız, sızılarımızın o anlamla hissedilmez hale gelmesi dileğiyle.

Handan Kılıç

5 Mart 2023 

     Not: Bloga yorum yazmak herkese zor gelir. O nedenle buraya yorum yazma zahmetinde bulunan dostlara özel teşekkür ediyorum ve yazıya WhatsApp' tan gelenleri de foto olarak ekliyorum. Herkese teşekkür ederim.




 

Aşıklar Bayramı Netflix'te

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

303- AŞIKLAR BAYRAMI

Sanal yazı evinde bir aylık tempolu bir yazı maratonundan sonra film- dizi izleme ve bloga yazma işlerine geri döneyim dedim. 

Herkese selam. Umarım keyifler iyidir. Bu gün son günlerin popüler ama izleyip beğenen bir kişiye bile rastlamadığım filmden bahsedeceğim: 

Kemal Varol'un üçleme kitabının ikincisinden aynı isimle uyarlanmış bu film son zamanlarda izlediğim en boşluklarla dolu yapımlardandı.

 Kimine göre özellikle bırakılmış olan bu boşluklar benim gibi kitabı okumamış olan izleyici için olmamışlık hissi vermekten öteye gitmedi.
 
Yirmi beş yıldır birbirini görmeyen baba oğulun uzun yol boyunca hesaplaşmalarının olmasını bekledik ama nerdeyse oyuncu Kıvanç'ın iki kere beni neden yatılı bıraktın, aramadın, her hafta gelirsin diye bekledim, neden diye sorup karşılık alamaması dışında konuşma sahnesi yoktu. Ki bu da birbirinin aynısı sahnelerdi, ne açıldı ne konuşuldu yanıtlar. 

Yolda jandarma durdurdu. Arama yapmak istedi. "Avukatım" yanıtına" Fark etmez" diye cevap verildi ki bu bile hatalıydı. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da hukuk açısından; kimlik sorulanın Avukat olması "fark" eder. Ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren bir suçtan dolayı suçüstü hali hariç Avukatın üzeri ve yanında taşıdığı eşya, otomobili ve kullandığı diğer araçlar aranamaz. 

Bu notu da düştükten sonra müziklerin de keyif vermediğini düşünüp uzman görüşlerine baktım. Onlar da çok eksik bulmuşlar.

Heves Ali adlı aşık, babanın hayatı anlatılırken neden olduğu uçurumlar, neler yaptığı ve neden yaptığı verilmeliydi. Benim anladığım çocuğunu da her geçtiği yerde aşık olup türkü yaktığı kadınları da boynu bükük bırakıp gittiği. Herhalde çok beddua aldı kadınlardan ki ömrünün sonunda kötü hastalığa yakalanıp helallik isteyeyim dedi, yola koyuldu ama onu da beceremedi. 

Ben bunu neden izledim, araba reklamı mıydı, uzun yol manzaraları mıydı bilemedim. Neyse ki çamaşırları katlayıp sökükleri dikerken ses oldu evin içinde. 

Filmden anladığım Kıvanç Tatlıtuğ harbi yakışlıdır ama senaryo boşsa adam ne yapsın:))) Kağıttan bir karakterdi, hayatı, babasızlığın etkileri, ne yer ne içer, kimi sever belli değil. Şehirde çalışan bir avukat, doğu illerine doğru yolculuk yaparken hastanede babasına serum takan hemşireye sanaldan yazıp akşam evine gidip orada sadece uyur mu? Hemşirenin ensesindeki yarım mandala dövmesi hoştu ama diyalogları boştu. Ağaç kovuğundan mı çıktı bu adam, ne oldu şimdi bu kadınla gibi sorularla beni bıraktı.

Kitabı okuyan varsa detaylar konusunda bizi aydınlatabilir. Ama sosyal medyada gördüğüm kadarıyla hevesle başladıkları film için onlar da kitabın ve yazarı hatırına ağızlarına fermuar çekiyorlar.    

Aklımda kalan tek cümle, "Aşıklarla açların uykusu gelmez." 
Uykumun gelme sebeplerini buldum :))  


   

UYSALLAR



SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

297-UYSALLAR



Uysallar, Onur Saylak'ın yönettiği, Hakan Günday'ın senaryosunu kaleme aldığı psikolojik drama ve komedi içerikli mini dizisi olarak ekranlarda. 

Bu kara komedi epey yavaş başlıyor. İlk iki bölüm festival filmi tadında ilerliyor. Yanında başka şeylerle uğraşabileceğiniz kadar:)) Ama merak unsuru da diri tutulduğundan peşinden gidiyorsunuz. Üçüncü bölümden sonra hızlanan diziyi gecenin ilerleyen saatlerinde izledim. Hem de iş yorgunluğu üzerimdeyken yedinci bölüme kadar geldim. Daha dinç bir kafayla bitireyim diyerek süresi diğer bölümlerden de uzun olan son iki bölümü ertesi güne bıraktım. 

Sekiz bölümden oluşan dizi 30 Mart 2022 tarihinde Netflix'te yayınlandı. 31 Mart'ta bitirildi:)) 1 Nisan'da yazılıyor:)) Oysa epey zamandır çok dizi ve film bitirmeme rağmen yazacak fırsatı bulamamıştım. Bu sefer ara soğumadan yazayım istedim. 

Dizinin başrollerinde Öner Erkan, Haluk Bilginer, Uğur Yücel ve Songül Öden var. Hepsi birbirinden iyi oyuncular, dolayısıyla müthiş oyunculuklar sergilemişler. 

Konusu şöyle ifade edilmiş: "Mimar Oktay Uysal eşi, iki çocuğu ve babasından oluşan ailesinden gizli olarak bir punk hayatı sürmeye başlar. Ancak o sırada ailesi de Oktay'dan gizli kendi dünyalarını kurmanın peşindedir. Uysal ailesinin yalanlarla dolu bir evi, Oktay'ın da inşa etmesi gereken bir hapishanesi vardır. Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?" 

Bu çok önemli bir soru: En iyi tanıdığımızı sandığımız insanlar aile bireylerimizdir. Oysa ben uzun zamandır bunun tam tersini düşünüyorum. Arkadaşının tanıdığı insanla çocuğun aynı kişi değil. Anne baba çocuğa hükmedebilir ama sadece görünüşte. Kendi kendine kaldığı vakit herkes bir başkasına dönüşüyor. İşte bu noktada dizinin sorduğu soru önem kazanıyor: "Ailene karşı kendin olabilmek mümkün müdür yoksa herkesin ikinci bir hayata mı ihtiyacı vardır?"

Tıbben ikinci bir hayat, niteliğine göre çeşitli adlarla hastalık olarak nitelenir oysa. Ama bazen aile, toplum, çevre, okul, hatta arkadaşlar insanın kendi olmasına müsaade etmez. 

Kendin olmak kendi başına kalmayı, hayatın yükünü tek başına omuzlamayı gerektirir. 

Aile ise bir kabuktur, koruyan kollayan ama kabuğa göre şekil aldıran. 

Herkesin normali ailesinde gördüğüdür. Bir başkasına garip gelir bu normaller ama onun normali de diğerine gariptir. Orta yolunu içinde yaşanılan toplumun tavrı belirler. Bu tavır da dönemlere göre değişir. İleri demokraside başkadır mesela. Pek tadamadığımız için bilemiyoruz tabi:)) Baskıcı zamanlar, hani birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyaç olduğu söylenen vakitlerle insan hamuru ailesinden çok daha şiddetli kalıplarla şekillendirilir. 

Dolayısıyla kendi kendineyken "Kendi" olabilen biri bile okulda, işte, dairede hep farklı biri olmak zorunda kalır. 

Bizim gibi yargılamanın, yargısız infaz şeklinde, herkesin herkese uyguladığı şiddet olarak yaşandığı toplumlarda bu ikilikler daha da artar. Herkesin diğerinin hayatına ilgi duymadığı yerlerde ise kim kime dum duma yaşandığından kendi olabilmek daha fazla mümkündür.

Dizi de İstanbul'a çöken ve bir türlü kalkmak bilmeyen sisle açılır. Her şey bulanıktır. Uçaklar kalkmaz, korku vardır. Herkes evi dışında güvende değildir. Orada da herkes kopuktur. 

Sosyal medyada farklı görünmek normal, fikirlerini dillendirmek korkutucudur. Herkes kendi gettosunu kurmuş ve alanında ötekini istememektedir. Ama zamanla sıkıştığı bu yerde amaçsızlık bataklığına saplanır ve çıkış için çabaladıkça daha da batar. Sonu herkes için muamma olan bu bataklıkta çırpınır durur. 

Dizide kahramanımız Avrupa'nın en büyük cezaevi ihalesini almış şirkette çalışmaktadır. Bütün dünyaya cezaevleri satmak isteyen bir zihniyetin uzantısı olarak çalışmak zorunda olduğu yerde kapana kısılmıştır. Hani derler ya "Kapitalizm yüksek fonksiyonlu özgüvensizlerin sırtında ayakta kalır" diye aynen bu durum yaşanmaktadır. 

Vazgeçilmek istenmeyen bir yaşam standardı ve onun ceremeleri. Karısı için de kariyerinden çocuklar için vazgeçmenin oluşturduğu saygınlıkta yoksunluk hissi ile çok çalışan kocanın hayatında yokluğu ile açılan boşlukta sallanış söz konusudur. Hep böyle değil midir? Az çalışan erkekler düşük kazançlarla yoksullukta boğar ailesini, çok çalışıp kazananlar da kendine yükmüş gibi gördüğü ailesinden soğurken, yokluğunun gölgesinde karısı ve çocukları yalnızlıkla savrulur oradan oraya. 

Herkesin bir alıcısının olduğu hayatta kimsenin yalnızlığa mahkum olmadığını anlaması ile ahlaki değerler arasına sıkışması vardır bir de... 

Uysallarda da durum böyle: Herkesin birbirine oynadığı bir ev. 

Ama burada yaşananların en büyük sebebi genel atmosferdir. Yalancıların mumlarının söneceği o yatsı vaktinin gelmeyişi, sisin kalkmayışı, gecenin yıllardır uzaması... Baharların gelmeyişi... Günlerin uzaması, kısalması mevsimlerin deveranı ama ne karanlığın ne kışın insanların hayatını terk etmeyişi...

Ve Uysallar. Ne demişler "Sessiz atın çiftesi pek olur."  

İyisi mi uysal olmamak, her şeye sessiz kalmamak lazım. İçinde biriken öfke ile nerede nasıl patlayacağın belli olmaz. Kapitalizmin gölgesinde sadece yaşam koçları rehberin olamaz. O nefesleri derin derin alırken gün gelir gerçekten nefes almayı becermen gereken bir mesele olduğunda nefessiz kalırsın. 

Ne olursa olsun, insan sosyal bir varlıktır. Ölmediyse bir vicdan taşır ve bunun rahatsızlığı yok saydığınız şeylerin de ağırlık yapmasına neden olur. 

Dizide masum ve vicdanlı tek bir kişi vardır; o da ailenin on yaşındaki kızıdır. On yaş enteresan ve elbette bilinçli bir seçim. Mahkemelerde psikologlarla ifadesi alınan on yaşına kadar olan çocukların beyanlarının doğruluğu, on yaşından büyüklere oranla daha net kabul edilir. Belki günümüzün çocuklarında hızlı farkındalıkla bu yaş biraz daha erkene çekilebilir ama bir çocuk başkasının yanında yırtık bir çorapla görünmekten ne vakit utanmaya başlar işte o zaman ikinci bir sahte benlik oluşumu başlamıştır. Artık görünmek için yaşayacağı bir hayata adım atmıştır. 

Ve belki de tek gerçek günümüz için şudur: Kimse göründüğü kadar temiz, hissettiği kadar suçlu değildir. Tabi hissedebiliyorsa, bu bile yaşadığını ve vicdanı olduğunu gösterir. İnsan, nisyan kökünden türemiş bir kelime olarak, unutan, hata eden manalarını barındırır içinde. Bunu hatırlayıp yanlışından dönmek için hala vaktinin olduğunu fark etmelidir. 

Susma uysal, sustukça sıra sana gelecek. Ve o zaman çok geç olacak. Tek çözümün ölüm olmadığını ölmeden keşfedebilmek umuduyla...              
Sistemi, kendinizi, size dokunmayın yılanları suskunlukla besleyişlerinizi, sahtekarlık kavramanı tekrar gözden geçirmenize vesile olacak diziyi izlemenizi bu gerekçelerle tavsiye ediyorum. 


Handan Kılıç    
1Nisan 2022
İzmir    

Don't Look Up -Netflix


SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

295-DON'T LOOK UP- YUKARI BAKMA

Son günlerin popüler filmi Netflix'te yayına girdi. 2 saat 25 dakikalık bir kıyamet senaryosu, yuvarlandığımız sanal alem, popülerite merakı, herkesin delirmişcesine gerçekleri yok saymasına dokunduran komedi filmi gayet güzeldi. 

Başları biraz uzun tutulmuş olabilir. Film süresi kısaltılabilirdi. Son kırk beş dakikasının nasıl geçtiğini anlamadım mesela. Tempo önemli filmlerde. Hele de günümüz sabırsız seyircisine. 

Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi ve Netflix' de Komedi

Gündem berbat olunca insan başka dünya dünyalara sığınmak istiyor. Bu da genelde filmler ve diziler alemi oluyor. Kafam dolu biraz boşaltayım derken kitap okumaktan da uzaklaşıyor insan:) O nedenle bu ara üst üste seyrettiğim komedilerden kısaca bahsedeceğim.

SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

290. Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi  


Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012)

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 287. FİLM



 Yazı-yorum dergi 42.sayısıyla yayında...

Ben de  Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012) adlı belgesel filmin analizini yaptım. 

Kapak konusu ve kitap incelemelerinin "Cinsiyetçilik üzerine yoğunlaştığı derginin yeni sayısını aşağıdaki adresten indirebilirsiniz. İncelikli tahlilimi okuyabilirsiniz.

 https://www.yazi-yorum.net/pdf-dergi/

SEN HİÇ ATEŞ BÖCEĞİ GÖRDÜN MÜ?

 NETFLİX'TE TÜRK SİNEMASI 



SİNEMA GÜNLÜĞÜ: 

265. FİLM

SEN HİÇ ATEŞ BÖCEĞİ GÖRDÜN MÜ?

Bu film bir Yılmaz Erdoğan klasiği oyunun birebir filme uyarlanmasıyla çekilmiş, memleket sorunlarına dokunan bir üslupta ama sert de olmayan, esprileri kaliteli,   bir güldürüp bir hüzünlendiren film. 

Oyunculuklar çok başarılı. Tiyatro oyunu da var platformda ama görüntü kalitesi çok kötü ve filmle birebir aynı metin olduğundan yarım bıraktım. Zaten Demet Akbağ'ın muhteşem oyunculuğu hem bu oyun hem de sinemamız açısından tartışmasızdır. Ama burada Ecem Erkek de harika bir performans sergilemiş. İzlemesi keyifli.

 266. FİLM

EKŞİ ELMALAR 2016

Bu filmi kaçırmışım beş yıl olmuş çekileli. Yılmaz Erdoğan tarzını ortaya koymuş. Şairliğini ve senaryo tarzını sevdiğimden olsa gerek romantik bu filmi beğendim. Memleket hallerini, yitip giden insanları, aşkları, ayrılıkları anlatışı şairceydi. Hatta Kelebeğin Rüyası en sevdiğim filmidir, bu da ikinci sırama yerleşti. Filmden bana kalan "Şimdiden başka zaman yoktur" cümlesi oldu.

   267. FİLM

GELİNCİK 2020

Orçun Benli'nin karanlık bir filmi. Diyalogu az, korku müzikleri verilerek 1990'lı yıllarda yaşanan faili meçhullere değinilmek istenmiş ama bir şey eksik. Sanırım senaryoda sıkıntı, akmıyor. Uyuklayarak bitirdim. Yıllar önce "Bu son Olsun" filmini yazdığımda da eksik bir şey var, ucuz solculuktan öte bir şeyler anlatılmalı ama ilk film demiştim. Bir şey değişmemiş ya da benim tarzım değil diyelim. O filmde Cem Karaca bitiş müziği ile toplamıştı filmin dağınıklığını ama burada onu da görmedim. Bana kar kalan arada uyuduğum vakit oldu:)) 

268. FİLM

NASİPSE ADAYIZ 2020

Senaristi, yönetmeni, başrol oyuncusu, hatta gerçek hikayenin kahramanı da Ercan Kesal olan bir film. Temposu yavaş, ülkede siyasetin nasıl işlediği, sağcısı solcusu fak etmeden insan kalitesinin düşüklüğü, menfaat uğruna herkesin herkesi nasıl sattığını görmek isterseniz izlenebilir. Ben Bir zamanlar Anadolu'da filminde senaryo ve hikaye sahibi olan, kitaplaştırdığı öykülerini de gerçek hayattan seçen Ercan Kesal'ı sevdiğim için rahat izledim ama yavaş aktığı için hız seven Z kuşağı zorlanabilir.

   269. FİLM

YER DEMİR GÖK BAKIR 1987

Yaşar Kemal klasiklerinden memleket halleri. 264. film olarak da Yazı-yorum dergi için Yılanı Öldürseler'i yazmıştım. İkisi de güzel filmler. Nostalji yapmak isterseniz seyredebilirsiniz. Platformda olmayabilir.

270. FİLM

BELLA'NIN HİKAYESİ

Türk Musevi Cemiyetinin özel gösteriminde köy enstitülerinde çalışıp yabancı dil öğreten Bella Eskinazi'nin yaşam öyküsü idi. Güzel bir anlatımdı.

271. FİLM

ANNEMİN YARASI 

Yine bir BKM FİLMİ. Bosna Hersek'te bütün dünyanın gözü önünde çekilen acılardan çıkmayı başaranlardan birinin hikayesiydi. Ne çok acı var hala bu gün dünyanın geri bırakılmış ve kimsenin umurunda olmayan coğrafyalarında ülkemiz dahil ne çok acı yaşanıyor. İnsanlar kayboluyor, ölüyor, intihar ediyor, hastalanıyor, yalnızlık kuyusunda debeleniyor. İzlenesi bir film.  

  272. FİLM

ÇINAR AĞACI

Handan İpekçioğlu yazıp yönetmiş. Kendi aile hikayesi olsa gerek. Güzel, hüzünlü, duygusu kararında bir filmdi.

273. FİLM

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

İsmine ve yazarına vurulup aldığım kitabın filmini önce izleyince kitabı okuyacak motivasyonu kaybettiğim bir film oldu. İki yakın arkadaş aynı evi paylaşırken lise arkadaşları bir adamın anne babası aniden ölüyor. Cenazeye gelen adam yurt dışına dönerken Ankara'da okuyan kız kardeşini arkadaşlarına emanet ediyor. Onların evine yerleşen kıza ikisi birden aşık oluyor. Geriliyorlar ama kız başkasından hamile kalınca yani yorgan gidince kavga da bitiyor. Bu kadar film. Spoiler verdim ki, seyredecek bir şey olmadığını görün. 

NETFLİX'TEN FİLM ÖNERİLERİ 2

Bu gün biraz da Türk sinemasından filmler paylaşayım dedim. Hayat bu ara yine yorucu, ondan çerezlik filmlerden bahsedelim. Bu tarz filmleri ben yanında bir şey yaparak izliyorum. Yemeklik ayıklarken, kışlık hazırlarken falan, alt yazı da olmayınca...  17 filme dair kısa notları aşağıda bulabilirsiniz.   

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 

218. FİLM : SOFRA SIRLARI



Farklı, gergin bence başarılı bir absürt filmdi. Kocasını ortadan kaldıran bir kadın mı var, her şey kadının kafasının içinde mi yaşanıyor belli olmasa da izlemesi tavsiye edilir. 

219.FİLM: İÇİMDEKİ SES

Eğlenceli bir filmdi. Olmayacak bir aşk yaşayan, sevildiğine bir türlü inanamayan, inanınca da hareketlerini sevmediği babasına dönüşen bir adamın hikayesi. 








220.FİLM: ELTİLERİN SAVAŞI

Bazı filmler sanatsal değerini gerçeğin içe işleyen acısını perdeye olduğu gibi yansıttığında alır. Adı festival filmi olur. Ama hayatın bir de absürt yanı vardır ki, o da komedi filmlerinin payına düşer. Hayatın rutini içine sıkışmışlık yerine rutindeki inatlara odaklanır. Bu film de öyle. Elti, görümce, kayınvalide diye gerçekler var hayatın içinde ve en iyi ailelerde bile tatlı rekabetler yaşanır. İşte o film serisinden bir yapım. Kafa dağıtmak için izlenebilir.

221. FİLM: BAYİ TOPLANTISI

Kafa dağıtmalık bir film daha. Doğu Demirkolu sevdiğim için seyrettim ama BKM, Güldür güldür tarzı bir yapım olarak kaldığını da düşünüyorum. 

222.FİLM: CİNAYET SÜSÜ    

Defterime tek satır yazmışım: Çok saçma:))

223.FİLM: BİZ BÖYLEYİZ

Bu da çok çok saçma idi. Ne anlattığı da belli olmayan garip bir filmdi. Oyuncuların güzel ve yakışıklı olması dışında bir şey söyleyemeceğim.

224.FİLM: YARINA TEK BİLET

Bu da bir trende geçen hikayelerden, fazla zorlama bir senaryoydu bence. Bu kadar tesadüf hayatta bir araya gelmez. Eski sevgililerinin düğününe giden iki kişi aynı kompartımana denk geliyor ve tabi ki bir gecede aşık oluyor:))     

225. FİLM: AŞK UYKUSU

Saplantılı bir aşkı ile evlenen kadın işi bırakır ve olaylar gelişir. Mehmet Coşkundeniz yazmış, oynamış. Basit eğlencelik bir filmdi, son kısımda toparladı. 

226-227. FİLM: YOK ARTIK 1-2 

BKM yapımı ve Güldür Güldür formatında, aynı oyuncularla parça parodilerden oluşuyor, film demek çok iddialı.

228. FİLM: CİNGÖZ RECAİ

İyi bir eserden uyarlama, benim tek jönüm Kenan İmirzalıoğlu oynuyor ama bir türlü içine giremedim filmin. Belki seyrettiğim vakit modum uygun değildi ama yeniden izlemeye de vaktim olmadı. 

229. FİLM: AŞK DOKTORU

Çok uzun zaman oldu, güzeldi diye not almışım. Eğlencelik kategorisinden.

230. FİLM: BU İŞTE BİR YALNIZLIK VAR

Edebiyatı bırakan kendini sadece müziğe veren Tuna Kiremitçi'nin aynı adlı kitabından uyarlanan film İclal Aydın ile aşkının başladığı, evliliğe gittiği dönemleri anlattığı söylenen film izlenebilir. Tuna Kiremitçi her zaman romantiktir, iyi şarkılar yapar ve söyler, bütün kitaplarının ismi çok zekice ve çarpıcıdır. 

231.FİLM: KAPI

Kadir İnanır'ın oynadığı, Mardin'de yaşayıp azınlık olduğu için, gördüğü dışlanma sonucu ülkeden ayrılıp Almanya'ya giden bir ailenin hikayesi anlatılıyor. Çok yavaş olsa da konulu bir film, oyuncular da iyi.

232.FİLM: TAMAM MIYIZ?

Bir Çağan Irmak filmi. Dışlanan özürlü bir gencin hayata bağlanma öyküsü. Güzeldi, yaralayıcı, anlayışa davet edici.

233.FİLM:GECE 2014

Nurgül Yeşilçay filmi. çok sıkıcı geldi ama belki de üst üste 3 Yeşilçay filmi seyrettiğim içindir birbirine çok benziyordu. İzmir Basmane'de pavyonda çalışan hayat kadını rolünde. Aynı roller yazılmış gibiydi. Oyunculuklar iyi ama senaryolar sıkıntılıydı.

234.FİLM:VİCDAN 2008

 Nurgül Yeşilçay filmi. "Vicdan, Erden Kıral'ın yönettiği ve Nurgül Yeşilçay Murat Han ile Tülin Özen’in oynadığı 10 Ekim 2008'de vizyona giren Türk drama filmi. 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Kurgu", "En İyi Görüntü Yönetmeni" ve "En İyi Kadın Oyuncu" ödüllerini kazandı".yazıyor hakkında ama aynı Gece gibi İzmir Basmane'de pavyonda çalışan hayat kadını rolünde görüyoruz Nurgül Yeşilçay'ı. Dram diyelim geçelim.

235.FİLM: YAŞAMIN KIYISINDA 

Bir üniversite öğrencisi örgüt üyeliği ile suçlanınca ülke dışına çıkar. Almanya'ya yerleşmeye çalışır ama uyum sağlamakta zorlanır. Döner ve ölür.  Dram isteyenler için uygundur.

LA CASA DE PAPEL 4. SEZON


SPOİLER İÇERİR

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 106.  




Game of Thrones dahil izlediğim diziler arasında en sürükleyici bulduğum ve tabi ki karakterleri sevdiğim dizi La casa da papel oldu. 4. Sezon Cuma günü gelince karantina günlerinde olmanın da verdiği kalabalıkla izlemeye başladık ancak araya giren işler yüzünden 8 bölüm üst üste izleme hayalimiz gerçekleşmedi. 5 bölümde kaldık:))) 



Ertesi gün kahvaltıdan sonra oturup kalan 3 bölümü de bitirdik. Akşam da La casa da papel fenomen belgeselini izledik. Onu bir sonraki yazıda anlatacağım.

Dizinin müzikleri çok güzeldi. Bu seferki şarkılar daha bir başkaydı. Berlin'in düğününde çalanlar falan nefisti. Şu adreste toplanmış parçaları dinleyebilirsiniz. Ama tabi intro müziği de her bölüm başında zevkle izlendi. Tıklayıp dinleyebilirsiniz. 


Rise of Empires: Ottoman Netflix'te İstanbul'un fethi




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 89.FİLM 

-Spoiler içerir -




Rise of Empires: Ottoman, 24 Ocak 2020 tarihinde altı bölümlük tek sezonun yayınlandığı, yönetmen koltuğuna Emre Şahin'in oturduğu, senaryosu Celal Şengör ve Emrah Safa Gürkan danışmanlığında; Kelly McPherson tarafından kaleme alınan, tarih ve kurgu türündeki Netflix'in Türk orijinal belgesel dizisini seyrettim.

İlk iki bölümünde bize anlatılan tarihe göre biraz duygusal yaklaştığımdan belki de manevi yönünü zayıf buldum. Fatih çok gergin bir tip olarak çizilmiş. Fevri, inatçı, ergen bir adamın bu kadar başarılı bir yönetici olması, Fatih olması mümkün değildir. Fethi mukaddes görmesinden dolayı uzun yıllar daha çocukluktan beri fetih için kafa yordu. Bir de Osmanlı'da şehzadeler sancaklara gönderilirken her zaman anneleri de çocuklarının başında idi. Bu dizide ciddi bir hata. 

Bunun haricinde onun deha düzeyinde zeki olduğu, manevi yönünün de gösterildiği sonraki dört bölümü tek oturuşta izleyince beğendim.

Gelelim oyunculuklara:


Bir strateji dehası olan Fatih'i oynayan Cem Yiğit Üzümoğlu çok başarılıydı. Henüz 26 yaşında olan oyuncu bu ağır rolün altından kolayca kalkmış.


Ve Birkan Sokullu. Dizide Konstantin’in gizli silahı olan Cenevizli paralı asker Giovanni Giustiniani Longo rolünde olan oyuncu, gösterişli yiğit bir adam ve surlu şehirleri savunma konusunda tanınmış bir uzman. Oyunculukta başarısı kadar yakışıklılığı ile de göz dolduruyordu tabi ki. 

Selim Bayraktar da Muhteşem Yüzyılda Harem ağası Sümbül Ağa iken burada köklü bir aileden gelen güçlü bir paşayı, Çandarlı Halil Paşa'yı müthiş canlandırmış.   

Tuba Büyüküstün de her zamanki güzelliği ve zarafetiyle rolünün hakkını vermişti. Tarihte yeri bu kadar önemli değilse de dizide epey öne çıkarılmış. Belki de erkek egemen bir yapıyı biraz daha görsel, izlenebilir hale getirmek amacıyla senaryo  böyle hazırlandı.  Ama tarihi gerçeklerde manevi desteği veren sırp üvey annesi değil Akşemsettin idi. Bu karakterin olmaması dizinin en büyük eksiği.  

Gelelim dizideki gerçeklere, yapılan eleştirilere...Bunu da bir tarihçiden dinlemek gerek. Bu nedenle buraya Talha Uğurluel'in soruları cevapladığı video linkini bırakıyorum

Kostümler, dekor açısından son derece başarılı çalışıldığını söyleyen tarihçi senaryoda hatalar olduğundan bahsediyor.

Fatihin annesinin belli olmadığı, annesinden ayrıldığı, dövüldüğü sahnelerin mümkün olmadığını anlatıyor.   

Daha detaylı  şekilde dönemi merak edenler yukarıdaki linkten dinleyebilir.

İkinci bölümü ise buradan izlenebilir.   

Daha iyisi nasıl mümkün diyerek böyle tarihi yapımların artmasını, içerik bakımından daha doğru senaryolarla çalışılmasını dileyelim, Netflix 'e teşekkür edelim.  
  

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...