KORONA GÜNLÜKLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KORONA GÜNLÜKLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İKİ GÖZÜM SENELER GEÇİYOR

 

Üzüm mevsimi bitiyor. Tarhana çorbası ile üzümün beraber yendiğini ilk kez Manisalılarda gördüm. İlçe, merkez fark etmeksizin hemen hepsi bunu coşkuyla karşılıyorlar. Ekime girerken gündüzler hala ılıksa da geceler serinliyor. Tabi, sıcak çorbalar da özlenmiş. Üzümler de toplanınca mevsimin kaderlerini birleştirdiği vazgeçilmez ikili doğuyor. Benim damak tadımda tatlıyla tuzluyu aynı anda almak yok. Tarhana ile üzüme alıştım ama gözlerimi ışıldatmıyor. Bir de Balıkesirlilerden gördüğüm peynirle karadut reçeli var tatların karıştığı ki, o favorim. Bu testi Ege dışında da yaptım. Kaç tane birbirini tanımayan Manisalı gördüysem gözünde o ışıltı hemen beliriyor. Belli ki herkes toprağını, annesini en çok da çocukluğunu özlüyor.

Benim içinse o ışıltı ancak annemin mayalı poğaçaları ile olur. Her hafta belki birkaç kez yapardı sağ olsun. Aslında o güzel koku misafir geleceğinin işaretiydi. Onlara pişer bize de düşerdi. Misafirimizin olmadığı gün azdı. Annemin sosyalliği yorucuydu hem kendini hem sürekli teyakkuzda yaşattığından bizi yorardı. Ve itirazlar reddedilirdi. Annemin lügatinde kabul görmeyen kelimelerin başında gelir yorgunluk. Hele de gençsen. Annesiyle konuşunca yaşı kaç olursa olsun gençtir insan ve yorulmamalıdır. Annem hep uzakta, kardeşimle yaşıyor şimdi. Bense hep yorgunum. Adeta vazgeçilmez bir kıyafet gibi yorgunluk üzerimde. Ah annem, can annem!

Gündüzleri yetmezmiş gibi gece de babamın arkadaşlarını çağırır, onu hayata katmaya çalışırdı. Babamsa tam bir asosyal sayısalcı. Buna rağmen annemin çabası ile mecburi sosyalleşmelerinde canı isterse idare eder ama yorgunsa, üzgünse, kızgınsa surat asmaktan çekinmezdi. Olduğu gibi bir adamdır. Kralı gelse iplemez. Annem gibi sadece kızdığı kişiye sınır koyup diğerlerine son derece sevecen davranmaz, davranamazdı. Kırk seneyi aşkın bu mücadelede kimse kimseyi değiştiremedi ama hayat annemin arkadaşlarını torun peşine farklı şehirlere hatta ülkelere savurdu. Allahtan onun elinin altında torunlar var da mayalılarını onlara yapıyor. Haftada dörtlü yaş maya paketini bitiriyormuş. Dün bir tarif sordum. İlla yaş maya deyince yok dedim, çıkıp alamam da. Nasıl evde maya bulunmaz diye şaşırdı. Ben yıllardır almadım maya, alerjim var yediğim zaman her yerim şişiyor ama en sevdiğim, hani gözüme ışıltı veren cinsten istediğim de yine mayalı hamur işleri.

Şu hayatta neyi, kimi sevsem bana zarar verdi. Sağlıklı olmak demek zararlılardan uzak durmaksa duruyorum. Ot gibi yani gözde ışıltısız devam ediyorum ama bu yaşamak mı? Yalnız, misafirsiz, poğaçasız, aşksız, annesiz. Avokadoyla, salatalıkla, brokoliyle, lahanayla olduğunda da beslenmem mutsuzum. İstisnasız hepsi bana dokunuyor. Bağırsaklarım ağlıyor, midemde şişkinlik yapıyor ve asla gözüm bir Manisalının üzümle tarhana gördüğünde ışıldadığı kadar ışıldamıyor.

Her şey tatsız, tuzsuz, bütün uğraşlarım boş geliyor bu günlerde. Sınav zamanı ya ondan mı? O da ayrı bir saçmalık. Hepi topu bir ölüye çıkmak için mi hepsi? Sonrasının olduğuna inanıyorum ama onun için de elimde ne var?

Bir kalıp peynir al dedim bizimkine. Küçük bir kalıpla gelmiş. Yetmez böreğe dedim. Yapma dedi, neyimize börek, boş kalori. “Seviyorum işte var mı diyeceğin” demek isterdim, sustum. Ben hep susarım, içime kaçar kelimelerim. Tulumun üzerindeki fiyatı görünce şok oldum, bu miktara bu fiyat. Birileri bizimle dalga geçiyor, her şeyin içini boşaltılıyor. Kimse bir şey yapmıyor, saçma sapan yaşıyoruz. Mahalle arasında küçük Migros’a girdim birkaç gün önce. Her elime aldığımı bıraktım. İyi ki alışverişi ben yapmıyorum da fiyatlardan bihaber geleni yiyorum. Bir paket kuru yemiş ya, o kadar para verilir mi kuruyemişe, hani eğlencelik, karın doyurmaz, etmez. Kalsın dedim çıktım. Kabuklu yaş ceviz de almıştım birkaç hafta önce. Onlar kurumaya başladı diyerek kırdım. Hem böylesi daha iyi besin değeri ölmeden yiyeceğimiz kadar kırarız dedik. İlk günlerde ıslakken güzel olan cevizler kuruyunca kötüleşmiş. Birçoğu da küflenmiş. Kır, ayıkla bitmiyor. Hazırlanması zahmetli tamam da bu kadar pahalı mı olmalı paketi? Peki niye sadece bizde? Dışarıda yaşayan arkadaşların böyle dertleri yok. Demek ki hayat bu kadar keder dolu, heyecansız değil. Gözleri de parlıyor. Her gün hayatlarına ekledikleri yeni hobiler, uğraşlar, gezilerle. Tarhana ve üzüm görmeden de ışıltı oluyormuş demek ki! Gerçi onları sevene hepsi her yerde. Şu anda ikisi de var dolapta, peki neden gözlerim parıldamıyor? Benim ışıltı sebeplerim değil de ondan. Benimkiler bana zarar veriyor, olması gerekenler rahatsız ediyor, her ikisi birden mutsuz ediyor. Her şey çok ama dert olanlardan… Bu kadarını hak ettik mi? Kim hak ettiğini yaşıyor? Neyse ki ölüm hepimizi eşitleyecek.

Yokluğa katlanmanın en iyi yolu varlığın avantajlarının bir şey değiştirmeyeceğine kendini ikna etmektir. Huzur var, bolluk var ama oralar da intihar ediyorlar. Her şey tam olmayacak ki yaşamaya nedenin olsun, burası cennet değil söylemleri. Peki sürekli cenderede yaşayıp gözümde o ışıltı yani aslında bir nevi şükür olmadan cennetin yolları açılır mı? Hiçbir dert çekmeyenle dert küpü olanlar arasındaki uçurum ne olacak? Söylenecek çok şey var ama sorumlulardan anlayacak üstüne alınacak kimse yok. Söz biteli çok oldu.

Neyin kıyısındayım da oradan yuvarlanmamak için geri koşuyorum, elimde kalem kâğıt? Ne kadar uzaklaşsam da bir şey çıkıyor, bir haber, bir selam, bir acı, bir ayrılık, bir ölüm… Beni tekrar o uçuruma getiriyor.

Uçurumun kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgâr yetecek ha itti beni ha itecek!”

Gecelerdir uykusuzum, kanlı dolunay, kansız dramlar derken iyice yoruldum. Taşıdığım her şeyi sürükler moddayım ya da onlar beni sürüklüyor uçuruma. Yine yar yine uçurum. “Uçurumun kenarındayım Hızır, divan hazır, ferman hazır, kurban hazır

Yazdıklarımı sesli okudum kendime. Duyduğuma göre çok mutsuzmuşum. Üzüldüm, her gün başkası için gözyaşı dökecek değilim. Ölmüşüm ağlayanım yok. Kimsenin umurunda olmamak çok ağır biliyor musunuz? Ben de sizle konuşuyorum böyle. Yani kendimle. Ağla ağla bir yerden sonra gülmeye başlıyorsun. Orası güzel bir yer. Herkesin üzerinden döküldüğü. Büyük şeyler peşinde değilim ama istediğim hiçbir şey istediğim zamanda olmuyor. Olanlar niyetimden başkası… Sonuçları değerlendirip kalbime izah için hikmet aramaktan da polyannacılıktan da olumlamalardan da yoruldum sanırım.

Annemin mayalı poğaçası neden bu kadar uzaktasın?

Hani “Gönül ektiğini biçiyor”du Sezenim? Beni tohumlar komple çürük çıktı. “İki gözüm seneler geçiyor” Olan sadece bu…

Handan Kılıç

12.11.2022

İzmir


Bu yazı ilk kez aynı tarihte medıum.com da yayınlanmıştır.  


Hayat Sende Durmam Diyor

 


 Merhaba. Bu resmi derste çektim slaytlar rahat görünsün diye kara perdeler çekiyorlar. Hayatlarımıza çekildiği gibi. Oysa dışarda yemyeşil bir kampüs var. Hayat var. Yeşil papağanlar, kargalar, palmiyeler, zeytinler. Salkım söğütler, incirler. 


Ve ders araları var nefeslendiğimiz. Ama gündem öyle mi? Sürekli kara perdeler çekili. 

Her şey akıp geçiyor, günler, acılar. Sabır taşı olsa çatlardı bu toprağın insanı yaşanan acılardan. Zaten çatlayıp toprak oluyor kuru susuz yalnız çorak bir toprak oluyor herkes. 


Instagram’dan pek belli olmasa da herkes kendi acısını bir başına çekiyor. Ve insanın bir şey paylaşma hevesi bile kalmıyor. Arkadaşlarımın çıkan kitaplarını paylaştığım hikaye serisi vardı duruyor. Okulda her güne bir fotoğraf çekiyorum. Bazen birden çok. Perspektif fotoğrafları. Bekliyor. Herkes eli dili bağlı öylece duruyor.

Sanalda Ve gerçekte derslere giriyorum. Yeni şeyler öğreniyorum. Yeni insanlar tanıyor, yepyeni öykülerle heyecanlanıyorum. 

Yazılar yazıyorum gece yarılarına kadar. Okuyorum, kendi rutinlerimde yaşamaya çalışıyorum. 

Sıfır haber, az dizi, sıfıra yakın Türk kanal yine de sosyal medyaya girdim mi yaşayacak heves kalmıyor. Neden bunca çaba diyorum. Yaşam enerjisi yok bu topraklarda hep acı, gözyaşı, bedelsiz ucuz yaşamlar… 


   İmkanı olan bu kısır döngüden çıkıp gidiyor zaten. Kalanlar nasıl devam edecek güç buluyor, meçhul. 

   Varsa önerisi olan bir anlatıversin de dağılsın bu kara bulutlar🙏

17/10/2022 

Handan Kılıç





Boşversene sen niye beklemeli (Edip Cansever)

 


Boşversene sen niye beklemeli

Sıktı artık bu kent beni Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden Bulmalıyım aradığım o yeri Şiirmiş, bilgelikmiş, her neyse Ne varsa benden kalsın geride Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde

Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum Sevginin çoğul oğlu Senin ülkende yalnız bütün özlemler Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, çoşku Bayrağında bir tek çiçekli dalla Orda uçsuz bucaksız Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu
Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir kelimedir Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım Oteller, genelevler, nar ağaçları Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı Sopasını düşürdüğü bir dilencinin Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı Yokuş aşağı, yokuş aşağı! İner gibi ben de Örgüsünden başını kaldıran bir kadının Gözlerinde Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda Hani salkımlar içinde bir ev vardı Eski gemici feneri asılıydı kapısında Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim Yerini dilimle oynaya oynaya Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara. Geçerim kurduğum hayallerin altından Bir gökkuşağının altından geçer gibi Budakları kalın ellerimi andıran Asmaların yanıbaşından Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla O geçimsiz akşamla Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan Göğün mavi yapamadığı bir şahin Başımın üstünde tek başına. Kırmızı dallar, göğe uzanan çitler Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan Ey günbatımı! benden duymuş olma bu yakınmayı Bir gül bana kendini kopardı verdi Daha dün akşam, daha dün akşam.
Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür Ben onu yüreğimle görmüştüm anlaşılan Çözüldü artık o büyü, yanımda Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri Tam yedi kez doğan güneşlerin altında Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından. Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam Dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının İzine pek rastlamasam Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye Bunu bir daha sorsam Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam…

Edip Cansever

09.08.2022 anısına...

Dalgalandım da duruldum

 Dalga geçmiyorum, dalgaların gelişini izliyorum. Hayatta üzerimize gelen şeyler gibi diye denize dair metafor yapmayacağım ama biri diğerine benzemiyor dalgaların. Hem yapsam ne olur ki? Metaforun kralı dalga sonuçta. Kıyıya vuruşları bazen gecikmiş bir sarılmanın şiddetinde bazen de yıllar sonra gizlice gelip gezdiği memleketinde kimseye görünmemek uğraşında antisosyal bir adamın hafif adımları ile geçiyor yanımızdan. 

Kıyının dudaklarına aynı aşkla da değmiyor her seferinde, rüzgârı bahane ediyor, dalgalanıyor ama durulmuyor. Sonra koşup arkasından sıkı sıkı sarılıp özür diliyor.

Geçmişte takılı kalmadan, aynı döngünün içinde ama sıkışık hissetmeden, yapması gerekeni yapıp geri çekiliyor sonra. Gürültüsüz, çemkirmesiz, öfkesi bile kafa ütülemiyor. Hatta alabildiğine açıyor zihni. 

Seyredeni muazzamlığına hayran bırakıyor. Gördüğünde sıradan bulduğun birinin tanıdıkça hayran olunabilecek ayrıntılarını fark edip onu herkesten ayırırsan ya işte bunu tek başına başarıyor. Alışsan da her seferinde şaşırtıyor. Sesiyle ninni söylüyor sanki, hem de herkesin kendi ana dilinde. Sessizliğiyle ürkütüyor. 

Dalgalanıyor ama durulmuyor. Bazen içten içe kaynıyor bazen yüzünde öfkeyle neşesi yön değiştiriyor.

İçindeyken sarıyor sarmalıyor. Alıp kaldırıyor. Dokunup iyileştiriyor, severken beşik olup sallıyor. Rüzgârla sarmaş dolaş kıyıdan kıyıya varana yoldaş oluyor.

Deniz peki, dalga onun cilvesi.

Deniz, hasrete köprü, gemiye yatak, balığa vatan, su bitkisine toprak.

Deniz tuzlu, deniz can, deniz dünyaya kan, canlıya ab-ı hayat.

5 Ağustos 2022/ Çeşme-Ilıca Sahili

Handan Kılıç

Lunaparkta

  

Bugün yılın kırk altıncı günü ama bana üç yüz kırk altı gibi geliyor.

Yıllardır böyle aslında. Geçmeyen vakitlerle biten nakitler yarışıyor

Çatlak bir testiden sızan su gibi akıp gidiyor zaman. Güneşin kavurucu etkisiyle iz bile bırakmıyor ardında.

Her şey değişiyor devriliyor, başka bir yerlerde kalkıyordur da, burada hep yıkıntı, hep muamma.

Sürekli bir devinim halinde olan dünyanın dönüşü hızlanmış. Sona doğru giderken bizim de başımızı döndürüyor.

Günde yüz kere gündem değişen ve tek hayır haber gelmeyen bir yerde kırk altı gün daha çok altılarla dizilir kalbimize.

İnsanın bazen tam ortada durup ne olacağını beklerken kah çığlık kah kahkaha atası geliyor.

Eskiden lunaparkta ortası boş etrafı boydan boya koltuk olan yuvarlak bir oyuncak vardı. Adını hatırlamıyorum ama format, salla salla vur duvara idi. Ayakta duran gençler yıkılmamaya çalışır, birbiri üzerine düşenler her harekette oradan oraya savrulurken ezilirdi.

Göğe yükselen neşeli çığlıklar bazen korkunun da belirtisiydi. Yorulup bir koltuğa kendini atanlar sıkı sıkı tutunur öylece beklerlerdi sarsıntının geçmesini. Çok bekleyeni olmadığından mıdır nedir diğer oyuncaklardan uzun sürerdi çalkantı.

Emniyet kemerli falan değildi. Bazen onun içindeyiz gibi hissediyorum da şimdinin oyuncaklarını düşününce daha çılgınlar diyorum. Güya hepsinin sert ve güvenli kemerleri var tabi. Hukuk var sonra adalet…

Güya o kemerler hiç açılmaz.

Hak yerini bulur hem.

Elbet bir gün…

Kaç nesil sonra?

Kimin hayalini kim yaşıyor ki?

Herkes hayalleriyle giriyor mezara.

Burada yaşamak, lunapark kazalarının sık yaşandığı, külüstür oyuncaklarla bezeli taşra şehrinde olmaktan farksız. Başvuracak bir görevli bulmak, derdini anlatmak imkansız.

Düştüm diyorsun kalk diyorlar. Yaralıyım diyorsun sar diyorlar. Gücüm yok diyorsun umursamıyorlar.

Kafanı bir tarafı çeviriyorsun ölüler bir tarafta yaralılar. Ambulans yolda. Yol hiç bitmiyor. Trafik sıkışık, kimse yol vermiyor. Sürekli sirenler çalıyor. Hasta, yakınları, ambulans, doktoru, hemşiresi, taksicisi, dolmuşçusu, herkes inliyor. Su gibi akan zaman duruyor, kokuşmuş bir göl oluyor. Sinekler artıyor. Balık yok, olsa zaten kokuyor.

Canlı cenazeler dolaşıyor sanki toprakta. Herkesin bakışları donuk. Nefesten başka alacak şeyi kalmayanların onu kaybetmeme çabası. Değip değmeyeceğini bilmediğin bir mücadele…

Hey, tuzu en kurular!

Azıcık ıslaklar!

Denize karışmışlar!

Sahi bu yaşamak mı?

Etrafınıza bakınca hiç mi sızlamıyor vicdanlar?

Bunca olan hiç mi değmiyor kalbinize?

Bir fısıltı olarak dahi ulaşmıyor değil mi çığlıklar?

Herkesin derdinin dış sesi kesen kulaklık almak olmasından belli.

Bu lunapark çok tehlikeli.

Müziğin sesini yükseltmeli.

Renkli ışıkları bir de.

Çünkü çok acı var!

Yitirilmiş umutlar!

Bir küçük ayıcık kazanmak uğruna öldürülen kadınlar…

Hemen sihirli aynalara geçmeli.

Orda çığlıkları susturan kayıttan kahkahalar var.

Sonrası mı?

Elbette lunapark gürültüsü biter sahneye onlar çıkar. 

Tabi ki kulaklılar, gözü, kulağı, kalbi tıkarlar.

Handan Kılıç

15 Şubat 2022


Uğurlar ola!


 Denize zorla sokulmuş ağlamaklı bir çocuk gibi” kaldım hayatın ortasında. Günlerden Salı, aylardan Şubattı. “Bırak beni böyle” diye haykırırken bırakmanın bu kadar zor olacağını bilememiştim.

İnan ki böyle olsun istemezdim. Aşkla tuttuğum ellerinden bir gün kopacağım aklıma gelmezdi. 

Ne olduğunu anlamadan kendimizi bulduğumuz o soğuk koridorlarda adeta bir düşman gibi karşılaştık önce. 

Aylardır bu uzatılmış işkencenin bitmesini bekliyor, özgürlüğün hayalini kuruyordum ne zamandır. Biz olmaktan çoktan vazgeçmişken ben, sen direniyordun hatasızmışçasına. 

Ama ne olduysa bugün geldin gözyaşları içinde o imzayı attın. Bir de sesli olarak herkesin huzurunda protokolü tekrarladın. Tabi ben de. Ve salondan çıkarken sen, ben, tüm sevenlerimiz ağlıyordu. Düğün günümüzde ağladıkları gibi.  

Ama biz o gün ne kadar mutluyduk, hem ağlarım hem giderim yapmadım hiç. Hatta ikimiz de ne güzel gülüyorduk. 

Yıllar yılı ne hayaller kurmuştuk seninle. Yaşları yakın iki küçük çocuğumuz olmalıydı hemen, beraber büyümeliydik onlarla. Ne yollardan geçmiş ne zorluğu aşmıştık, okullar bitsin diye beklemiş, uzakları yakın edip kendimizden çıkmıştık. 

Biz olmak için gerekliydi benden vazgeçmek. Seve seve bıraktık beni, seni. 

Yedi şiddetinde deprem olsa yıkılmaz sandığımız bir ev çattık zannetmiştim. Yıldızlı gök orda, mavi bulutlar, güneş, gökkuşağı, yağmurlardan sonra büyüyen başaklar, gözünden gözüme kayan kuyruklu yıldızlar... Artçılara bile dayanamadık oysa. Altından oyulan, kolonları kesilen yuvamıza çatı olamadı hiç bir gök.  

Hayatımızı, hayallerimizi, evlatlarımızı aldılar elimizden. 

Sensiz kaldım ben. 

Bensiz kaldın sen.

Elveda sevdiceğim. 

Ben şimdi sudan çıkmış balık mıyım yoksa denize zorla sokulmuş korkak bir çocuk mu bilememekteyim.

Gök gürlediğinde kime sarılacağım hem, söylesene! 

Şarkılarda haykırmak kolay ama ben artık "Hayat bildiği gibi gelsin üstüme" diyemiyorum. Şefkati, merhameti, kolaylığı, aşkı özledim. 

Tanıdığım zamanki adamı… 

Ama hiçbir şey aynı kalmıyor, hayat bazen içinde bizi sürüklerken gürül gürül akan bir ırmak. Hasbelkader bir dala tutunup kendini öteki kıyıya atarsa insan hayatta kalsa da karşıda sevdiği olsa bile o suda bir daha debelenmeyi göze alamıyor. Kışlar geçmiyor, bahara taşıyor karını, kirini, korkusunu. Yükseliyor sular, egolar, yalnızlıklar. Ve göstermez oluyor bize bizi. 

Aşk da kaderimizdi, ayrılmak da…Buna inandım. Asıl kabul edemediğim; sen beni bu kadar severken bunca yıl beklerken tam bir olmuşken bizi neden yıktın? 

Şimdi “Biz”in içinden beni çekip çıkarmak canımızı acıtacak. İhtimalken de acıtıyordu ama böylesi bambaşka. Bitti. İmza ile başladı, imza ile sona erdi. Kan revan içinde kalacak şimdi bir zamanlar aşkla çarpan kalbimiz, kalem tutup sevda fısıldayan ellerimiz. 

Zaman örtmez ama yatıştırır” derler. Elbet bir gün kabuk bağlayacak yaralarımız. Eli mahkum, yoksa hayatta kalamayız. 

Ah ki ne ah! Unutmak istediğim çok şey yaşadım, yaşıyorum. Ama belki de hayatın esprisi budur.

Ne de olsa “Yaşamak Uğraşı” demişler adına. Biz yolumuzda yürürken yanımızdan yöremizden geçenler, yerleşemediyseler bir türlü bize, tek tek dökülecek üzerimizden. 

Ben olarak devam ederken yola bir tek Yolun Sahibi’ne güvenebileceğimizi anlatacaklar yaşattıklarıyla. 

Haydi sevdiceğim, ikimize de uğurlar ola.

Handan Kılıç

 8/2/2022

İzmir



ZIT

Dizimdeki ağrının etrafında dolaşıyor gölgem. 

Bir şarkı çalınıyor kulağıma. Kim söylüyor bilmiyorum. 

Bazı cümleleri kaçırıyorum. Yakaladıklarımı not alıyorum: “Bir bilsen ne hallerdeydim, kitlendi ayağım gitmiyor. Al kalbim neyine yetmiyor.” 

Acı acı gülüyorum. Kimseye yetmezmiş kalp. Oysa insanın en büyük varlığı. Daha ne verilebilir ki? Ya da onu verenin nesi kalır ki geriye? 

Bensizlik iyi mi geliyor hepimize? Öyledir belki de. 
Ben zaten çok gelirim herkese…

Şarkı devam ediyor: “Bu sana son seslenişim. Bunca yıl beklemişim. Bundandır vazgeçişim”

Vazgeçemediklerim peşimde, bırakmıyor beni, ağırlık yapıyor sol yanımda. Başımdan ayağıma ne zaman bir ağrı dolaşsa vücudumda hepsi sol yanımda. Geçmiş diyorlar. 

Sağ taraf olsa gelecek kaygısından bahsedilebilirmiş. Beklentisiz olduğum bir yerden rüzgâr dahi esmiyor ki! Geleceksizliğe mahkûm edilmişken neyse ki bu yaşa kadar geldin, bak çocukların hiç umudu yok gelecekten diyorum. Ne yapalım bahtımıza düşen buydu.

Gelecek şekillendirilebilir eğer imkân varsa. Yoksa oturursun yerine. Beklersin. Yorucu bu hal. 

Bırakıyor insan bir yerden sonra. 

Üzüntünün de bir limiti varmış. Daha fazlasını kaldıramam dediğin yerde kaldırıyorsun işte. Alışıyorsun kısa sürede. 

Sonra istesen de daha fazla üzülemiyorsun. Süt taştığında hani can sıkar ya ocağı silerken bir sürü keşke dolanır kafanda birinin hastalığına, ölümüne, yakın birinin ölmeden öldürülen ümitlerini izlerken batan gemilerine de o kadar üzülür hale geliyorsun.

Yaşanıyor ve geçiyor. Geçmiş geçip gidiyor. An biraz sonra geride kalıyor ve geçmiş değiştirilemiyor. Öyleyse sol yanım neden sızlıyor?

Dizim, Zıt olsun adın. Tencereye kapak gibisin ama bir bakınca mantara da benziyorsun. Bir şeyleri örtüyorsun. İçinde kaynayan yemeğin buharı kaldırıyor arada havaya. Kokusunu sızdırıyor. Bazen şemsiye gibisin altındakini koruyorsun.

Ve dizim sen en önemli yolda olma desteği sunacakken beni hep yarı yolda bırakıyorsun. Rahat dur, dönerken acı içindeyim. Bazen üç yüz altmış derece dönüp yerine oturuyor gibisin hele de merdiven inerken. Çıkmak da zor ama o acıyı bir süre tolere edebiliyor insan, inerken boşalıyor içi sanki bir damla sıvısı kalmamış gibi gözlerimin, birbirine değiyor kirpiklerim kadar kemiklerim. 

Canım acıyor canım, çığlık çığlığa.

Çok gözyaşı döktüm kurudu içim, dizim ve artık kalbim. Kimse için yer kalmadı bende. Kendimi de taşıyamıyorum. 

Susuzum, akamıyorum. Daha kötüsü akma isteği duymuyorum. Olduğu kadar olmadığı kader, dilime pelesenkim. Peki ya yüreğim, hani herkeste var sandığım sığınağım?

Kendim gibi bildim cümlesini. Değilmiş. 

Şarkı değişti ben hala yazıyorum. “Tek isteğim Adalet” diyor şimdi şarkıda. Onu bile isteyecek kadar gücüm yok artık.

Adım atmak istemiyorum hiçbir yere. 

Onun için mi kilitleniyorsun dizim olur olmaz yerde? 

Susma, sustukça sıra geliyormuş insana, bu gerçeği artık belle!

Handan Kılıç

13 Ocak 2022

14:22

İzmir

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl herkese kutlu olsun:)

Hava civa her şey, hayat gelip geçiyor.

Havasız kalmak istemiyoruz onun için, üçüncü doz aşımı oldum dün. Çipin etkinliği azalmış, tazeleyelim dedim.

Ne oldu şimdi? Artık dış güçlerin kontrolüne girdim değil mi, genlerim de değişecek. Bir de çift başlı çocuklar doğacakmış.

Genlerimizi değiştirmeyen şey yok zaten. Bu model insanlardan da fayda görmediğimize göre değişim hayat kurtarır bahaneyle. Bakarsınız yeni insan daha da akıllı olur, kafasız olacağına geni değişsin ne yapalım!

Yoruldum artık bu saçmalıklara inanılmasından. Yine yayıldı her gün ölü sayılarına alışıldı. Tamamen zararsız demiyorum, üretilen bir hastalığa ilacı da üretip zengin oluyorlar da mantıklı, tamam onu da anlıyorum ama zararsız bir tek şey söyleyin günlük yaşamımızda! Yok ki!
Ne hava ne su ne süt ne et, hiçbiri temiz değil artık. Çıkmaz sokak burası. Yeni bir yön gösterecek mi belli değil. Yaşarsak göreceğiz.
Yıl biterken hastalara şifa, borçlulara eda, darda kalanlara sefa, gidene rahmet, kalana merhamet diliyorum.

Yorulduk, biliyorum. Bıktık, sıkıldık ama biraz daha dikkatli olalım her gün hala.

Mutlu yıllar bana, sana, ona.

 Bu arada #huzursuzkelimeler isimli şiir seçkisi Ekim 2021’de @parisyayinlari ndan çıktı. 

Seçkide benim de #bırakma adlı bir şiirim vardı. Kargoma ekledim son güne yetişti. Emeği geçen herkese teşekkürler ☺️ Şiir seçkisi okumak zevklidir hepsi ayrı ses farklı nefes.

Aslında bu yıl bir seçkide daha yer aldım ama kargosu henüz gelmediğinden seneye görüşürüz artık 🙃🎊😬🎉

#handankılıc



Ayrıca seçkideki şiiri aşağıdaki videoda seslendirmiştim.




 

Le Bazar de la Charité Alevlerin Ardından 2019 Netflix

 SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

294-Le Bazar de la Charité Alevlerin Ardından 2019


Dün gece sabah olmak bilmeyen, o karanlığın en siyah haliyle ruhumu ele geçirdiği efkarlı vakitlerden biriydi. Gün boyu hastane işleri vs ile uğraşırken yorulmuştum. Bana eşlik eden yakınım, yemek de ısmarlamasa güne ait güzel anlardan bahsedemeyeceğim. Ama daha ilk çatalı almadan kötü haber yetişti ve böğrüme oturan öküz gün ağarana kadar yerinden kıpırdamadı. Böyle zamanlar iştahımı kesmez bilakis açar. Hızlıca yedim yemeğimi. Yirmi dakikada çevre yolundan il değiştirdim ama şehir içinde beş dakikalık mesafeyi yetmiş beş dakikada aşamadım. Akşam trafiğinde ayağım dur kalktan uyuştu, kalbim ve ruhum ezildikçe ezildi. 

Anahtarla eve girerken yumuşak bir şeylere tutunmak istedim dönüp pasta aldım. Evet kutlamak için değil, bir nevi isyan. Sağlıklı beslenmeye, hayata verilen emeğe, umudun hiç bir işe yaramamasına. Aksi gibi annem babam başka şehirdeydi. Eşim ve oğlum da birbirinden farklı şehirlerde. Bana yine karanlığı yalnız atlatmak düşmüştü. Demek bunu öğrenmem lazım ki tekrarlayan bir imtihanım oldu son yıllarda. 

Şu hayatta çok aydınlık günler görmedim ama karanlıktan çocukken bile korkmadım. Geceleri severim. Sabaha karşı yatıp üç beş saat uyumak yeter. Günlerdir sel boyutlarında yağmur alan şehirde güneşe hasretiz ama gündüz gündüzdür diyerek karanlığın yırtılmasını bekledim dün gece. Zaten öküzüm de bir gıdım kıpırdamadığından pasta da yumuşacık saramadı yalnızlığımı. Sonra can dostum Netflixi açtım ve ilk önerdiği diziye başlayıp sabaha kadar sezonu bitirdim.

Alevlerin ardından adlı bu dizi trajik ve tabi ki gerçek bir yangın hikayesiyle başlıyordu. 1897'de Paris'te çıkan bir yangında yüz yirmiden fazla kadının yanarak can verdiği olaydan esinlenen senaryoda birbirinden zor hayatın ve aşkın taşıyıcısı üç kadının hikayesi anlatılıyordu. Çoğu eziyet tanıdık geldi. Fransa'nın 1800'lerde yaşadığı sıkıntılar ülkemizde her gün hala yaşanıyordu. Bir buçuk asır geriden gelen bu haksızlık ve yalnızlıklar, keder coğrafyasında her gün yeniden sahnelenen trajedilerden farksızdı. 

Kaza ile çıkan bir yangını gariban bir kaç fakir gencin üzerine atmak isteyen yöneticiler toplumu yanlarına çekmek için onları vatan haini ilan ettiler. Ve özgürlük mücadelesi veren gençler bu iftira ile giyotine mahkum edildiler. Taksimde sallandıracaksıncılar her devirde her ülkede vardı. Bu vahşeti seyretmek için toplanıp tezahürat yapıyorlardı. Ve bu çetrefilli işlerin içinden kadınların yılmayan cesareti ve zekası ile çıkıldı.

Yangın sahneleri dehşet vericiydi. Yanmak en ağır yaralanma biçimidir. Eziyetli olduğundan sanırım her dinde ceza olarak cehennemden bahsedilmiştir. İki dünyada da yanmamak dileğiyle karanlık gecemi aydınlatan diziyi tavsiye ediyorum. 

Sonuçta bir şekilde sabah oldu. Hiç bir şey eskisi gibi değildi. Çok zamandır da öyle zaten. 

Hayatta yaşarken, yol ayrımlarında seçimler yaparken gözü kara olmak lazım, amenna. Ama dizide de olduğu gibi insan zorluklar karşısında hep yalnız. Bazı eşikleri yalnız aşmak zorunda. Öyleyse ilk iş insan kendine destek olmayı öğrenmeli. Erkekler genelde sıkıntılarını kendileri yaşarlar, içlerinde. Yanlarında birileri olsa da saklarlar duygularını, paylaşmazlar. Aydınlığa çıkana kadar mağaralarında gizlenirler ama biz kadınlar bazen destek arayabiliyoruz. Bundan da vazgeçmek lazımmış demek. Çok istediği hep uzaklaşıyor insandan. 

Hayat gerçekten yorucu. Son zamanlarda da çok hızlandı. Ve bir de çok sıkıştı, bizim topraklar için tabi. Yurt dışından çok takipçim var onlar belki yaşadıklarımızın yoruculuğunu anlayamazlar tatlı Noel telaşından ama gerçekten nefes almak bile lüks oldu. İnsanlar çok yorgun. Herkes kendi derdinin peşinde, dağılmış zihniyle hayaletler gibi dolaşıyor. Bir başkasını göremeyecek kadar mutsuz, yalnız ve uzak birbirine. Kendine yetme gayretinde. Bir arkadaşım öyle demişti yıllar önce. Herkes bir bir dökülecek üzerimizden ve biz kalacağız bir tek Rabbimizle. Ona anlatacağız derdimizi. Ve bu değil midir insanın yaratılışının gayesi. Aciziz, çok konuyu biz çözemeyiz. Seçtim oldular hikaye. Anestezisiz ameliyat olmak gibi yaşadıklarımızı tüm ayıklığımızla kaldırmak için bizden çok büyük bir gücün yardıma muhtacız. Gerisi lafı güzaf. 

Handan Kılıç

15/12/2021 

18:22

İzmir               

Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak?

“Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak, belki bu aşk ölümsüz belki yarım kalacak” diye şarkıya eşlik ederken yine seslendin bana.

Değirmen taşı edasıyla yavaşsın ama öğütüyorsun pastayı, böreği. Gelenler yeşillik olmasın sade. O vakit bir naz bin niyaz. Günlerce bekletiyorsun değil mi?

Hele bu ara hep bir isyan! Ne vereceğim sana, şaşırdım vallahi.

Çok yüz verince böyle olur. Kimi başına taç edersen ondan görürsün eziyeti.

İlk zamanlar neler çektirmişsin anneme, bir yumurtayı alman saatlerce sürermiş. Sonunda onun istediği gibi ne verirse alacak şekilde hizaya gelmişsin ama bu sefer büyüdün diye en çok kızan yine o olsa da olan bana olmuş.

Seni kestirip atmayı çok düşündüm ama kıyamadım. Hem sonra bir parça bile kalsan büyüdüğünü söylediler. Üretkensin maşallah. Öyleyse uğraşmaya değmez dedim. Komşular da üşüşür başına, kan parası ister. Sonra uğraş dur, isyan bastırmaya dediklerinde tamamen vazgeçtim. Bana senin başkaldırıların yetiyor.

Allak bullak hayatım belki yirmi gündür. Gel seninle bir anlaşma yapalım sen beni üzme, isyana son ver, ben de seni üzmek zorunda kalmayayım. Aman bu lafları da çok duyduk değil mi? Üzmem, kıymetlimsin diyenler üzmedi en çok beni, seni.

Ama neyse boş verelim, önümüzdeki maçlara bakalım. Gel seninle anlaşalım. İstediklerini vereceğim ama sen de şartlarıma uyacaksın. Öncelikle bekleme yapmayacaksın. Girişleri, çıkışları düzenleyeceksin. Geleni denetle. İstemiyorsan hiç sokma, daha o anda iade et. Hadi katakulliye geldin kapıyı açtın. Çıkışı da bırak, sal gitsin yahu! Sen ne uğraşıyorsun. Başkasının işini yapma, bırak öbürleri de çalışsın hem sana da yazık. Ve inan bana da yazık.

 Suçum ne benim, neden yapıyorsun bana bunu? Hangi dediğine karşı geldim, ne istedin de vermedim? Ömrüm senin emrinde geçti. Krallık senin, söz senin, daha ne istersin?

Hadi gel, el sıkışalım, barışalım. İnan bugüne kadar ne hata yaptıysam bir daha yapmayacağım.

#handankılıc

9.12.2021 

 

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...