sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gurbette yorgun düştüm

 

Merhaba, 

Burası öncelikle kendime tuttuğum bir günlük. Bu nedenle bir yerlerde yayınlanmış yazılara ait linkleri de elimin altında olsun diye ekliyorum. 

Sanal yazı evi benim ikinci evim:) Bazen birinci bile oluyor. Ev halkım önceliğimin yazı evi ve yazı arkadaşlarım olduğunu bilir. Programlarımızı ona göre ayarlar. 

Dört yıldır devam ettiğim bu güzel mekanda da bir blog var. Orada yer alan yazıları buraya koymamışım. Rastlayınca ekleyeyim dedim. Yazı ile ilgili olan ya da ilgilenmek isteyen herkesin ilk adresi olmalı sanal yazı evi.        


İşte oradan eski bir yazı:  

Gurbet'i  okumak için tıklayınız.

Gitti gidiyor'u okumak için tıklayınız. 

ULAY ÖLDÜ DİYELER ... MARİNA ABRAMOVİC'E YA DA AŞKA BAŞSAĞLIĞI




Ben dün hastanelerde kendimden geçmiş koştururken duymamışım. Bambaşka bir şey yazmak için bilgisayarı açtığımda fark ettim haberi, Ulay ölmüş dün. 

Ölümlerin gözyaşı olup aktığı bu günlerde acıdan dilsizdi yüreğim. Büyük acılar sessiz yaşanır çünkü. Lakin dışarı çıkınca yeniden fark ettim ki, hayatın bir döngüsü var ve ateşin düşmediği her yere bahar gelmiş. İnsanlar nefes almak için kendini güneşli sokaklara atmış. Koca bir cenaze evi gibi olan memleketimin dağlarına, kırlarına, caddelerine gelen erken baharı kutluyor. 

Hayat hızlı akıyor, yaslar da aşklar da kısa sürüyor artık. Bu benim canımı yakan bir durum olduğundan belki de Ulay'ın ölümü haberi dikkatimi çekti.


Herkesin birini bulup birbirini bulmasının mucize olduğu bu dünyada, hele de şimdilerde pek rastlanmayan bir aşkın uzun yıllar taşıyıcısı olmuş bir adam Ulay. Öyle olunca benim de yanaklarımdan bir kaç damla yaş süzüldü, yitirdiğimiz her şeyle beraber aşk için, geride kalan aşıklar için... Ulay için.  Oysa onu hiç tanımıyorum. Adını da 2010'da Marina'nın performansına aniden çıkıp gelişinin tüm dünyada TT olması ile duydum, herkes gibi. İzlemeyenlere mutlaka tavsiye ederim. 

Ölüm haberini okur okumaz Marina'yı düşündüm hemen. Otuz bir yıl önce ayrıldığı adamın arkasından ne hissetti kim bilir dedim. Bir kaç kelam edip başsağlığı dileyeyim istedim. Bir o eksikti demeyin de kulak verin, videolara göz atın. Aşkın en duru haliyle sığındığı o damlada kalbi terk edişini izleyin. 

Acaba bu ölüm haberi ile, yirmi bir yıl sonra onu gördüğü gün tutamadığı gözyaşları yine istemsiz dökülmüş müdür? Yoksa bile isteye birlikte geçen zamanların anılar gelgitinde hüngür hüngür ağlamış mıdır?, diye düşünmeden edemedim. 

Bunca zaman sonra, artık ölmüş birinin ellerini eskisi gibi sıkıca tutma isteği duymuş mudur?, diye de merak ettim.

Uzun yıllar ayrı hatta birbiri ile davalık olan yetmiş dört yaşındaki eski çiftin 2018 de barıştığı haberleri de çıkmıştı. Bir kitap hazırlayacaklardı ama sonra Marina'nın kitap haberi geldi. Dünyanın en cesur gösterilerini yapmış bir asi, üzerine kurulmuş her baskıya karşı durmuş bir kadın olarak yetmiş yılın muhasebesini yapan Marina, hayatını evrelere ayırıp doğrusu yanlışı, aşkları ve pişmanlıklarını tıpkı performanslarında olduğu gibi tüm çıplaklığı ile yazmış İngilizce yayınlanan kitapta. 

Verdiği röportajda Şöhretin başını döndürüp döndürmediğini soran gazeteciye "25’imde şöhret olsaydım belki durum değişirdi. Aman canım, 50’sinden, 60’ından sonra gelen şanı şöhreti kim ne yapsın… Değişecek halim mi kalmış? 60’sından sonra ünlü olmak angaryadan başka bir şey değil. Woody Allen’ın dediği gibi: “Doğru. Bugün bir yıldızım. Yarınsa koca bir kara delik” diye cevaplayan kadın kendini hiç bir yere ait hissetmediğini de şöyle ifade etmiş: "Amerikan değilim. Sırp değilim. Hollandalı değilim. Ben kimseyim. Göçmenim. Benim memleketim dünya. Ülkelere, bölgeleri ayrılmamış, tek başına kocaman bir memleket olan dünya." 
Bu arada sanatçının büyük annesi de Türk imiş. Kendisi de Yugoslavya'da büyümüş. Hayatı boyunca iki büyük aşkı olmuş. İşte Ulay bunlardan biri. Bilmeyenler için hikayenin kısa bir özetini geçelim, detay isteyenler burayı tıklayabilir.

Bana her şeyi yapabilirsin” adlı birperformans çalışması ile 1974  yılında adını duyuran Marina Abromovic’in 1975’te aşık olduğu adam Ulay. 1976'da ilk eşinden boşanan sanatçı, tam on iki yıl, yani 1988 yılına kadar filmlere konu olacak derinlikte bir aşk yaşadığı Umay ile Çin Seddinde bir performans sergilemek ve orada evlenmek istiyor. Ama çok bilinmeyenli bir denklem olan hayat, performans sanatlarının ustası olan kadına bambaşka bir sürpriz hazırlıyor. Çin Seddi performansı için bir türlü gerekli izinleri alamıyorlar. Bir gün bekledikleri o iznin haberi geliyor ama ikilinin ufak dedikleri bir sorunları var. Ulay, büyük aşkını aldatmış ve beraber olduğu kadın hamile. 

Ulay, insanlık halleri üzerine sanat yapan, insan seven büyük bir sanatçı ve yaratımın mucizesi olan yeni bir insanın dünyaya gelişinde babası ile olması gerektiğine inanıyor. Büyük bir fedakarlık yaparak aşkından vazgeçiyor. 

Ama birbirlerine uzun yıllar tutku ile bağlı bu çift kendilerine yaraşır bir karar alıyor. “Her ayrılık vedayı hak eder” diyerek 6000 kilometre uzunluğundaki Çin Seddinin iki ayrı ucundan birbirlerine doğru yürümeye başlıyorlar ve iki buçuk ay sonra buluştukları noktada vedalaşıp ayrılıyorlar. 

Neye niyet neye kısmet dedikleri bu olsa gerek. Evlenmeyi istedikleri yerde ayrılmak... Ulay o kadınla evleniyor, Marina tek başına performanslarına devam ediyor. Belki de, uzun zaman onda tutuklu kalıyor ama ne de olsa hayat yalnız yürünen bir yol. Kimse kimseye sonuna kadar eşlik edemiyor. Bazen eşlik ettiğini sandıkların da yollarda kalıyor işte.

Şimdi olayın bir başka boyutu üzerine sesli düşünmek istiyorum. (Eşlik etmek isteyenler okumaya devam ederken bir yandan da, linkleri de tıklayıp yeni sekmede açılan şarkıyı dinleyebilir.)  

Bağlı olmak, bağımlı olmak hep tartışılan, bağlılık idealleştirilirken bağımlılık kınan bir olgu. Oysa birçok ilişki pataolji barındırır. Bunu anlamak için Sezen Aksu parçalarını dinlemek kafidir. Aklı başında yaşanacak bir şey değildir aşk. Ya da aşk sandıklarımız hep bir eksiğin yeri dolsun diyedir. Bireyler, anne ve babalarından alamadıkları ya da alırken çeşitli sebeplerle kesilen, yarım kalan, eksikliğini hissettikleri ilgi ve sevginin peşinde bir ömür geçirirler. 

Bu yolda bir çok kalbe girer çıkar, her ne kadar “Uzak benden aşk uzak artık” deseler de kilidine uyacak anahtarı aramaktan vazgeçmezler bir zaman. 

Ama sonra bir gün vazgeçmek zorunda kalır "Mutlu ol sevgilim, ben olmasam da yanında hayat gülsün sana, günahın boynunda ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda" derken bile çelişkiye düşer, "Git, git, gitme dur yalan söyledim, daha şimdiden deliler gibi özledim" diyerek oldukları yerde mırıldanırlar acıtan, kanatan şarkıları. "Ah bu şarkıların gözü kör olsun" diye sitem yollarken "Gel gönlümü yerden yere vurma güzel ne olursun" diye de eklerler. Aslında "İyiyim"lerin arkasında nice acılar saklıdır da kimse nasıl olduğunuzu gerçekten sormadığından her şey içte yaşanan bir fırtına olarak kalır. 

Kendinde olmayanı ararken insan, tabi ki travmaları üzerinden hareket eder. Sonuç her aşk patalojiktir. İki kişinin arasında ne yaşandı, ne yaşanamadı kimse bilmez ama biraz tahmin yürütsek de ders çıkarsak kendimize hiç fena olmaz. 

Marina Abramovic baskıların yoğun olduğu bir dönemde çok da sevgi ve ilgi görmeden büyümüş, baskılara karşı duruş olarak sanatı seçmiş özgür ruhlu bir kadın. Sanki bir yanı her şeye karşı durmak istiyor ama bir yandan da kendine işkence yapılmasına müsaade edecek kadar bilinçaltı yaralı. İnsanların kötülüğünü, duyarsızlığını gösterirken kullandığı yöntemler de patalojik ama sanatın olduğu her yerde çılgınlık da bulunduğundan kabul ediyoruz kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri deneyen bu insanı. Bütün gençliği boyunca bedeninden nefret ettiğini söyleyen sanatçı onu çırılçıplak performanslarda sergileyerek başka gözlerden onay aradı ve buldu belki ama bunu ileri yaşlarına kadar kendinde hissedemediğini, ne zaman kendi ile aşk yaşamaya başladı ancak o zaman bedenini de sevdiğini itiraf ediyor. Belki de o da tüm kadınlar gibi tek kalıba sokulmak istendikçe, özünden uzaklaşmasına sebep olan eril düşüncenin iktidarına onların dediklerine karşı gelerek direniyor. Bir yandan da seçtiği performanslarla farkında olmadan kendini eril dilin kendisine layık göreceğini düşündüğü şekillerde cezalandırıyor. 

Her gösterisine "Bu sefer öleceğim" diyerek çıkan kadın, hem bir 
meydan okumanın hem de kendini yok etmenin yollarını aynı yerde arıyor. Kendinden soyundukça karşılaştığı benliği ile var oluşunu kutluyor. Bu esnada hayatına değip geçenler olduğu gibi uzun yıllar eşlik edenler de oluyor. Ulay da onlardan biri, belki en derini. 

Gerçek bir sanatçı olan Marina mazoşist yanı ile bağlı olduğu sanatının yanında Ulay’a da bir bağımlık geliştiriyor.  Önce rakibi iken birlikte bütün olmayı başarıyorlar. Bunda ikisinin de muhteşem insanlar olaması değil etkili olan. Bilakis marazi bir ilişki, biri bağımlılık düzeyi yüksek mazoşist, tutkulu, çılgın bir kadın diğeri de muhtemelen bu denklemin ihtiyacına cevap veren X kişisi. Adının Ulay olması bir denk geliş. Bir bağımlının aynasında kendini gören, bundan doyum sağlayan narsistik, kendine aşık bir adam. Ve ne zaman Marina ya da onun gibi kadınlar asıl aşkı yaşadığı sanata/çocuğa/hayata ve benzeri konulara daha fazla zaman ayırıp, sevgisine alıştığı adamın egosunu beslemeyi bıraktığında, emmeye alışık ilişkinin tarafı yeni arayışlara giriyordur. Tabi burada kadın/erkek taraflar değişebilir, narsist bir kadın bağımlılık geliştiren bir adamla oyuncak gibi oynayabilir. Dışarıdan sağlıksız olduğu apaçık görülen bu ilişkilerde taraflar istediğini aldığı sürece sorun çıkmaz. Ama biri değişirse dengeler alt üst olur.  

Aslında bütün uyumlu ilişkiler böyledir. Marazlı insanların birbirine iyi gelmesine mutlu aşk diyoruz ama aslında mutlu aşk yoktur diyen Aragon da haklıdır. Galiba yer yüzündeki insan sayısınca aşk var. Birliktelikler kadar ilişki çeşidi ve iyileşmeyi beraber seçmeyince ayrılıkla neticelenen sonlar...

Çeşidi, dozu, bağımlılığı, eziyeti, beni yak kendini yak, her şeyi yak diye bağırışları olsa da bu dünyada aşk var. İnanmayan tekrar izlesin, 21 yıl sonra karşılaştıklarında Marina'nın gözlerinden süzülen o dupduru duyguyu, Ulay'ın yüzündeki özrü, kadınını gördüğünde gözlerinde beliren ışıltıyı.

Dininle dinlen, toprağında Ulay... Başın sağolsun aşkın kadını Marina!    

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

EŞİK 2019- BELGESEL- DİLEK GÜL



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 56. Film   

Bu gün anlatmak istediğim film yine Mülteci Film Festivalindeki belgesellerden biri. 

Hepsi birbirinden güzel bir çok yapım izledik ama bu hepsinden farklıydı. Acıları ile bildiğimiz, çoğu zaman görmezden geldiğimiz, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını gideremeyen mağdur olmuş mülteciler yerine belgeselde gördüklerimiz bambaşka bir ülkede kendi ayakları üzerinde durmayı becermiş başarılı kadınlardı. 

Yönetmen, "İnsanların hikayesini öğrenince empati kurarsınız. Sinema da bunu amaçlar. Hikayesini dinlediğiniz insana yaklaşırsınız yoksa yanından geçip gidersiniz. Ben bu farkındalığı oluşturmak istedim diyor eseri için yola çıkış serüvenini anlatıyor.

Açıkçası kadınların bin bir dertle uğraşıp kariyer yaptığı, ev, çocuk, iş yükünün altında ezildiği bir ülkeye mülteci olarak gelip kendi işlerini kurarak azimle çalışan kadınları görmek, hayat felsefelerine dair anekdotlar dinlemek, gösterim sonrası yönetmen Dilek Gül ile Suriyeli genç kadın gazetecinin sohbetine katılmak bir kadın olarak bana motivasyon kaynağı oldu.   

Savaşla, hukuksuzlukla yıkılan bir ülkeden geriye dağılmış hayatlar kalıyor. Ne oturacak bir ev ne de can güvenliği olmayan insanlar en temel içgüdü olan hayatta kalmanın yollarını arıyor. 

Belgeselde babası da gazeteci olan ve sık sık gözaltına alınan genç kadın gazetecinin babası "Senin kolunu kızınla kırarız" tehdidi aldıktan sonra Türkiye'ye geldiğini söylüyor. Aslında ülkede huzur ortamı bozulup hukuksuz tutuklamalar, faili meçhul infazlar başlayınca çevresindeki eğitimli kesimin ülkeyi terk ettiğini ama kendisinin vatanından ayrı kalmayı düşünmediğinden bunu yapmadığını söylüyor. Ancak tehditler artınca yanına annesini de katan babasının isteği ile yedi yıl önce Türkiye'ye geldiğini anlatıyor. Bu zamanın onu nasıl etkilediği sorulduğunda Dima şöyle yanıtlıyor:

"Çok değiştim, arkama bakmamayı öğrendim. Gelecek güzel. Ülkemde tutuklu ya da ölü olmak istemedim. Eli silah tutan da olmadım. Ama artık bir çok güzel duygumu da kaybettim. Eskisi kadar hassas ve duygusal değilim. Eski Dima yok ama yeni Dima'yı kazandım. Hiç bir şeyden korkmayan, rüzgarlarda devrilmeyen, dağ gibi durmasını bilen bir insan oldum. Ama ailemden arkadaşlarımdan uzak kaldım. Kaybettiklerim oldu. Önceden gelip yerleştiğim için savaş sonrası gelenler gibi mültecilik yaşamadığım halde çok değiştim. Savaş çok acı ve serttir. Ülkemizde bunların yaşanacağını hiç düşünmedik. Bu duygu çok kötü. Bir anda vatansız kalıyorsun. Savaşı hiç bir ülke için dilemem, düşmanım için bile."

Diğer bir başarılı kadın da ülkesinde kalsa doktora yapmayı planlayan bir öğretmen. Hiç kimsenin yanında çalışmamış ekonomik sıkıntı çekmemiş, iki çocuk sahibi bir insan iken İstanbul'a geliyor ve hayatta kalabilmek çocuklarına bakabilmek için iki yıl tekstil atölyelerinde ucuz işçi olarak çalışıyor. Dil bilmediği için sürekli ona bağırarak konuşuyorlar ve o da kendini anlatamadığı, söylenenleri anlamadığı için ağlıyor. En sonunda işi bırakıp tek tek mülteci aileleri gezip kaç çocukları olduğunu, okula gidip gitmediklerini araştırıyor ve bir anaokulu açmak için çalışma yapıyor. Bunun için dernek kurması gerektiğini öğrenip hiç tanımadığı bir şehirde anlamadığı bir dilde başvurular yaparak önce derneği sonra okulu kurmayı başarıyor. 

Kısa sürede beş yüz öğrenciye ulaşan okulda bir sürü genç öğretmeni de istihdam ediyor. Onu hayatta tutan felsefenin de "Yarın bu günden güzeldir, hep böyle inanırım" olduğunu söylüyor. 

Bir kapı kapanır, başkası açılır derler ya işte o şekilde eğer Suriye'de kalsaydım bir okul açmayı hiç düşünmez, normal bir öğretmen olarak işe gelir giderdim ama şimdi istihdam sağlıyorum, yeni gelenlere yardım ediyorum, diyor.

Bir diğer başarılı kadın ise lisans eğitimini İtalya'da yapmış, uluslararası bir çok ödülü bulunan bir ressam. İstanbul'u bütün Avrupa şehirlerine yeğlediğinden, barıştan yana olduğu ülkesinden ayrılıp buraya yerleşmiş. İstanbul'da atölye açmış. Burada bulunan soydaşlarına yardım etmenin peşine düşmüş. Asla umutsuz olmamış ve hayatı boyunca istediklerinin peşinden azimle gitmiş. Bu gün bir kadın olarak vatansız iken sanatını devam ettirebilecek bir noktaya gelmiş. Yani insanın kendine gerçekleştirme basamağına ulaşarak ihtiyaçlar piramidinin zirvesine çıkmış. 

Demek ki, bir kadın vatansız da olsa, azimli ve kararlı olduğunda hiç dil bilmediği bir ülkede tek başına ayakta kalabiliyor, çocuklarına ailesine bakabiliyor, sanat yapabiliyor. Sanırım suya düşenin çırpınırken mecburen yüzmeyi öğrenmesi gibi bir durum söz konusu.             

Yönetmen Dilek Gül'ün 42 dakikalık belgeselinin hazırlık sürecini anlattığı videoya buradan ulaşabilirsiniz. Belgesele de rastlarsanız mutlaka izleyin. Azmin zaferine şahit olun. İyi seyirler.

 

49-KÖPRÜDEKİLER MEN ON THE BRIDGE

TÜRKİYE-ALMANYA-HOLLANDA/TURKEY-GERMANY-NETHERLANDS, 2009, 35 mm, renkli/color, 87’



YÖNETMEN/DIRECTOR: Aslı Özge
OYUNCULAR/CAST: Fikret Portakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker
ÖDÜLLER/AWARDS:

Ankara Uluslararası Film Festivali “Ulusal Yarışma–En İyi Film”, “En İyi Kurgu”/Ankara International Film Festival “National Feature Film Competition – Best Film”, “Best Editing”, 2010
Altın Koza Film Festivali “En İyi Film”/Golden Boll Film Festival “Best Film”, 2009

İstanbul Film Festivali “Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi”/Istanbul Film Festival “Best Turkish Film Of The Year”, 2009
Londra Türk Filmleri Festivali “Golden Wings Dağıtım Ödülü”/London Turkish Film Festival “Golden Wings Award”, 2009

Aslı Özge’nın 2009 yılında heyecanla karşılanan, festivallerde ödülleri toplayan bu filmi, yeni bir sinema diliyle de tanıştırıyor seyircisini. İstanbul’da yaşama tutunmaya çalışan üç erkeğin öykülerinin kesiştiği Boğaz Köprüsü’ni eksene alan film, gelecek korkusunun şekillendirdiği gündelik hayatlara odaklanıyor. Filmde, Emniyet Genel Müdürlüğü çekimlerin gerçek polislerle yapılmasına izin vermedi; filmdeki tüm polis rolleri için amatör ve profesyonel oyuncular seçildi diye tanıtılan film hakkında :

KİŞİSEL KANAATİM: Aman Allah'ım! Tam bir felaketti. Acaba nereye bağlayacak bu üç kişinin hayatını nasıl kesiştirecek diye sonuna kadar izleme zahmetine katlandığım filmde hikaye  öylece ortada bırakıldı. Tabi bu bir tür festival filmi tarzı. Ama neredeyse tüm salon ne kötü film diye söylendi, çıkanlar oldu. Sonuçta sinemada vizyonda değil, ciddi sinemaseverlerin takip etmeye çalıştığı bir festivalde memnuniyetsizlik ifadelerinin olması da manalı doğrusu. Ama film 5 ödül almış:)) Bu nedenle benim de dahil olduğum seyirciler demek biz sinemadan bir şey anlamıyoruz ki böyle hissettik diye de tepki verdi:)) En kötüsü de ne biliyor musunuz, oyuncular. Kesinlikle filmi yönetmen kadar oyuncuların da taşıdığını, burada rezalet bir oyuncu seçimi olduğunu belirtmeliyim. Flash TV de reality showlarda oynayan oyuncuları mumla aradım desem yalan olmaz. Kabul ediyorum, oyunculuk ciddi yetenek istiyormuş:)) Şimdiye kadar kötü olduğunu düşündüğüm filmlerden özür dilemek istiyorum, bu kadar kötüsünü hiç bir yerde seyretmedim. Kuştepe'ye kamerayı götürmüş, oradaki halka kendiniz olun, oyunculuk istemiyorum demiş ancak kameranın varlığının farkında olan ara ara kameraya bakıp olmayacak yerde tıslayarak gülen insanlar filmin sahiciliğine gölge düşürmüş. Oysa iyi bir casting ve senaryo ile bu hikaye işlenebilirdi. Filmi izleyen ve festival jürilerinin ödül verme sebebini anlayan varsa bana izah ederse sevinirim:)))    

GÖĞE BAKALIM, GÜZEL KALALIM





Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile yeterli vakit ayıramıyorum. Yapılan yorumları bile görmemişim. Blog dostlarım affetsin, şu koşuşturmaca bitince yine buralarda olup gezecek, güzel yazılar okuyacağım. 

Günler sonra evde olmanın keyfini çıkararak bu sabah alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ediyorum ki bu ne güzel bir özgürlüktür. 

Canım annem, özenerek bir kahvaltı hazırlamış, hazıra kondum. Bir demlik çay içtim, keyiflendim. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım, zaten kötü de değil hayatım, biraz ağır aksak gidiyor ama hala ayaktayım. 

Keyifli olmamda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara sosyal medyada yine can sıkıcı başlıklar gördüm ama ne yapalım kötülük dünyanın her yerinde her an tekrarlanan bir yaratım, iyilik de, ben iyiyi görme kararı aldım. Ki şahane bir rüya da gördüm, yorumlarına baktım, ferahlık dolu günlerin yakın olduğunu söylüyordu, yeni yıldan umutlandım.

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonumu salgılattım sevgili beynime. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissettim. Yine açık, güneşli şahane bir hava var İzmir'de. Ay bu sabah ütü bile yaptım, bu kadar saate ne çok iş sığdırdım, aferin bana dedim, daha da keyiflendim.  

Aile evi başka. İnsanın en çok ait hissettiği yer, toprağı, anıları her şey orada. Evimiz hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım her seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum. 

Ve bu sabah da soruyorum, bu günün bana hediyesi ne? Bolluk, bereket, huzur, ilham hangi şanslarla üzerime akacak, kabuldeyim, güvendeyim. Tüm olumsuz düşünceleri de iptal ediyor, evrenin sonsuz ışığına yolluyorum.     

İşte böyle içimdeki çocukla beraber mesai öncesi hareketliliği de izleyince hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada, anılarda buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu gün de, göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikodusundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...

Yavaşlayalım, duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet, her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Güzel ses, güzel şarkı ama Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. Çünkü yaşıyoruz, bundan büyük mutluluk yok.

Hatta çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım ve oraya yükselelim. Hayatta dertler, tasalar da misafirdir, onları da uğurlayıp mutluluklara kapı açacağımızı unutmayalım.

Yaşasın hayat, yaşansın huzur!

Kocaman gülümseyin bu gün:) Ben öyle yapıyor ve şimdi yazacağım hikaye için buradan ayrılıyorum:))



KOR / 2016 / ZEKİ DEMİRKUBUZ









41. Film 

Bu gün hazır Ufak Tefek Cinayetler günü (sahi neler oluyor haftalardır seyredemedim) moroccom un blogunda da bu filmi görünce popüler dizinin Merve'si, Aslı Gürbüz'ü izleyeyim dedim. 

Yönetmen Zeki Demirkubuz'un ustalığı zaten tartışmasız ve oyuncu seçimleri karakterler için cuk oturmuş olunca yine iyi bir film ortaya çıkmış. Hem sosyolojik hem psikolojik açıdan güzel tahliller yapılmış. 

Merak edenler konusuna ve filme her yerden ulaşabilir. 

Filmin bana bıraktığı kadim sorulara gelecek olursak; kadınlar ne ister, aşk mı, güven mi, sevgi mi? Neye değer verir? Değerlerini nerede yıkar geçer? Kendi halinde yaşayan bir kadını ne baştan çıkarır? diye arka arkaya dizebilirim.

Ve tabi daha önce bir yazımda da bahsettiğim gibi kadınlar aşık mıdır yoksa maşuk mu? sorusu var.

Filmin cevabı son derece gerçekçi; kadınlar her ne kadar sevgiye, aileye, emeğe değer verse de asıl istedikleri aşkla sevilmek. Hani o kısa süren, herkesi ele geçirebilen büyülenme halinin içine düşmek. Bir erkeğin gözünde o ateşi yakabildiğini görmek. Böylece kendi varlığını anlamlandırmak... Yaşadığını hissetmek, sönen ışığının parlaması... 

Peki ya erkekler ne istiyor? Madem kadınlar için cevaplar acımasızca veriliyor, o zaman erkeklere de aynı acıtan dürüstlükle yaklaşalım. Zevkler ve renkler değişse de herkesin bir güzeli vardır ya hani işte erkekler de kendilerini çeken bir güzelliğin peşinden gidip elde etmek istiyorlar. Ve bunun için hiç bir masraftan kaçınmıyorlar. Hatta bazen aşıkmışcasına güzel sözler ederek kadınları kendilerine bağlıyorlar. 

Hedeflerine ulaştıktan sonra ise o kısa büyülü birliktelik zevkle yaşanıyor. Sonrası... Sonrası, herkes için hüsran... 

Aşk ne kadar güzel bir duygu olsa, içindeyken insanı bulutların üzerine çıkarsa da, sonrasında yere çakılış da o kadar sert oluyor. Ve birlikteliği ayakta tutacak başka dinamikler yoksa herkes bir yana savruluyor. Hatta bu savruluş bazen aynı evin içinde yaşanıyor.      

Çocuklar... Onlar arada derede büyüyor. Merkezde durduklarından haberleri olmadan savruluşun ipini tutup gönülleri nerede ve kimde olduğu belirsiz anne ve babaları uzun vadede birbirine hapsediyor. 

Alain De Botton haklı galiba: "Doğru insan diye bir şey yoktur, biraz yakından bakınca herkes biraz sorunludur." 

Zeki Demirkubuz filmleriyle can yakmaya devam ediyor.

YARATMA CESARETİ

Bu gün yazmak üzerine düşünenler için de önemli gördüğüm aslında sanatın her dalı ile ilgilenenler için mutlaka okunması gereken bir kitaptan bahsetmek istiyorum. 

Öncelikle kitap konusunda çevirmenin bir notunu aktarayım:
"Bu kitap topluma hitap etmez. Okurunu oldukça bireyleşmiş kişilerden seçmek zorundadır."

Bu nedenle ilgilisine zevkli gelecek bu eserin kolay akmadığını belirteyim. Çeviri metin olması hasebiyle iyi bir çevirmene denk gelinmiş olması, çevirmenin(ALPER OYSAL) uzun bir sunuş yaparak kitabı ve yazarını tanıtması ise bir şans.

Kitabı kısaca özetleyecek olursam şöyle diyor: 

İnsanlar, normal ve anormal (psikolojik hastalık sahibi) olarak ikiye ayrılıyormuş gözükse de bir grup daha vardır ki, yeniden meydana getirme yetisine sahip olan sanatçılardır. Bazen sanatçıların çılgınlıkları nevroz ya da şizoid görüntüsü verse de bu özel yeteneklerinin ortaya çıkmasıdır. Onları sevelim.

Sanatın hangi dalı ile olursa olsun ilgilenen herkese tavsiye edeceğim bu kitabın tanıtımı için biraz detaylı bilgi verecek olursak: 

Kitap 1975 yılında Amerikan varoluşçu psikoterapisinin önemli temsilcilerinden aynı zamanda kendisi de sanatçı olan Rollo May tarafından kaleme alınmıştır.

Varoluşçu psikoterapi insan üzerinde çalışırken onu parçalara bölmeyen ve insanlığını bozmayan bir bilimin olanaklılığı varsayımına dayanır. Teknik kullanmaktan hoşlanmayan varoluşçu psikoterapistler “hastadan hastaya ve tedavinin her safhasında değişebilecek” bir tavır izler.

Yazar bu kitabın adını bulurken esinlendiği eserin PAUL TİLLİCH’in THE COURAGE TO BE = OLMA CESARETİ olduğunu memnuniyetle belirtiyor.
Cesaret nedir sorusuna şu cevabı verebiliriz: umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.

Cesaret Çeşitleri’ne gelirsek:
1-Fiziksel Cesaret
2-Moral Cesaret
3-Toplumsal Cesaret
4-Cesaretin Paradoksu
5-Yaratma Cesareti

Yaratma cesaretine sahip olanların dine karşı bir başkaldırı içinde oldukları sanılabilir. Bu bir paradokstur ama dinde en büyük değer kazananlar dalkavuklar ya da statükoya en sıkı sarılanlar değil başkaldıranlar olduğu, tarihte ermiş ile başkaldıran insanın ne kadar sık aynı kişide birleştiğinden anlaşılabilir. Sokrates, Hz.İsa gibi.

Psikanalitik çevrelerde yaratıcılığın sık kullanılan tanımı; egoya hizmet eden bir gerilemedir. Ancak yazar empatik yaklaşmayı benimsediğinden özde nevrozun bir dışavurumu olarak kabul etmiyor. Yaratıcılığın kendi özel kültürlerinde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği muhakkaktır diyerek Van Gogh çıldırıya kapıldı. Gaugin içe kapanık (=şizoid)ti, Poe alkolikti, Virgina Woolf ciddi bir çöküntü içindeydi örneklerini sunuyor. Bu durumların yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmeyeceğini belirterek ikilemden bahsediyor. Yani bu yazarların nevrotik durumları tedavi edilse artık yaratma yetilerini kayıp mı edeceklerdir sorusu zihinleri tırmalıyor. Ve kendisinin de sanatçı olması hasebiyle empati kurarak yeteneğin hastalık, yaratıcılığın nevroz olduğu fikrine karşı durarak kitap boyunca sanatçıların özel insanlar olduklarını ispata çalışıyor.

YARATICI SÜREÇ

Bu bahse gelindiğinde şöyle bir sıralamaya gidiliyor:
-Karşılaşma. İradi ya da gayri iradi olabilir lakin yoğunlaşmanın sonucudur.
Kaçak yaratıcılık diye adlandırılabilecek bir durum vardır. Burada sanatçı muhteşem bir karşılaşma yaşamaz yeteneği vardır ve bir şeyler meydana getirir. Bir de tersi vardır, yani yetenek değil karşılaşma etkindir. Mesela Amerika’da yüksek düzeyde yaratıcı simalardan biri olan romancı THOMAS WOLFE’un YETENEKSİZ DAHİ olduğu söylenmiştir.Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi, yani büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.

Bu nedenle has yaratıcılığın yoğun bir farkındalık, bir bilinç artışı ile nitelendiğini belirtir. Önemli bir nokta da farkındalığın daha derin yanlarına ulaşmak için kişi kendini karşılaşmaya tam teslim etmelidir. Ancak bu hal sarhoşlukla ya da vitalite(=canlılık, dirilik, yaşam enerjisi) ile karıştırılmamalıdır. Bir nevi vecd halidir. Gerçekten de bir nesneyi ona duygulanımsal bir bağlanışımız olmadan göremeyiz. Bu gerekçe en iyi biçimde vecd durumunda geçerli olabilir.

Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız bunu sanatın derinlerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız. Dolaysız biçimde eserlerine sembollerle yansır bunlar didaktik ifadelerle olmaz yoksa propaganda vb. hatalara düşülerek verilen eserlerde o ölçüde ifade gücü kırılır, kültürün bilinçdışı düzeyleriyle olan ilişkileri tahrip olur. Dönemsel özellikleri en iyi sanat eserlerinde bulmamızın sebebi de sanatın özünün sanatçıyla dünya arasında güçlü ve canlı bir karşılaşma olmasıdır.

BİLİNÇDIŞI: Bireyin gerçekleyemeyeceği veya gerçeklemeyeceği eylem ve farkındalık gizilgüçleri olarak tanımlıyor yazar.

BİLİNÇDIŞI VE YARATICILIK: Bu durumun aşamaları şöyle sıralanabilir:
1- Zihinde şimşek çakar.
2- Çevresindeki her şey aniden canlılık kazanır.
3- Kavrayış hiçbir zaman ıskalayan ya da denk gelen bir şey değil, kavrayışın belirişi asıl unsurlarından biri de kendimizi verişimiz, bağlayışımız olan bir model uyarınca gerçekleşir. Bu hamle sadece “oluruna bırakarak”, “işi bilinçdışının halletmesine bırakarak” çıkıp gelmez. Kendimizi en yoğun biçimde bağladığımız alanlardaki bilinçdışı düzeylerden doğar.
4- Kavrayışın çalışma ve gevşeme arasındaki bir geçiş anında gelmesi; iradi çabanın kesintiye uğradığı ara zamanlarda olması da dördüncü aşamadır.

Psikolog POİNCARE şu soruyu soruyor: Fikirler ileri fırladıktan sonra zihinde neler oluyor? Cevabı özetlersek bu deneyimin özniteliklerini şöyle sıralarız;
1- Aydınlanmanın birdenbireliği
2- Kavrayışın kişinin kuramlarında bilinçle sarıldığı şeye karşı çıkıp gelişi; bir bakıma da ona karşı gelmek durumunda oluşu
3- Olayın ve onu sarmalayan sahnenin capcanlı oluşu
4- Kavrayışın az ve özlükle ortaya çıkan dolaysız kesinliğinin yaşanması
5- Konu üzerinde bilinçdışı hamle öncesinde harcanan yoğun emek
6- “Bilinçdışı emeğe” kendi başına öne çıkma fırsatının verildiği ve ardından bilinçdışı hamlenin oluşabileceği bir istirahat (ki daha genel olan meselenin özel bir durumudur)
7- İstirahat ve çalışmayı değiştirip durma gerekliliği
İnsanın bu süreçte yapacağı hatalardan biri tek başınalığın kaygısını sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek olur. Bilinçdışından gelecek kavrayışları yaşamımıza alabilmek için kendimize tek başına olabilme yetisini kazandırmak zorunda olduğumuz aşikardır.
Yaratıcı karşılaşmanın muhteşem örneği iki sanatçının yaptığı bir çalışmada verilmiştir. Yazar JAMES LORD ressam ALBERTO GİACOMETTİ’ye poz vermiş ve eserin çizimi esnasında ressamın yaşadıklarını açık açık anlatmıştır.

YARATICILIĞIN SINIRLARI:

Yazar, “insanın olanakları sınırsızdır” tezine katılmıyor ve bunun şevk kırıcı olduğunu söylüyor. Bu birini kayığa oturttuktan sonra “Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!” diyerek İngiltere’ye doğru okyanusa itmeye benzer diye ekliyor.
Oysa kayığın içindeki diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pek tabi farkındadır. Bu da bize sınırların sadece önlenemez değil bir de değerli olduklarını gösterir. Yaratıcılığın kendisi sınırları gerektirir; çünkü yaratıcı edim insanı sınırlayan şeyle birlikte ve ona karşı ortaya çıkar. 

Hasıl-ı kelam; sanat eserinin özgün olabilmesi için karşılaşmadan doğması, yeterince demlenmiş duygu yoğunluğunun olması, bilinçdışını harekete geçirmesi ortaya çıkanın biçimle sınırlanması ama sınırların tutkuların denetiminde biçimlendirilmemesi gerekir.
Yaratıcı süreç biçim için duyulan bu tutkunun dışavurumudur. Parçalanmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç: Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilmesi mücadelesi.

Platon’un bize özet olacak çarpıcı bir öğüdü var:

Bir yolu hakkınca yürümek isteyen biri gençliğinde güzel biçimleri ziyaret ederek başlamalı; eğer ilk başta eğitmeni tarafından yolu ona bu güzel biçimlerden sadece birini sevecek şekilde doğru olarak gösterilirse, bu tek sevilenden doğru ve güzel düşünceler yaratacaktır; ve sonra o tek olanın biçiminin güzelliğinin bir diğerinin güzelliğine benzer olduğunu ve her biçimdeki güzelliğin tek ve aynı olduğunu kendi kendine algılayacaktır.

Kısa alıntılarla bahsettiğim kitap defalarca okunabilecek önemli bir eser. İlgililere tavsiye ediyorum.


DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...