olumlu düşünmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olumlu düşünmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EŞİK 2019- BELGESEL- DİLEK GÜL



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 56. Film   

Bu gün anlatmak istediğim film yine Mülteci Film Festivalindeki belgesellerden biri. 

Hepsi birbirinden güzel bir çok yapım izledik ama bu hepsinden farklıydı. Acıları ile bildiğimiz, çoğu zaman görmezden geldiğimiz, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını gideremeyen mağdur olmuş mülteciler yerine belgeselde gördüklerimiz bambaşka bir ülkede kendi ayakları üzerinde durmayı becermiş başarılı kadınlardı. 

Yönetmen, "İnsanların hikayesini öğrenince empati kurarsınız. Sinema da bunu amaçlar. Hikayesini dinlediğiniz insana yaklaşırsınız yoksa yanından geçip gidersiniz. Ben bu farkındalığı oluşturmak istedim diyor eseri için yola çıkış serüvenini anlatıyor.

Açıkçası kadınların bin bir dertle uğraşıp kariyer yaptığı, ev, çocuk, iş yükünün altında ezildiği bir ülkeye mülteci olarak gelip kendi işlerini kurarak azimle çalışan kadınları görmek, hayat felsefelerine dair anekdotlar dinlemek, gösterim sonrası yönetmen Dilek Gül ile Suriyeli genç kadın gazetecinin sohbetine katılmak bir kadın olarak bana motivasyon kaynağı oldu.   

Savaşla, hukuksuzlukla yıkılan bir ülkeden geriye dağılmış hayatlar kalıyor. Ne oturacak bir ev ne de can güvenliği olmayan insanlar en temel içgüdü olan hayatta kalmanın yollarını arıyor. 

Belgeselde babası da gazeteci olan ve sık sık gözaltına alınan genç kadın gazetecinin babası "Senin kolunu kızınla kırarız" tehdidi aldıktan sonra Türkiye'ye geldiğini söylüyor. Aslında ülkede huzur ortamı bozulup hukuksuz tutuklamalar, faili meçhul infazlar başlayınca çevresindeki eğitimli kesimin ülkeyi terk ettiğini ama kendisinin vatanından ayrı kalmayı düşünmediğinden bunu yapmadığını söylüyor. Ancak tehditler artınca yanına annesini de katan babasının isteği ile yedi yıl önce Türkiye'ye geldiğini anlatıyor. Bu zamanın onu nasıl etkilediği sorulduğunda Dima şöyle yanıtlıyor:

"Çok değiştim, arkama bakmamayı öğrendim. Gelecek güzel. Ülkemde tutuklu ya da ölü olmak istemedim. Eli silah tutan da olmadım. Ama artık bir çok güzel duygumu da kaybettim. Eskisi kadar hassas ve duygusal değilim. Eski Dima yok ama yeni Dima'yı kazandım. Hiç bir şeyden korkmayan, rüzgarlarda devrilmeyen, dağ gibi durmasını bilen bir insan oldum. Ama ailemden arkadaşlarımdan uzak kaldım. Kaybettiklerim oldu. Önceden gelip yerleştiğim için savaş sonrası gelenler gibi mültecilik yaşamadığım halde çok değiştim. Savaş çok acı ve serttir. Ülkemizde bunların yaşanacağını hiç düşünmedik. Bu duygu çok kötü. Bir anda vatansız kalıyorsun. Savaşı hiç bir ülke için dilemem, düşmanım için bile."

Diğer bir başarılı kadın da ülkesinde kalsa doktora yapmayı planlayan bir öğretmen. Hiç kimsenin yanında çalışmamış ekonomik sıkıntı çekmemiş, iki çocuk sahibi bir insan iken İstanbul'a geliyor ve hayatta kalabilmek çocuklarına bakabilmek için iki yıl tekstil atölyelerinde ucuz işçi olarak çalışıyor. Dil bilmediği için sürekli ona bağırarak konuşuyorlar ve o da kendini anlatamadığı, söylenenleri anlamadığı için ağlıyor. En sonunda işi bırakıp tek tek mülteci aileleri gezip kaç çocukları olduğunu, okula gidip gitmediklerini araştırıyor ve bir anaokulu açmak için çalışma yapıyor. Bunun için dernek kurması gerektiğini öğrenip hiç tanımadığı bir şehirde anlamadığı bir dilde başvurular yaparak önce derneği sonra okulu kurmayı başarıyor. 

Kısa sürede beş yüz öğrenciye ulaşan okulda bir sürü genç öğretmeni de istihdam ediyor. Onu hayatta tutan felsefenin de "Yarın bu günden güzeldir, hep böyle inanırım" olduğunu söylüyor. 

Bir kapı kapanır, başkası açılır derler ya işte o şekilde eğer Suriye'de kalsaydım bir okul açmayı hiç düşünmez, normal bir öğretmen olarak işe gelir giderdim ama şimdi istihdam sağlıyorum, yeni gelenlere yardım ediyorum, diyor.

Bir diğer başarılı kadın ise lisans eğitimini İtalya'da yapmış, uluslararası bir çok ödülü bulunan bir ressam. İstanbul'u bütün Avrupa şehirlerine yeğlediğinden, barıştan yana olduğu ülkesinden ayrılıp buraya yerleşmiş. İstanbul'da atölye açmış. Burada bulunan soydaşlarına yardım etmenin peşine düşmüş. Asla umutsuz olmamış ve hayatı boyunca istediklerinin peşinden azimle gitmiş. Bu gün bir kadın olarak vatansız iken sanatını devam ettirebilecek bir noktaya gelmiş. Yani insanın kendine gerçekleştirme basamağına ulaşarak ihtiyaçlar piramidinin zirvesine çıkmış. 

Demek ki, bir kadın vatansız da olsa, azimli ve kararlı olduğunda hiç dil bilmediği bir ülkede tek başına ayakta kalabiliyor, çocuklarına ailesine bakabiliyor, sanat yapabiliyor. Sanırım suya düşenin çırpınırken mecburen yüzmeyi öğrenmesi gibi bir durum söz konusu.             

Yönetmen Dilek Gül'ün 42 dakikalık belgeselinin hazırlık sürecini anlattığı videoya buradan ulaşabilirsiniz. Belgesele de rastlarsanız mutlaka izleyin. Azmin zaferine şahit olun. İyi seyirler.

 

ERMİŞ-HALİL CİBRAN



Hayat nedir ne değildir sorusu bu dünya üzerinden geçen herkesin zihninden geçmiş, yaşadığı zamana ve şartlara göre cevabı hep değişmiştir. 

Ben de hayata yüklediğim anlamların değiştiği bir dönemden geçtiğimden soruma yeni cevaplar arıyorum. 

Bu güne kadar yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var cümlesini rahatça kurabileceğim en önemli gerçekse hayatın döngüselliği.

Aslında her şeyin cevabı bir sonraki karede var. Yeter ki "Neden benim başıma geldi" diye hayıflanırken gelen cevabı kaçırmayalım. 

Geçen hafta bir yazımda, o gemi gelmeyecek demiştim. Oysa siz liman olup beklemeyi bilirsiniz elbet bir gemi gelir bulur sizi. 

Bu gerçeği bilsem de, bu cümleyi hayatına motto yapan bir arkadaşımın gemiyi beklemekten sıkılıp vazgeçişe teslim olduğunu öğrenince yaşadığım ciddi hayal kırıklığı sonrasında sarf etmiştim. 

Geciken geminin sarstığı inancın altında kalmak çok acı. Geminin geleceğine inanmak ise bizi hayata bağlayan kalın bir halat. Ona tutunmalı derken kardeşimin kitaplığından rastgele bir kitap seçtim. 
Ve hayatta tesadüfe yer olmadığı inancımı bir kez daha tazeledim. 

Elime Halil Cibran'ın Ermiş kitabı geldi. İlk sayfadaki başlığı görünce gülümsedim. "Geminin Gelişi" 12 yıl onu götürecek geminin gelişini bekleyen bir ermişin şiirsel söylevinin böyle başlaması, geminin geleceği konusuna takılan zihnime cevap olarak gelmiş, hayatın döngüselliği bu konuda da tamamlanmıştı. 

Şimdi geriye bu kısa kitabın derin satırları arasında dolaşmak, "ada"mın kıyılarına çarpıp duran dalgalarla ahengi yakalamak kaldı.

Etrafınıza dikkatli bakarsanız sorularınızın cevaplarını hiç beklemediğiniz bir anda hiç tahmin etmediğiniz bir şekilde alabilirsiniz. 

Biraz gayret... Verimli ve keyifli okumalar...

Kitabın arka kapak yazısı şöyle:

 “İnsan için tüm amaçlarını susuzluktan çatlamış dudaklara ve tüm yaşamı bir çeşmeye dönüştüren bir armağandan daha büyüğü yoktur kuşkusuz. Benim şerefim ve ödülüm işte bu armağanda yatıyor. Ne zaman içmek için çeşmeye gelsem, diri suyun kendisini susamış bulmamda…” Yıllar boyu kendisine yurt olan kentten ayrılırken, Ermiş’ten geride bıraktığı halka hitap etmesi istenir. Kent halkı ona aşk, evlilik, suç, ölüm, güzellik ve daha pek çok konuda sorular yöneltir. Aldıkları karşılık, hoşgörü ve sevginin biçimlendirdiği bir insan yaşamı üzerine hazine değerindeki öğütlerdir. Haklıyla haksızın, suçluyla suçsuzun, dimdik ayakta duranla düşmüşün aslında aynı insan olduğu bir yaşamdır bu… 


Ve bir alıntı:

"Size bir de denildi ki hayat karanlıktır diye ve sizler
bezginliğinizde tekrar edegeldiniz, bir bezgin tarafından ne söylenmişse.

Ve ben derim ki hayat, sahiden karanlık, insiyak olduğu zaman başka.

Ve her insiyak kördür, bilgi olduğu zaman başka.

Ve her bilgi beyhudedir, çalışma olduğu zaman başka.

Ve her çalışma nafiledir, aşk olduğu zaman başka.

Ve her ne zaman aşkla çalışırsanız kendinizi

kendinize raptedersiniz ve ötekine ve Allah'a."


NOT: Bu yazı ilk kez 30 Kasım 2017'de yayınlanmıştır.

YOLLARINA BAKA BAKA, GODOT'YU BEKLEMEK

28.Fİlm Önerisi
Yine, yeni bir kapının önündeyiz. 2018 bizim için kim bilir heybesinde ne sürprizler saklıyor, diyerek girdiğimiz yıl da bitiyor. Hele bugünlerde merkür retrosundan mıdır nedir hayatımda üst üste terslikler yaşadığımdan 2018 i sevmedim. 

Oysa "Hay hay buyursun gelsin" diyerek bekleyişimize başlamıştık. 

Aslında hayat bir beklemeler manzumesi. Doğduğumuzdan beri hep bir şeyleri bekliyoruz hevesle. 

Ama beklediklerimizden başkası gelip buluyor bizi. Aniden kolumuza girip hiç tahmin etmediğimiz yerlere götürüyor. 

Artık yeni yıl, yeni umutlar yazıları yazmıyorum. Genel olarak çevrede gördüğüm de, yeni yılın kimseye heyecan getirmediği. Ancak geçen yıl Aralık ayının son haftasında okuduğum bir blog yazısında Vedat Ahsen Coşar'ın bir yıla sığdırdıklarını görünce kendi içimde bir muhasebeye giriştim. Bir kaç cümleyi de sesli söyleyince bu satırlar ortaya çıktı. 

Kaç senedir güzel ülkemizde kansız, gözyaşısız bir yıl yaşamadık. 2016'dan bir an önce kurtulup sevinçle girmeyi umduğumuz 2017 daha ilk saatlerinde 39 kişinin öldürüldüğü bir katliamla merhaba dedi. Ve daha 2017 bitmeden yakalanan firari sanıklardan biri tahliye edildi. 

Siyasi mevzuları konuşmayı sevmem. Ama hukuksuzluk bulaşıcı bir virüs gibi yayılınca bu dünyadan umudunuz da, adalet beklentiniz de kalmıyor. Dolayısıyla, "Allah düşürmesin" demek dışında adalet için bir şey yapamazken payımıza kendi içimizin labirentlerinde dolaşmak düşüyor.

2017 de neler neler yaşandı yazacak mecalim yok. Sadece kaç kadın öldürüldü diye düşününce, bu haberler yöntem öğretircesine tüm detaylarıyla verildi diye hatırlayınca bile nefesim kesiliyor. 

Kısacası 2016, bitmesini dört gözle beklediğimiz bir yılken 2017 onu aratmadı ve gündeme göz ucuyla bakınca dahi gidişat 2018'den de umut kırıntıları sunmuyor,demiştim negatif girdiğinden öyle gitti sanırım ama artık bahtıma kendi dilimle bağladığım tüm olumsuzlukları iptal ediyor 2019 a yöneliyorum.  

Godot'yu Beklerken formatında geçen hayatımızda dış dünyaya dair bir şey yapamadığımız aşikar. Öyleyse muhasebe yapma fırsatı sunan yıl dönümlerinde oturup kendi hayatımıza ilişkin neler yaptık, neleri eksik bıraktık diye düşünmeliyiz. 

Geleceğe dair büyük ve uzun vadeli planlar yapmak boşuna. Ama özel hayatımıza dair küçük planlar yapmak bizi bir yola sokar. 

Güzel niyetler, bilinçli yönelişlerdir. Yeterince içten yapılırsa da bizi istediğimiz kapının önüne getirir. Ama o kapının açılması sadece bizim tokmağına dokunmamıza bağlı değildir. 

O nedenle bizler hükmümüzün geçmediği hayata dair planlar yerine kendimizin üzerindeki pası kiri temizleyeceğimiz niyetlere girmeliyiz. Yola koyulup kapıları çalacak gayreti göstermeli, sonrası için akışına bırakmayı bilmeliyiz. 

Yumrukladığımız halde açılmayan kapıların önünde ne de kolay söyleriz bu cümleyi: Akışına Bırak. Bir çeşit zevahiri kurtarmak derdindeyizdir. Düşmüşüzdür, kan revan içindedir dizlerimiz ama ayağa kalkar acımadı ki deriz. Sonra ekleriz, ne olacaksa olsun, akışına bıraktım. Öyle mi değil mi, hayat sınar. Ve insanın gücü ve kalitesi istedikleri gerçekleştiğinde değil gerçekleşmediğinde ortaya çıkar.

İlk fırsatta bu kötü yılın son günlerinde kendim için okuduğum kitaplardan ve seyrettiğim filmlerden beni etkileyenlerle ruhuma değmeyenlerin listesini yapacağım,diyerek bu blogda arşiv niteliğinde sinema günlüğü serisine başladım.Paylaşmaya değer olanlardan da yeri geldikçe söz ediyor, katkılarınızı da bekliyorum. 

Ama şimdi hepinizi Godot'yu Beklerken adlı baş yapıtı seyretmeye ve üzerine düşünmeye davet ediyorum. İlgilenenlere kitaba ve sahnelenen esere dair gerekli bilgiyi Google sunacaktır. 

Önünde beklediğimiz kapılara gelince; arzularımızdan sıyrılınca beklenmedik bir zamanda açılacak ve belki de beklediklerimizden çok daha zengin hazineler sunacak. 

Yukarıdaki resim, arşivimden. Bir daha gitmeyi istediğim İspanya'nın Córdoba  şehrinden. Buraya koydum ki, bari bu bahar döviz düşer de yeniden yolum düşer. 

Güzel niyetlerle yola çıktığımız, yollarda kalmadan güzelliklere ulaştığımız bir yıla girmek temennisiyle.

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 5

Bugün şahane önerilerim var. Bu arada 23.filme gelmişiz:)) 
23-Revolutionary Road- HAYALLERİN PEŞİNDE 2008

 Sinemanın sevilen çiftlerinin bir araya geldiği sarsıcı bir film daha. detaylar için tıklayabilirsiniz. İyi ya da kötü olduğuna seyrettikten sonra siz karar verecekseniz. Belli bir yaşın üzerinde, evli ve çocuklu iseniz daha çok dokunacak size.    

-Hissetmek istiyorum. 
-Sakın unutma çiçeğini, büyümesi için onu sulamalısın.
-Siz bu güne kadar tanıştığımız en ilginç kişisiniz.
-Siz herkesten özel görünüyordunuz. 

24- About Time-Zamanda Aşk-2013



Güzel, aile kavramını öne çıkaran, aileyi olumlayıcı bir film.Kısaca, alt metninde, ailenin kıymetini bil, yaşadığın hayat istediğin, hayal ettiğin hayattan daha iyi olabilir diyor. 

Zaten hepimiz biliriz: Keşke demek kötüdür, olanda hayır var diyerek kabul etmek mutluluğa, daha geniş ifadesiyle huzura giden yegane yoldur.   

25-My Beautiful Country -İbre Köprüsü 2012

 Çok çok güzel bir filmdi. Savaşın, aslında çatışmaların dışında kaldığı sanılan kadın ve çocuklara, hayata etkisi daha iyi anlatılamazdı. Gözyaşlarımı tutamadığım film Sırp, Hırvat, Alman yapımı. 1999 Kosova Savaşı zamanında bireysel bir hikaye üzerinden derin bir anlatım, evrensel acılar. Hala her yerde yaşanan, belki yanı başımızda olan yalnız ve çocuklu kadınların yaşam mücadelesi.

26-Mandariinid / Tangerines / Mandalinalar - 2013

Savaşın hasarı ile ilgili film dedik yukarıda ve hemen çok sevdiğim bir başka film geldi aklıma. Detayları başlığı tıklayıp okuyabilirsiniz. 
Bu filmden notlar:

-Eski hayatımız sona erdi.Hepsi buydu.(Kabul edilmesi ne zor bir gerçekliktir. Ama yiyecek ekmeğiniz bittiyse oradan götürür hayat sizi.)Mandalinaları sat ve Estonya'ya geri dön.
-Evin yandığı bir sahne var. Adam çömelip izliyor.İnsanın hayatının dağıldığı o anda anılarının, evinin, herşeyin yanışını izlemek, çok zor, atlatırsa ciddi tekamül ettirici bir imtihan.

-Burayı seviyorum ve nefret ediyorum.

-Bu kimsenin savaşı değil dedim, oğlum dinlemedi. 

Burada, İsmet Özel'in bir şiiri geldi aklıma, son noktayı koyan muhteşem bir şiir:

"Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız 
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla 
düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz 
siz gidin artık 
düşman dağıldı dedikleri bir anda 
anlaşılıyor 
baştan beri bütün yenik düşenlerle 
aynı kışlaktaymışız 
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor 
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda 
tek başınayız."  

Film şahane, bitiş müziği ile de golü atıyor. Öylece kalıyorsunuz oturduğunuz yerde ve yarını düşünmektense anda kalmak gerektiğini bir kez daha anlıyorsunuz.

27-OBLOMOV- 1980

 İşte Rus Edebiyatı'nın bence en iyi, en akıcı romanının film uyarlaması. Kitabı okumak koşuluyla izlenebilir. Rusça olan filmin linkini başlıkta ekledim. 700 sayfalık romanı filme çekerken epey yer atlanmış olduğundan kitabı okumadan bir şey anlaşılır mı bilmiyorum. Ama okuduysanız da hayal kırıklığı yaşarsınız. En iyisi mi "Suç ve Ceza" dan önce/sonra mutlaka okunmalı. Gonçarov'un dilimize çevrilmiş başka kitabı olmaması da büyük kayıp. Resmen bir dil şöleni var romanda, aldığım haz hala damağımda. Oblomovluk bir kavram olarak literatüre de yerleşmiş olduğundan bu konuya bir eğilin derim. İnce kitaplardan daha çabuk okunuyor. 
  

BİLSEYDİK... BEKLER MİYDİK?



Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır derlerdi. 
Bu kahveyi birlikte yudumlayalı çok oldu. 
O görüşmemizin son buluşmamız olacağını bilseydik nasıl davranırdık bilmiyorum. 
Ama sanırım ben her anın kıymetini daha çok bilirdim. 
Bu kadar özleyeceğimi bilsem daha sıkı sarılırdım sana, hayata.

Bu günden bakınca böyle düşünüyorum. 
Kim bilir şimdi de nelerin değerini bilmiyorumdur ama hangimiz böyle değiliz ki! 

Keşke, sahip olduklarımız elimizden çıkmadan kıymetini anlasak. Keşke, keşkeler denizinde kulaç atacağımıza oradan kıyıya yüzüp "Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" diyebilseydik.
  
Ama hatır gönül işlerinin rafa kalktığı, herkesin kendi gemisini yürütme derdine düştüğü günlerdeyiz. 

Lakin deniz bitti. 
O gemi bir gün gelmeyecek. 
Bindiklerimiz de bir bir karaya oturacak. 
Sonra biz yeniden insanı arayacağız içimizde. 
Kendimizle dost olmayı deneyeceğiz. Bunu başardığımız gün de, her şey, herkes bize dost olacak. 
Çünkü bu alemde süregelen bir döngü var. 
O gün gelene kadar burada, "ada"mdayım. 

     28 Kasım 2017'de önceki bloguma ilk yazı olarak bu satırları kaleme almışım. Sonrasında o arkadaşlarımla buluştuk, çok kahveler içtik. Hala yolumun kesişmediği, çok özlediğim, bir selamını gözlediğim nice arkadaşım var.

Ama artık şuna inanıyorum, benim hayat sahnemde hala rolleri varsa gelip beni bulurlar. Yoksa yapacak da bir şey yok. Bazen şartlar öyle gelişir ki, ömrünüzün tamamını yan yana geçirmek isteyeceğiniz insanlar bir daha evinizin önünden geçmez. Sizinle diyalog sahneleri sona ermiştir. Rüzgar gibi geçmiştir kimi, bazısı da boğazınızda bir yumru olmuştur. Kalbinizde tortu olanlar da vardır, o kalbin içinde bir ömür kalacaklar da. Velhasıl-ı kelam beraber yürüyeceklerimizi bile seçmek şansına sahip değiliz. Olanı kabullenmek, kaderle cebelleşmekten daha kolay...

Şimdi dileğim, gönlüme ağır gelenler toplasın pılısını pırtısını çekip gitsin uzaklara. Canıma can katacak, beni sevip maddi manevi büyütecekler de kapımın önüne gelsin. Bir süre bu kapı açık olacak, kalbim havalanacak, sonrası Allah Kerim. Kim bilir ne hediyeler, ne güzel insanlar beni bulacak. 

Buradayım, bekliyorum, sahilde...

AH BU ŞARKILAR...



Küçük Prensin yazarı Saint-Exupéry'nin "Hiç kimse hem sorumluluk hem umutsuzluk hissine aynı anda kapılamaz" dediğini okuyunca kalbime döndüm ve sordum, hangisini taşıyorsun: 

Hayatın anlamını bulmaya gönderildiğin bir alemde bu devasa yükün sorumluluğunu mu, yoksa her şeyi karanlığa mahkum eden umutsuzluğu mu...


Bir süre ses vermedi. Bıraksam ağlayacaktı. Keşke bıraksaydım ve içime dönerek gerçekliğe teslim olsaydım. Ama yapamadım, yine kelimeleri alıp yanıma, oturdum masanın başına. 


Oysa, kalbimizdeki yaralar tazeyken, sorumlulukların altında sus pus olmuş içimiz hala kanıyorken çok yol gidemezdik. 


Ama cesaret gösterenlerin mutluluğa adım atacağını öğrenmiştik. 


Sorumluluk sahibi olmak, kendi acılarına rağmen gereklilikleri yerine getirmekti. Birilerinin derdine derman olmaya çalışırken güzelleşmek, sevgi ile huzura ererken gizli bir elin bizim gözyaşımızı da sildiğini fark etmek demekti sorumluluk. 


Niyâzî Mısrî'nin "Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı" dediği o yere ulaşmak ancak böyle bir yolda yürümeye cesaret göstermekle başlamıyor muydu! 


Tekamül, yani kemale ermek, olgunluk yoluna girmek kişinin herkesle barışık olmasıyla mümkün değil miydi!

Peki insan dünyada bu kadar kötülük varken nasıl dünya ile barışık olabilir. Sürekli kendi ile kavga ederken nasıl başkalarına kalbini açabilir? 

Elbette sevginin en saf hali olan şefkatle hayatını dönüştürür. Şefkat, insanı kendinin dışına taşır. 

Eğer insan büyük bir şefkatin sonucu değerli bulunup bu dünyaya yollanmışsa içini aydınlatacak, umutsuzluğun karanlığını yırtacak, onu narsist egosundan kurtarıp farkındalık katına yükseltecek duygu da elbette şefkattir. Bunu hissettiği anda sanki elektrik düğmesine basmış gibi içi aydınlanır. O ışık, kendine göstereceği şefkatle başlayıp çevresine de ulaşır. 

O yüzden her şey insanda bitiyor, tıpkı insanda başladığı gibi. Nasıl su sıcakken soğuk olamaz, soğukken de sıcak, insan öyle bir varlıktır ki, sevgi ile doluysa nefrete kalbinde yer yoktur. Sevgi hakimse içimize, nefret geride kalır ve sıcak su ile soğuk su karışınca nasıl dengeli bir ısıya ulaşırsa, insan kalbinde de nefret yerine üzülme ve acıma duyguları belirir.

"Kimse kıymet bilmiyor" diye yakınıyorsak bu bizim yeterli olgunluğa gelemediğimizin göstergesidir. 

Kıymetini bilen, bilecek olan seni var etmiş, bu dünyaya göndermiş. Gezegenin yüzünü karanlık yapan gece değil ki! Sorumluluklarını yerine getirmeyen bizler dünyayı yaşanmaz bir yere çeviriyoruz. 

Kalp yaralarının devası sevgide. Biz ancak merkezine şefkati koyup aydınlattığımız içimizin ışığını etrafa yayabiliriz. Aksi halde, sevgisizlikten acıyan canımızla başkalarını eleştirme yoluna gireriz. Bir başkasını kınarken yaptığımız, kendimizi temize çıkartacak mazeretler bulmak değil midir?

Dikkat edin, neyin mevzusunu yapıyorsak, gündemimiz neyse yaramız oradan kanıyordur.   

Kendinden başkasını sevgiye layık görmeyen hasta ruhlar, kalbindeki o tohumu yeşertemediklerinden çölleşen ruhlarında susuzluktan ölmeye mahkumdur. Keşke tek başlarına ölseler ve dünya, tekamülünü tamamlamamakta ısrar eden bir varlıktan temizlense ama sevgisizlik öyle bir cinnet hali ki, beraberindekileri yakıyor, ortaya çıkan gaz herkesi az çok zehirliyor. 

Ailelerde şefkati azalmış sevgiler var. Bu durum toplumu da zorluyor. Hepimiz hatalıyız, ama kimse ötekini affetmiyor ve sevgisizlik bir yangın gibi büyüyor. Her gün bir başka eve düşüyor ateş. 

Kutsal kitabımızda sevgi iki yerde geçiyormuş. Birinde Gafur birinde Rahim ile anılıyormuş. Bunu öğrenince inanıyorum diyen insanların nasıl da inandıklarından habersiz olduğunu fark ettim. Şefkatli bir sevgi ile affedici bir sevgi... 

Ve bizim içi boş egolarımızı besleyen, sadece iki insan arasındaki o tarifsiz heyecana ad yaptığımız sevgi.  

O kısa süreli ateşin küllerinden kıvılcım çıkartarak başka sevgilere fırsat bırakmayan, çoktan unuturdum ben seni çoktan, ah bu şarkıların gözü kör olsun dedirten sevgi... 

"Aslında ben öyle çok sevilmeye layıktım ama sen beni fark etmedin" diye inleyen nağmelerden başka nedir ki, kalbimizi ele geçiren o şarkılar. 

Sevginin en saf hali şefkat, affetmek ile anlam kazanıyorsa, önce kendimizi, sonra üstü tozlanmış ilişkilerde harcadığımız birbirimizi affederek sevmeye başlayalım. 

Yoksa, kötülerin ele geçirdiği bu dünyada, masum çocuklara, şiddete maruz kalan kadınlara, belki de güçlü olsunlar diye şefkat gösterilmeden büyütüldüklerinden içlerindeki sevgi ağacı bodur kalmış erkeklere yapılan haksızlıklar karşısındaki sessizliğimiz için hem onlardan hem de Hayatı sunandan hangi yüzle af dileyecek, biz iyi insandık, ama üzerimize bulaşan kirleri engelleyemedik diyeceğiz.  

 Nefretin dilinin bozuk bir çeşme gibi durmadan üzerimize aktığı günümüzde sevgi ile kalbimizi ve sonra elimizin uzandığı yerdeki kıymetlilerimizin yüreğini onarmalıyız. 

Yoksa sevgisizlikten öleceğiz.       

NOT: Bu yazıyı 15 Ocak 2018 de yazıp yayınlamışım. Gündemin karmaşasına rağmen olumlu düşünmeye başladığım görülüyor. Başlığı tamamlamak bile içimden gelmedi mesela. Kör olmasın hiçbir şey, hiç kimse. Kimse kimseye ah etmesin. Sanırım içimde mesafe katettim. Olumlu düşünmek çok güzel gelsenize:))

HAYAT ŞARKIMIZI BESTELERKEN



Dünya denen bu tehlikelerle dolu çöle gönderilen her gönül bir yolunu bulup suya ulaşmak ister. Herkesin, mutluluk diye aradığı şey bu olmalı: Suya ulaşmak, onu çoğaltmak, onunla çağıldamak. Ama işte kimisi diyar diyar gezip o gönlünü yeşertecek suyu bulamadan, hatta geçtiği yerleri de çorak bir araziye çevirerek yaşar. Kimisi ise uğraşır didinir ve o hedefe ulaşır. Su, derinlerde de olsa onu çıkarır. Her damlasının da kıymetini bilir.

Bir de, suyu bulunmuş, tulumbası kurulmuş verimli arazilere doğanlar vardır. Her istediklerinde suyu içebildiklerinden, yokluğunu bilmezler. Derinleri kazıp suyu çoğaltmanın  peşine de düşmezler. Keşfedecek bir şey kalmamış diyerek sağda solda dolaşırken kendi topraklarından uzakta susuz kalırlar. Sonrası daha kötüdür. Geri dönmeye üşenirler, bulundukları yeri kazmaları gerektiği akıllarına gelmez. İşte böyle arafta kalanların hali yıkıcıdır, yorucudur. Kendini bulması, yeniden temiz kaynaklarına dönmesi de ciddi bir niyet ister. Ama insan, susuzken yürüyemez. Kendinden de kolay kolay kurtulamaz.

Böylece herkes bir arayışın içinden kendi ölümüne doğru yürür. Hayat yolu uzun ve yorucu olduğundan bir gönülde konaklamak da gerekir ki, devam edecek güç toplansın. İşte o zaman hayat arkadaşı denen ve aslında kaderin önümüze çıkardığı kişi gelir bizi bulur. Kimi aşk elbisesi giyip gelir hayatımıza kimi bu ilişkinin devamı için gereken en önemli unsurlardan mantığa bürünerek yoldaşımız olur. Her nasıl geldiyse fark etmeden herkes içten bir “Hoş geldin”i hak eder. Ancak yolculuğumuz bu noktadan sonra uzun soluklu bir maratona dönüşür. Yapılacak teknik hatalar, yanlış nefes alış verişi, gereksiz enerji kayıpları yarı yolda kalmaya sebep olur ki, bu insan için büyük hayal kırıklığıdır. Çünkü yolculuk ona eşlik edecek bir arkadaşla daha keyifli geçecek diye umutlanılmıştır. İlk zamanların sarhoşluğu ile ayakları yerden kesilen taraflar böyle bir zorluk yaşayınca bir vakit oldukları yerde yığılıp kalırlar.     

Aslında kadınlar ve erkekler başka dünyalara ait varlıklar gibi dursa da, tıpkı bilinç ve bilinçaltı gibi birbirini tamamlayan enstrümanlardır. Bilinçaltı dişi enerji, bilinç ise eril enerjidir ve bu enerjiler bir bütün olduğunda sağlıklı bir metabolizmanın yöneticisi olurlar. Onun gibi eğer kadın ve erkek de önce kendinin sonra karşısındakinin nasıl bir enstrüman olduğunu keşfeder ve beraber bir şarkı bestelemek isterse kaliteli bir birliktelik ortaya çıkar.  
Hepimiz özgür iradeye sahip insanlar olarak bir çok tercihte bulunur ve bedellerini de öderiz. Ama doğmayı, ölmeyi ve bunların vakitlerini seçemediğimiz gibi evlilik için de kaderin tayin ettiği takvimi ve kişiyi beklemek zorunda kalırız. Her ne kadar ben kendim seçerim desek de aşka da, evliliği de nasiple düşeriz. Bunu gösteren en güzel örnekler, çok sevseniz de kavuşamamak, başta istemeseniz de sonra biriyle kendini evli bulmak ve mutluluğu yakalamak olabilir.

Ancak işte nasibimize düşen yoldaşımızın kendini ne kadar tanıdığı, gönlünü çağıldatacak o suyun peşinde gidecek bir hayalinin olup olmadığı hususunun ortak hayatla ilişkisi vardır. Nasiple bize gelen bu kişi, hayat şarkımıza en önemli notaları verecek insandır. Bizler genel olarak, bilinçaltımızdaki travmaların el altından seçtiği insanlara çekiliriz. Bu bize sorun yaşadığımız konuların tekrarı bir hayatı yaşatabileceğinden dikkat etmek gerekir. O nedenle olumlu düşünür ve bunu dilimizle hayatımıza hayat kılarsak seçtiklerimizin iyi yönlerine odaklanır ve göze batan kısımlarını törpüleyebiliriz. Böylelikle zıt olduğumuzu sandığımız biri ile yolları ayırmak yerine ortak noktalara odaklanır, beraber bir hayat şarkısı besteleyebiliriz.

O zaman yine dönüp dolaşıp akışa güvenmek konusuna geliyoruz. Mutluluk için yapılması gereken ilk şey sanırım kaderimizin bize getirdiği enstrümanı kabul etmek, çalmayı öğrenmeye çalışmak. Bir neyden ses çıkarmak bazen üç yılı alıyor derler. Kolay bir iş değil bir müzik aletini çalmak. Ciddi emek, özveri, çokça alıştırma gerektirir.

Bir de, karşındakinin çalabileceği bir alet olmayı öğrenip varlığını kabul etmek, onun senin virtüözün olmasına izin vermek var ki, bu bir enstrümanı çalmaktan zor olabilir. Onun için günümüzde her yerden ahenksiz gürültüler yükseliyor. Oysa herkese iyi bir müzik yapma şansı veriliyor. Her aletin sesi farklı ama müziğin dili evrensel. Her parça, farklı farklı aletlerle çalınabilir. İyi bir müzisyen aletini konuşturur. Daha iyisi birlikte bir ezgiyi çalmayı becerir. İşimiz elimizdeki aletleri kullanmayı öğrenmek ve hayat şarkımızı bize eşlik eden hediyelerle beraber en güzel haliyle çalmak, onlara da, insanı, müziği, ritmi öğretmek. Böylece arafta kalıp kendilerini keşfetmeden yaşayıp gitmesinler. Kendi şarkılarını bestelemek için en çok ihtiyaçları olan enstrüman onlara geldiğinde fark edemeyip gürültünün içinde kaybolmasınlar.

Hayat çok çabuk geçen bir yolculuk. Hele bu topraklarda ne istediğini ancak yolun yarısı denen noktada anlıyor insan ve her şey için çok geç diye hayıflanıyor. Sonrası zaten daha hızlı geçiyor ve tercih hakkı tanımadan insanı mecburiyetler ırmağında sürüklüyor.

Bunun için yapabileceğimiz ilk şey, suyun hafızası olduğunu unutmadan besteleyebildiğimiz en güzel hayat şarkısını beraber çalabileceğimiz yanı başımızdaki kıymetleri fark edip her halimizle bir olma niyetine girmek. Sonra da, bir damla su içinde geldiğimiz bu dünyadan geçerken çorak beldelerde kuruyup kalmadan okyanuslara karışacak bir yolculuğa talip olmak.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hiç kendini denemeyecek misin? Ne olduğunu, kim olduğunu öğrenmeden mi öleceksin?” demiş. Denemek kelimesinin zihnimizde ilk yankısı yanılmak olduğundan, insan düşe kalka, deneye yanıla kendini tanıdığından, yaşadıkları üzerinden kendini yargılamak yerine “İlginç bir deneyimdi, bana öğretecekleri vardı” diyebilirse yoluna devam eder, tekrar akışa bırakabilir kendini.

Israr ya da iddia yeni ve daha zorlu etapları kendine çağırmak, güvenmediğin akışın altında kalarak boğulmayı istemek olacağından böyle zamanlarda en çok kendine, kendi aynasından bakmalı insan. İçindeki çocukla göz göze gelip gönlünü almalı, kucağına yatırıp saçını okşamalı, onu gülümserken görmeden, kendisiyle yürümeye razı olduğunu duymadan ayağa kalkmamalı. Onun gönlünü yapınca, kendinden başlayıp anne babasını, eşini, evladını, dostunu, arkadaşını affetmeye, onların da kendisini mazur görmelerine kalben niyet edip hayat şarkısının notalarına yoğunlaşmalı.  

Bu gün bulunduğum yerde dönüp kendime ne istiyorsun diye sorduğumda, kalan zamanımda güzel parçalar bestelemenin peşinde olduğum cevabını alıyorum. Artık huzurlu, gece ve gündüz döngüsü içinde gökyüzünü gördüğüm, karanlık kuyulara inmediğim, beni en iyi versiyonuma taşıyacak o bestenin arayışındayım.

Tabi insan o bestenin notalarını ararken sadece hayat arkadaşı ile beraber değil. O nedenle yaşamı boyunca eşlik eden, hikayemize uğrayıp geçen dost ve arkadaşlara da teşekkür etmek gerek. Buna hep özen gösterdim. Bana armağan ettikleri notaların hepsi çok değerli, sus işareti, bir boşluk bırakmak, sol anahtarı, inişli çıkışlı bir ritim, bize yaşadığımızı hatırlatan, bizi büyüten, ışığa yürüten o melodinin ayrılmaz parçaları.

Şarkıma katkı sunan, bundan sonra da sunacak olan herkese sonsuz teşekkürler. Sevgiyle, akışta kalın…      
  



BEN ŞARKIMI SÖYLERKEN



Dün "Merhaba" diyerek ilk yazımla yola çıkmıştım. Ancak bloga da ad olan bu yazı, yazdıkça yazasım gelip uzun sürünce ben de bir yazı dizisi olarak yayınlamaya karar verdim. Sizin de okudukça okuyasınız gelirse buyurun ikinci yazıyla yola devam edelim:

2

Çok uzun zaman sonra sabaha “Günaydın güneş!” diyerek uyandım. Oysa, her saat başı kalkarak evin içinde dolanıp durmuş, çok da iyi uyuyamamıştım. Yaklaşık dört gündür böyleydim. Hem bir tedirginlik hem de içi içine sığmaz bir heyecan vardı üzerimde. İnternette dolaşırken gökyüzünün hareketliliğinden bahseden bir haberi tıkladım. Koç dolunayı olduğunu, uyku düzenini bozan bu enerjinin hayata dair kararlı ve cesur adımlar atmaya vesile olacağını öğrenince hem rahatladım hem de umutla doldum.

Algıları açık bir insanımdır. Özel olarak takip etmesem de bedenime etkilerinden dolayı her türlü gezegenin retrosunu hisseder, dolunayın med cezirinden de çabuk etkilenirim. Hele şimdilerde hayata olan bakış açımı değiştirdiğim, çakralarımın şifalanmasına izin verdiğim bu günlerde havadan nem kapacak kadar hassasım. Çok şükür sonunda, huzurlu, kaderine razı bir insan olma yoluna girdim. “Keşke”lerimi sildim. Böylelikle, her insanın, her olayın bizi bir üst versiyonumuza taşımak için hayatımıza uğradığının farkındalığını geliştirebildim. Bu gerçeği elbette biliyor, söylüyor ama hissedemediğimden acı çekiyordum.

Şebnem Ferah gibi, “Ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın/ İstersen kısıp bunu da yok sayarsın/ Kim bilir belki gülümser belki ağlarsın/Yüreğindeki sesleri susturamazsın” diye avazım çıktığı kadar bağırıyor ama kimseye sesimi duyuramıyordum. Döndüğüm her köşe başında geride kalanlara kızıyor, bana eşlik edemiyor olmalarına içerliyordum. Ama artık vakti gelince sıkı sıkı tuttuğumuz elleri, canımızı acıtsa da bırakmadığımız alışkanlık iplerini sevgiyle bırakmanın herkes için en iyisi olduğunu öğrendim.

Bundan sonra zaten aynı frekansı paylaşan arkadaşlarımın benimle beraber yola devam edeceğini biliyorum. Kendi enerjimle onları davet ediyor, alış veriş dengemi bozmayacak, hayat şarkıma yeni katkılar sunacak yüreklerin beni bulmasını diliyorum.


Bu bir süreç, dilimizin, zihnimizin, ruhumuzun aynı potada erimesi ve bizi biz yapması için zamana ihtiyaç var. Zaman bekleyene uzun, kısır döngüde yaşayana kısa gelir. “An” da olmayı başarana ise sürprizler getirir.

Değişimler sancılıdır, zaman her yarayı kapatır. Ama biz, ol deyince olduran bir Varlığa inanıyor, güveniyor, bu dünya çölüne bırakıldığımız günden beri bizi vahalara ulaştırmasını diliyoruz. Yarınla dün arasındaki sarkacın dengede durduğu “an” denen sahip olduğumuz tek gerçeğin insanı kanatlandıracak ya da uçurumdan yuvarlanmaya götürecek güçte bir zaman parçası olduğuna gönülden inanıyoruz. Bir çok kez bunu yaşayarak da anlıyoruz. Bu nedenle en ağır yaraların, en sert düşüşlerin, en uzun gecelerin bir anda gelecek bir hediye ile iyileşeceğini, güneşin hızla doğacağını biliyoruz. 

Güzel günler görmek, onların da bizi görmesi dileğiyle...

Kısmetse yarın devam edeceğim. 


DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...