belgesel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
belgesel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012)

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 287. FİLM



 Yazı-yorum dergi 42.sayısıyla yayında...

Ben de  Marina Abromoviç: The Artist is Present (2012) adlı belgesel filmin analizini yaptım. 

Kapak konusu ve kitap incelemelerinin "Cinsiyetçilik üzerine yoğunlaştığı derginin yeni sayısını aşağıdaki adresten indirebilirsiniz. İncelikli tahlilimi okuyabilirsiniz.

 https://www.yazi-yorum.net/pdf-dergi/

YALNIZCA İNANDIĞIMI GÖRÜRÜM


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 201.FİLM   



Fransa France - 2019 - Renkli Color - 12’ Belgesel Documentary - Fransızca French Yönetmen Director: Anissa Bouchra Senaryo Screenplay: Anissa Bouchra Görüntü Yönetmeni Cinematography: Alexandre Bloch Kurgu Editing: Sébastien Colas Yapımcı Producer: Anissa Bouchra Oyuncular Cast: Laetitia Cousin, Caroline Pastor

"Bu öykü, kemana tutkuyla bağlı, kör bir kadın olan Laetitia’nın öyküsüdür. Müziği sayesinde renkleri algılama yeteneğine sahiptir; bu, “kromestezi” olarak bilinen nadir bir durumdur. Bu belgesel, sizi müzikal ve renkli bir yolculuğa çıkararak bu olağanüstü müzisyen sayesinde “renkleri dinlemenizi” ve “müziği görmenizi” sağlayacak." 

Kısa filmler arasında en çok etkilendiğim yapım bu oldu diyebilirim. En çok notu burada almışım. 16-17 yaşlarından sonra hızlı bir görme kaybı yaşayan Laetitia yaşadıklarını anlatıyor:

"Bu dünyadan değiliz. Sıradan olursanız sizi daha az rahatsız ederler. Zamanla siz de kendinize daha az soru sorarsınız.Gözlerim görürken çizerdim. Bir süre sonra hiç göremez oldum artık. Beklemem gerekiyordu. Bu devre eşlik eden bir çok duygu vardı.Kaçınılmaz olarak çaresizlik ve öfke bir de haksızlığa uğramışlık hissi.Çünkü insanların iki gözü, iki kulağı vardı üstelik kullanmıyorlardı.

Sanatı seviyorsanız iki gözünüzün olmaması acı verici olabiliyor. Çünkü sanata sadece gözlerinizle erişim sağlıyorsunuz.

Zamanla bu durumun bir zenginlik olduğunu fark ettim.  Altı yaşında piyano öğrendim. Keman istiyordum ama ailem piyanoya zorladı. Çalarken kendimi baskı altında ve boğulmuş hissediyordum. Tüm bu badirelerden sonra yeter artık dedim. Ben buyum, size uyuyorsa ne ala, uymuyorsa çok yazık. On üç yaşında kemana başladım. 

Olayım müzik.Zihnimde erişemediğim birçok şeye ulaşmamı sağlıyor. Mesela Franz Schubert şarkıları adeta bir tablo gibi, acele etmeden, etrafına nasıl bakılacağını öğretir gibidir.   

Romantik sonbahar, yeşiller, bizi çevreleyen her şeyden haberdar olmak gibidir. 

Gerçek sanatçılar, kelimenin her anlamıyla düşlerini gerçekleştirirler. Bu günümüzde hala ayakta olan katedrallere bakarak anlaşılabilir. Muhteşem boyanmış pencereleri vardır onların.

Müzik, ruhun yükselmesini sağlayan harika bir histir. Her şarkının rengi vardır. 

Yaptıklarımdan hiç pişmanlık duymadım. Şuanda bir kavşakta gibiyim. Hem istediğim kadar pişman olayım bu bir şeyi değiştirmeyecek. Pişmanlığa takılmak yerine yoluna devam etmek en iyisi" 
  


THE MİND EXPLANİED 2019 NETFLİX BELGESEL



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 126



Netflix yapımı güzel bir belgeselden bahsetmek istiyorum. Süresi 20 dakikalık beş bölümden oluşuyor. Beynin işleyişi inceleniyor. 

Emma Stone tarafından anlatılır ve psychedelic ilaçlar hayal ettiklerinde veya kullandıklarında insan beyninde neler olduğu gibi temaları inceler. Bölümler bellek, rüyalar, kaygı, farkındalık ve psychedelics gibi konuları araştırıyor.


1.Bölüm Hafıza

Bir anının, bir yılda % 50 değiştiğini biliyor muydunuz? Her ne kadar tamamının doğru olduğuna inansalar da, öncelikle insanlar duygusal anları, yüzleri hatırlar. Mekan hissi ile destekleyip hikaye ile güçlendirirler. 


LA CASA DE PAPEL FENOMEN

Dördüncü sezonu izledikten sonra izlenmesi önerilen bu eğlenceli belgeselde dizinin kamera arkası görüntüleri ile başarısının sırları anlatılmış. 

Dizinin ikinci sezonu yerel televizyonlarda ilgi görmemişken Netflix satın aldıktan sonra dünya çapında en çok izlenen dizi olmasının hikayesi. 

Mesela oyuncular sosyal medya hesaplarının takipçilerinin birden bire artışı ile şok olmuşlar. Farklı ülkelerde yapılan çekimlerde yaşadıkları kolaylıklar ve izdihamlar neticesinde gerçekten dünya starı olduklarını anlamışlar. 

KADINLAR ÜLKESİ - 2019 ALTIN PORTAKAL BELGESEL ÖDÜLÜ -Şirin Bahar Demirel



Bazen bazı konular döner dolaşır yine bizi bulur. Benim için 2019 yılı boyunca tekrar eden konu başlığı ilginç bir şekilde mültecilik oldu. 

Bu gün önce, filmine dair yazdığım Andaç Haznedaroğlu'nun TEDX konuşmasına rastladım. Misafir filminin hayatına yaptığı etkiyi anlatıyordu. Kesinlikle izlemenizi öneririm. 

Ardından düzenli olarak film gösterimlerini takip ettiğim organizasyondaki filmi izlemeye gittim. Genelde filmleri, zihnimde her hangi bir yargı oluşmasın diye haklarında hiç bir eleştiri okumadan hatta konularını bile bilmeden izlerim. Sonra döner eleştirmenler ne diyor bakarım. İşte bu gün de konusuna bakmadan gittiğim filmin mültecilik kavramı üzerine olduğu görünce gülümsedim. 


Nisan ayı boyunca bir yazı dizisi şeklinde kaleme aldığım mültecilik konusu üzerine uzun uzun yazdığımdan merak edenler için arşiv niteliğinde bir link eklemekle yetinip bu akşam izlediğim filme döneceğim. Çünkü bu yapım mülteci film festivalinde gösterilenlerden biraz farklı. 

Yapımcılığı, yönetmenliği, kurgusu, görüntü yönetmenliği Şirin Bahar Demirel'e ait Kadınlar Ülkesi isimli yapım 2019 Yılı Altın Portakal Film Festivalinde en iyi belgesel ödülünü alan film oldu. 52 dakikalık bu belgesel kaynağında şöyle anlatılmış. 

"Çoğu zaman anılar ve kişiler üzerinden tanımladığımız ev, sağlam, koruyucu ve kalıcı mıdır yoksa geçici ve soyut mu? Kaçılacak bir yer midir, sığınılacak bir yer mi? Yoksa gittiğimiz her yere bizimle gelen bir hissiyat mı? Bir yanda milyonlarca insanın güvenli bir ev bulabilmek için ölümcül yolculuklar yaptığı, bir yandan da uzayda yaşanabilecek yeni gezegenler keşfedildiği bir dönemde, bu sorular, Türkiye’den ABD'ye taşınan bir yönetmenin kişisel sorgulamasından daha fazlasının cevaplarını arıyor. Suriye'deki savaş yüzünden evlerinden edilip Florida’ya yerleştirilen Fatima ve Huda da bu arayışa katılarak, yabancı bir yerde yeni bir ev kurmanın, sevdiklerini geride bırakmanın ve hatıralarla bugünün iç içe geçmesinin ne demek olduğu üzerine, kendi sözlerini söylüyor."

"Kadınlar ülkesi" erkeklerini savaşla, göçle, hapislerde işkencelerle yitirmesi nedeniyle Suriye için kullanılan bir nitelendirme imiş. 

Belgesel, bu coğrafyadan çok uzakta yaşayan ve "Savaştan değil ama belirsizlikten, vasatlıktan, haksızlıktan, adaletsizlikten, üzerine kara bir bulut gibi çöken bunaltan baskılardan kaçmak çok mu anlaşılmaz ya da çok mu ayıp acaba" diye soran bir doktora öğrencisi tarafından çekilmiş. Meselesi biraz da kendisinin de ifade ettiği gibi, kalanlar hala orada iken giden olmanın suçluluk duygusu. Ama herkesin hayatı biricik ve tekrarı da yok. Öyleyse herkes tercihini yapmalı diyor alt metinde. En azından tercih şansı olanlar, yeni bir hayat kurmaya cesaret gösterenler için gitmenin seçenek olduğunu hatırlatıyor. Ama daha yaşanır bulduğu Amerika'ya yerleşmesinden sonra ev, yurt kavramları üzerine daha fazla kafa yormaya başlaması ile bu belgesel doğuyor. Bir çeşit sesli düşünme... 

Belgeselde ülkesini terk etmek zorunda kalsa da ailesinden kayıp vermeden bütün dünyanın rüyalar ülkesi dediği yere, hem de yolculuk esnasında hiç mülteci kamplarında kalmadan doğrudan ABD'ye mülteci olarak gidebilmiş, orada ilgili kurumlarca karşılanmış ve bir eve yerleştirilmiş, sosyal ihtiyaçları için düzenlenen programlarla entegrasyonu sağlanmış, halk tarafından çok güzel karşılanmış, yani ülkemiz dahil dünyanın çeşitli coğrafyalarında zorluklarla boğuşan soydaşlarına göre şanslı, ülkesinde iken orta sınıf üstü olduğu belli iki Suriyeli ailenin kadınlarının ev, toprak, sıla hasreti ile yeni yerleştikleri yerdeki "ev"e atfettikleri anlam mevzu edilmiş. 

Daha önce mülteci film festivalinde seyrettiğim zorlukların bir çoğunu yaşamamış, sadece toprağından zorla kopmuş mültecilerin yeni yaşamlarına adapte olmasının, anılarda dolaşırken ev edinmiş olsa da yurt edinmek için daha fazla zamana ihtiyaç olmasından bahsedilmiş. İnternet sayesinde Suriye'deki annesi ve kız kardeşi, Türkiye'deki ağabeyleri ile rahatça irtibat kuran mültecilerin çocukları küçük yaşları sebebi ile dilin içine de kolayca yerleşmiş. Kadınlar ise hem anılarda dolaşıyor hem de dili öğrenmede yavaş akan bu süreçte mutlu olmaları gerektiğinin farkındalığı ile özlemin ara sıra vuran dip dalgası ile sınırlarda dolaşan bir ruh haliyle geldikleri yeri arıyorlar. Savaş bitse, her şey düzelse yine topraklarına dönmek istediklerini söylüyorlar ama Amerikalıların çok saygılı, onlara dostça davranışları, demokrasinin, insan haklarının benimsenmesi ile alıştıkları hayat standardını bırakmak zor. Elbette çocuklarının çok daha iyi eğitim alma şansları ellerindeyken ait oldukları coğrafyaya dönemeyeceklerinin de bilincindeler. Bu nedenle özlem burunlarını sızlatan bir yürek sancısı olarak hep içlerinde kalacak. Ülkelerindeki bir ırmak kenarına benzettikleri bölgeye gidip anılarda dolaşacak ama sonra yine medeniyetin merkezinde olduklarını hatırlayıp mutlu olacaklar. 

Ve mutluluk her insanın hakkı. 

Yönetmen de bu hakkı kendinde görüyor ama bir yandan da dünyada savaşlarla, iklim değişiklikleri ile, hukuksuzluklarla ülkesini terk etmek zorunda kalan insanlar varken tercihi ile ilgili duyduğu suçluluk duygusuna çokça vurgu yapıyor. 

Kendi isteği ile geldiği bu ülkede bir yandan kendi topraklarının dertleri ile dertlenirken bir taraftan da oradaki hayatın keyifli akışına teslim oluyor. Tüm bunlara rağmen özlem duygusunu yaşayınca mültecilik, misafirlik, anısızlık, yurtsuzluk, yalnızlık, kökler, içine yerleşilmeye çalışılan dil üzerinden hayatı sorgulamaya başlıyor. Mesela Türkiye'de hiç çiçek yetiştirmezken orada sürekli saksı çiçeklerini arttırıp köklenmeleri için çabaladığını fark ediyor. 

İnsanların yerleşmek için başka gezegenler aradığı bir çağda hala toprağından zorla ayrı bırakılan insanların olması çelişkisine de vurgu yapan belgeselin gösterimi ardından eski bir Sinema Hocası olan yazar Sevilay Çelenk ile verimli bir söyleşi gerçekleşti. Mülkiyeliler Birliği'nin salonu ağzına kadar dolu idi. Merdivenlerde oturanlar da cabası. Çünkü konu önemli. Ailelerin intihar etmeye başladığı bir yerde herkes kendini sıkışmış hissediyor olmalı ki, tercihen ve zorunlu gidişlerin anlatıldığı belgesele rağbet etti. 

Uçan Süpürge'nin film gösterimleri devam edecek. Meraklısı için siteyi takipte kalması tavsiye edilir.

"Daha güzel bir dünyada, mutlulukla yaşamak için neler mümkün?" diyelim... Bakalım mültecilik kavramı ile bir sonraki karşılaşmam nerede nasıl olacak? 





KAZIM FİLMİ – YÖNETMEN: DİLEK KAYA


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 77. FİLM

Dünyaya geldiğimizde bizi bekleyen hazır hikayelerin içine doğuyor, ailemizde gördüğümüzü, yaşadığımızı normal kabul edip benimsiyoruz. Ama sonra, insanın ikinci doğuşu dedikleri kendinden kendini doğurmak olarak da adlandırılan bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor. Bu yolda, ailenin, çevrenin yüklediği öğretilerden sıyrılarak hakikat denen o özü bulmak hedefleniyor. Bunun için herkes başka bir araç kullanıyor. Dünyayı görmek, okumak, yazmak, müziğin büyülü sesine kendini bırakmak, dağlara tırmanmak, denizlere dalmak, sevip yücelttiği ünlü düşünürlerin ayak izlerini takip etmek, insan denen meçhulün peşine düşmek, sıradan hayatların içindeki sıra dışılığı fark etmek gibi bir çok yöntemi bazen tek bazen beraber deneyimlemek gerekiyor. Her yeri dolaşıp, çok insanla oyalandıktan sonra eğer hala arama isteği diri ise insana bir kapı daha açılıyor. Oradan da geçince dünyada var olan her şeyin kendimizde de olduğunun keşfi heyecan uyandırıp bu uzun yolculuğa devam etme motivasyonu sağlıyor.

Tabi kendi içinde derinleşmek o kadar kolay değil. İnsanın kendini pür-i pak görürken, çevresinde, ailesinde kızdığı, sevmediği bir çok özelliğin kendinde de olduğunu, meleklerden saf ve temiz olma potansiyeli ile bir anda katil, cani olabilme, akıl sahibi olmayan diğer varlıkların çok altına inebilme özelliklerini beraber barındırdığını hissetmesi sarsıcı bir farkındalık. İşte insanın karanlık ve aydınlık yönlerini fark edip kendini yeniden insan olarak dünyaya getirmesi diye nitelendirilen bu süreci az çok herkes yaşıyor. Farklı noktalara yoğunlaşıp yolda kalanlar da olduğundan tamamlanması zorlu bu yolculuk hayatın ta kendisi oluyor.

Bu gelişim dönemi araştırmayı teşvik eden, çocukları kendi haline bırakan, illaki bir kalıpta olması gerektiğini düşünmeyen toplumlarda daha erken yaşlarda gerçekleşirken bizimki gibi en ileri görüşlüsünün bile bağnazlıkla kendi düşünce elbisesini giydirerek çocuklarını tek tipleştirdiği toplumlarda otuzlu yaşların ortalarına kadar uzuyor.

Meşhur bir söylem vardır. İnsanın tüm dünyayı değiştireceğine inandığı için ailesinden bağımsızlaştığı, büyüklerini başarısız gördüğü, benim bambaşka bir hayatım olacak dediği ilk gençlik zamanlarındaki uçarılıklar, fakültenin bitip çalışma hayatının içine girildiğinde kaybolur. Oyunu kuralına göre oynamak denen yola girilince de, o düzenin çarkı haline gelen insan bir de aile kurup çoluk çocuğa karışınca değiştirebileceği tek şeyin kendisi olduğunu anlar. İlerleyen yıllarda hayatın onu ne kadar değiştirdiğini fark edince ise kendine acır hale gelir. İş, eş, çocuklar, toplum kuralları derken her gün prangaları artan insan dünyayı değiştirmek istediği günlerden çok uzaklaştığı, "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldandığı yıllarda, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anlamanın umutsuzluğuna düşer. Sonra da kendini arama sürecinde yeni bir aşamaya geçilir; bu noktada en çok benzediği insanları merak eder. Geriye dönüp aile büyüklerinin hikayelerine bakmaya, sıkıştıkları yerlerden nasıl çıktıklarını araştırmaya başlar. Ama çoğu zaman merak ettiği hikayelerin sahipleri hayatını kaybettiğinden kulaktan dolma bilgilerle idare etmek zorunda kalır.

Ancak ailede genç ölümler, dermansız hastalıklar, mecburi göçler, bitmek bilmeyen sürgünler gibi travmatik hikayeler varsa geride kalan bireylerin “Hayat devam ediyor” gerçeğine daha rahat tutunması için bu konuların üstü örtülür. Acıların kabuk bağlaması istenir. Evladını kaybetmiş bir anne varsa yanında konuşulanlara dikkat edilir. Böyle bir olay yaşanmamış gibi davranılarak onun da normal hayata dönmesine destek olunur. Kalbi nice gizli arzu ve anılarla dolu, yaşadıklarını ayrıntıları ile hatırlayan kadın hafızası canından can olan evladını elbette unutmaz ama sağlıklı bir süreç geçirirse, bir zaman sonra o da acısını içine gömmeye çalışır. Aksi halde elinde kalan sevdiklerini de üzecektir. İşte böyle böyle geçmişe perde çekilir. Eskiyi hatırlatan eşyalar elden çıkarılır. Yavaş yavaş yeni ve gündelik olanlar hayatları işgal eder. O zaman da aileye sonradan katılan bireyler geçmişten habersiz büyür. 

Sonra bir değirmen olan dünya önce o genç bireyleri her şeyi değiştirebileceklerine inandırır ama ardından hayalleri ile beraber gece ve gündüz taşının arasında öğütür. Un ufak halde yaş alan birey “Böyle gelmiş böyle gider bu düzen” diyecek kıvama gelince onu kendi haline bırakır. Bu kadar çeldirici arasından sıyrılıp sancılı süreçlerden sonra kendi olmayı başarabilen, içindeki insanla yüzleşebilen, korkmadan geçmişi ile bağ kurup geleceğe yürüyecek kararlılığı kendinde bulan insan sayısı oldukça azdır. Bu nedenle topluma ve onun en küçük yapı taşı dediğimiz aileye baktığımızda yetmiş yaşına gelmiş ama beş yaş alınganlığında dedeler, hiç sevgi görmedim deyip olur olmaz akımlara kapılarak yaşının olgunluğundan çok uzakta ananeler, bir türlü “Olamamış” babaanneler görürüz. İyi evlat olayım derken kendi ailesini koruyamamış, böylelikle hayatta olsa da oğlu/kızı ile irtibatı kopmuş babalar, aşırı korumacılığı ile evladını boğan, ona seçim hakkı vermeyen, her fırsatta emzirdiği sütü öne sürüp burnundan getiren, zamanla telefonlarına bile dönülmediğinden herkese ilenen, yalnız anneler de çoktur. Aslında olan her zaman evlatlara oluyor ama işte herkes birinin evladı, diğerinin ebeveyni olduğu için bu kırılmaz zincir ile sarmal daha da güçleniyor.

Dolayısıyla kişiler kimi zaman öyle bunalıyor ki biran önce kendini bağlayan her şeyden kurtulmak istiyor. İnsanın, kendi duygu ve düşünceleri olduğunun kabulü ile saygı görmediği, yani fertlerinin birey olmasına izin verilmeyen toplumlarda ya sürekli dikte edilmesinden ya da hiç anlatılmamasından dolayı aile büyükleri ile anlamlı bağlar kurulamadığından onlardan günümüze ulaşan miraslara sahip çıkılamıyor.

İşte yakın zamanda bir festival filmi olarak hazırlanmış sadeliği ve gerçekliği ile çok etkileyici bir belgesel izledim. Böylesi emek verilmiş, peşine düşülmüş bir hikayeyi de burada yazmalıyım dedim. Tıpkı “Beni anlat” dercesine tesadüflerle önüne çıkan izleri takip ederek Kazım’ın hikayesine hayat veren akademisyen yönetmen gibi.

Yaşar Üniversitesi’nde Sinema bölümünde işin teorisi üzerine yoğunlaşmış Dr. Dilek Kaya’nın ilk filmi olan Kazım, kendisinin ifadesiyle ya tamamen tesadüfen ya da hiçbir şeyin tesadüf olmadığı bir dünyada kaderin bir cilvesi olarak karşısına çıkıyor. Filmin başlama noktası hayli ilginç. Zaten hikayeler, olmadık zamanda beklenmedik şekilde karşımıza çıkar ve kendini yazdırır ya, böylesi bir akışa teslim olduğunuzda kurgudan daha başarılı öyküler ortaya çıkar. İşte Kazım da böyle rastlantılar sonucu doğmuş bir proje olarak yönetmenin kalbine değiyor, onun dilinden samimiyetle dökülüp kimseyi ajite etmeden izleyicinin gönlüne akıyor. Sonuçta her insanın hayatı biriciktir ve anlatılmayı hak eder. İşte Kazım adlı başarılı yapım her işte akışa teslim olmanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.

Biraz filmin konusundan bahsetmek gerekirse, Dilek Kaya Hoca rastgele dolaştığı İzmir’in Halkapınar semtinde kurulan bit pazarında tezgahın birinden satın aldığı mektuplar ve günlüklerden hareketle bir öykünün içine düşüyor. Daha önce de böyle materyaller satın aldığı, eski fotoğraflardan koleksiyonlar yaptığı, sık sık bit pazarlarında dolaştığı halde merakını bu kadar celbeden biri olmuyor. Yaşamının izlerini sürünce detaylarını öğrendiği bu kısacık hayatı unutulmaz kılmaya karar vererek çıktığı yolculuğu bize de izlettirdiği, bizim de içimize yeni patikalar döşediği bu filmi yapıyor.

Bu arada şunu da belirtmek isterim. Bit pazarları bana hep hüzünlü gelmiştir. Çocukken babam Pazar günleri hep gider dolaşırdı. Orada ne aradığını hala bilmiyorum ama kafa dağıttığı yerlerden biriydi bit pazarı. Şimdi düşününce, babam da, hayatta vazgeçilmez dediğimiz bir çok eşyanın, kıymetli hazineler gibi koruduğumuz kişisel tarihimizin belgelerinin belki bir, belki iki nesil sonra yokluğa mahkum edilişini görerek, dünyaya çok bağlanmamak, dertlerin, karşısında susup kaldığı tek gerçeğimiz olan ölümü hatırlamak, her şeyin zıddıyla var olduğu bu dünyada yaşadığı güne şükrederek umudu diri tutmak istiyordu. Onca eskiliğin içinden tazelenerek eve döndüğünü düşünürsek bu açıklama bana gayet mantıklı geliyor. Birkaç kez beni de götürmüştü. Ancak ben sahaftan alınan kitapların sayfaları arasında dolaşırken bile hüzünlenen yapım gereği her şeyine hayran olduğum babamın bu zevkinin ortağı ve yaşatanı olamadım. Emekli olunca o da gitmeyi bıraktı zaten. Gençlikte birilerinden kalan eşyalar arasında dolaşmak ile yaş ilerleyince onca hatıranın yok olduğu yerleri adımlamak aynı duyguyu vermiyor olmalı. 

Yönetmen de, sık sık dolaştığı bu yerlerde ne aradığını anlatırken, geçmişin, şu andan daha çok ilgisini çekmesine, belki de yaşayamadıklarına duyduğu özleme getirmiş konuyu. Bence de, yaşam yolculuğumuzda başka hayatların şahidi olmak, ruhumuzu ait hissettiğimiz zamanlarda dolaşmak ama bunu objektif kriterlerle, doğru vasıtalarla yapmak önemlidir. Çünkü herkesin başka bir zorluğun taşıyıcısı olduğunu görmek gündelik sorunlarla mücadelemizi kolaylaştırır. Şimdilerde sosyal medyada sürekli olarak her yönüyle hayatlarının iyi olduğunu pozlayan insanlar kendilerini bu yalana inandırarak tatmin etmek peşinde iken hayatın düz bir çizgi şeklinde gitmeyeceğini bilmeyen gençleri, bunu unutan yetişkinleri sabote ederek intihara kadar sürükleyen depresyonlara sokuyorlar ki, geldiğimiz nokta son derece acıdır. Oysa başka hayatlara yapılan yolculuklar, bir kitabın sayfaları arasında ya da bir filmin kareleri olarak düşünce önümüze, kendi hayatımızı daha kolay anlamlandırma şansı tanır. Görselliğin en önemli yönlendirici olduğu günümüzde sinema bu vasfı ile çok önemli bir sanattır.

Bu parantezden sonra tekrar konuya dönecek olursak; şu acı durumu da işaret etmek istiyorum: Ben bit pazarı ya da sahaf gibi yerlerde dolaşırken, sevdiği kitaplarda, kendini bulduğu yerlerin altını çizen insanların, en değerli varlıklarını kimselere emanet edemezken mahremlerini ortaya dökecek evlatlar, torunlar yetiştirdiklerini bilseler kahrolacaklarını düşünerek ürperirim hep. Aile büyüklerini kaybeden nice insanın, kendine antika eşyalarla dolu bir ev, albümler, mektuplar kaldığında onlardan bir çırpıda vazgeçmelerini algılayamam. Ama biliyorum ki, insanın bir şeye sahip çıkması için anlam yüklemesi gerekir. Anlamak için dinlemek, öğrenmek, bilmek belki de en önemlisi yüreğe temas edecek bir bağ kurmak şarttır. Zamanında kurulmamış bu irtibat birinin kalbi kadar değerli bulduğu şeyleri ötekinin sokağa saçmasına sebep olur. 

Belki de hayatın gerçeği budur: Gidenler ve gelenlerle sürekli değişen sahnenin dekorları da değişmelidir. Ama biz olaya iyi yönden bakalım: Burada da muhtemelen adını taşıdığı ama hikayesini hiç merak etmediği amcasının mektuplarını, hatıratlarını bit pazarına gönderen yeğen, farkında olmadan böyle bir filmin çekilmesine sebep oldu. Demek ki kötü dediğimiz olaylardan bile iyi neticeler çıkabilir.

Spoiler içerir.

İşte bu belgeselde hayatı anlatılan genç Kazım, memleketim olan Bornova’nın en iyi okullarından Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Fen Lisesi’ni kazanıyor. Dört yıl burada yatılı okuyor. Ardından Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesine başlıyor. Daha on dokuz yaşında iken, 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekatının olduğu günlerde, ODTÜ’lü arkadaşlarının mensup olduğu Dağcılık Kulübü ile birlikte tehlikeli bir tırmanışa katılıyor. Engin müzik bilgisi, hareketli, hayat dolu ruhu, iri vücut yapısı ile aslında uygun olmadığı bir sporun peşinden giderken aradığı neydi, kendini bulma yolculuğunun henüz başında iken kim bilir ne hayallerle tırmandı o kayalıklara hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama Kazım’ın yerinde durmayı değil yolda olmayı tercih ettiğinin şahidi oluyoruz izlediklerimizle. 

Nice insanın hayallerinin yanından bile geçemeden toprak olduğu bu dünyada Kazım, zirveye yakın bir noktada emniyetli kısma ulaştıktan sonra, her nasıl olduğu çözülemeyen bir şekilde kayalıklardan düşerek ölüyor. Türkiye’de tırmanış esnasında ölen üçüncü kişi olarak acılar tarihine yazılıyor. O dağ köyünde hala hatırlanıyor bu acı olay. Annesinin, babasının, ağabeyinin yaşamı bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmuyor. Aile bireylerinin bu travmanın gölgesinde geçen hayatları belki de tek varis yeğenini, adını taşıdığını bilse de amcasının hikayesini merak eden biri yapmıyor. Belki de bunun sebebi takıntılı ve kaygılı bir babaannenin herkesin hayatına fazlaca müdahale eden tavrıydı. Aşırı uyaran geldiğinde de insan kendini kapatır ya, belki de yeğen, bir gölge gibi babaannesinin ruhunda yaşayan amcasının hayaletinden kurtulmak, anne ve babasını ayıran bu babaanneden uzaklaşmak için köklerinden kopup başka bir şehirde yeni bir hayat kuruyor.

Kazım, çok sevilen bir insan ama yatılı okul yakınlığı ile birbirine bağlı lise arkadaşları da, tırmanıştaki dağcılar da, annesi hariç ailenin kalan bireyleri de bu elim olayı unutmayı seçiyor. Yönetmen eline geçen mektuplardan yola çıkıp bir yap-bozun dağılmış parçalarını toplayarak bu kısa hayatı, ailesinin, evinin çevresindeki insanların, lise arkadaşlarının, öldüğü bölgenin köylülerinin dilinden yeniden anlatıyor.

Eskiler böyle durumlarda ölümüne gitti derler. Herkesin bir alın yazısı var ve o sayılı soluktan ne  bir nefes eksik ne de fazla yaşar insan diye eklerler. İşte bu iyi yetişmiş, yaşasa belki çok parlak bir kariyeri olacak genç de kendi üniversitesi bünyesinde olmayan bir kulübün etkinliğine, botunu, montunu, sırt çantasını, ipini farklı farklı insanlardan alarak heyecanla gidiyor. Adeta ölümüne koşuyor. Ama geride büyük bir acı bıraksa da kısa yaşamında geçtiği yerlerde hayatlara dokunmayı başarıyor. Öyle ki, tırmanışa başladıkları köyde karşılarına çıkan çocuğa verdiği krakerin anısı, şimdilerde yaşlanmış bir kadın olsa da o vakit küçük bir kız olan köylünün ışıldayan mavi gözlerinde hala yaşıyor.   

İrademiz dışı geldiğimiz bu hayattan yine bilmediğimiz bir zamanda isteğimiz dışında gidiyoruz. Yani bu dünyadan geçiyoruz. Kiminin bu geçişi uzun sürüyor ama ardında iz bırakmadan giderken bazısı faydalı eserler, kazanılmış gönüller bırakıyor kısa zamanda. O nedenle kimsenin kaderine karışmak, adil değil demek haddimize değil. Hatta kendi hayatımızı bile nedenlerle yargılamak ve ruhumuzu dar boğaza sokmak yerine olana razı olduğumuzda yaşadığımız ilginç deneyimler bizi bir üst versiyonumuza taşıyor. Ama bunun için sakin kalmayı başarmak, zamanında kendinden kendini doğurarak gerçek manada birey olmak gerekiyor. İşte o zaman her acı, her musibet bize tekamül etme imkanı sunuyor. Ama nedenlerle boğuşmak, hak etmedim ben bunu diye çırpınmak kafamızı taştan taşa vurmaktan farksız. Sonu da herkes için kötü bir çıkmaz…

İşte bu belgesel film beni bunca düşüncenin içine bıraktı. Epey gözyaşı döktürdü. Çekildiği zamanın anlayışına, toplumsal normlara, insanın acımasızlığına, hayatın canlılığına, o günlerde eğitimin kalitesine, ama zihniyet olarak böyle gelmiş böyle giden bir ülkeye dair çok şey anlattı. Bu yüzden filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Yönetmenin emeğine sağlık. Nice başarılı çalışmalarda yine gönüllere temas etmesini diliyorum.

Uçan Süpürge Derneği’nin Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleştirdiği film gösteriminin ardından yönetmen ile söyleşi de yapıldı. Sık sık alkışlarla sözü kesilen yönetmen ilk işinde son derece başarılı idi. İzleyicilerden biri söz alıp tüm salonu etkileyen bir cümle kurdu. Onu da buraya not etmek istiyorum: Kızında bir yara izi olduğunu ve bunun üzerine dövme yaptırmak istediğini söyleyen kadın, yönetmene, siz de sevdiklerinin üzerini örtmeye çalıştığı bu yaranın üzerine bu filmle bir dövme yapmışsınız, dedi. Bunları söylerken sesi çatallaştı ve gözyaşlarına boğuldu. Doğruydu, geçici ve kısa bir hayat, meraklısı için bir çok ülkede festivallerde gösterilecek ve yüreklerde kalıcı iz bırakacak şekilde resmedilmişti. 

Yönetmen de, belli ki, bit pazarında başlayan ve kayalıklara tırmanması ile süren bu yolculuktan sonra evine döndüğünde artık aynı kişi değildi. Yaşamadığı zamanlardan, hiç tanımadığı bir arkadaş edinmişti. Kazım ise, sıkıştığı el yazısı mektuplardan çıkıp izleyicisinin de yönetmeninin de hayatına sade ama etkileyici bir dövme gibi girmişti…

Handan Kılıç                 

Filmin fragmanı için tıklayınız.


1.İzmir Uluslararası Mülteci Film Festivalden Notlar 2

Epeydir süren, konunun takipçileri için iyi bir kaynak niteliği taşıyan, mültecilik ve iltica kavramları üzerine düşünenler için faydalı Film Festivali notlarının sonuna geldik. 

Genel hatları ile aynı sıkıntılara değindikleri için çok güzel olsa da detaylı yazmayacağım bir kaç film ve belgeselin de festival kataloğundaki görsellerini paylaşarak kaynakça sunma görevimi ifa edeyim istedim.

HUMAN FLOW-İNSAN SELİ 2018




İMROZ

     
Ayrılığın Yurdu Hüzün


























Yeni Bir Yurt Edinmek


























STYX
























VEGERİN
























TRANSİT







NEXT STATİON-BİR SONRAKİ İSTASYON 2017

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 64. Film  

En beğendiğim yapımlardan biriydi. "Mülteci için hep bir sonraki istasyon vardır" diye yola çıkmış kendisi de bir mülteci olan Yönetmen Alla Arabi Katbi'nin belgesel filmi çok güzeldi. Gösterim sonrası söyleşiye de katılan yönetmen, verimli bir sohbet yaptı. 

Türkiye'ye yerleşen ve bir yapım şirketi kuran yönetmen bir çok kez gitme denemesi başarısız olan genç bir Suriyeli'nin Almanya'ya gitme yolculuğu üzerinden mülteci olmanın her halini çekmiş. 

Hala irtibatta olduğu belgeselin kahramanı her aşamayı telefonu ile kaydetmiş ve yönetmene iletmiş. Filmi izlerken azmine hayran kaldığım genç ülkesinde üniversite öğrencisi imiş. Aslında yönetmen olmak isteyen ancak puanı yetmediği için başka bir bölümde okurken savaş çıkınca orada kalmak istememiş ve hayallerinin peşine düşmüş. Türkiye'ye kolayca gelmiş ama buradan gidişi kaçakçılara verecek çok parası olmadığı için epey uzun sürmüş. 

Filmi izlerken hep şunu düşündüm, hani "Allah bir kapıyı kapatırken birini açar" derler ya, işte bu genç de istediği bölümü kazanamamış ama hayalinden vazgeçmediğinden yönetmen olmak için alacağı eğitim çok daha nitelikli bir ülkede nasip olmuş. Hem de bir savaş sonrası. En çok istediği şey film çekmekken kendisinin hayatı ilham veren bir belgesele konu olmuş. 

Hem de görüntülerin çoğunu kendi çektiği için bir nevi hayalini de gerçekleştirmiş. Filmin hem kahramanı hem kazananı olmuş. Şimdi bir çok ülkede festivallerde gösterilen bir filmi var ve eğitimine Almanya'da devam ediyor. 

Öyleyse "Her zorlukla beraber kolaylık da vardır" Umutlu olmalı, kalpten istemeli. O vakit bize verilmeyecek bir şey yok.   

İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI


Sinema günlüğünde 48. film:

İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI 

TWO WISPS OF HAIR: THE MISSING GIRLS OF DERSIM
TÜRKİYE/TURKEY, 2010, betacam, renkli/color, 55’




YÖNETMEN/DIRECTOR: Nezahat Gündoğan

Bu belgesel filmde yönetmen, 1938’de Kürtler Dersim’den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen Kürt kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin, birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımlarıyla görünür kılıyor. Huriye ninenin sözleri, o kızların geride bıraktığı ailelerin özlemini anlatmaya yetiyor: “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım…”
  
Bu filmi ilk defa 2010'da Ankara Film Festivali'nde seyrettim. Salonun tıklım tıklım olduğu, başında ve sonunda uzun alkışların tutulduğu kaliteli belgeseli herkes izlemeli ki, tarih kitaplarımızda geçmeyen gerçeklerden kısmen de olsa haberdar olalım ve bunu bir girizgah yapıp konuyu derinlemesine araştıralım, diye düşündüm. 

Bu topraklarda sessizce yaşanmış, şahitlerinin her şeyi İlahi Adalet'e havale ettiği, kendi insanından umudunu kesip herkese içten içe küstüğü, hayata devam edecek güç bulmak için mağdurken ön yargılarla daha fazla yaftalanmaktan korkarak kimliklerini sakladığı öyle çok hikaye gelmiş geçmiş, geçiyor ki biraz duyarlılık geliştirdiğimizde başımızı hangi tarafa çevireceğimizi şaşırıyoruz. Oysa artık her çağdaş toplumun başardığı o gerekli yüzleşmeleri yapıp hakları teslim etmeli değil miyiz? 

Ancak o zaman ülkenin çeşitli fırsatlarla aynı acıları çekmiş farklı kesimlerini anlayabilir, bir insan olarak fark ederek yaşadıklarını anlatabiliriz. Böylece onların yüreklerine su serperken bir gün memnun olmadığımız bu düzen içinde çarkın ezdiği, diğerlerinin suskunlukla izlediklerinden olmamak için de, bireysel bazda üzerimize düşeni yapmış oluruz. 

Bu belgeselde anlatılan acı çekmiş insanlardan değilim ama belleğim acının, zulmün ne olduğunu idrak edecek kadar anı biriktirmiş olmalı ki, izlerken tüm salon gibi gözyaşlarımı tutamadım. 

Umarım diğer acı çekenler de maruz bırakıldıkları halleri böyle güzel anlatabilir ve toplumumuz empati yeteneğini geliştirerek birbirini anlama noktasına biran önce ulaşır diye dilekte bulundum. Hele bu günlerde bir garip kutuplaşma ile herkesin üst kimliklere takılıp birbirini dinlemeye gerek bile görmeyerek ciddi yarılmanın yaşandığı zor zamanlarda (niyeyse kolay zamanlar bir türlü uğramıyor buralara) "İnsan" ortak paydası üzerinden bir anlayış geliştirmek gerekli ki, her şey için geç olmasın. 

Her gün bir başka zulüm, katliam, cinayet, tecavüze kurban gitmesin insanımız. Böyle yapımların çoğalması ve insanımızın orada ne olmuş diyerek yazılan yazılara, çekilen filmlere dönüp bakması dileğiyle...   

Bu konuda Sema Kaygusuz'un "Yüzünde Bir Yer" adlı romanını anlattığı bir videoyu da paylaşmak istiyorum. 

Burada yazar, "Kurban dilinin manası dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı açar. "Peki bu neden oldu?""Çünkü, çünkü, çünkü... "Çünkü" diye açıklamaya başlar ve çok ahlaksız bir tartışmanın içinde bulursunuz kendinizi" diyor. 

Bu nokta çok önemli. Ortada bir haksızlık varsa hukuka, insana, demokrasiye inandığını iddia eden herkes tırnak içinde "Kendinden görmediği, ötekileştirilmiş" diğer insana yapılanları görebilmeli, yanlış olduğunu söyleyebilmeli, "Oh, iyi oldu, onlar da şunu yapmıştı" gibi nedenler sıralayarak ileride daha büyük sorunlara yol açacak kurban dilini pekiştirmemelidir. Sonuçta herkes ayrı bir bireydir, kimse, anasının, babasının günahı, bir kaç had bilmezin yanlışı üzerinden bireyselliği yok sayılarak, suç olarak nitelendirilen eylemlere kişisel katkısı tartışılmadan topluca mahkum edilmemelidir. 

Hele de katledilmek, sistematik işkenceye tabi tutulmak, tecavüz, yaşam hakkının elinden alınması, yaşam sevincinin bitirilerek sözde yaşayan özde ölü haline getirilmiş insanların çoğaltılması kabul edilemez. Bu anlayış geliştirilip insana, büyük acılara, kitlesel haksızlıklara karşı evrensel değerlerle bakıp herkese eşit mesafede durabilmeyi başarırsa insan, kendine karşı dürüst olabilir. Ancak bu seviyede insanlığı hisseden "Olgun"luğa yaklaşır, başını yastığa koyduğunda vicdanını ahlaksız "çünkü"ler, aklını ve kalbini saf dışı bırakan acımasız gerekçelerle ya da buna yardım edecek maddelerle uyuşturmadan rahatça uykuya teslim olur. 

En sevmediğimizin hakkını koruduğumuzda sistemin çalışmasını sağlayarak herkesin kendi hakkını kendi almasının yaratacağı kaostan kurtulmuş oluruz. 

Maalesef toplum olarak bu açıdan son derece kötü sınavlar verdik, veriyoruz. Ahlaksızlığın öyle bir boyutu ki bu öldürülmüş bir kadının ardından onun mahremine giriyor, bir mevtanın hak ettiği saygıyı hiçe sayıp gece dışarıda olmasını, alkol almasını tartışıyoruz. 

Maalesef meslek yaşamımda bu tarz çok olayla karşılaştım. Ne olursa olsun kadının haksız olduğuna kafadan inanmış eril bir karar verici kitlenin tartışmalarını izledim. Bu nedenle meftaya saygı yazarken bile acı acı güldüm. Birhan Keskin'in Penguen şiirini hatırlayıp "Biz bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile" diye mırıldandım. 

Bu çağda, kişisel verilerimiz kurumlarca her yere saçılmışken, şantaj yapılan bir kadının feryatla başvurduğu makamda ve akabinde yapılan yargılamada, suçun unsurları amiyane tabirle kabak gibi ortadayken, ceza vermeden önce, kadının telefon numarası adamda ne arıyormuş diye soranlar gördüm. Bunlara karşı dursak da sonucun değişmediğini görünce "Dilerim senin karının da başına gelir" diyerek ah eden kadınların, yine bir kadının canının yanması üzerinden içini soğutmaya çalıştığına şahit oldum. 

Bu yüzden bir şeylerin bizim canımızı yakmadan değişmesini istiyorsak canı yanan insanları göreceğiz, acılarını dinleyecek, haklarına beraber sahip çıkacağız.

Yoksa, yok olacağız. 

Şule Çet için adalet, tüm masumlar için adalet...   

      



DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...