gündoğumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gündoğumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

GÖĞE BAKALIM, GÜZEL KALALIM





Günlerdir yorucu olsa da, bana iyi gelen bir koşuşturmanın içindeydim. Öyle ki, bloga bile yeterli vakit ayıramıyorum. Yapılan yorumları bile görmemişim. Blog dostlarım affetsin, şu koşuşturmaca bitince yine buralarda olup gezecek, güzel yazılar okuyacağım. 

Günler sonra evde olmanın keyfini çıkararak bu sabah alarmsız uyandım. Canım neyi hangi zamanda yapmak istiyorsa öyle hareket ediyorum ki bu ne güzel bir özgürlüktür. 

Canım annem, özenerek bir kahvaltı hazırlamış, hazıra kondum. Bir demlik çay içtim, keyiflendim. Muhteşem bir hayatım varmış, her şey çok güzelmiş gibi yaptım, zaten kötü de değil hayatım, biraz ağır aksak gidiyor ama hala ayaktayım. 

Keyifli olmamda gündemle ilgilenmemek kararım da etkili oldu. Bir ara sosyal medyada yine can sıkıcı başlıklar gördüm ama ne yapalım kötülük dünyanın her yerinde her an tekrarlanan bir yaratım, iyilik de, ben iyiyi görme kararı aldım. Ki şahane bir rüya da gördüm, yorumlarına baktım, ferahlık dolu günlerin yakın olduğunu söylüyordu, yeni yıldan umutlandım.

Hemen telefonu elimden bırakıp biraz hareket ettim ki, mutluluk hormonumu salgılattım sevgili beynime. Sütlü kahve yapıp içtim, beraberinde kitap okudum. Cam balkona çıkıp serin havayı iliklerime kadar hissettim. Yine açık, güneşli şahane bir hava var İzmir'de. Ay bu sabah ütü bile yaptım, bu kadar saate ne çok iş sığdırdım, aferin bana dedim, daha da keyiflendim.  

Aile evi başka. İnsanın en çok ait hissettiği yer, toprağı, anıları her şey orada. Evimiz hala aynı yerde. Bu nedenle dışarı baktığım her seferde çocukluğumun arka bahçesinde dolanıyorum. Küçükken Ankara asfaltından geçen araçları, üniversiteden çıkanları, mavi ve kara treni keyifle seyrettiğimiz pencereden şimdi metrodan inenleri izliyorum. 

Tabi artık çok şey değişti. Yeni yollar yapıldı. Hatta yükselen yola paralel evimiz de katını yükseltti. Ama hala karşıda yeşil bir üniversite kampüsü var. Ve sayısı, şeridi artan yollar... Gidenleri, dönemeyenleri, kalanları anımsatarak insanı hayali yolculuklarda gezdiren bu manzarayı da, yıllar sonra dönüp geldiğim evi de, yolculuklara çıkıp bilinmezliğe yürümeyi de seviyorum. 

Ve bu sabah da soruyorum, bu günün bana hediyesi ne? Bolluk, bereket, huzur, ilham hangi şanslarla üzerime akacak, kabuldeyim, güvendeyim. Tüm olumsuz düşünceleri de iptal ediyor, evrenin sonsuz ışığına yolluyorum.     

İşte böyle içimdeki çocukla beraber mesai öncesi hareketliliği de izleyince hayalen bir yolculuğa çıktım. Ve yine kendimi orada, anılarda buldum. Bu balkondan uzakları seyredip bir an önce uzaklara gitmeye özlem duyduğum günlerde. İşte o zamanlarda iyi bir arkadaşım vardı. Enerjimin düştüğü anlarda hemen fark eder, acil yardım çantasından çıkardığı ve dinlemekten hiç sıkılmadığım söylevlerine başlardı. Yine böyle bir gün gözlerimdeki hüzne dayanamayıp demişti ki:

"Çileyi bir kambur gibi sırtında taşımaya başladığın anlarda gözlerini, bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenlerin üzerindeki mavi gökyüzüne çevir ve o muhteşemliğe gülümse" 

O günden sonra göğe bakmaktan hiç vazgeçmedim. Bu gün de, göğün renk cümbüşünü izlerken bir anda başımı öne eğdim. Metrodan çıkıp aceleyle yürüyen insanları görünce dilime o cümlenin "Bilinçsiz bir karınca işçiliği ile hayatlarını ölüme taşıyan bedenler" kısmı takıldı. 

Koşuşturmalara feda ettiğimiz hayatımız her an bizi ölüme yaklaştırırken biz sadece otomatiğe bağlanmış şekilde gerekliliklere sıkışıp kalıyoruz. 

Karın doyurmak için çalışıp yorgunlukla televizyon karşısında ömür tüketmeyi, şimdilerde ellerimizdeki kelepçenin ekranından başka hayatları izleyip söylenmeyi yaşamak zannediyoruz. 

Ve bir gün neden geldiğimizi bile anlayamadan bu dünyadan çekip gidiyoruz.  

Belki bu ülkede yaşamak başka bir alternatif sunmuyor bize ama dönüp yaşamlarımıza bakmak, "Bana ne" diyerek başkalarının dedikodusundan vazgeçmek, "Sana ne" diyerek hayatımızın direksiyonuna geçmek zorunda değil miyiz?

Sadece ayakta kalmak için koşmayalım...

Yavaşlayalım, duralım, düşünelim: Ölüm var ve hepimiz ona koşuyoruz hatırlayalım. 

Kısacık bir hayat için hem kendimize hem de başkasına haksızlık yapmayalım.  

Adalet, her şeyin yerli yerinde olması diye tanımlanır. Kendimize karşı acıtan bir dürüstlük sergileyelim ve geç olmadan hayatımıza çeki düzen verelim.

Güzel ses, güzel şarkı ama Hep sonradan gelir aklım başıma diye hayıflanmayalım. Çünkü yaşıyoruz, bundan büyük mutluluk yok.

Hatta çile, bir kambur gibi sırtımızda olsa da vakit varken göğe bakalım ve oraya yükselelim. Hayatta dertler, tasalar da misafirdir, onları da uğurlayıp mutluluklara kapı açacağımızı unutmayalım.

Yaşasın hayat, yaşansın huzur!

Kocaman gülümseyin bu gün:) Ben öyle yapıyor ve şimdi yazacağım hikaye için buradan ayrılıyorum:))



HAYAT ŞARKIMIZI BESTELERKEN



Dünya denen bu tehlikelerle dolu çöle gönderilen her gönül bir yolunu bulup suya ulaşmak ister. Herkesin, mutluluk diye aradığı şey bu olmalı: Suya ulaşmak, onu çoğaltmak, onunla çağıldamak. Ama işte kimisi diyar diyar gezip o gönlünü yeşertecek suyu bulamadan, hatta geçtiği yerleri de çorak bir araziye çevirerek yaşar. Kimisi ise uğraşır didinir ve o hedefe ulaşır. Su, derinlerde de olsa onu çıkarır. Her damlasının da kıymetini bilir.

Bir de, suyu bulunmuş, tulumbası kurulmuş verimli arazilere doğanlar vardır. Her istediklerinde suyu içebildiklerinden, yokluğunu bilmezler. Derinleri kazıp suyu çoğaltmanın  peşine de düşmezler. Keşfedecek bir şey kalmamış diyerek sağda solda dolaşırken kendi topraklarından uzakta susuz kalırlar. Sonrası daha kötüdür. Geri dönmeye üşenirler, bulundukları yeri kazmaları gerektiği akıllarına gelmez. İşte böyle arafta kalanların hali yıkıcıdır, yorucudur. Kendini bulması, yeniden temiz kaynaklarına dönmesi de ciddi bir niyet ister. Ama insan, susuzken yürüyemez. Kendinden de kolay kolay kurtulamaz.

Böylece herkes bir arayışın içinden kendi ölümüne doğru yürür. Hayat yolu uzun ve yorucu olduğundan bir gönülde konaklamak da gerekir ki, devam edecek güç toplansın. İşte o zaman hayat arkadaşı denen ve aslında kaderin önümüze çıkardığı kişi gelir bizi bulur. Kimi aşk elbisesi giyip gelir hayatımıza kimi bu ilişkinin devamı için gereken en önemli unsurlardan mantığa bürünerek yoldaşımız olur. Her nasıl geldiyse fark etmeden herkes içten bir “Hoş geldin”i hak eder. Ancak yolculuğumuz bu noktadan sonra uzun soluklu bir maratona dönüşür. Yapılacak teknik hatalar, yanlış nefes alış verişi, gereksiz enerji kayıpları yarı yolda kalmaya sebep olur ki, bu insan için büyük hayal kırıklığıdır. Çünkü yolculuk ona eşlik edecek bir arkadaşla daha keyifli geçecek diye umutlanılmıştır. İlk zamanların sarhoşluğu ile ayakları yerden kesilen taraflar böyle bir zorluk yaşayınca bir vakit oldukları yerde yığılıp kalırlar.     

Aslında kadınlar ve erkekler başka dünyalara ait varlıklar gibi dursa da, tıpkı bilinç ve bilinçaltı gibi birbirini tamamlayan enstrümanlardır. Bilinçaltı dişi enerji, bilinç ise eril enerjidir ve bu enerjiler bir bütün olduğunda sağlıklı bir metabolizmanın yöneticisi olurlar. Onun gibi eğer kadın ve erkek de önce kendinin sonra karşısındakinin nasıl bir enstrüman olduğunu keşfeder ve beraber bir şarkı bestelemek isterse kaliteli bir birliktelik ortaya çıkar.  
Hepimiz özgür iradeye sahip insanlar olarak bir çok tercihte bulunur ve bedellerini de öderiz. Ama doğmayı, ölmeyi ve bunların vakitlerini seçemediğimiz gibi evlilik için de kaderin tayin ettiği takvimi ve kişiyi beklemek zorunda kalırız. Her ne kadar ben kendim seçerim desek de aşka da, evliliği de nasiple düşeriz. Bunu gösteren en güzel örnekler, çok sevseniz de kavuşamamak, başta istemeseniz de sonra biriyle kendini evli bulmak ve mutluluğu yakalamak olabilir.

Ancak işte nasibimize düşen yoldaşımızın kendini ne kadar tanıdığı, gönlünü çağıldatacak o suyun peşinde gidecek bir hayalinin olup olmadığı hususunun ortak hayatla ilişkisi vardır. Nasiple bize gelen bu kişi, hayat şarkımıza en önemli notaları verecek insandır. Bizler genel olarak, bilinçaltımızdaki travmaların el altından seçtiği insanlara çekiliriz. Bu bize sorun yaşadığımız konuların tekrarı bir hayatı yaşatabileceğinden dikkat etmek gerekir. O nedenle olumlu düşünür ve bunu dilimizle hayatımıza hayat kılarsak seçtiklerimizin iyi yönlerine odaklanır ve göze batan kısımlarını törpüleyebiliriz. Böylelikle zıt olduğumuzu sandığımız biri ile yolları ayırmak yerine ortak noktalara odaklanır, beraber bir hayat şarkısı besteleyebiliriz.

O zaman yine dönüp dolaşıp akışa güvenmek konusuna geliyoruz. Mutluluk için yapılması gereken ilk şey sanırım kaderimizin bize getirdiği enstrümanı kabul etmek, çalmayı öğrenmeye çalışmak. Bir neyden ses çıkarmak bazen üç yılı alıyor derler. Kolay bir iş değil bir müzik aletini çalmak. Ciddi emek, özveri, çokça alıştırma gerektirir.

Bir de, karşındakinin çalabileceği bir alet olmayı öğrenip varlığını kabul etmek, onun senin virtüözün olmasına izin vermek var ki, bu bir enstrümanı çalmaktan zor olabilir. Onun için günümüzde her yerden ahenksiz gürültüler yükseliyor. Oysa herkese iyi bir müzik yapma şansı veriliyor. Her aletin sesi farklı ama müziğin dili evrensel. Her parça, farklı farklı aletlerle çalınabilir. İyi bir müzisyen aletini konuşturur. Daha iyisi birlikte bir ezgiyi çalmayı becerir. İşimiz elimizdeki aletleri kullanmayı öğrenmek ve hayat şarkımızı bize eşlik eden hediyelerle beraber en güzel haliyle çalmak, onlara da, insanı, müziği, ritmi öğretmek. Böylece arafta kalıp kendilerini keşfetmeden yaşayıp gitmesinler. Kendi şarkılarını bestelemek için en çok ihtiyaçları olan enstrüman onlara geldiğinde fark edemeyip gürültünün içinde kaybolmasınlar.

Hayat çok çabuk geçen bir yolculuk. Hele bu topraklarda ne istediğini ancak yolun yarısı denen noktada anlıyor insan ve her şey için çok geç diye hayıflanıyor. Sonrası zaten daha hızlı geçiyor ve tercih hakkı tanımadan insanı mecburiyetler ırmağında sürüklüyor.

Bunun için yapabileceğimiz ilk şey, suyun hafızası olduğunu unutmadan besteleyebildiğimiz en güzel hayat şarkısını beraber çalabileceğimiz yanı başımızdaki kıymetleri fark edip her halimizle bir olma niyetine girmek. Sonra da, bir damla su içinde geldiğimiz bu dünyadan geçerken çorak beldelerde kuruyup kalmadan okyanuslara karışacak bir yolculuğa talip olmak.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hiç kendini denemeyecek misin? Ne olduğunu, kim olduğunu öğrenmeden mi öleceksin?” demiş. Denemek kelimesinin zihnimizde ilk yankısı yanılmak olduğundan, insan düşe kalka, deneye yanıla kendini tanıdığından, yaşadıkları üzerinden kendini yargılamak yerine “İlginç bir deneyimdi, bana öğretecekleri vardı” diyebilirse yoluna devam eder, tekrar akışa bırakabilir kendini.

Israr ya da iddia yeni ve daha zorlu etapları kendine çağırmak, güvenmediğin akışın altında kalarak boğulmayı istemek olacağından böyle zamanlarda en çok kendine, kendi aynasından bakmalı insan. İçindeki çocukla göz göze gelip gönlünü almalı, kucağına yatırıp saçını okşamalı, onu gülümserken görmeden, kendisiyle yürümeye razı olduğunu duymadan ayağa kalkmamalı. Onun gönlünü yapınca, kendinden başlayıp anne babasını, eşini, evladını, dostunu, arkadaşını affetmeye, onların da kendisini mazur görmelerine kalben niyet edip hayat şarkısının notalarına yoğunlaşmalı.  

Bu gün bulunduğum yerde dönüp kendime ne istiyorsun diye sorduğumda, kalan zamanımda güzel parçalar bestelemenin peşinde olduğum cevabını alıyorum. Artık huzurlu, gece ve gündüz döngüsü içinde gökyüzünü gördüğüm, karanlık kuyulara inmediğim, beni en iyi versiyonuma taşıyacak o bestenin arayışındayım.

Tabi insan o bestenin notalarını ararken sadece hayat arkadaşı ile beraber değil. O nedenle yaşamı boyunca eşlik eden, hikayemize uğrayıp geçen dost ve arkadaşlara da teşekkür etmek gerek. Buna hep özen gösterdim. Bana armağan ettikleri notaların hepsi çok değerli, sus işareti, bir boşluk bırakmak, sol anahtarı, inişli çıkışlı bir ritim, bize yaşadığımızı hatırlatan, bizi büyüten, ışığa yürüten o melodinin ayrılmaz parçaları.

Şarkıma katkı sunan, bundan sonra da sunacak olan herkese sonsuz teşekkürler. Sevgiyle, akışta kalın…      
  



BEN ŞARKIMI SÖYLERKEN



Dün "Merhaba" diyerek ilk yazımla yola çıkmıştım. Ancak bloga da ad olan bu yazı, yazdıkça yazasım gelip uzun sürünce ben de bir yazı dizisi olarak yayınlamaya karar verdim. Sizin de okudukça okuyasınız gelirse buyurun ikinci yazıyla yola devam edelim:

2

Çok uzun zaman sonra sabaha “Günaydın güneş!” diyerek uyandım. Oysa, her saat başı kalkarak evin içinde dolanıp durmuş, çok da iyi uyuyamamıştım. Yaklaşık dört gündür böyleydim. Hem bir tedirginlik hem de içi içine sığmaz bir heyecan vardı üzerimde. İnternette dolaşırken gökyüzünün hareketliliğinden bahseden bir haberi tıkladım. Koç dolunayı olduğunu, uyku düzenini bozan bu enerjinin hayata dair kararlı ve cesur adımlar atmaya vesile olacağını öğrenince hem rahatladım hem de umutla doldum.

Algıları açık bir insanımdır. Özel olarak takip etmesem de bedenime etkilerinden dolayı her türlü gezegenin retrosunu hisseder, dolunayın med cezirinden de çabuk etkilenirim. Hele şimdilerde hayata olan bakış açımı değiştirdiğim, çakralarımın şifalanmasına izin verdiğim bu günlerde havadan nem kapacak kadar hassasım. Çok şükür sonunda, huzurlu, kaderine razı bir insan olma yoluna girdim. “Keşke”lerimi sildim. Böylelikle, her insanın, her olayın bizi bir üst versiyonumuza taşımak için hayatımıza uğradığının farkındalığını geliştirebildim. Bu gerçeği elbette biliyor, söylüyor ama hissedemediğimden acı çekiyordum.

Şebnem Ferah gibi, “Ben şarkımı söylerken istersen sesi açarsın/ İstersen kısıp bunu da yok sayarsın/ Kim bilir belki gülümser belki ağlarsın/Yüreğindeki sesleri susturamazsın” diye avazım çıktığı kadar bağırıyor ama kimseye sesimi duyuramıyordum. Döndüğüm her köşe başında geride kalanlara kızıyor, bana eşlik edemiyor olmalarına içerliyordum. Ama artık vakti gelince sıkı sıkı tuttuğumuz elleri, canımızı acıtsa da bırakmadığımız alışkanlık iplerini sevgiyle bırakmanın herkes için en iyisi olduğunu öğrendim.

Bundan sonra zaten aynı frekansı paylaşan arkadaşlarımın benimle beraber yola devam edeceğini biliyorum. Kendi enerjimle onları davet ediyor, alış veriş dengemi bozmayacak, hayat şarkıma yeni katkılar sunacak yüreklerin beni bulmasını diliyorum.


Bu bir süreç, dilimizin, zihnimizin, ruhumuzun aynı potada erimesi ve bizi biz yapması için zamana ihtiyaç var. Zaman bekleyene uzun, kısır döngüde yaşayana kısa gelir. “An” da olmayı başarana ise sürprizler getirir.

Değişimler sancılıdır, zaman her yarayı kapatır. Ama biz, ol deyince olduran bir Varlığa inanıyor, güveniyor, bu dünya çölüne bırakıldığımız günden beri bizi vahalara ulaştırmasını diliyoruz. Yarınla dün arasındaki sarkacın dengede durduğu “an” denen sahip olduğumuz tek gerçeğin insanı kanatlandıracak ya da uçurumdan yuvarlanmaya götürecek güçte bir zaman parçası olduğuna gönülden inanıyoruz. Bir çok kez bunu yaşayarak da anlıyoruz. Bu nedenle en ağır yaraların, en sert düşüşlerin, en uzun gecelerin bir anda gelecek bir hediye ile iyileşeceğini, güneşin hızla doğacağını biliyoruz. 

Güzel günler görmek, onların da bizi görmesi dileğiyle...

Kısmetse yarın devam edeceğim. 


MERHABA



Yazdıkça yazasım gelir diyerek çıktığım bu yeni yolculukta bana eşlik edecek dostlara hoş geldiniz diyor, sevgi ve selamlarımı sunarak başlamak istiyorum.

1

Bu sabah içimde kıpır kıpır bir sevinçle güneşin doğuşunu izlerken ne kadar çabuk olduğunu bir kez daha gördüm. Aynı sandalyede oturup kaç gün doğumunu gözyaşları ile karşıladığımı, çok şükür geçti diye hissederek hatırladım. 

Oysa hayatımda henüz değişen bir şey yoktu. Dünkü şartlara maruzdum ama değişim içimdeydi. Artık gözle görülür hale de gelmişti. Çevremdekilerden her şeye olumsuz bakanlar neşemi garipsese de, yıllar önce bir gün yitirdikleri insanın tekrar geri dönmesine memnun olanlar da vardı. Ama bu durumdan en çok memnun olan kişi bendim.. Çünkü, hayatın karmaşası içinde unuttuğum kendimi çok özlemiştim. O nedenle yeni bir yolculuğa çıkarken sizleri de yanıma almak istedim. Bu blogta kendi yazılarımı yine kendi çektiğim fotoğraflar eşliğinde paylaşacağım. 

İnsan çok olasılıklı bir varlık. Bazen bilinmez bir karanlık, bazen gürül gürül bir ırmak. İçimiz ne kadar geniş. Her şey sığıyor. Sevgi, öfke, aşk, özlem, huzur, kıskançlık, nefret, intikam, arzu… Melek gibi bir insan, “an”lık bir cinnetle bir katile dönebiliyor. Yıllarını evlatlarına saçını süpürge ederek geçirmiş bir kadın bir anda arzularının esiri olabiliyor. Her çiçekten bal alıp çiçekleri soldura soldura ilerleyen bir çapkın bir gün bambaşka bir yol seçebiliyor. Yani insan içinde hem kadını, hem erkeği, hem katili hem sevgiliyi hem bir çapkını hem iyi aile babası ile hassas bir anneyi barındırabiliyor. En bencil diye yaftaladığımız birinin içinden, başkasının yaşamı için kendinden vazgeçecek kadar fedakar bir gözü kara çıkabiliyor.


İnsana, benliğin o tekinsiz arka sokaklarından aydınlık pırıl pırıl sabahlara yürüyebilecek bir güç bahşedilmiş. Sarkacını dengede tutarsa her şeyin üstesinden geleceği bilgisi verilmiş ama olabilirlikleri o kadar fazla ki, salınımı, tek başına doğru bir ritimde yapmak istediğinde çok zorlanıyor. Onun için Kolaylaştıran’a teslim olmanın verdiği, huzur diye bir his var ki, kolay kolay tırmanılabilen bir zirve değil. Oraya çıkış için, ihtiyaçlarını karşılayacak levazımatla doldurulmuş ağır bir sırt çantası, güçlü bir kanca, sağlam bir ip, tabiatla uzlaşıp onun kurallarını kabul etmek, hata yaptığında canınla ödeme gibi bedeller var. Bunlar aynı zamanda insanın elini kolunu sallayarak bu dünyada gezinmesi özgürlüğünden feragat etmek demek. Tabi, bunca zorluğun karşısında, tedbirini alıp kurallara riayet edersen, yani tam teslim olursan kalbinden korku silinecektir. 

Hayatı bize zor yapansa hem teslim olmayıp, hem her şeyin karar makamı gibi sürekli düşünüp akışı bozmak ve teslim olmuş gibi yapıp görünürde sırtlandığın çantayı, güçlü kancayı, sağlam ipi unutup tırmanış esnasında dengeyi bozacak hareketler yapmak. Çantadaki levazımatı, suyu, yiyeceği beğenmeyip ya da umursamayıp çaresizlikle savrulmak. Üstüne üstlük hiç bu zahmetlere girmeden ben güçlüyüm, kendim tırmanırım diyerek yola çıkan, ağırlıksızım diye uçmaya çalışanları taklit ederken uçurumdan yuvarlanmak. Hem yük taşıyıp hem de korkudan emin olamamak, hayatı çekilmez kılan.

Hayatı kolaylaştırmak lazım, akışına bırakmak, seyretmek lazım. Bunu bir gereklilik değil de tercih ile yaptığımızda huzur dağı, düz ova oluyor. Onun için akışa güvenelim. Ama hepimizin varlığına ad olmuş “İnsan” denen bu meçhul kimi zaman kendinden, salınımdan, varlıktan, yokluktan bunalıyor ve dipsiz bir kuyuya saklıyor kendini. Özellikle de insan, herkesin hayatını, çeşitli kılıklara bürünmüş belalarla, sıra ile gezen kriz zamanlarında, bir yerlere sığınmak, başka şeyler düşünmek, bilmediği yollardan yürümek ve rahatlamak istiyor. Çantayı kenarı koyuyor ama bırakmıyor, kullanmıyor da. Bir nevi isyan ediyor, bunca yükü taşıdım ama yaşadıklarıma bak diye söyleniyor içinden, karanlık onu hızla içine çekerken. 

Sonra o yalnızlığa, karanlığa alışıyor, günleri geceler üzerine deviriyor, dünün aynısı nefessiz vakitler yaşayıp duruyor. Kendi kendinin sabotajcısı olduğunu fark etmiyor. Zaman geçiyor, gücü azalıyor, karnı acıkıyor, ruhu sızlıyor, sıcak bir nefes, iki güzel söz duymak istiyor. Bazen en güvendiği, sıkıca tuttuğu dallar kırılıyor. Düşüyor. Kendi iradesiyle indiği, tercih ettiği sığınak bu sefer karanlığına karanlık katıyor. Bir yandan kuyunun suyu yükseliyor, boğulmamak için daha çok çırpınıyor. Çırpındıkça batıyor. Suyun soğuğunda üşüdükçe ısıtacak yeni şeyler arıyor. Aslında güneşi görmeyi reddedip kuyuda kaldıkça tam manasıyla ısınamayacağını kendisi de biliyor. Ama oradan çıkınca ne yapacağını kestirememek, yine ağır yükler taşıyacağını düşünmek ürkütüyor insanı.

Hani sık örnek verilen bir benzetme vardır. Yumurta dıştan kırılırsa hayat biter ama içeriden kırıldığında yeni bir hayat başlar diye. İşte vakit tamam. Yumurtanın içinden sesler geliyor. Kabukta çatlama belirtileri baş gösteriyor.

Ve insan bu yolda ilerlerken yazdıkça yazası geliyor. Bu nedenle bir kaç gün sürecek bir yazı dizisi ile yola çıkıyorum.
Tekrar "Hoş geldiniz."



DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...