yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sırrımın Çiçeği (1995)

 307- Sırrımın Çiçeği

Bu ay Yazı-yorum Dergide Sırrımın çiçeği filmini yazdım. Bir yazar filmi. Aşk acısı var, yazamamanın sancısı var. Mubi den izleyebilirsiniz. 

Linke tıklayarak dergiyi ücretsiz indirebilirsiniz.

İKİ GÖZÜM SENELER GEÇİYOR

 

Üzüm mevsimi bitiyor. Tarhana çorbası ile üzümün beraber yendiğini ilk kez Manisalılarda gördüm. İlçe, merkez fark etmeksizin hemen hepsi bunu coşkuyla karşılıyorlar. Ekime girerken gündüzler hala ılıksa da geceler serinliyor. Tabi, sıcak çorbalar da özlenmiş. Üzümler de toplanınca mevsimin kaderlerini birleştirdiği vazgeçilmez ikili doğuyor. Benim damak tadımda tatlıyla tuzluyu aynı anda almak yok. Tarhana ile üzüme alıştım ama gözlerimi ışıldatmıyor. Bir de Balıkesirlilerden gördüğüm peynirle karadut reçeli var tatların karıştığı ki, o favorim. Bu testi Ege dışında da yaptım. Kaç tane birbirini tanımayan Manisalı gördüysem gözünde o ışıltı hemen beliriyor. Belli ki herkes toprağını, annesini en çok da çocukluğunu özlüyor.

Benim içinse o ışıltı ancak annemin mayalı poğaçaları ile olur. Her hafta belki birkaç kez yapardı sağ olsun. Aslında o güzel koku misafir geleceğinin işaretiydi. Onlara pişer bize de düşerdi. Misafirimizin olmadığı gün azdı. Annemin sosyalliği yorucuydu hem kendini hem sürekli teyakkuzda yaşattığından bizi yorardı. Ve itirazlar reddedilirdi. Annemin lügatinde kabul görmeyen kelimelerin başında gelir yorgunluk. Hele de gençsen. Annesiyle konuşunca yaşı kaç olursa olsun gençtir insan ve yorulmamalıdır. Annem hep uzakta, kardeşimle yaşıyor şimdi. Bense hep yorgunum. Adeta vazgeçilmez bir kıyafet gibi yorgunluk üzerimde. Ah annem, can annem!

Gündüzleri yetmezmiş gibi gece de babamın arkadaşlarını çağırır, onu hayata katmaya çalışırdı. Babamsa tam bir asosyal sayısalcı. Buna rağmen annemin çabası ile mecburi sosyalleşmelerinde canı isterse idare eder ama yorgunsa, üzgünse, kızgınsa surat asmaktan çekinmezdi. Olduğu gibi bir adamdır. Kralı gelse iplemez. Annem gibi sadece kızdığı kişiye sınır koyup diğerlerine son derece sevecen davranmaz, davranamazdı. Kırk seneyi aşkın bu mücadelede kimse kimseyi değiştiremedi ama hayat annemin arkadaşlarını torun peşine farklı şehirlere hatta ülkelere savurdu. Allahtan onun elinin altında torunlar var da mayalılarını onlara yapıyor. Haftada dörtlü yaş maya paketini bitiriyormuş. Dün bir tarif sordum. İlla yaş maya deyince yok dedim, çıkıp alamam da. Nasıl evde maya bulunmaz diye şaşırdı. Ben yıllardır almadım maya, alerjim var yediğim zaman her yerim şişiyor ama en sevdiğim, hani gözüme ışıltı veren cinsten istediğim de yine mayalı hamur işleri.

Şu hayatta neyi, kimi sevsem bana zarar verdi. Sağlıklı olmak demek zararlılardan uzak durmaksa duruyorum. Ot gibi yani gözde ışıltısız devam ediyorum ama bu yaşamak mı? Yalnız, misafirsiz, poğaçasız, aşksız, annesiz. Avokadoyla, salatalıkla, brokoliyle, lahanayla olduğunda da beslenmem mutsuzum. İstisnasız hepsi bana dokunuyor. Bağırsaklarım ağlıyor, midemde şişkinlik yapıyor ve asla gözüm bir Manisalının üzümle tarhana gördüğünde ışıldadığı kadar ışıldamıyor.

Her şey tatsız, tuzsuz, bütün uğraşlarım boş geliyor bu günlerde. Sınav zamanı ya ondan mı? O da ayrı bir saçmalık. Hepi topu bir ölüye çıkmak için mi hepsi? Sonrasının olduğuna inanıyorum ama onun için de elimde ne var?

Bir kalıp peynir al dedim bizimkine. Küçük bir kalıpla gelmiş. Yetmez böreğe dedim. Yapma dedi, neyimize börek, boş kalori. “Seviyorum işte var mı diyeceğin” demek isterdim, sustum. Ben hep susarım, içime kaçar kelimelerim. Tulumun üzerindeki fiyatı görünce şok oldum, bu miktara bu fiyat. Birileri bizimle dalga geçiyor, her şeyin içini boşaltılıyor. Kimse bir şey yapmıyor, saçma sapan yaşıyoruz. Mahalle arasında küçük Migros’a girdim birkaç gün önce. Her elime aldığımı bıraktım. İyi ki alışverişi ben yapmıyorum da fiyatlardan bihaber geleni yiyorum. Bir paket kuru yemiş ya, o kadar para verilir mi kuruyemişe, hani eğlencelik, karın doyurmaz, etmez. Kalsın dedim çıktım. Kabuklu yaş ceviz de almıştım birkaç hafta önce. Onlar kurumaya başladı diyerek kırdım. Hem böylesi daha iyi besin değeri ölmeden yiyeceğimiz kadar kırarız dedik. İlk günlerde ıslakken güzel olan cevizler kuruyunca kötüleşmiş. Birçoğu da küflenmiş. Kır, ayıkla bitmiyor. Hazırlanması zahmetli tamam da bu kadar pahalı mı olmalı paketi? Peki niye sadece bizde? Dışarıda yaşayan arkadaşların böyle dertleri yok. Demek ki hayat bu kadar keder dolu, heyecansız değil. Gözleri de parlıyor. Her gün hayatlarına ekledikleri yeni hobiler, uğraşlar, gezilerle. Tarhana ve üzüm görmeden de ışıltı oluyormuş demek ki! Gerçi onları sevene hepsi her yerde. Şu anda ikisi de var dolapta, peki neden gözlerim parıldamıyor? Benim ışıltı sebeplerim değil de ondan. Benimkiler bana zarar veriyor, olması gerekenler rahatsız ediyor, her ikisi birden mutsuz ediyor. Her şey çok ama dert olanlardan… Bu kadarını hak ettik mi? Kim hak ettiğini yaşıyor? Neyse ki ölüm hepimizi eşitleyecek.

Yokluğa katlanmanın en iyi yolu varlığın avantajlarının bir şey değiştirmeyeceğine kendini ikna etmektir. Huzur var, bolluk var ama oralar da intihar ediyorlar. Her şey tam olmayacak ki yaşamaya nedenin olsun, burası cennet değil söylemleri. Peki sürekli cenderede yaşayıp gözümde o ışıltı yani aslında bir nevi şükür olmadan cennetin yolları açılır mı? Hiçbir dert çekmeyenle dert küpü olanlar arasındaki uçurum ne olacak? Söylenecek çok şey var ama sorumlulardan anlayacak üstüne alınacak kimse yok. Söz biteli çok oldu.

Neyin kıyısındayım da oradan yuvarlanmamak için geri koşuyorum, elimde kalem kâğıt? Ne kadar uzaklaşsam da bir şey çıkıyor, bir haber, bir selam, bir acı, bir ayrılık, bir ölüm… Beni tekrar o uçuruma getiriyor.

Uçurumun kenarındayım Hızır, bir gamzelik rüzgâr yetecek ha itti beni ha itecek!”

Gecelerdir uykusuzum, kanlı dolunay, kansız dramlar derken iyice yoruldum. Taşıdığım her şeyi sürükler moddayım ya da onlar beni sürüklüyor uçuruma. Yine yar yine uçurum. “Uçurumun kenarındayım Hızır, divan hazır, ferman hazır, kurban hazır

Yazdıklarımı sesli okudum kendime. Duyduğuma göre çok mutsuzmuşum. Üzüldüm, her gün başkası için gözyaşı dökecek değilim. Ölmüşüm ağlayanım yok. Kimsenin umurunda olmamak çok ağır biliyor musunuz? Ben de sizle konuşuyorum böyle. Yani kendimle. Ağla ağla bir yerden sonra gülmeye başlıyorsun. Orası güzel bir yer. Herkesin üzerinden döküldüğü. Büyük şeyler peşinde değilim ama istediğim hiçbir şey istediğim zamanda olmuyor. Olanlar niyetimden başkası… Sonuçları değerlendirip kalbime izah için hikmet aramaktan da polyannacılıktan da olumlamalardan da yoruldum sanırım.

Annemin mayalı poğaçası neden bu kadar uzaktasın?

Hani “Gönül ektiğini biçiyor”du Sezenim? Beni tohumlar komple çürük çıktı. “İki gözüm seneler geçiyor” Olan sadece bu…

Handan Kılıç

12.11.2022

İzmir


Bu yazı ilk kez aynı tarihte medıum.com da yayınlanmıştır.  


Tereddüt 2016 Bir Yeşim Ustaoğlu Filmi

 SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 


298- Tereddüt 2016



Merhaba,

Yeşim Ustaoğlu'nun Tereddüt filmini Yazı-Yorum Dergi için yazdım. Etkileyici bir Türk sineması örneği filmi Mubi'de izleyebilir, linki tıklayarak dergiyi ücretsiz indirip yazıyı okuyabilirsiniz. 

Ayrıca derginin ana konusu da Herta Müller. 2009 Nobel Edebiyat Ödülü Sahibi yazarın kitapları da çok etkileyicidir. 

"Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım" adlı kitabı favorimdir. 

Tereddüt'ü ve Herta Müller için 47. Sayıyı;  


OKUR /YAZAR HASBİHAL

Merhaba,

Bir kara insanı olarak, denize uzanmış kentlere bölünmüşlüğümü anlamaya çalışıyorum. Denizi /ufku olmayan, dolayısıyla insanda çekip gitme arzusu doğurmayan coğrafyaların insanı kendini tutuklu, sınırlandırılmış hisseder.

Sırtını dağa dayamış bir ihtiyar gibi, derin düşüncelere dalmış mekânın hüznüyle kalır. Durduğu yer kendisine yetmemekte, çekip gitmek istediğinde de dağ önünü kapatmaktadır.

BİR KADIN ZAFERİ- 2018 DE DIRIGENT


  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 204.FİLM   

Mayıs sonundan beri yeni bir film yazısı paylaşmamışım. Aslında mümkün olduğunca her gün bir şeyler izliyorum. Yazı her zaman yaşamın gerisinde kalıyor. Bir de tutulmalar, retrolar falan derken iyice yorulduk. Bir yerden başlayayım da gerisi gelir diyerek bir film önerisi ile dönüş yapayım. 

LANETLİ AVLU İVO ANDRİÇ


Bugün 2019 yılında ilk baskısını İletişim Yayınları’ndan yapan Balkan edebiyatının nobel ödüllü yazarı İvo Andriç’in Lanetli Avlu adlı kitabından söz etmek istiyorum. Müge Günay tarafından çevrilen kitaba Barış Özkul önsöz yazmış . Burada anlatıldığı üzere Balkan edebiyatında çığır açan yazar kendi hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı bir anlatı kaleme almış. 

Arka kapak yazısında kitabın konusundan şöyle bahsedilmiş:

Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin lanetli avlusunda toplanan Müslüman, Yahudi, Hristiyan mahkumlar cezaevi avlusunun karamsar atmosferine kişiselle tarihseli birleştiren öyküleriyle direnmektedirler. Mahkumlardan birinin öyküsü Osmanlı Şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılırken bir başkasının öyküsü Balkanlar’ın çok uluslu mirasından baki kalmış gerçek yaşam sahneleri sunmaktadır. Lanetli avlu, öykülerine sarılan insanın cezaevinin laneti ile nasıl baş edebildiğini gösteren bir başyapıt

108 Sayfalık, ebat olarak küçük ama anlam derinliği açısından çok katmanlı bu kitaptan paylaşmak istediğim alıntılara geçmeden önce yazarın hayatından da kesitler sunmak istiyorum. Önsözde Barış Özkul’un bahsettiği hususları özetlersek:
"1892 Travnik doğumlu yazar ortaokulu Saraybosna’da bitirip üniversitede felsefe okudu. İlk gençliğinde Viyana, Graz, Zagreb gibi şehirlerde bulundu. 1914’te 22 yaşındayken Habsburg rejimini protesto ettiği için hapse atıldı. Hapiste geçirdiği üç yılda harıl harıl edebiyat ve felsefe okudu: Erken dönem yapıtlarında Kierkegaard'dan etkilenip karamsar bir bakış açısı geliştirdi.

Tito döneminde Yugoslavya’nın Tolstoy’u diye anılan Andrıc için yapıtlarında memleketi Bosna’nın önemli bir yeri vardır. Bosna tarihi üzerinden çeşitliliğe tanıklık etmiştir. 1924-1941 yılları arasında on yedi yıl Boyunca Graz, Budapeşte, Roma, Madrid ve Cenevre’de Yugoslavya elçisi olarak görev yapması sonucunda yazar altı-yedi dil öğrenmiştir. 1941’de Yugoslavlar’la Naziler arasında saldırmazlık paktı imzalandığında Andriç Berlin elçisi olarak Almanya’da bulunmaktadır. Prens Paul Hükümeti’nin devrilmesi ve Belgrad’ın Naziler tarafından işgali ile paktın hükümsüz kalması sonucunda Belgrad’a döner ve kalan dört yılı Belgrad’daki bir apartman dairesinde kitaplarını yazarak geçirir. Bu dört yılda ona Nobel ve Yugoslavya'nın Tolstoy'u lakabını kazandıran Drina Köprüsü'nü, Bosna üçlemesini kalemi alır. 

Tito’nun Yugoslavyası, Sovyetler’den farklı olarak edebiyatçılara göreli bir özerklik tanınmış, "sosyalist gerçekliğin" doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç için Drina köprüsü gibi yapıtları Tito tarafından övgü ile karşılanmıştır. 

Lanetli Avlu, Andriç'in hapsedilme deneyimi üzerine yazdığı öykülerin en başarılı olanıdır.

Osmanlı toplumunun farklı yönlerini simgeleyen tipleri, sıkıştırılmış bir zaman ve mekanda buluşturan bu hapishane kroniği aslında büsbütün karamsar sayılmaz. Andriç insanın karamsarlık ve kötülük karşısındaki direncine, çevresindeki olumsuz şartları değiştirme yetisine inanmaktadır. Cezaevindeki zorluklara öykülerle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkumlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar.

Lanetli Avlu iradenin sınırları ile hesaplasan bir zirve anlatısıdır. Andriç'in iradeyi zorlu bir imtihanla sınayan hapishanesi idealist, sapkın, hayalperest, düpedüz yalancı karakterlerle doludur. Mahkumları birbirine bağlayan tutkal suçluluk duygusudur.

Lanetli Avlu, suçluluk duygusunun öykülerin yardımıyla pekala aşılabileceğini, öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle baş edebileceğini gösterir.

Öykü anlatıcısının Müslüman ya da Hristiyan, Boşnak ya da Ermeni, Türk ya da İtalyan olmasının ise önemi yoktur. Bütün büyük edebiyatçılar gibi Andriç de dinsel ve ulusal aidiyetleri eşit mesafededir

Kitap başlangıçları her zaman önemlidir. Daha ilk cümlede nasıl bir anlatımla karşılaşacağımızı anlarız. Bu değerli anlatının da giriş cümleleri şöyle:

“Kış mevsimiydi kar binanın kapısına varıncaya kadar her yeri örtmüş her şeye tek bir renk ve biçim vererek gerçek şeklinden yoksun bırakmıştı”

Biraz da kitabı, alıntılarla daha yakından tanıyalım, emeği geçenlere teşekkürümüzü sunalım ama çok da detaya girmeyelim ki okuma zevkini baltalamayalım. İşte tadımlık satırlar

“Lanetli avlunun konumu bir tuhaftı. Sanki mahkumlara daha fazla işkence olsun diye tasarlanmıştı. Avludan şehrin hiçbir tarafı görünmüyordu, ne tersane ne aşağı kıyıdaki terk edilmiş silah deposu yalnızca engin, amansız bir güzelliğe sahip gökyüzü uzaktan oradan görünmeyen denizin ötesindeki Asya kıyısının küçük bir kısmı ve duvarın ardındaki herhangi bir minarenin ya da devasa bir selvi ağacının ucu görünüyordu. Hepsi belli belirsiz isimsiz ve yabancıydı. Yabancı biri burada kendini sürekli bir tür şeytan adasında, o ana kadar hayat dediği her şeyin dışında gibi hissederdi ve o hayata yakın bir zamanda dönme umudu taşımazdı. İstanbul’dan gelen mahkumlar çektikleri tüm sıkıntıların üstüne bir de şehirlerini görememenin ve onunla ilgili hiçbir şey duymamanın cezasını çekerdi. Şehrin içindeydiler fakat sanki ondan fersah fersah uzaktılar ve bu zahiri mesafe gerçekmiş gibi acı verirdi onlara. Avlu bütün bu sebeplerle insanın iradesini hızla fark ettirmeden kırar, onu yavaş yavaş kendini kaybetsin diye buraya tabii kılardı. Kişi önceden ne yaşadığını unutur ve ne olacağını giderek daha az düşünmeye başlardı. Öyle ki geçmiş ve gelecek tek bir şimdi de, lanetli avlunun tuhaf korkunç yaşamında birleşirdi... Rüzgâr uğuldar ve her yer hastalık yayardı sanki. En itidalli kişiler bile açıklanması güç bir öfke nöbetine kapılır hınçla etrafta dolaşıp bela aramaya başlardı....

Bu toplu öfke nöbetleri geldiğinde delilik bir salgın ya da hızla ilerleyen bir yangın gibi hücreden hücreye insandan insana sıçrar ve insanlardan hayvanlara ve cansız nesnelere geçerdi... Böyle zamanlarda tüm avlu, bir devin elindeki çıngırak gibi inleyip şakırdar, insanlar içinde dans eder itişir, birbirine çarpar ve çıngırağın içindeki tanecikler gibi duvarlara savrulurdu.”

“Biri avlunun eşiğini geçmişse masum olamaz, yanlış bir şey yapmıştır uykusunda bile olsa. Hiçbir şey olmasa annesi onu karnında taşırken şeytani düşüncelere kapılmıştır elbette herkes suçsuz olduğunu söyler fakat bunca yıldır burada olmama rağmen sebepsiz ya da suçsuz yere buraya getirilen insan görmedim. Kim buraya gelmişse suçludur ya da en azından suçlu birine çarpmıştır. Gerek talimat üzerine gerek kendi yetkime dayanarak yeteri kadarını serbest bıraktım evet fakat hepsi de suçluydu, kimse masum değil burada. Fakat henüz burada olmayan ve hiçbir zaman da buraya gelmeyecek binlerce suçlu var çünkü bir şekilde suç işlemiş insanların hepsi buraya gelecek olsa bu avluyu bir okyanustan öbürüne kadar genişletmek zorunda kalırdık. İnsanları tanırım, suçludur hepsi, yalnızca kaderlerinde burada ekmek yemek yok (Cezaevi müdürü Karagöz'ün ifadeleri)

“Aslında asla kimseye inanmıyor gibi bir hali vardı. Yalnızca suçlanan ya da tanıklık edene değil kendine bile. Bu yüzden itirafa, herkesin suçlu olduğu bu dünyada hiç olmazsa bir tür adalet ve düzene benzer bir şey sağlamak için tek ve en azından kısmen sabit bir hareket noktası olarak ihtiyaç duyuyordu. Ve itirafı sanki kendi hayatı için mücadele veriyormuş, ahlaksızlık ve suçla kurnazlık ve kanunsuzlukla ilgili karmaşık hesabını görüyormuş gibi arıyor, yakalıyor, müthiş bir gayret sarf ederek karşısındakinin ağzından alıyordu."

“Her kederli durumda olduğu gibi lanetli avluda da en zor ve en acılı günler ilk günlerdi. Geceler özellikle katlanılmaz oluyordu”

“Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz, sanki onları hep tanıyormuş, ezelden beri bizimle birliktelermiş gibi hissederiz aklımızda kalan yalnızca ara sıra anımsadığımız birbiriyle bağlantısız görüntülerdir.”

“Gördüğü ilk şey, küçük, sarı, deri cilti bir kitap oldu. İçini yoğun sıcak bir sevinç duygusu sardı. Bu duvarların çok uzağında kalan, gerçek dünyaya ait kaybolmuş, insani bir şeydi bu, bir düş kadar güzeldi ama pusluydu”

"Sabah saatlerinde bir çok defa karşılaşıp ayrıldılar ve her seferinde birkaç kelimeyle havadan sudan konuştular. Hapishane sohbetleri böyleydi; tereddütle başlardı ve sonra konuşmayı besleyecek yeni bir şey bulunamazsa hemen her iki tarafın da söylediği ya da duyduğu şeyi irdelediği güvensizlik içeren bir sessizlikle sona ererdi.”

“Gökyüzünde oluşan ve o yüksek duvarların arkasındaki selvi ağaçlarının incelmiş uçlarına düşen kızılımsı aydınlık o noktadan görünmeyen şehrin öbür ucunda bir yerlerde güneşin hızla baktığını gösteriyordu bir süre bütün avlu pembe bir parıltıyla doldu fakat hemen sanki kare bir kase kendi yanına devrilmiş gibi boşaldı ve akşamın ilk gölgeleri düşmeye başladı. Gardiyanlar, dağılmış, başına buyruk bir sürü gibi aldığı, avlunun uzak köşelerine kaçan mahkumları içeri sürdü kimse günü terk etmek ya da boğucu hücrelerine dönmek istemiyordu”

“Her zaman çok konuşan kişileri az çok yargılama eğilimi gösteririz. Özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa hatta bu tip insanları usandırıcı gevezeler diye küçümseriz. Fakat bunu yaparken bu insanın son derece sıradan ve insani sayılabilecek bu hatasının iyi tarafları olduğunu da görmeyiz. Çünkü eğer gördüklerini ve duyduklarını ve bu bağlamda deneyimlediklerini veya düşündüklerini konuşarak ya da yazarak tarif etme ihtiyacı duyan böyle kişiler olmasaydı başkalarının ruhsal durumları ve düşüncelerine, başka insanlara ve sonuç itibari ile kendimize hiç görmediğimiz ya da görme şansımızın olmadığı farklı kentler ve diyarlara ilişkin ne bilebilirdik çok az şey, çok az”

“Ben" tesirli bir kelimedir. Bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve kesin bir biçimde belirler. Bu konu genellikle kendimize ilişkin bilgimizin çok ötesinde ya da gerisinde kalır. İrademizin ötesine geçip gücümüzü aşar. Bu korkunç kelime bir kez söylendiğinde, bizi, kendimizle özdeşleştirmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz fakat aslında içimizde ne zamandır bütünleştiğimiz tüm düşlerimizi de anlatımlarımızla ilişkilendirip özdeşleştirir.

“Avludaki hayatın hiçbir zaman gerçek anlamda değişmediği doğruydu. Fakat takvim değişiyordu ve takvimle birlikte her birimizin önündeki hayat tasviri de değişiyordu. Karanlık daha erken çökmeye başlamıştı. Herkes sonbahar ve kışın kapıda olmasından uzun gecelerden soğuk ve yağmurlu günlerden korkuyordu. Hep aynıydı hayat, dar ve giderek loşlaşan akşam belirgin bir şekilde değişmeyen fakat her geçen gün bir iki parmak daha daraldığını hissettiği bir koridor gibi uzanıyordu önünde.”

“Kendi kendime masum bir insan olarak tutukluluğun çok uzun sürdüğünü düşünüyordum o zavallı Kamil'le vakit geçirirken ve onun için endişelenirken bir şekilde kendimle ilgili şeyler, başıma gelen talihsizlik daha az aklıma geliyordu. Fakat artık bu düşüncelerden sıyrılamıyordum. Kendime sabırlı olmam gerektiğini söylesem de sabrım buna yetmiyordu. Uzun geceler, ondan da uzun gündüzler ve ağır düşünceler en kötüsü de masum olduğumu biliyordum fakat ne sorgulanmıştım ne de dışarıdan biri bana herhangi bir haber getirmişti. Bunu düşündüğümde kan beynime sıçrıyor, gözüm bir şey görmüyor diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum fakat bunu bastırıp tek kelime etmezdim. İçten içe kendimi kemirir, başıma daha neler gelecek diye düşünüp dururdum onlarca şey geçerdi aklımdan fakat bir çıkış yolu bulamazdım. Hiç bir yerde konuşacak biri yoktu. O aylaklık da mahvediyordu beni. En kötüsü oydu. Alışkın değildim buna, ne kitap vardı ne bir alet”

“ birbirimizi biraz daha iyi tanımaya başlayınca ona kim olduğumu nereden geldiğimi söylediğimde insanların görmesine müsaade ettiğinden daha zeki ve tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir tür siyasetçi havası vardı, latife üstüne latife yaptı sonra yanıma oturdu kahkaha atarak şöyle dedi "Ah iyi adamdır iyi adamdır Karagöz" şaşırdım "iyi derken neyi kast ediyorsun, şeytan alsın öyle iyiliği" "yok yok şu anda doğru yerdeki doğru adam o" diye yanıtladı ardından oldukça farklı bir tonda "Bir devleti ve yönetimi tanımak ve istikbalin ne olduğunu bilmek istersen o ülkede kaç tane namuslu masum insanın hapiste olduğuna ve kaç suçlu ve kötünün serbest dolaştığına bakman yeterli" diye fısıldadı. "En iyi gösterge budur." Sonra ayağa kalktı ve elleri cebinde Karagöz gibi bağırıp yine hepimizi güldürerek uzaklaştı”

Dilinin berraklığı, kaliteli çevirisi ve insan ruhunu okuyan yazar dehasının satır aralarına sızdığı bu kitaptan alıntılar sundum size. 

İyi okumalar !

YENİ BİR HABER, YENİ BİR KADER BUNLARI İÇİN BANA ŞANS LAZIM

2020, 2020 Söyle bana ne hediyelerle geliyorsun :)) diyelim de güzellikler bizi bulsun.

2020'den neler bekliyorsunuz diye sorarak  mimledim herkesi ama sonra da hayat beni mimledi dönemedim:) Dün ziyaretime gelen kardeşimle çekildiğimiz fotoğrafı gören diğer kardeşim "Ablamın nesi var?" diye sordu endişe ile ve bizim ufaklık yanıtladı: "Hayat yazıyor" yazamıyor:)) Evet bu benim için sorun. Okuyup yazamamak... Zamansızlık, sağlık sıkıntıları, üst üste gelen dertler, tasalar... Yazamamanın, benim dışımda gelişen bir hayat örgüsünün sonucu olması ve uğraştığım sorunların karşısında yazmak ve okumanın büyük lüks kalması can sıkıcı. 

Epeydir modum şu:



Oysa bu yüzyıla böyle mi girmiştik.  2000 yılında Milenyum Çağı diye her yerde abartılı yılbaşı kutlama hazırlıkları vardı. İnsanın kendi yaş gününün kendi yeni yılı olduğunu düşünür, özel kutlamalara girmezdim yeni yıllarda ama bir muhasebe zamanı olduğuna inanırım. Ne yaşadık, neler bekledik, neler bulduk oturur düşünürüz. En çok dinlediğimiz şarkıları, kullandığımız uygulamaların değil, zihnimizle hep bir didişme halinde olan kalbimizin hatırlattığı yıllardı. Ama ben daha çocuk denecek yaşlardayken bile nostalji seven biri olarak o zamanlar terk edilmeye başlamış olan bir adeti yerine getirmiş, sevdiklerime kart atmıştım. Geçen bir kitabın arasından cevaben gelen kartlardan birini buldum ve çok mutlu oldum. Canım dostumu İzmir'e gidince mutlaka görmek istiyorum. Umarım denk geliriz. 

Şimdi 2020'nin kapısındayız, en fazla sevdiklerimize bir ileti atarız ki onda da artık mütekabiliyet kuralını işletiyorum. Sonuçta israf haram, geçen gün ömürden...

Yirmi koca sene geçmiş milenyuma gireli ve biz ülkecek aynı tas aynı hamam yaşayıp gidiyoruz demek isterdim ama yirmi yıl öncenin alım gücüne, yüzü gülen insanlarına, zamanın bereketine bakarsak epey geriledik diyebiliriz. Hatta sevgili Nagihan'ın "Size bir sır vereyim mi" başlıklı yazısında dediği gibi "Bu saçma sapan ülkede" artık güzel bir şeyler olsun da biz de gün yüzü görelim 2020'de.

Az önce ajandalarımı aldım diye sevinçle evde dolaşırken, (iki boş deftere sevinen insanlardık, kıymetimiz bilinmedi) yukarıdaki fotoğrafı çektim. Koskoca 2020 yazıyor, onu gösterip bir blog yazısı yazayım başlık da "2018' e hazırım, sen bana hazır mısın yeni yıl!" olsun dedim. Oğlum üzülerek baktı yüzüme, sarıldı sonra, "Anne, 2020 ye giriyoruz" dedi. 

"Gözümün gördüğünü kabul etmeyen beynim, zamanın geçiş hızına uyamıyor" derken gözyaşlarımı tutamadım. "Hayat yazıyor! Zaman durmuyor, hayat geçiyor, hadi ben halı saha maçına gidiyorum" dedi ve çıktı. Ben de "Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı" neslinden olarak çamaşır makinesinin bitiş sesine doğru yürüdüm. Çamaşırları silkerken hayatın geçiciliğini düşündüm. "Asmayalım da besleyelim mi?" diye diye çamaşırları evin içine astım. "Hey gidi Ankara hey /Beni de benzettin kendine/ Astın suratımı resmileştirdin beni/ Yüzümde bürokrat gülümsemesi, içimde politik çıkmazlar, hava ne soğuk ah, ev halkına bir çay vereyim bari, bahaneyle ben de otururum iki dakika" diye mırıldandım. 

Aslında konuşurken 2018 desem de, yazarken defterlere 2014- 2016 falan diye tarihler attığımı da hatırladım. En son güzel şeyler yaşadığımda yıl 2015 idi. Ocak ayında bir yeğenim doğmuştu ve uğurlu gelmişti bana. Ağustos ayında da bir başka yeğenim doğdu ve o gün hayatımın en güzel başka bir gününe denk geldi. Sonrası kısa da olsa bir zaman güzel geçmişti. Ama ardından ilk golü yedim ve arkası geldi. Yeğenlerim okullara başladı, İngilizce konuşur oldu. Bende ise değişen bir şey yok:(( Yıl olmuş 2020 ben zamana karşı 5-0 yenik durumdayım.

Ama hadi kabul edelim, zamana yenilmeyen kim var ki? Hangimiz elimizden kayıp giden vakitlerin özleminde değiliz? Yaş alıyoruz elbette, bu bir açıdan korkutucu bir açıdan da özgürleştirici. Umarım bu yaşlar, bizi ruhen de büyütür. Yaşadıklarımız, deneyimlerimiz sadece kalbimizi sızlatan anılar olarak kalmaz da, yeni bir bene kapı aralar. Kalbimize esenlik, vücudumuza sıhhat bırakır yıllar derken "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldanmaya başladım. 



Bir kaç ajanda aldım yine. Metis ajandaları 2017, ki anısı büyük, o zamandan beri vazgeçilmezim. İçinde neler var neler. 

Allah'ım, her yer, raflar, kutular, kitaplıklar dolusu defter... Kimi yarım kalmış aşklar gibi buruk ama söylenmeyenleri ile boş yaprakları gibi yeri doldurulmaz, kimi dolu dolu ama dönüp okunmayacak kadar bunaltıcı. Bazısı ruhen uzak düştüğüm anıların ev sahibi, kimi dert, kimi sevinçlerimin ortağı. Dost bildiklerimden en güveniliri, en yakını. 

Defter iyidir, hele ajandalar, insanı daha planlı yapar. Hep yanındadır. Desteğindir. Sen bırakmazsan o seni bırakıp gitmez. Dönüp ah etmez, susup kahretmez. Özlediğinde elinin altındadır. Uzandığında sayfalarca sarılır. Kitaplara taşar, kimi zaman da kitaplardan, rüyalardan, filmlerden taşar gecene ışık, gündüzüne rehber olacak sözleri yaz diye açar bağrını. Sana kendini feda eder, sen olur yazdıkça. Zamanın kaydını tutar. Vakti gelince seni seninle yüzleştirir. 

Bloglar da bir nevi herkese açık defterlerdir. Onun için kıymetli, bu nedenle vazgeçilmez. Buraya yazıp niyetimi güçlendireyim dedim. Niyet ettim, niyet eyledim 2020'de düzenli olarak ajandalarımı yazmaya, blogumu geliştirip uzak kalmadan yeniliklerle küllerimden yeniden doğmaya...

Geçen yılbaşında tam 00:00' da herkes geri sayım yaparken ben açıp film izlemiştim. "Çavdar Tarlasındaki Asi" Harikaydı. Hatta sabah kalkıp tekrar hem de on üç sayfa not alarak yeniden izlemiştim. Hala bloga yazamasam da bu yıl 85 tane filmi buraya aktarabildim. (Defterlerimde ise bu sayı 330'larda. Neymiş, defter blogtan büyükmüş, neymiş yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş:))  

Umarım bu yıl da her yönden verimli, huzurlu, aşk dolu, özgür geçer. Daha iyisi nasıl mümkün? Yediğim golleri silecek güzelliklerin beni bulması, son iki ayda yaşadığım sıkıntılarla sürekli tekrarladığım "Çok yorgunum" repliğimden "Çok huzurluyum, mutluyum, pozitif enerji ile doluyum" sözlerine geçmem için hangi bilinç, enerji ve alan olabilirim?  Ve hayatın bana hediyelerini alıp kabul etmeye gönüllüyüm diyerek mottomuzu söyleyelim hayatın tümü bana kolaylık, neşe ve ihtişamla gelir, inşallah. Dinimiz Amin.

O zaman Sertab'ın 2002'de dediğini 2020 için tekrar edelim:




GÜNESÜRGÜN DEEPTONE 'NUN KALEMİNDEN



Bu gün size, bir seneye yakındır tedarik edilemediği için sepette bekleyen, bir kaç ay önce elime geçen bir kitaptan bahsedeceğim. 

Yukarıda görselini paylaştığım eser sevgili Deeptone ait. Sade ve Derin adlı blogu ile tanıdığım, yıllardır istikrarlı bir şekilde blogculuğu sürdüren, bu alemdekilerin mutlaka tanıdığı, bu işi hakkıyla yaptığı için buraların kraliçesi olmuş bir güzel insandır Deeptone.

Yazmanın zorluklarının farkındayım. Hele de hızın ve görselliğin hakim olduğu zamanda, yazıya verilen emeğin çoğu zaman karşılıksız kaldığının bilinciyle bu yazıya başladım. Ama burada daha farklı bir durum var: 

Her yazı ile insanın kendini kurarken geçtiği yollara çakıl taşı bıraktığını düşünürüm. Yazar ve onu blog ya da bir kitabın satırları arasına güvenle bırakırsanız her zaman dönüp geldiğinizde sığınacak bir eviniz olur. Çok ileri gittiğinizde bile özlediğiniz yerlere ancak yazdıklarınızın hatırlattığı pencerelerden havalanırsınız. Bu yüzden söz uçar yazı kalır derler. 

Yine aynı sebeple de bloga emek veren, öykülerini, denemelerini paylaşan insanların bunları bastırmasının da önemli olduğunu düşünürüm. En azından kendi izleğini seyredebilmesi ya da buralardan gittiğinde onu merak eden, özleyen yakınlarının ellerinde bir harita kalması açısından yazıları derlemek gerekir. 

Şimdi artık digital yayıncılık dönemi olduğundan istenen adette kitabı bastırmak, dağıtmak, bunun için profesyonel yardımlar almak çok kolay. Hatta belli sayıda sırf hatıra için bile bastırılmalı diye düşünüyorum. Çünkü blogta olsa da akıp gidiyor her şey. Akış kaçtığında da güzel bir öyküden mahrum kalınabiliyor. İndirip okuyayım dediğim bir sürü yazının bilgisayarımda beklediğini biliyorum ama kitap olunca insanın elinin altında oluyor.    

Ancak aşkla yapılan bir işi, yazı yazmayı, disiplinle birleştirip iş ciddiyetinde düzenli olarak bloga taşıyan arkadaşımız da yıllardır verdiği emeği somut bir hale de getirmiş. Tıpkı blog yazıları gibi kolay okunan, akıcı, kısa kısa hikayelerden oluşan kitabı elime aldım ve akşama kadar bırakamadım. Bittiğinde tıpkı yazılarını okuduğumda yüzümde beliren o gülümseme ile bir zaman düşündüm. 

Önceki bloglarımda da kendisinin takipçisiydim. Herkese olan sıcak yaklaşımını iyi bilirim. Sanki blogları yaşatma, büyütme yazma derneği kurmuş da canla başla demokrasinin önemli bir aracı olan STK'lar için koşmak onun misyonu gibi yaşıyor. 

Sanırım Deeptone manevi tatmini yazıda bulmuş, samimi bir insan. Beklentisiz, canlı, sevgi dolu bir kalp. 

Hemşehrim olduğu, ailesinin İzmir'de yaşadığını yine yazılarından biliyorum. Ama hakkında daha fazla bir şey bilmediğim bu insanı sanırım bu yüzden, samimiyeti nedeniyle seviyorum. 

Söz insanın neresinden çıkarsa muhatabının orasına dokunur derler. Bu sözün canlı kanıtı Deeptone olmalı. Herkesin takibe takip merakında olduğu, sosyal medyanın güçlenip blogların can çekiştiği şu zamanda, 2019 yılında bu gün itibariyle 288 yazı yazmış, 2419 takipçisi olan ama hiç birini takip etmeden hepsini izleyen, okuyan üstelik yorum yazan, çeşitli etkinliklerle blogları tanıştırıp ayakta kalmaları için çaba gösteren kaç kişi var ki! 

Çoğu zaman bu kadar işi beraber yapan, bu kadar ayrı tarz blogu izleyip yorum yazıp birbirinin farkında olmayanları tanıştıran hesabın bir topluluk olduğunu düşünüyorum ama biraz okuyunca tek kişilik dev kadronun planlı ve eli hızlı bir genç olduğunu fark ediyorum. Genç ama güzellikleri görmüş, iyi zamanların sonlarına da olsa yetişmiş, içindeki çocuğun yaşamasına izin vermiş bir kadın. 

Hele de yazdıkları, instagram hesabı dahil paylaştığı görsellerle tam bir nostalgi tutukunu, eski günleri özleyen ama bu günü de yaşayan, aktif, çalışkan, her konuda bilgisi olup bunu paylaşmaktan imtina etmeyen, insanları organize etmeyi seven, güzel günlere ancak birlikte yürüneceğini düşünen bir melek olmalı Deeptone.  

Tıpkı blogta olduğu gibi kitapta da resmini ve adını paylaşmamanın özgürlüğünü taşıyan arkadaşımızın satış, reklam ve benzeri bir kaygısı da yok. Bu nedenle üretkenliğini sadece yazarak herkesle paylaşıyor. 

Blogta kendisinin rüya/gerçek/öykü/anı arasında giden anlatıları keyifle okunuyor. İşte elimdeki bu kitap da Nisan 2016 ile Ekim 2016 arasında yazdığı şimdilerde küçürek öykü dedikleri bir türe girebilecek yazılar var. 

Hatta Amerika'da artık tek ekrana sığan, 100 kelimeyi geçmeyen, gerçek, konulu öykülere öncelik veriliyormuş ya tam da oraların havasını suyunu aldığı belli olan Deeptone'nun kitaplarında bu ölçülere dikkat ediliyor. Bu  güzel insanın beş kitabı olduğunu biliyorum. Ulaşabildiğim sadece Günesürgün'ü öncelikle diğerlerini de blogundan referansla gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

Bu arada benim için samimiyet ev demektir. Büyüdüğüm evde Pazar günleri mutlaka kabak tatlısı olurdu. Adı ile aynı günde kurulan semt pazarından babamın aldığı bal kabakları önce şeker sonra fırınla buluşurdu. Bu lezzeti ne zaman alsam kendimi evdeymiş gibi güvende hissediyorum. Deeptonu da ne zaman okusam o evde, biz bize olma samimiyetini hissediyorum. Onun için bu akşam yaptığım kabak tatlısı görseli eşliğinde kitabını paylaşıyorum. 

Tatlı yiyelim, tatlı okuyalım.

İyi ki varsın Deeptone. Seni seviyoruz.

Nice güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle.   

Bir de şarkı hediye edeyim sana, tevellüdün yeter mi bilmem ama içimden bu geldi:)) Tıklayınız.

Resimler de 2020'nin eşiğinden gelsin, Ankara'da tek rengimiz AVM'lerimizden senin kadar olmasa da renkli görüntüler.   













JOKER -2019


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 78. FİLM 

-Spoiler içerir -

Yaş sınırına rağmen gişede 1 milyar dolar barajını aşan ilk film olan Joker’i izledim bu akşam. Başrol oyuncusu Joaquin Phoenix film için 25 kg vermiş. O gülüş için altı ay çalışmış. Performansı etkileyiciydi. Ancak film bittiğinde çok gerilmiştim. +18 yaş uyarısı olan filmde kan ve şiddet sahneleri epey çoktu. 

Twitter’da “Vahşetin gıpta edilecek hale getirildiği, şahane bir temaşa, tam şeytan işi” şeklinde bir yorum gördüm. Film boyunca da aynı hissi yaşadım. Bu sebeple filmi, her zaman yaptığım şekilde sadece benim hislerim üzerinden değil eleştirmenlerin görüşlerine de yer vererek yazıyorum. Çünkü gerçekten uzman bakışı gerektiren, çok katmanlı bir yapım. 

Ancak sıradan, ezilmiş, hakkı hep yenen, asgari şartlarda yaşamaya çalışan, işsiz kalan, bir türlü çıkış bulamayan, sonunda varoluşsal sorgulamalarla her şeye inancını yitirmiş, insanlara karşı iyi olmaya çalışsa da horlanan, toplumun başarıya verdiği önemle sürekli kendini yetersiz hisseden insanlarca izlendiğinde, temas ettiği sorunlar, katmanlı tabakalardan çekilip çıkarılacak ve üzerine düşünülüp horlayan insanları daha iyi biri olma yoluna mı sevk edecek yoksa “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözünü hayata mı geçirtecek karar veremiyorum. Amerika’da da bu korkularla eleştiri alan film hiçbir şiddet olayına sebep olmamış. 

Ülkemizde de haftalardır gösterimde ancak daha duygusal bir millet olmamız sebebiyle ileri derecede psikolojik problemleri olan bireylerde tetikleyici bir etki yapar mı bilmiyorum doğrusu. Hele de her gün ayrı sorunla boğuşan ülke insanı intiharı seçenek olarak hayata geçirmiş, son iki haftada geçim derdi yaşayan aile reislerinin kararı ile üç aile siyanürle ölümü seçmişken, ODTÜ sosyoloji bölümünde yine son zamanlarda altı genç arka arkaya intihar etmişken böyle şiddeti yücelten bir film fayda mı sunar zararı mı büyütür kestiremediğim için sözü uzmanlara bırakıyorum.

Yazan ve yöneten Todd Phillips, fazla gelir, çok çılgınca olur diye bir çok doğaçlama sahnenin de çıkarıldığını belirtmiş. Çin’de gösterimi yasaklanan film için bazı devletler önlem almaya başlamış.

Filmi beğenenler de çok ama beğenmeyenlerin ciddi eleştirileri söz konusu. Şiddeti romantikleştirdiği ve sorunlu bir karakterin davranışlarını haklı gösterdiği gerekçesiyle filmi eleştirenler ve sakıncalı bulanlar çok fazla. 

Ben ikisi arasındayım. Eleştiriye gitmeme sebebim bütün bu yaşananların zaten hastanede yatan Joker’in kafasında geçiyor olduğunu düşünmem. Ama o zaman neden elleri kelepçeli olarak hastanede idi sorusu da beliriyor. Bir çok noktanın hayal mi gerçek mi olduğu muamma olarak izleyiciye bırakılmış. Psikolojikten ziyade sosyolojik bir bakış açısı kullanılmış.  

Sinema dünyasının en saygın eleştirmenlerinden Slavoj Zizek ise Filmloverss.com’da alıntılanan röportajda şöyle demiş:

“Film, Amerikan Ordusundan sosyal adalet savaşçılarına kadar bir çok grup tarafından eleştirildi ama aslında şiddete teşvik eden bir film değil, bunun yerine günümüzdeki siyasi sistemin hatalarına ışık tutuyor. “Kötü” bazı insanları şiddete teşvik edeceği gerekçesiyle neredeyse herkes tarafından eleştirildi ama görünen o ki, eleştirenler filmin altında yatan mesajı kaçırdılar. Film psikolojik sorunları olan bir bireyle değil, bizim “Hiç olmadığı kadar iyi” politik düzenimizin birçok kişinin kabul etmeyi reddettiği umutsuzluğuyla ilgili… “Toplumsal korku filmi” olarak nitelendirenler de var. ”

Bu röportajın devamını linkten okuyabilirsiniz. Zizek en son “Bu filmdeki şiddete şaşırmak gerçek hayattaki şiddetten kaçmaktır” demiş.

Ama biz her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, çocukların ailede, okulda, kursta, sokakta taciz edildiği, ailelerin intihar etmeye başladığı, zorluklara dayanan, haksızlığa maruz kalmış bir çok insanın da yine kendilerine sahip çıkan aileleri sayesinde toplumsal patlamaların yaşanmadığı, işsizliğin giderek arttığı, gençlerin umutsuz, uyaran çokluğu ve baskıdan vurdumduymazlaştığı ve anne babaları dahil herkese karşı gaddarlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Yani yeterince şiddete maruzuz.

Joker filmin başında sosyal hizmet uzmanı ile görüşürken “Bir ben mi yoksa bütün dünya mı çıldırıyor?” diye sorarken haklı aslında. Her şeyin çivisinin çıktığı bir çağda, akıl ve kalbini korumak tam bir kahramanlık işi. En büyük başarımız her hal ve şartta insan olmaya çalışmak, bu hal üzerine yaşamak olmalı iken insanın kalbinin ölmemiş olduğunun tek kanıtı olan vicdanına hayat vermesi süreci epey sancılı. Dışarıdan bakıldığında da saflık, salaklık olarak algılanan iyilik duruşunun bu günün acımasız sistemleri içinde yer bulması giderek zorlaşıyor.  

İşte hal böyle iken seyrettiğimiz filmde yönetmenin, defterine “Umarım ölümüm yaşamımdan daha anlamlı olur” diyerek hayattan çok ölüme yakın duran, cinnet geçirerek annesi dahil onlarca kişiyi öldüren bir jokeri sevilen bir kahraman yapması insanı korkutuyor.  

Toplumsal olarak her türlü haksızlık, hukuksuzluk karşısında susmayı adet edinmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığı zirveye taşımış bireyler olarak görmezden geldiğimiz ve içimizde joker olmaya aday çok fazla insan barındırdığımızı fark etmemiz lazım. 

Tüketimin kutsandığı bir dünyada sadece sosyal medya üzerinden bile yaşanılan zamana bakınca, eğitimin, emeğin hiç de önemli olmadığı, üniversite okumanın faydasızlaştığı, derslerinde başarılı olsunlar aman deyip maddi manevi destek ve sorumluktan uzak yetiştirilen gençlerin kolay yoldan para kazanmak için her yolu mübah gördüğü, işsizlerin arttığı, fenomen olamayanların yaşam hakkını kaybetmişcesine üzüldüğü, maaşlı işlerdeki kazançların ancak yaşamı idame ettirecek düzeyde olduğu bu zamanda, kendini gerçekleştiremeyen herkes her an cinnet geçirebilecek potansiyele sahip görünüyor.

Filmde, aslında kendini korumak için saldırıya uğradığında işlediği ilk cinayetlerin ardından sosyal hizmet uzmanı ile yaptığı görüşmede “Hayatımın geri kalanı için gerçekten var olup olmadığımı söyleyemem ama ben artık varım ve bunu insanlar da anlamaya başlayacak” diyen hasta bir adama, jokere, devlet genel ekonomik tedbirler kapsamında uzman ve ilaç desteğini kesiyor. Zaten işsiz, horlanan, hasta, yalnız sevgisiz, zenginler hatta fakirlerce bile ittirilip kaktırılan adamı devlet de yalnız bırakıyor. Böylece kaçınılmaz değişim başlıyor.              

İnsanın en önemli ihtiyaçlarından görülme, fark edilme, kabul edilme, sevilme ihtiyaçlarının farkında olunmaması bir süre sonra bunları gerçekleştirmek için tıpkı dikkat çekmeye çalışan yaramaz çocukların olumsuz davranış kalıpları sergilemeleri gibi bireyin normalden sapmasına sebep oluyor.

Joker de defterine, Arthur Fleck’ten Joker’e dönüşmeye başladığının sinyallerini veren şu cümleyi yazıyor: “İnsanlar, başka insanların kendileri hakkında nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle görünürler.” Yani taktığı maske toplum içinde hepimizin arkasına saklandığı rol kimliklerimiz, gerekliklerimizi temsil eden varoluşsal bir simge olarak kullanılmış filmde. Olduğu gibi kabul görmeyen, kahraman olacak niteliklerden uzak olan adam bir anti kahraman olarak görünür oluyor.

Hasılı kelam, yapacak çok şey var ama imkanlar ve zaman kısıtlı. Bu durumda elimizin, gönlümüzün eriştiği yerlere yardımı esirgememeliyiz. Uçaklardaki oksijen maskeleri gibi önce kendimize nefes aldıracak alanlar açmalı sonra da en yakınlarımızdan başlayarak etrafımızı görmeliyiz. Yaşadıkları ruh halini fark etmeli, her halleri ile kabul etmeli, sevgimizle desteklemeliyiz. 

Herkes kendi evinin önünü süpürürse nasıl temiz bir dünya için umutlu olabiliyorsak, elimizin, kalbimizin yetiştiği evladımıza, kardeşimize, anne babamıza, eşimize, dostumuza yoldaş olalım ki yalnızlıklarının karanlığını dünyayı yakarak dağıtmasınlar. Ama önce kendimiz “Gör beni” diyebilecek cesareti gösterip acil durum çekici ile kapalı kaldığımız benliğimizin duvarlarını yıkmalı, kendimizden çıkmalıyız.      

                    

MUTSUZ TENCERE


Mutsuz bir tencereyim ben. Ne zamandır içimde doğru düzgün bir yemek pişmedi. Neymiş efendim herkes diyetteymiş. Ben niye varım o zaman? Amacıma hizmet etmeyeceksem, bir bayramda mutluluk vermeyeceksem neden yaşıyorum? Şu anki durumum huzurevinde ölümü bekleyen bir yaşlıdan farksız. 

Şimdiki tencereler gibi değilim, söylemesi ayıp çok insan doyurdum, karnım biraz geniş. Her gün kullanılan alelade tencereler gibi değilim ama kalabalıkta bir de özel günlerde vazgeçilmezim. Yani eskiden öyleydim. Şimdi evde büyük kutlamalar yapan kalmadı. 

Bir keresinde çocuğun sünnetinde keşkek dövmüşlerdi içimde. Hey gidi günler! Ne güzel zamanlardı. Herkesin yüzünün güldüğü, üzüntülerin büyütülmediği, el birliği ile kalabalık ziyafetlerin üstesinden gelindiği günler. Günün sonunda ben dahil herkes telaştan yorgun ama mutlu olurdu. O sünnet gününde de öyleydi. Keşkeğimden bir yiyen bir daha istedi. Sünnet çocuğu bile gözyaşlarına ara verdiği bir zaman ikinci tabağı istemişti de, annesi dibimi kazımıştı. O esnada canım yandı ama gıkım çıkmadı. Sonuçta bir çocuğun yüzünde gülümseme olacaktım. 

O gün etli keşkeği, her zamanki gibi anneanne yapmıştı. Rahmetli burada olsa beni bir kenara kaldırıp atmazlardı. Gerçi onda da suç var, bırakmadı ki kimse benimle bir şeyler öğrensin, her işe kendi yetişirdi. O gidince büyük bir boşluk oluştu hayatlarında. 

Artık o yok, onun bereketli eli, evi de yok. Beni çocuklarından biri aldı, bir köşeye kaldırdı. Evin içinde topu topu iki ihtiyar var. Onlara yemek pişirecek değilim. Hastalıklar, perhizler derken zaten pek bir şey yedikleri yok. Kendi hallerinde yaşıyorlar. Anane olsa  "Aç insandan hayır gelmez" derdi. Hemen bir şeyler pişirir, bütün çocukları, torunları sofra etrafına toplardı. 

Bunlar birer gölge gibi dolaşıyorlar evin içinde. Torun torbanın uğradığı yok. Beni bir kenara atarlarsa olacağı bu. Benim kaynamadığım yerde sessizlik çöreklenir. 

Ah anane, şimdiki ananeler de torunlar da senin zamanın gibi değil. Ondan benim devrim de kapandı galiba. Sen olsan şimdi bu tatile giden torunlar falan hepsi burada olurdu. Hele de Kurban Bayramında, senle ben başrolde olduk mu, bu kalabalıklar doyar, güler, oynardı. Herkesin ikinci tabağı yemesi zorunlu olurdu. Zaten ikimiz bir araya gelince lezzet rekorunu kırardık. Biz sormasak bile onlar tabakları uzatır, daha yok mu derlerdi.     

Bugün Kurban Bayramı'nın ilk günü. Burada olsaydın bahçede toplanırdı herkes. Sıra sıra kurbanlar dualarla kesilir, bir kaç kişi tutar bacağından çengele asardı. O derinin küçük bıçak darbeleri ile yüzülmesini izlerdi çocuklar. Korkan da olurdu, bıçağı eline alan da. Deriyi tuzlar, sonra gönderir, pöstekiler yaptırırdın. Etler hep beraber doğranır, sonra ben devreye girerdim. Onları bir pişirirdim, herkes parmaklarını yerdi. Rakibim yoktu doğrusu. Belki biraz mangal. İtiraf etmeliyim, onu ben de severdim. Herkes gittikten sonra yıkanıp kaldırıldığımız kilerde az kesişmedik. İkimiz de vazifesini hakkıyla ifa etmenin keyfiyle selamlardık birbirimizi. Bayram akşamları yorgun ama huzurlu olurduk. İçimizin ateşi mutlu ederdi herkesi. Piknik günleri bir onu alıp yola koyulmalarından bozulurdum ama düğün, sünnet, aşure günlerinde de o yalnız kalırdı kilerde. 

Eeee, ne de olsa benim bağrım daha genişti. Bir kerede daha çok kişinin kalbine, midesine ulaşırdım. Anane, bağa bahçeye nereye gitseler götürdü beni. Çocuklarının evinde toplandıklarında bile giderdim yanında. 

Ha bir de aşure mevzuu var. Çok kaynadı bağrımda. Hatta daha gençken adım çıktı onunla, Aşure Tenceresi dedi herkes. Aşure kız ismi ben erkeğim ama onu çok sevmiştim, ondan ses etmedim. Başka yemekler pişirirken bile aşure ile anıldığıma sevindim. Aşure herkesi mutlu eder, tat bırakır damaklarda. Ben belki babam gibi büyük bir düğün tenceresi olmayı beceremedim ama çok çalıştım. Babam sadece o özel günlerde çorba yapmak için dolaştı ev ev. Sahibi vardı ama konu komşu, akraba isteyince giderdi. Çok gezdi, çok sevildi ama ben de orta halli boyumla daha şanslıydım. Hem çok tatlılar hem tuzlular kaynattım. Her sene aşure ile doldum taştım.    

Hangimiz daha çok insan doyurduk bilmiyorum ama tok insan mutlu insandır. Çevremde mutlu insanların dolandığı zamanları özledim. 

Kurban Bayramı ha bu gün! Şimdi bana kesin iş düşerdi. Belki bir gün yine sıram gelecek ama şimdi kimse yok. Anane yok, çocukların kendi çocukları var ama onlar da gurbette. Bahçe yok, bayram da yok. Kaldığım evde  edi ile büdü bir karı-koca var. Bu gün gelecek kimse yok. Kurban telaşı ile uğraşacak güçleri de yok. Marketten hisseye girmişler. Etler, kesilmiş, parçalanmış, kutulanmış gelecek oradan derin dondurucuya konacakmış. 

Ne günlere kaldık.  Vay beTencerenin kaynamadığı, içimin bomboş kaldığı gün bayrammış.

Öyleyse şimdi bu sözü söyleme sırası bende: "Bayram gelmiş neyime!   

Not: Herkese iyi bayramlar:) Bu yazı sanal yazı evinin "Tencere" adlı kelime çalışmasında yazılmıştır. 

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...