yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MANDALA

Bazen aynı yerde dönüp duruyor gibi gelir insana ama biraz uzaklaşıp kendine ve yaşadıklarına yukarıdan bakınca, yolları sabır taşları ile döşenmiş o döngüsel tablonun izlenmeye değer manzaralarla dolu olduğu görülür.

Renklerin her halkada değiştiği, genişlediği, büyüdüğü bir mandala gibidir hayat. Bunu fark ettikçe nefessiz geçen günlerin de ferah zamanlara götüren yollar olduğunu anlaşılır.


THE IRISHMAN 2019 BİR NETFLİX FİLMİ

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 83. FİLM 


-Spoiler içerir -


Dünya hızla değişiyor artık film sektörü bile dijital platforma kaydı. Böylece dünyanın en ünlü oyuncularının buluştuğu #theırıshman adlı yapım dört gün önce bütün dünya ile aynı anda ülkemizde de izlenebildi. 

Hollywood’a uğramadan #netflix için çekilen filmin ünlü yönetmeni #martinscorsese idi. #charlesbrandt tarafından kaleme alınan  #ıheardyoupainthouses (boyacılık yaptığını duydum) adlı çok satan kitaptan uyarlanan film tam bir şampiyonlar buluşmasıydı. Zira: #robertdeniro #alpacino #joepesci beraberdi. 


Film, üç buçuk saatlik süresi ve ardından yarım saat oyuncularıyla yapılan söyleşiyle birlikte en az dört saatinizi ayırmanız gereken nitelikli bir yapım. Arada molalar vermeniz de gerekeceğinden izlemek en az beş altı saatinizi alıyor. Tabi film seyretmekle de iş bitmiyor. Her kaliteli yapımdan sonra insan filmin etkisi altında düşüncelere dalıyor.

Filmi izlediğinizi varsayarak bu yazıyı yazdığımı belirtmeliyim, yani çok olmasa da Spoiler içerir☺️

Gerçek bir hikayenin roman olmuş halinden senaryolaştırılan film başta oyunculuk kalitesi, yönetmenin tartışmasız ustalığı ile beraber akıcılığı ile de izlemeye değer bir yapım. Şayet izler, ardından hissettiklerinizi de bu yazının altında yorum olarak eklerseniz beraber zenginleşiriz. Film izlemenin ötesine geçer film okuması yapmış oluruz. 

Benim düşüncelerime gelince:

Film boyunca "Su testisi su yolunda kırılır" adlı atasözümüzü sıkça tekrar ettim. Her ne kadar tamamen usulsüz, kanunsuz bir dünyadan bahsetse de kendi kuralları olan ve hatanın bedelini canları ile ödedikleri ortada. 

Yer altı dünyasında kardeşlik, ihanet ve güç üçgeninde sıkışmış insanların hayatlarından kesitler, geride kalan tek şahidin gözünden anlatılmış. Bu kişi aynı zamanda iyi bir ikinci adam, ara bulucu, soğukkanlı, efendisine sadık. Bu nedenle arkadaş olduğu, sevdiği insanları bile gözünü kırpmadan öldürebilecek biri. 

Filmin sonunda bende kalan ağır his ise, hayatın öyle de böyle de geçtiği... İnsan, işinde çok başarılı olsa da oraya varana kadar yaptığı onca kötülük nedeniyle geriye ancak pişmanlık kalması. Ayrıca bu sonucu elde ederken kaybettiği vicdanı yüzünden sevdiklerinden uzağa düşmesi. Onları korumak için başkalarına zarar verdiğinde olan biteni kimse bilmese, sistem onu yakalayamasa da, evlatlarının, babalarının kötü bir şeyler yaptığını seziyor ve kabullenemiyor oluşu. 

Yıllar sonra yalnız başına yaşadığı huzur evinde hala sırlarını korusa da daha önce hiç uğramadığı kiliseye ilgi duyuyor kahramanımız. Huzur evinin papazını sık sık yanına çağırarak hayatının son günlerinde manevi yönden kendine dayanak noktası arıyor. Ama günah çıkarırken bile yaptıklarından dolayı pişmanlık hissetmediğini ifade ediyor ki püf noktası burası. Pişman olması gerektiğini bildiği bir konuda hiç bir pişmanlık hissedememek... Giderek kalbin katılaşması, ruhun kararması, vicdanın ölmesi dedikleri hal bu olsa gerek.

"Bir kereden bir şey olmaz" derler biz de, oysa her şey bir kereden olur. Bir insan değerlerini, prensiplerini bir kere yıkarsa onun gerisi gelir. Kötü alışkanlıklarda da böyledir. Elbette girdiği yoldan dönenler pişmanlık gösterenler olur ama bağımlılıklar bile bir kere den bir şey olduğunu bize gösterir. 

İnsan, "Asla" dediği, eleştirdiği bir çok şeyi bir de bakar ki yapar olmuş. Masumiyet dediğimiz o perde bir kere yırtılınca artık her şey değişir. Hırsızlığa, dedikoduya, adam öldürmeye, haksızlık yapmaya, adaletsiz davranmaya bir kere başladı mı insan gerisi çorap söküğü gibi gelir. Önceleri aynı fiilleri işlemeye devam etse de duraksadığı, "Ne yapıyorum?" diye kendini sorguladığı, yer yer pişmanlık duyduğu olur ama aldığı keyifler, kazandığı paralar, o seçimlerin sonucunda sağladığı hayat standartları insanı esir alınca vicdanını susturacak gerekçeler bulması da kolaylaşır. Bir zaman sonra da vicdanın o rahatsız eden sesi hiç duyulmaz olur. 

Vicdan ki, insanın içindeki en önemli oto kontrol mekanizmasıdır. İyi ve doğru olarak tanımlanan, kanunlarla sınırları çizilen bir çok eylemin hayat rutini olmasını, karakterimiz kadar vicdanımız da belirler. Toplumlar kurallarla ayakta kalır. Bu kuralları ihlal edenler kendisini emniyet güçlerinin önünde bulur. Belki de, her insanın başına bir polis dikilemeyeceği için bireylere kendi otokontrol mekanizması olan vicdan verilmiştir. Ancak onu temiz tutarsak, sesini kısmadan kulak verirsek, haz ertelemeyi kendimize öğretebilirsek temiz toplum hayaline yaklaşabiliriz.

İşte bu filmde kendi katı kuralları olan bir mafya dünyasına konuk oluyoruz. Kadınların ve çocukların figüran olduğu bu sahte cennette erkekler canları karşılığında yüksek kazançlar sağlıyorlar. Çoğu bu dünyaya erken veda ediyor, burada geçirdikleri zamanda da hırs ettikleri paranın peşinde her yolu mübah görüp çok canlar yakıyor. Resmiyette başka işler yapsalar da yükselmenin yolunun mafya liderlerinden geçtiğini bilen her meslekten insan karanlık bu dünyaya bedel ödeyerek ilerliyor. 

Ama işte sonunda ölüm var ve insan ne kadar iyi şartlarda yaşarsa yaşasın bir gün bu gerçekle yüzleşecek. Sezen Aksu’nun "Masum değiliz hiçbirimiz" dediği çağ yangının içinden geçerken hepimiz az çok dünyanın kirine pasına bulaşıyoruz. 

"Bütün zarların hileli" olduğu bu kirli dünyada kendini masum görenlerimiz bile, sonuçları tahmin ettiklerinden daha ağır suçlar işliyor. Kimi zaman haksızlıklar karşısında susarak, ötekine yapılanı görmezden geliyoruz. Yanı başımızda, apartmanımızda, oturduğumuz kafede işlenen cinayetleri duymazdan gelerek suça ortak oluyoruz. Sosyal medyada bir paylaşım yaparak vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz ama bunun yeterli olmadığının farkına ancak zamanında sustuğumuz haksızlıklar başımıza geldiğinde varıyoruz. 

Belki bu filmdeki mafya babaları gibi sürekli kan akıtıp birilerini öldürmüyoruz ama ya üç maymunu oynadığımız her yerde vicdanımızla hareket etsek o kötülüklerin işlenmesine engel olacak güce sahipsek? İşte duruma buradan bakarsak biz de masum değiliz demektir.

Bu film vesilesiyle vicdanımızı karşımıza alıp kıstığımız sesini dinleyelim. Ölümün olduğunu ve bu dünyadan beraberimizde götürebileceğimiz tek şeyin iyilik ve kötülük olduğunu hatırlayalım. Henüz vakit varken hatalarımızdan dönelim. Elimizin eriştiği, gönlümüzün ulaştığı her yere umut olarak iyiliği seçelim.

İyilik kolay değildir. Herkesin dilindedir, herkes ondan yanadır ama bunca kötülük de herkesçe işlenmektedir. Bir söz var, "Kimse karşında değil, herkes kendinden yana" diye. Menfaatin kesiştiği her yerde en iyi denen dostlukların bile bitmesi bu yüzden. 

İçimizde bizi iyilik ve kötülüğe davet eden sesler var, kötülüğün yolu dikensiz, kolay yürünür, yüksüzdür. Kısa vadede kazancı var gibi görünür ama kalpte vicdanda yaptığı ağırlık boynuna bağlanmış bir taş gibidir. Yıllar geçtikçe dibe çeker insanı. En sonunda da kendi suyunda boğar. 

İyilik patikasında ise insan düşe kalka yürür. Leonard Cohen'in şarkısını mırıldanır:

"Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini" der kanayan dizlerine kendisi pansuman yapar. Gözlerindeki yaşı elleri ile siler, kendi kolları sarar kendini. Kimi zaman o patikadan yürüyen hiç kimse göremez. Herkes kötülüğün otobanında keyifle ilerlemektedir ama bilir ki iyiliğin yolcusu, onlar o hızda giderken manzaradan habersizdir. Kendisinin attığı her adım ise önce vicdanında sonra geçtiği yerlerdeki kırık kalplerde çiçeklerin açmasına sebep olmuştur. Düştüğü yerlerde doğrulup dinlenirken manzaranın keyfine varmıştır. Her şeyden önemlisi vicdanı rahat, kalbi pamuklar kadar pak yolu tamamlamıştır. Belki her yeri yara bere içinde kalmıştır ama boynunda onu kendi suyunda boğacak o taşın ağırlığını taşımamıştır.     

Daha yaşanır bir dünya için yolumuza çıkan çeldiricilere rağmen taşın altına elimizi koyalım; birey olarak iyiliği güzelliği seçip insana, doğaya, hayvanlara saygılı ve özenli davranalım. 

"Sıfır atık, sıfır zarar"ı yaşam mottomuz yapalım. Vicdanla beraber kalbimizi de aktive ederek günümüzde geçer akçe olmasa da iyiliğe yakın olalım. Çünkü her dakika sona yaklaşıyoruz. Doğduğumuz andan beri ölümümüze koşuyoruz. Ve biliyoruz ki, mezara  kıymet verdiğimiz eşyalarımızla girsek bile onlar burada kalıyor. Yüzyıllar sonra kemiklerimizle beraber değerli sayıp uğruna bütün prensiplerimizi verdiğimiz o eşyalar arkeologlarca bulunup ait olduğu yere, dünyaya iade ediliyor.

Sürekli yeni bir sayfanın açılıp kapandığı dünya defterinde kirlenmeden kalan dolu bir sayfa olabilmek temennisiyle.   

"CANIM BEN'İM"



Kaybolmuştum 
Bilmediğim bir ormanda 
Karanlık ve yağmurluydu ortalık 

Korkmuştum 
Yalnızdım 
Bir ses, bir nefes aradım 
Onunla bir çıkış yolu bulacaktım
Ayağım kayınca can havliyle bir sarmaşığa uzandım
Elimde kalacağını bilmeyecek kadar yabancıydım ormana

Dal zannedip tutunduklarımın boynuma dolanacak, 
Beni nefessiz bırakacak yılanlar olduğunu sonradan anlayacaktım



Dedim ya, 
Kaybolmuştum ve beni bu karanlık ormandan çıkaracak bir kahramandı aradığım
Ona rastlamak için uzun yollar kat ettim, 
Bir zaman sonra selam verip yanına yaklaştığım herkesin 
En az benim kadar kaybolmuş olduğunu fark edince 
Panikledim. 
Elimi yüzümü yıkamak için ırmağa doğru yürüdüm 
Suya eğildiğimde aradım o kahramanla gözgöze geldim, 
Gülümsedim
Hayır, hayır kurbağa değildi beklediğim
"Merhaba canım ben'im" dedim 
"Seni bulmak için dere tepe düz gittim,
Yağmur ormanlarından geçtim 
Yanlış patikalara saptım
Kurtları, sırtlanları, aslanları alt ettim 
Bu nedenle geciktim 
Ama işte geldim; "Bir daha seni hiç bırakmayacağım" dedim 
Sarıldık
Sanki yüzyıllardır ayrıydık 
Biz kavuşunca orman aydınlandı
Yeşil, sarı, kızıl yapraklarla donandı
Renkler rüzgarla dalgalandı
Baktık, ağladık 
Çocuklar gibi umutlandık 






MY OWN LOVE SONG - AŞK ŞARKIM



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 68. Film

Taşınmak meşakkatli bir eylemdir ama sanırım yerleşmek daha da zor. Yıka, ütüle, temizle, yerleştir işleri bir türlü bitmiyor. Bunda her şey ile tek başına ilgilenmek zorunda olmam kadar minimalizme tepki olarak doğmuş olmamın da etkisi büyük. Yıllardır onlarsız yaşayabildiğim ama yine de vazgeçemediğim, karşılaşmaların, coğrafyaları dolaşmanın yani yolculukların hatırası olan bir sürü objeyi geldiği mekanın yarısı kadar olan bir yere yerleştirmek tam bir legoculuk bilgisi gerektiriyor. Bilgisayar oyunu kültürüm tetrisle sınırlı olsa da lego ve yeniden yaratım sanatlarında iyi olduğumdan zaman alsa da yavaş yavaş yerleşiyor, anılarımdan ödün vermiyorum. 

Hayatın bir yolculuk olduğuna inananlardanım ve yoldaki yeni durağım burası. Yolda olmayı, hareket halinde olmayı sevsem de insanın ev denen sığınağa ne kadar ihtiyacı olduğunu acı tecrübelerle idrak ettikten sonra dönülüp gelinen yer olduğunda anlamı derinleşen "Ev" e yerleşme telaşının yorgunluğundan hiç de şikayetçi değilim. Ancak okuma ve yazmama sekte vurduğu kesin. Lakin bu zamanı da düşünerek geçiriyorum aslında. 

Elimiz ayağımız gibi olan şu internet de bağlansa düşündüklerimi hayata geçirme konusunda epey mesafe katedeceğim. Telefon dışında bağlantı şansı olmayınca uzun zaman sonra mecburen TRT2 'ye döndüm. Bari akşamları film izleyeyim diyerek iki gecedir pazardan aldığım yeşillikleri ayıklarken alt yazı okumaya yetişme çabası ile film izliyorum. 

Bu gece de yukarıda resimde paylaştığım "Aşk Şarkım"ı izledim. Film önü ve film arkası programı ile zenginleştirilmiş bir yayın sunan TRT2'ye teşekkür ediyorum. Bu aralar yolculuk üzerine düşünürken böyle bir filme denk gelmek yazmaya sevkedince gecenin bu saatinde bir şeyler karalayayım dedim. 

---Spoiler içerir---

Baş roldeki kadın karakter trafik kazası sonrası tekerlekli sandalyeye mahkum oluyor. Bu nedenle Psikiyatri servisine yatırılıyor. Burada tüm ailesini yangında kaybettikten sonra gördüğünü iddia ettiği meleklerle konuşarak, hayata tutunmaya çalışan bir adamla tanışıyor. Hastaneden çıktıktan yedi yıl sonrayı anlatan filmde birbirine dayanışma içinde iki yakın arkadaşı görüyoruz. İnançlı bir adamla her şeye inancını kaybetmiş, ona bakan annesi de ölünce hayata tamamen küsüp küçük oğlu ile dahi görüşmeyen kadının birbirlerinin engellerini tamamlayarak, sürekli dertleşerek birbirine destek olarak kurdukları yakınlığa rağmen birbirlerinde olumlu gelişmeye sebep olamadıklarını görüyoruz. 

İşte bu noktada düşünmeye başlıyorum. Demek ki bazen yakın arkadaşlar birbirine ancak koltuk değneği kadar destek olabiliyor ama asıl tedavi için yetersiz kalıyor. İnsan neden en yakınındakinden onun için çırpınan arkadaşından değil de uzaktaki bir yabancıdan daha kolay etkileniyor. 

Filmde de, yakın arkadaşı onu değiştiremiyor ama birlikte bir yolculuğa çıkmaya ikna ediyor. Yol boyunca yaşadıkları ve yeni tanıştıkları insanlar kısa bir sohbetten sonra onların değişimine vesile olacak anılar bırakarak uğradıkları hayatlardan çekilip yollarına devam ediyorlar. 

Çok yaklaşırsan göremezsin, uzaktan da seçemezsin ya nesneleri araç takip mesafesini kolayca ayarlar ama insanlarla o meşhur kirpi mesafesini bir türlü tutturamazsın ya filmde de böyle oluyor. Kısa bir süre temas ettiği ölümcül bir hastalığa sahip kadının neşeyle hayata tutunması yedi yıldır insanlardan kaçan, tutkuyla yaptığı şarkı söyleme işini de bırakan kadının değişmesine sebep oluyor. Yolda bir sürü kaotik olay yaşayıp hayatlarına yön verecek insanlarla karşılaşmaları da hayatın en güzel cilvelerinden olsa gerek. Her şerde bir hayır var sonuçta:)

Bir de çok inandığım "Karşılaşmak" kavramı var ki, büyülü bir andır. Herkes herkesin yanından geçer ama karşılaşmak ruh işidir. Bazen kısacık temaslarla bile derin bağlar kuran, büyük değişimlere sebep olan karşılaşmalar vardır. Bir gün birine rastlarsınız ve bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Herkes kendi yolculuğunda ilerlerken o kader örgüsü ilmekleri birbirine takar. Bir ters bir düz derken herkes herkesle başka bir motifin parçası olur ama kimileri ile anlamlı bir desen ortaya koyar. Eğer şanslıysanız sizden yeni bir insanı çıkaran kişi size yeniden aynı motifi tek başınıza devam ettireceğiniz hediye anlar bırakır. 

Filmde de bu iki arkadaş hayatlarına dokunan insanlarla başkalaştılar ve yollarına yine beraber devam ettiler. Şanslıydılar... 

Film müzikler açısından da çok başarılı. Bob Dylan şarkıları çok güzel yorumlanmış. Stilize bir film hem de dramatik unsurlar taşıdığından oldukça yoğun ve farklı yöntemler kullanılmış. Bu da doku uyuşmazlığına sebep olmuş görünse de belki de yönetmen klasikler dışında farklı bir filme imza atmak istemiştir. 

Yol filmi olduğu için çok fazla kişi giriyor, çıkıyor Her karakter ayrı bir hikaye iken süre sebebiyle kişilerin özellikleri derinlemesine işlenmiyor ama başarılı bir yönetmen. Aynı zamanda reklam filmi de çeken, şair de olan yönetmen animasyonlar eklediği filmle sıradan gişe filmlerinden farklı bir çizgi yakalıyor. 

Bu nedenle tavsiye edilebilir bir film olduğu notunu düşerken hayat yolumuzda duraklarımız güzel karşılaşmalarla renklensin dilerim.   

Filmin künyesi için tıklayınız.

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

HİÇBİR TRENİN UĞRAMADIĞI İSTASYON- DALAMAN

















Yaşam yolculuğu der dururuz ya hani, hayatınızın yolculuğu hangi araçla yapılıyor diye hiç düşündünüz mü?



Zor bir soru doğrusu!Yolculukta tercihiniz uçaktır belki ama hava muhalefeti çıkar, sefer iptal olur. Biletiniz elinizde kalır, aceleniz varsa başka yollar aramaya başlarsınız. 



Yelkenli deseniz yine rüzgara, güneşe, denize bağlı şartlara göre yolculuk yapabilirsiniz. 



Araçla yolda olsanız, istediğim yerde durur, istediğim hızda giderim, dilediğim saatte yolculuk yaparım dersiniz ama madem yoldan alıkoyan unsurlardan girdik konuya, o zaman o iş öyle kolay değil:) Zaten hayatta hep istediğim şeyler oluyor diyenlere sadece gülerim. 



Büyüklerin de dediği gibi "Yola gidenin bin türlü hali var" Yakıtın bitebilir, kar yağabilir, ayı çıkabilir, önünde zincirleme bir kaza olmuştur belki, lastiğin patlamıştır, araba bozulmuştur.



Otobüs de aynı engellerle karşılaşabilir. Hatta, mola yerleri, varış saati, hız kontrolü, yolculardan birinin durmadan ağlayan bebeği, horlayan koltuk arkadaşınız, şarjı biten telefon yüzünden kulaklığın işlevini yitirmesi, çalışmayan klima, uyuklayan şöför, birbirinden kötü filmleri sunan firma falan derken otobüsle yolculuk kara taşıtları arasında en zorudur.



Gemi desek, batar falan aman, hiç güvenli değil. Açık denizler, rüzgarlar, deniz tutması derken o da zor. Gemi adamlarında bile bir sürü hasar bırakan o derin mavilik sana bana ne yapmaz diyerek bu seçeneği de eleyince geriye pek bir şey kalmıyor.



Ben bu soruyu duyduğum ilk an nedense aklıma tren geldi. Oysa şimdiye kadar trenle toplam üç kere uzun yolculuk yapmamışımdır ama bu güne kadarki hayat yolculuğumun taşıtı trendir dedim tereddütsüz: Daha önceden belirlenmiş bir hatta, tarifesine uygun saatte hareket eder. Duracağı istasyonlar bellidir. Bilete ödediğiniz fiyatla paralel bir koltukta seyahat edebilirsiniz. Yol uzundur, içinde rahatça dolaşır, yemek yiyebilir, farklı vagonlara gidebilirsiniz ama mola yeri haricinde inip binemezsiniz. Çok hızlı gitmedikçe raylardan çıkmaz, demirden bir kutunun içinde selametle gideceğiniz şehrin istasyonuna varırsınız. Konforu azdır ama diğer bütün taşıtlardan güvenlidir. Kafanızı dinleyeceğiniz bir yolculuk değildir, raylardan gelen gürültü yorar ama başınızı cama dayadığınızda hızla akan manzaraları izlemek keyiflidir. Görüntüler bir film şeridi gibi geçer. Zevkle izleseniz de ne geçip gitmesine engel olabilirsiniz ne de kontrol edebilirsiniz, tıpkı hayat gibi. Sadece seyredersiniz. 



İşte Yunus Emre'nin "Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var" diye tarif ettiği hayat yolculuğu nereden baksanız, hangi aracı kullansanız meşakkatlidir. Bu nedenle de yola gidenin halini Allah bilir. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, kazalar, hastalıklar nice sıkıntılar yolcunun önüne çıkar ve zamanla hedefler dahi değişir.     



Kimsenin yolculuğunun kimseye benzemediği bu dünyada kimbilir ne çok yarım kalmış yol hikayesi vardır diye düşünürken bir yönden acıklı, kısmen de iyi sayılacak bir yalnızlık öyküsü öğrendim. Tren yolculuğu üzerine düşünürken dünyada kimsenin varmadığı bir istasyonun varlığı dikkatimi çekti doğrusu. Sizinle de paylaşmak istedim:


Düşünsenize, dünyada trenin uğramadığı, önünden hiç bir rayın geçmediği, içinde kimsenin hasretle kucaklaşmadığı bir istasyon varmış. Tabi ki, insan kaynaklarını bile boş yere harcayan ülkemizde, Dalaman'daymış. Yukarıdaki resimde görüldüğü üzere mimarisi ile tam bir istasyon ama fonksiyonunu ifa edemiyor. Ne diyelim onu orada öylece atıl bırakanlar utansın :( 



"Abbas Hilmi Paşa, 1905’te ‘Nimetullah’ isimli yatıyla Dalaman’a 12 kilometre mesafedeki Sarsıla Koyu’na gitti. Bugün Muğla’nın ilçesi olan Dalaman, o günlerde henüz yoktu, sadece deniz kenarında sazlardan yapılmış 30 evlik Söğüt isimli bir köy vardı ve Dalaman verimli bir ovadan ibaretti. Av hayvanlarının cirit attığı uçsuz bucaksız ovayı gören av meraklısı Hıdiv, bölgeyi çok beğendi.

Hıdiv, Sarsıla Koyu’na iskele ile depo inşa ettirdi ve koydan çiftliğe uzanan bir de yol yaptırttı. Yolun her iki tarafına Mısır’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarını diktirirken çevredeki bataklıkları da kurutturdu.

Abbas Hilmi Paşa, ikinci aşama olarak çiftliğinin bulunduğu Dalaman’a bir av köşkü ve aynı anda İskenderiye’ye de bir tren istasyonu inşa ettirmeyi planladı. Binaların yapımını Fransız mimarlara havale etmişti. Fransa’dan yola çıkan ve av köşkünün malzemeleri ile binanın projesini taşıyan gemi Dalaman’a, tren istasyonunun malzemeleri ile projesini taşıyan diğer gemi ise Mısır’a gidecekti. Ancak yolda bir karışıklık oldu ve Mısır’a gitmesi gereken gemi, yükünü Sarsala Koyu’ndaki iskeleye boşalttı.

Hıdiv’in Dalaman’daki işçileri, karışıklığın farkında olmadan malzemeleri develere ve katırlara yükleyerek, Abbas Hilmi’nin köşkünün bulunduğu yere götürdüler. Gemiyle gelen ustalar ve Hıdiv’in adamları da, efendilerine sürpriz yapmak için hemen binanın yapımına giriştiler. Fakat son derece garip bir karışıklık yaşanmış, Dalaman’da planlanan av köşkü değil, istasyon binası inşa edilmiş, Mısır’a giden diğer gemideki malzeme ile de mükemmel bir av köşkü yapılmıştı.

Eksikler de kısa sürede tamamlandı ve Dalaman’daki binanın etrafına Mısır’dan getirilen palmiyelerle hurma ağaçları dikildi. Tren yolunun bulunmadığı Dalaman’a istasyon binası yapılması Hıdiv’i hayli şaşırttı ama binayı yıktırmadı ve istasyonun yanına bir de cami inşa ettirdi.

1928’e kadar Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın mülkiyetinde kalan çiftliğe, Türk Sanayi Bankası’ndan alınan bir kredi ödenemeyince, devlet tarafından el kondu. Bina 1930’dan 1958’e kadar Jandarma Karakolu olarak kullanıldı, sonra Devlet Üretme Çiftlikleri’ne tahsis edildi."

İşte Dalaman da dünyanın tren yolu bağlantısı olmayan ilk ve tek istasyon binası böyle inşa edilmiş. Doğrusu, bu istasyonun başına gelen de bir yarım kalmışlık. Yolda değil, yolcu değil ama o da varlık amacına hizmet edemeden yaşayıp gidiyor. 

Düşünsenize, hiçbir yere uzanmayan, kimsenin kimseyi beklemediği, kimsenin kimseye kavuşamadığı, gözyaşları ve özlemle sarılamadığı bir yer ama adı istasyon... Sonrasında da karakol olmuş. Kim bilir onca yıl kaç çığlığı gizledi taş duvarları. Zevkin merkezi olacakken, bir av köşkü yerine ezanın merkezi olmuş ve bunda kimsenin suçu yokmuş. 

Hayat da böyle değil mi? Siz ne planlar yaparsanız yapın bozuluyor. Ne kadar iyi eğitimler alırsanız alın belki de bilgi ve tecrübenizi hiç kullanamadığınız işler yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu seçtiğinizden daha iyi oluyor, bazen de bu istasyon gibi kimsenin uğramadığı bir yerde ömür geçiyor. 

Hasılı kelam, uçak kullanan bir pilot iken bir tıra otostop çekip ilerlemek zorunda kaldığınız bir yolcu da olabilirsiniz. Önemli kişilerin uçtuğu kısımdan biletiniz varken yayalık nedir bunu da öğrenebilirsiniz. Attan inip eşeğe binebilirsiniz. İstasyonsunuzdur ama kimseyi kavuşturamazsınız. Liman olursunuz, sığınacak gemi size ulaşamaz. Bir niteliğe sahip olmak, onunla sonuca gideceksiniz demek değildir. Herkes kaderini yaşar. Yıllar sonra elinde kalan ise keşkelerle yüklü ağır bir çuval. Üzerinde "Hayal kırıklıklarım" yazan ..  

 Siz yine de vaktiniz varken yolcululuk aracınızı, araçta sınıfınızı değiştirmeyi deneyin, belki bir yerlerde boşluk vardır. Oradan devam eder gidersiniz.  




KAYBOLMAK


""Give us a little love " diyor ya şarkıda. 

Her dinlediğimde acı acı gülüyorum.

Azıcık sevgiyle her şey yoluna girecekken neden hala herkes ölesiye yalnız?

Bunu anlayıp da anlamamazlıktan gelen çok. Çözüm ne, bilen yok.

Ölene kadar kalabalıklarda kaybolmayı deneyen de çok.

Kaybolmak çeşit çeşit.

Susarak saklanabilirsin mesela, sessizliğin çölünde.

Ya da kelimelerin gölgesinde serinleyebilirsin konuşurken. 

Yazıyorsan, bak o iş zor. "Yazmak, açılmak mı, hayır aralanmak.(F.Kargıoğlu)" demişler, doğru. Dışarı çıkamıyorsan kendinden, kapıyı, pencereyi, gönlünü aralarsın. Biraz nefeslenir, hayati tehlikeyi atlatınca dönersin kendine ama saklanamazsın. 




Bazen uzun bir yola çıkarsın. Ona rastlarsın. Yaşadıklarını unutur, acılarını silersin bir süre. Kaybolmanın en güzel haline, aşka saklanırsın. 

Işığına bakar, aldanırsın. 

Ama kötü haber, her güzel şey bir gün biter. Zamanla o ışık cılızlaşır, sarıldığın kollar gevşer, kalbin karanlığa düşer. "Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir. 
diye mırıldanırsın. 

Bir süre hastalanırsın. Belki de zamanla iyileşirsin demek daha doğru olabilir. Neyse işte. Her şey nereden baktığına bağlı. 

Hasılı kelam duruma hastalık diye baksan bile her hasta illa ki o komadan çıkar. Ya uyanır ya da ölür. İkisi ile de yeni bir hayat başlar.
   
Öyleyse bitişler, ölümler, gidişler, kayboluşlar o kadar da kötü değildir. Bitmeyen her şey uzar. Sarkar, salar kendini. Bazen seni senden çalar. Kimi zaman nefessiz bırakır, gizli bir el boğazını sıkar. 

Açık havaya çıkmak istersin. Kaçmak, kaybolmak hevesiyle kalabalıklara karışırsın yine. 

Çok göz önünde olursan görünmezsin.
Biraz bu halin keyfini sürersin. Hüznünü sakladığın gözlerini kahkahalarla süslersin. 

Gülemiyor musun, biraz destek çıkın dersin, yetişir kalabalıklar. "Give us a little love " der, çıkamayacağın o kısır döngüye yine girmek istersin. Girer, dağıtır, içersin.  "In vino veritas" der, kelimelerin serin gölgeliğinden çıkarsın. 

Sonrası pişmanlık... Döngüdendir, bir kere yoldan çıktın mı geri dönemezsin. Belki de dönmemek, yolda olmak daha iyidir, denemeden bilemezsin. 

Uğradığın yerlerde "Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm 
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana. " diye mırıldanırken uzaklara dalarsın. 

YOLLARDA BULURUM BENİ



Kaybolduk...
Evden çıkıp patikadan ormana doğru ilerledik. 
Daha o an evin yolunu bir daha bulamayacağımızı hissettik.
Her adımla evden biraz daha uzaklaşırken Hansel ve Gratel'i hatırladık.
Bizim de ekmeğimiz çantamızda, çakıl taşlarımız ceplerimizdeydi ama geçtiğimiz yola serpmedik. 
Çünkü, kaybolmak istedik.
Sonunda ormanın derinlerinde bulduk kendimizi.
İstediğimiz olmuştu, kaybolduk. 
Korkmadık, üzülmedik, geri dönmeyi düşünmedik.
Zaten kaybolmak için çıkmıştık evden.
Kaybolmak, eskiyen yanlarımızdan kurtulmak, döke saça içimizi dışımıza yeniden kendimiz olmak istedik. 
Yeniden mi, komik...
Evde kimse kendisi olamaz.
Evden çıkmadan, karanlıkta kaybolmadan ışığın olduğu yere adım atamaz.
Bir başka yüreğin karanlık ormanında gezinirken karşılaşır kendisiyle insan. 
Orada tanır benliğini, yüreğini, cesaretini.
Anlar ederini.
Gece karanlıktır orman. Soğuktur, ıssız, tehlikeli... 
Bir kulübe gerek diye düşünüp geldiği yolda ilk bulduğu kapıyı çalar insan. 
Başını uzatana sorar, başkasına yerin var mı?
Başkası bakar, başkasına yer açması gerektiğini anlar, kapıyı açar.
Başkası başkasına bakar, onun aynasında görür yansımasını.
Bazen korkar yansıyandan, kendinden çekinir ve can havliyle sarılır başkasına.
Başkası, başkalaşmak ister o an, bambaşka biri olmak, görmediği, bilmediği kendine ulaşmak ister.
Bir süre kaybolur. 
Çoğu zaman kaybolduğuna mutlu olur.
Bulduğunu sever, dalgalanır, durulur. 
En çok da yorulduğu kendinden saklanır insan. 
Bir başka gönülde dinlenir.
Başkasında karşılaşır kendiyle, yenilenir. 
İyileşir ve kulübeden ayrılır. 
Yine yola çıkar.
İnsan yolda hep kendini arar. 
Yolda olmakta hayır var.

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...