objektifimden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
objektifimden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Neresidir evin?


 “Ev, anımsamaktır.” demişler. Yıllardır evimi arıyorum #çamağacınıngölgesinde adlı kitabımda oturup uzun uzun yazdım bunu aslında.

Evim neresi, nereye aitim, çocukluğuma mı şimdiye mi?

Oradan oraya taşınırken takılıp kaldığım evler oldu mu? Rüyalarımın şimdi yıkılmış olan eski evimizde olması normal, hepimizin elinde çocukluktan başka neyimiz var?

Ev dört duvar değildir, nefes alır, dağılır, toplanır, temizlenir, yine kirlenir. Bizim, halden hale girişimizi seyretmekle kalmaz, uyum sağlar hayat dansımıza. Pencerelerinden dünya seyredilir, başının üstündeki çatı gökten inenlerden, duvarlar bayırdan kopup gelenlerden korumak içindir. Ev güvendir, güvenliktir, sığınmak, sarılmaktır.

Bazen de sıkışmak… Üzerinize duvarların geldiği zamanlar olmaz mı? Aslında o vakit insanı yoran nedir diye bakmalı, seçtiğimiz eşyalar mı seçemediğimiz insanlar mı? Evin duvarları hareket edip üzerimize gelmediğine göre bizi nefessiz bırakan ne diye düşünmeli. Bulduk diyelim, çaresi ne? Ev kavramının içini doldurmaya ne dersiniz?

Kendimizi dışarı atınca sıkıntımızın geçeceğini sandığımız zamanlar geçince, eve dönüp onunla dost olmayı öğreniriz.

Oraya geldiysek “Evim, evim güzel evim!” lafını ayrı kaldığımız kısa zamanlardan sonra bile söyleriz.

Ev bizimdir, bizle doludur, anılarla, onları somutlaştıran objelerle, okuduklarımızla, bizi biz yapan unsurlarla. Hem özgürlüktür, ötekinin sınırlarından kurtulmaktır. Kendinle anlaşmayı öğrendiysen kucaktır.

İnsanların türlü oyunlarıyla çevrili, zorlu koşullardan oluşmuş “dışarı”dan sonra nefes aldığın sevgilidir. Hatta gün gelir sevgilin bile canını yakar da ev hep orada kollarını açmış sakince bekler seni avutmak için.

Ondandır herkesteki ev sevdası, kaplumbağa kadar şanslı değiliz, başımızı sokacak bir kabuğu bulana kadar nerelerden geçer yolumuz. Bu yolculukta insan kendine hangi evleri durak yapar ve sonunda “işte evim!” dediği yeri nasıl bulur bilinmez.

Uzun uğraşlar sonunda benim vardığım yer belli. Defterimle kalemimin benimle olduğu yerleri evim kabul ettim. Masalar, odalar, adresler, şehirler değişir, hatta kalemler, defterler biter ama onlarla icra ettiğimiz eylem, yazmak hep bizimledir.

Yazıyı ev belleyince hayat değişir. Kelimeler bazen konfeti gibi başımın üzerinden dökülür eve gelince, sürprizler yapar. Bazen de aniden kesilen su gibi bekletir kendisini. Dağınıktır bazen ortalıkta, oradan buradan nanik yapan haylaz bir çocuk gibi peşinden koşturur beni, oyun ister.

Yazmak dilediğin gibi oynamaktır. Kelimeler kimsenin elimizden alamayacağı oyuncaklardır. Legoların parçaları gibidir, istersen bina yapabilirsin istersen kulübe. Sadece etrafını da çevirebilirsin bahçenin. Oradan oraya at koşturursun kime ne, kalem benim, kâğıt benim, kelimeler benim. İster renkli ışıklarla bezeli lunapark yaparım, istersem tünel ucundaki ışığın heyecanını yazarım. Yorulursam, dinlenmek için yatağa uzanırım.

Evimdir kelimeler, her harfini sevdiğim, iyi ki varlar dediğim. Evinin peşinde olanlara yazmayı öneririm.

Handan Kılıç

11 Ocak 2024

*Bu yazı ilk kez 11 Ocak 2024 tarihinde medıum.com adresinde yayınlanmıştır.

OLAN BİTEN

   İçimi acıtıyor olan biten, sanki dünyanın sonu gelmiş gibi.

    Canım bir şey istemiyor. Günbegün artıyor bu isteksizlik.

Boşa kürek çeken bir sürü insan tanıyorum. Dünyanın acısını kalbinde hisseden empatlar biliyorum ama narsistler de her yerde. Her şey şahaneymiş gibi rol yapmasını iyi biliyorlar. Ve canlarının istediği gibi yaşıyorlar.

Elbette hepimizin hayatının merkezinde kendi önceliklerimiz var, olmalı. Çünkü geçen gün ömürdendir, geri gelmeyen tek şey zaman. Yine de iyiler ayrı vadide kötüler ayrı vadide olmalı belki de.

Kimse salt iyi değildir ya da salt kötü değil deriz ancak tercihen bile bile kötülük yapanların iyi tarafları da köreliyor zamanla, bu kesin. Ya hep iyi olmaya çalışanlar? Onların da hatası yok mu? Kötülere kendini kullandırmak iyilik mi büyüklük bende kalsıncılık mı saflık mı ?

Bağ kurduğumuz zaman karşıdakiyle, işin içine duygusal zekâ giriyor. IQ sü düşük olanlara geri zekalı demeyi bilen insan çok. Karşındakinin hayatını ıstırapla dolduranlara bir şey demiyor kimse. Kalpsizlerin, kalpsiz, narsistlerin narsist olduğunu da haykırmalı yüzlerine. Bazen bunu anlayana kadar bile çok zaman geçiyor iyiler için. Çok acı çok gözyaşı çok anlamsızlık birikiyor ve yıllar geçince dudaktan dökülen tek şey ömürden giden vakte bakıp her şey için çok geç oluyor.

Şükür iyilere, veyl olsun kötülere, onlara müsade edenlere…

Handan Kılıç
8 Kasım 2023

BEKLEME YAPMA!

 

“Bekle dur,” hayatın özeti. Doğumdan ölüme kadar hep bir şeyleri bekliyoruz. İstediğimiz oluyor, onu unutup yenisini beklemeye başlıyoruz. İnsan beklemeyi bıraktığında hayattaysa da ruhen ölmüş demektir. O vakit ölmeden önce ölünüz tavsiyesi beklentilerden soyunmaktır. Beklemenin o pasif direngen halinden sıyrılıp sütün üzerinde kaymak oluşana kadar çırpınmaktır. Bazen tereyağı bazen çökelek olacağını kabullenmek ve neden diğeri değil sorgulamasına kafayı takmadan olanla yetinmektir.

Beklemiyorum derken bile bekler insan iyi bir şeyler olsun diler ama belki kötüyü bekler. Çağırır demiyorum Olacakla öleceğin önüne geçilmez. Nasıl çırpınınca kaymak olacağı kesin değil aynı o şekilde tedbir alırsan önüne geçilecek diye bir şey yok. Daha az yara alarak günü geçirmeye çalışmak belki de hayat.

Beklemeye buradan bakınca herkesin yeni yıl hazırlıkları ile çılgınca alışveriş yaptığı bir dünyada epey beklentimden soyunmuşum gibi geliyor. Yine de kendim dahil insana güvenmiyorum bu noktada.

Ölünce bile bir şeyler beklemiyor muyuz? Kabir bir bekleme odası değil mi? Birçok giden memnun olduğu için değil beklemeye takıldığı için gelemiyor dünyaya ve ötesine geçişi bekliyor inancıma göre. Ve orada sonsuz mutlu olacağı, aklından geçenin önüne geleceği, sorumluluklardan sıyrılacağı bir hayatı bekliyor. Ama bunun için burada beklerken aktif, sorumluluklarının bilincinde bir yaşam sürmesi gerekiyor. Körü körüne bir şeye tutunmadan, konuşması gereken yerde susmadan, dünyanın kendi doğrularından ibaret olduğunu zannetmeden, beş duyusuyla beraber aklı ve kalbini de kullanarak öteleri beklemesi gerekiyor.

İşte burada beklentiyle ertelemeler kesişiyor. Hayat yetişilmez bir hızda akınca insan bir noktadan sonra ya akışa teslim olup mekanikleşiyor ya da durup o akışı seyretmek zorunda kalıyor. Bekliyor ama erteliyor da. İkisi de öyle yorucu ki, akıntının elinden alıp sürüklediklerinin peşinden koşacak dermanı bulamıyor. Kaybetti diye yenisini beklemekten de vazgeçmiyor.

Hız insanı durduran bir şey. Sürekli koşarsanız bir gün önünüze kesen bir duvara toslarsınız, kendi duvarınıza. Kendinize geldiğinizde dönüp halinize bakarsınız. Zamanla düştüğünüz yerden kalkmanın hevesi bile geçer. Yaralarınız vardır ama saracak biri yoktur. Koşanların erteledikleri arasındasınızdır. Beklersiniz bir el uzansın ama kimse duymaz, kimse durmaz, ta ki kendi hızı onu durdurana kadar. O vakitte sizin döngünüz tamamlanmıştır. Onun ki başlar, yarayı fark ediş, pansuman, ummaktan vazgeçiş, beklemeyi bile terk ediş, Ertelenenler çöplüğünde yerini alış, İstiklal Marşı, kapanış.

Öyleyse erteleme ve duvara çarpmadan dur. Nizami bir hızda kurallara uygun giderken tosladıysan duvara yine de dur. Bekle, ruhunla bütünleş.

Eni sonu ölümlü dünya.

Hakka girme, hakla gitme.

Emaneti geri verene kadar, tekrar tekrar duvara toslamayı beklemeden yavaşla.

Ve kendinden başkasının farkına var. Kırdığın kalpleri, ezdiğin çiçekleri fark et. Acıdan inleyenin sesini duy. Mahallene sıkışma, memleketin bile değilken koca dünya. O ki bir durak, ölüm otobüsünün geçtiği. Vaktin gelene kadar bak etrafına. Son anda ertelediklerin dizilmesin karşına. Beklentilerin boğazını sıkmasın hala. Ölenle de ölünmez unutma. Ölüm lezzetleri acılaştırsa da hayatı yaşanılır kıran coşkuyu da verir insana.

Hadi bugün ertelemeyi bırak ve başla.

Handan Kılıç

28/11/2022

Yazıyı dinlemek isterseniz linki tıklayınız.

Dans

Ne zamandır mandalaya vakit bulamıyordum @sanalyazievi @oyku.teksen in dışavurumcu sanat dersinde başladım sonu nereye gider bilinmez ama şimdilik bir kaç satırlık bir şiir doğurdu bile:

Su
Gibi dingin
Ateş gibi yenileyen
Ağaçlar gibi ayakta, direnen
Mevsiminde sessizliğe bürünüp vaktinde yeşillenen kalbim,
Dans eden ağaçlar, sarılan kökler gibidir, huzurlu, sakin

#handankılıc

Gurbette yorgun düştüm

 

Merhaba, 

Burası öncelikle kendime tuttuğum bir günlük. Bu nedenle bir yerlerde yayınlanmış yazılara ait linkleri de elimin altında olsun diye ekliyorum. 

Sanal yazı evi benim ikinci evim:) Bazen birinci bile oluyor. Ev halkım önceliğimin yazı evi ve yazı arkadaşlarım olduğunu bilir. Programlarımızı ona göre ayarlar. 

Dört yıldır devam ettiğim bu güzel mekanda da bir blog var. Orada yer alan yazıları buraya koymamışım. Rastlayınca ekleyeyim dedim. Yazı ile ilgili olan ya da ilgilenmek isteyen herkesin ilk adresi olmalı sanal yazı evi.        


İşte oradan eski bir yazı:  

Gurbet'i  okumak için tıklayınız.

Gitti gidiyor'u okumak için tıklayınız. 

Yazamadım Ahmet Kaya

Uzak geçen baharları

Hüzün satan hazanları Gence kalem kıranları Yazamadım, yazamadım. Kırık dökük umutları Sakıncalı tutkuları O çocuksu korkuları Yazamadım, yazamadım. Solgun suskun resimleri Göğe yoldaş denizleri Ömrüme göz dikenleri Yazamadım, yazamadım. Ses vermeyen geceleri Tanımı zor acıları Tek kişilik sancıları Yazamadım, yazamadım. Gün öksüzü odaları Uygun adım voltaları Ah zamansız sorguları Yazamadım, yazamadım. Yitip giden anıları Katledilmiş duyguları Yarım kalmış sevdaları Yazamadım, yazamadım.

Ahmet Kaya



Dalgalandım da duruldum

 Dalga geçmiyorum, dalgaların gelişini izliyorum. Hayatta üzerimize gelen şeyler gibi diye denize dair metafor yapmayacağım ama biri diğerine benzemiyor dalgaların. Hem yapsam ne olur ki? Metaforun kralı dalga sonuçta. Kıyıya vuruşları bazen gecikmiş bir sarılmanın şiddetinde bazen de yıllar sonra gizlice gelip gezdiği memleketinde kimseye görünmemek uğraşında antisosyal bir adamın hafif adımları ile geçiyor yanımızdan. 

Kıyının dudaklarına aynı aşkla da değmiyor her seferinde, rüzgârı bahane ediyor, dalgalanıyor ama durulmuyor. Sonra koşup arkasından sıkı sıkı sarılıp özür diliyor.

Geçmişte takılı kalmadan, aynı döngünün içinde ama sıkışık hissetmeden, yapması gerekeni yapıp geri çekiliyor sonra. Gürültüsüz, çemkirmesiz, öfkesi bile kafa ütülemiyor. Hatta alabildiğine açıyor zihni. 

Seyredeni muazzamlığına hayran bırakıyor. Gördüğünde sıradan bulduğun birinin tanıdıkça hayran olunabilecek ayrıntılarını fark edip onu herkesten ayırırsan ya işte bunu tek başına başarıyor. Alışsan da her seferinde şaşırtıyor. Sesiyle ninni söylüyor sanki, hem de herkesin kendi ana dilinde. Sessizliğiyle ürkütüyor. 

Dalgalanıyor ama durulmuyor. Bazen içten içe kaynıyor bazen yüzünde öfkeyle neşesi yön değiştiriyor.

İçindeyken sarıyor sarmalıyor. Alıp kaldırıyor. Dokunup iyileştiriyor, severken beşik olup sallıyor. Rüzgârla sarmaş dolaş kıyıdan kıyıya varana yoldaş oluyor.

Deniz peki, dalga onun cilvesi.

Deniz, hasrete köprü, gemiye yatak, balığa vatan, su bitkisine toprak.

Deniz tuzlu, deniz can, deniz dünyaya kan, canlıya ab-ı hayat.

5 Ağustos 2022/ Çeşme-Ilıca Sahili

Handan Kılıç

Ses

 

Sessizlik dalgalı bir denizdir, ses ada deriz. Bir de seslerle yorulmak vardır. Üç küçük çocuğu olan bir anne kendisine seslenilmesinden bıkar, onun için ada sessizliktir. Bulamaz oraya götürecek bir sal, daralır ve içindeki seslere karışır dış sesler. Bir gün patlar hepsini birden susturmak için, çığlık çığlığa ses verir etrafına. “Herkes şaşkınlıkla ne oldu?” der, sessizliğine alıştığından.

Hastanenin karşısında oturan biri ambulansın acı, klaksonların kaotik, itfaiyenin yakıcı sirenleri arasında sıkışabilir. Yüreği ağzına gelir her seferinde. İstemese de irkilir. Uzun süre maruz kalırsa kanıksar ama yorgunluğunun sebebini anlayamaz. Peki ya doğduğundan beri böyle seslere maruz kaldıysa hep endişeli bir insan mı olur umursamaz mı? Sessizlik boğarken ses de yorar insanı.

Can insana emanet. Emanete iyi baksa da burası dünya, aşağılarda bir yerde, hem de gürültülü. Hepsinden sıyrılıp sessizliğinden de geçmek önemli. Kolay mı? Asla. Elektriğin, internetin olmadığında kimse yapacak bir şey bulamıyor artık değil mi? Kitap okumak, uyumak falan eskide kaldı.

Bir de saatler var hayatımızı esir alan. Zamanın geçtiğini bize ispata çalışan. Yelkovan ve akrebin bitmez koşuşturmacasının şahidiyiz. Zevkli bir şeyler içindeysek yani geçişini izlemiyorsak iyi de bir bekleyişin içindeysek misal bir hastanın ameliyattan çıkışıysa saate bakarak beklediğimiz işte o vakit işkence aletidir saat. Hele de saniyelerin sesini çıkararak ilerlediği duvar saatleri yok mu? Uyku kaçırır.  Başa inen balyoz gibi gelir. Hayatın geçtiğini hatırlatır saatler. Bunu unutmak için yaparız belki de adını yaşamak koyduğumuz her şeyi.

Doğduğumuz günden öleceğimiz vakte kadar zamanla ve sesle sarılıyız. Sınırlı biliyoruz, onları ölçmek için aletler, takvimler yapmış, saatler takmışız kolumuza, duvarımıza.

Sessizliği, sesi ile yırtmalı insan, ses olmalı başkasına, vakti dolmadan.

Gerisi lafı güzaf, gerisi yalan dolan.

Handan Kılıç

28 Mayıs 2022

Sessizlik

“Ses et” deriz bazen, “Seslen bir yere giderken”

Ses isteriz, sessizlik bir kuyudur. İçine düşersen, içindekileri dinlersin. Bir zaman sonra yorulursun. İnsanı tehlikelerden korumakla görevli bilinçaltı dizer durur bariyerleri, yığar bahaneleri ve insanı sessizliğin içinde kaosa sürükleyebilir. Ondandır herkesin bu kuyuya düşmemek için kaçarken başka başka kuyulara yuvarlanması. Evham, temizlik hastalığı, yoğun çalışmak, sosyal medya bağımlılığı, takıntılı bir şekilde spor, yoğun bir şekilde yoga, sürekli gezmek hepsi sessizlikten kaçmak içindir.

Sessizlik, karanlığına zor tahammül edilen bir tünel adeta. Her tünel bir gün biter. Kuyu dersen kapatılır ya da kaynağa bağlanır ama nihayetinde sessizlikten geçerken değişir insan.

Sessizlik çöldür, ses vaha.

Sessizlik dalgalı bir denizdir, ses ada.

Sessizlik yalnızlıktır, ses sığınak.

Sessizliğin içinden geçmek zor olduğundan hepimiz seslerle örüyoruz etrafımızı. Hatırlatıcıların sesleri bile iyi geliyor, su iç diyor, yürü diyor, yat diyor, yoruldun bir mola ver diyor bir araba ya da saatle telefon. Bu bile iyi geliyor. Sessizliği deliyor. Yaşadığını hatırlatıyor insana.

Hasılı kelam, uzun zaman maruz kalınan ses de sessizlik de zarar. Orta yolu bulmak gerek ama bu da en zoru. İnsan sosyal bir varlık, sesine ses verenin karlı dağlar olmasını istemez. Söylediklerinin kendi sesinden yankısı yetmez insana. O söz birine temas etmeli, bir kalbe, zihne değmeli, ses olup dönmeli kulaklarına. Yoksa boşluk genişler, yalnızlık sarar, sessizlik insanı yutar.

Ondan değil midir Oğuz Atay’ın “Ben buradayım okur, sen neredesin?” diye soruşu.

Sahi nerelerdesiniz?

Handan Kılıç 

27 Mart 2021 

 

 

NEREDE

 

Kendimle olmuyor
Ama canım, hayatta
Dansın, aşkın
Kavgan, sevdan
Hep kendinle

Değişimin bugün değil ki sadece!
Heyecanlar
Bütün
Yarım
Yarın
Tam
Tan yeri ağarsa keşke!
Her gün karanlık
Hep gece
Dua dua her hece
Dökülse de sessizce
Değişmiyor vakit gelmedikçe
Gece de gündüz de
Kendimle oluyor işte.

Buradayım görüyorum
Başka nasıl olabilir ki!
Orda burada
Akılda, kalpte
Dolaş dur yine dön kendine
Kapıldım, gittim/geldim
Çakıldım
Yerdeydim
Bazen de gökte
Masmavi gök
Süzüldüm de
Görüyorum dünü bugünü 
Belkilere sıkışmış geleceği de
şimdi buradayım gerçeğimde
Kendimle.

Handan Kılıç
04/03/2022 -İzmir
#handankılıc
#şiir
#şairlerisevin
#şiiryaz
#şiiroku



Taş Parçaları / Birhan Keskin

 

"Fazla insansın sen sevgilim fazla insan
Bir barbarım ben oysa, bir hayvan
Dilim bağışlamaktan söz eder benim
Seninki adalet ve intikam.
Söylemeye gerek var mı sevgilim
Söylemeye gerek var mı şimdi
Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni
Klimanjaro’nun karları sevgilim
Klimanjaro’nun karları
İnnnnniiiiiiyor aşağı.


XXXIV

Birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay
Oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat.
Ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan
Bozulsun diye im
Her ateş önce kendi yanını yoklar sevgilim.
Bundan böyle ne vakit bir yangından artakalan
İsle kararmış bir şair gölgesi görsen
Başıboş, duran, susan, içinden yanan:
Ya da bir kız kardeş, ağlayan kekliğine,
Uzak ve göğsünde klarnet sesiyle dolaşan.

XXXVI

Bunca zaman sonra, neden ona dokunmadığımı
Neden çekmediğimi silahlarımı kınından
Olanı biteni kalbime koyup kendimi çektiğimi
soruyorsan…
Dokunmadıysam tek bir sebepledir…
Bir barbar ancak eşitine dokunur.

XXXVII

Akan sokaklarda yan yatmış otlara benziyorum
Rüzgârla yana savrulan dallara.
Aşk için ihanetle vuran aşk aşkm’ôla?
Ah ciğerimin köşesi, kavrula kavrula
Kopuyor gönül bağım, sen bağla.

XXXXI

Bir nefeslik can kalsaydı sana üflerdim canımdan
Diyecekler; çok yüksekti ondaki zindan
Görmeli, eline almalı, sıvazlamalıydın, öğretemeden
Yazgına kanat ol kol ol diyemeden ayrı düştüysem senden.
Buna yanarım çok, en çok buna yanarım inan.
Onaramazdım kırdığım yerleri
Onaramazdın kırdığın yerleri.
Son bir nefesle sana sarıldımdı.
En acısı buydu.
En acısı buydu.

XXXIX

Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir
Ben bir Divan şairi değilim ki sevgilim
Sana bercesteler düzeyim
Yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına
Tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim.
Ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının
Paramparça edilmiş şairiyim. Ne diyeyim!
Yine de içimde, çok eskiden kalma bir
Ya leyl… ya leyyyllllllllllllle.
Bir çöl gecesine ismini bırakayım.

XXXVIII

Bir dalda iki kiraz gibi
aşk ile öfke arasında
yanyana.
Dursun bu aşk. Aşk, mola!
Ey yaban!
ayaklanacağım
ayaklanacağım!
Dizlerimin bağını bağla.

XXXX

Sözde kalır sevgilim
Sözde kalır bütün sözler
Aşk çünkü, aşk çünkü kendine
Bir yol, bir ideoloji ister.
Bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
Sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
Bir tarihe başlayacaksın, orası işte
Benim tarihimle başlar.
Ve say, geriye doğru, tek tek
Sende kalsın şimdi al bu taşlar.

Birhan Keskin

Aşktır Şiir

 

Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun.

Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok

burada dursun.

Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem

zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri

eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.

Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim

kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.

Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve

çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın.

Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak,

o inat neyse sen osun.

Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa

nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak,

aklında bulunsun.

Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor,

ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun.

Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir

okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki,

bırak patronlar seni kovsun!

Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça,

(bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun.

Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki

çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat

midene dostluk olsun.

Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama

müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun.

Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına

yandığım, kırkına birden deva olsun.

Birhan Keskin 




Ağrısız Bir yıl Olsun

 

“Bütün ağrılar gece artar” dedi. “Neden?” diye sormadım doktor değildi ama gecelerin hastalıklar, ateş, sızılar ve yalnızlıklar üzerinde arttırıcı etkisi olduğu herkesçe bilinirdi zaten. “Bu neden böyledir?” diye düşünmeye başladım. Sonra güldüm kendime; kesin şimdiye kadar bunu düşünen, araştıran bir sürü bilim adamının yanında kafayı buna takan nice filozof olmuştur, cilt cilt yazılmış kitapların bir yerlerinde her yazar bu konudan bahsetmiştir çünkü. Geceler düşünenlerin en fazla vakit geçirdiği zamanlardır. O zaman ben de eksik kalmayayım dedim, birkaç dakika kâğıt üzerinde kalem oynatayım istedim.

“El ayak çekilince sohbetler kesilince dostlar eve gidince bu geceler işkence” diye şarkı bile yapıldığına göre karanlığın basması, gece görüşü açık olmayan, gündüz bünyesi yorulmuş, hayatını başkalarının sesi, nefesine bağlamış bütün canlıları bir sessizliğin içine hapseder. 

Herkesin dinlenmeye çekildiği, ışığı beklediği bu karanlık zamanlarda bir aşıkların bir de dertlilerin gözleri açıktır. Biri negatif bir pozitif durum olsa da ikisi de insana farklı bir enerji verdiğinden uykuyu haram eder. 

Bir de su uyur düşman uyumaz derler. İşte hastalıklardaki ateşi, ağrıların şiddetini arttıran da bir damla sudan yaratılan vücudunun üçte ikisi su olan insana işaret eder.  İşte o yorgun ve hasta düşüp uyuduğunda bile onun hücrelerinde süren savaşın düşman birlikleri bu durumu fırsat bilip uyumaz. 

Ağrı ve sızı arttığında o bölgeyi mutlaka müdahale etmek gerekir. Bazen son çare ameliyat denilerek hastalıklı bölgenin çıkartılmasına karar verilir. Bu acılı durum süregelen ve belki de alışılan ağrıyı çekmekten daha fazla can yaksa da uzun vadede iyileşmeyi sağlayacağından hasta/dertli/aşık istese de istemese de bu operasyonlara razı olur. Ama yine herkes bilir ki o neşterin değdiği bölge içeriden ona sarılıp iyileşmesi için seferber olan diğer organlar tarafından destek görse de dışarıda olan sadece bir iz değildir. Hissizlik, o bölgenin artık eskisi gibi olamaması, olanı duyamaması söz konusudur ki, ağrı, sızının, aşkın ve taşkınlıkların en büyük kaybıdır. Gecenin karanlığında başlayan o ince sızılar yine bir gecede yokluğun karanlığına terk edilir. Daha sağlıklı ve hissiz yola devamla yaşam gündüze çevrilir.  Karanlık biter aydınlığa geçilir.

İyi ki de böyledir; çünkü ağrıyla, sızıyla, geceyle, karanlıkla bir ömür yaşanmaz. Günler de geceler de dertler gibi insanlar arasında çevrilir. Hastalar iyileşir. Doğan büyür. Olgunlaşan çürür. Hayatın şifası, bereketi, huzuru sevgisi aksın üzerimize.

Ağrısız bir yıl olsun.

Handan Kılıç

01.01.2022

 


 

 

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl herkese kutlu olsun:)

Hava civa her şey, hayat gelip geçiyor.

Havasız kalmak istemiyoruz onun için, üçüncü doz aşımı oldum dün. Çipin etkinliği azalmış, tazeleyelim dedim.

Ne oldu şimdi? Artık dış güçlerin kontrolüne girdim değil mi, genlerim de değişecek. Bir de çift başlı çocuklar doğacakmış.

Genlerimizi değiştirmeyen şey yok zaten. Bu model insanlardan da fayda görmediğimize göre değişim hayat kurtarır bahaneyle. Bakarsınız yeni insan daha da akıllı olur, kafasız olacağına geni değişsin ne yapalım!

Yoruldum artık bu saçmalıklara inanılmasından. Yine yayıldı her gün ölü sayılarına alışıldı. Tamamen zararsız demiyorum, üretilen bir hastalığa ilacı da üretip zengin oluyorlar da mantıklı, tamam onu da anlıyorum ama zararsız bir tek şey söyleyin günlük yaşamımızda! Yok ki!
Ne hava ne su ne süt ne et, hiçbiri temiz değil artık. Çıkmaz sokak burası. Yeni bir yön gösterecek mi belli değil. Yaşarsak göreceğiz.
Yıl biterken hastalara şifa, borçlulara eda, darda kalanlara sefa, gidene rahmet, kalana merhamet diliyorum.

Yorulduk, biliyorum. Bıktık, sıkıldık ama biraz daha dikkatli olalım her gün hala.

Mutlu yıllar bana, sana, ona.

 Bu arada #huzursuzkelimeler isimli şiir seçkisi Ekim 2021’de @parisyayinlari ndan çıktı. 

Seçkide benim de #bırakma adlı bir şiirim vardı. Kargoma ekledim son güne yetişti. Emeği geçen herkese teşekkürler ☺️ Şiir seçkisi okumak zevklidir hepsi ayrı ses farklı nefes.

Aslında bu yıl bir seçkide daha yer aldım ama kargosu henüz gelmediğinden seneye görüşürüz artık 🙃🎊😬🎉

#handankılıc



Ayrıca seçkideki şiiri aşağıdaki videoda seslendirmiştim.




 

Hayat Hanım -Ahmet Altan’ın son romanı üzerine bir deneme-

 İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki kimsenin hayatı kendi geçmişinin köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşıyordu.”

İşte daha başında okuru yakalayan bu cümlelerle açıldı Hayat Hanım’ın dünyası. Şahane bir girişti.

Kitap bittiğinde gönül rahatlığı ile şunu söyledim: İyi bir eserde olması gerekenler ne derseniz bu kitabı gösterir, analiz ederek okuyun derim.  

Muazzamlığını sadeliğinden alan bir hikâye, “Kahramanın sonsuz yolculuğuna” örnek bir anlatım. Çemberi tamamlayıp yeniden evine/kendine vardığında değişen dünyası ile yeni bir insana dönüşen kahraman. Adeta yaratıcı yazarlık derslerinde örnek metin olarak okutulabilecek bir kitap yazmış usta romancı Ahmet Altan.

“2021 Femina Yabancı Roman Ödülü” ile “2021 Transfuge En iyi Avrupa Romanı Ödülü”nü alan kitap birçok dilde yayınlandıktan sonra yazıldığı dilin okuyucuyla 15 Kasım’da buluştu. Yazarın diğer kitapları gibi Everest Yayınlarından çıktı.

Hayat Hanım romanının bir editörü yok. Çünkü yazım süreci cezaevi koşullarında gerçekleşti. El yazısıyla kaleme alındı, her sayfası “Görülmüştür” damgası ile dışarı çıktı. Dolayısıyla temize çekenlerin zorlanmaması, yazılanları rahat okuyabilmeleri için kısa cümlelerle yazıldığı Ahmet Altan’ca belirtildi. Böylece ekonomik bir dil kullanıldığını görüyoruz. Dijital dünyanın dikkatini azalttığı okur için kısa bir metnin çıkması avantajdı. Yazarı için ince sayılabilecek bu kitap metnin arasından ruha sızan hislerle öyle kuvvetliydi ki toplamda iki yüz on sekiz sayfa okusanız da etkisinin günlerce süreceği belliydi. Benim için de öyle oldu.

İyi kitaplarda olan o akıcılık, eline alıp bırakamadan devam etme isteğini epeydir bir kitapta bu kadar güçlü duymamıştım. Hem bir çırpıda okumak hem de bitmesinden korkarak yavaşlamak. Bir noktada durdum, kitabı kapatıp kaldırdım. Hissettirdiği duyguların içinde biraz daha uzun kalmak istedim, birkaç gün ruhumda demlenmesi için süre tanıdım kendime.

İki edebiyat öğrencisinin yarenliği üzerinden devam eden romanda diyaloglar bolca kullanılmış. Mitoloji kahramanları ve dünya edebiyatının seçkin romanlarından alıntılarla yapılan tartışmalar da yazı/okuma ile ilgilenenler için rehber niteliğinde. Tabi ki asla didaktik tarzda değil. Kaynak sıkıntısı yaşanan zaman ve mekânda yazı işleri ile ilgilenmeyen okuru da yormayacak şekilde metne yedirilmiş olması tam bir ustalık göstergesi.

Hayatları bir günde değişen iki tecrübesiz gencin yaşamı öğrenirken birbirine tutunması, acıların yakınlığı arttırması ve romana adını veren aslında çok ayrı dünyaların insanı olan Hayat Hanımla yollarının kesişmesi. Bunca farklı karakteri aynı hikâyede buluşturan ortam, çevre şartları hepsi öyle güzel, öyle düzenli yerleştirilmiş ki kaleme hayran olmamak elde değil.

Mekanların usul usul metne girişi, sonuna kadar yaşayışı ve Çehov’un klasik söyleminde “Duvarda asılı tüfeğin ileriki bölümlerde patlaması” kuralına riayet. Yani, bir hikâyede kullanılan her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılmasını belirten bu dramatik ilkenin kusursuz uygulanışı. Gereksiz tasvir, betimleme gibi unsurların, metnin içine hiçbir şekilde girmeyerek "Hatalı vââtler" vermemesi gerçekten önemlidir malum.

Metne bir şekilde dahil olan karakter ve tiplerin hepsinin hikayesinin ana karakterleri güçlendirecek şekilde akması, çember tamamlanırken de usulca toparlanıp insan, mekân, atmosfer bütünlüğü ile değişimin görünürlüğüne katkı sunulmasını çok başarılı buldum.

Edebiyatın hayatı etkileme gücünün de tartışıldığı kitapta bu kadar sade biçimde hüznün, çaresizliğin anlatılması da etkileyiciydi. Tabi şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanın dayanacak donanımda olduğunu göstererek umudu taze tuttuğunu da söylemek gerek.

Arka kapakta da giriş cümlesinden ilhamla aktarıldığı gibi bu kitap “Herkesin lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşadığı günlerde aşkın dönüştürücü gücüne” yeniden inandırıyor insanı.

Kitap Türkiye’de basılmadan önce yazarı ile yapılan bir YouTube söyleşisinde Ahmet Altan içeride üç kitap yazdığını söylüyor. Bu romanı kaleme aldığı vakitlerse sık sık henüz kapanmamış olan eski FlashTV’yi izlediğinden bahsedince dikkatimi çekti. Çok seyrettiğim bir kanal değildi ama ara sıra parmaklıklar ardında çekilen bir programa rastlamış Dilberay adlı bir sanatçının içli şarkılar söylediğini görmüştüm. Yazar da cezaevinde olunca romanın parmaklıklar ardında geçeceğini düşünmüştüm. Televizyonda bu konsepte programlar yapılırken hatta cezaevi temalı diziler yurtiçi ve yurtdışında çok revaçtayken kitapta da konu bu olabilirdi. Ama okuyunca gördüm ki cezaevi kelimesi bile neredeyse hiç geçmiyordu. Birkaç yerde tutuklananlardan bahsedilmişti o kadar.

İşte o zaman yazmanın özgürleştirici gücünün gerçek bir yazarı mekândan, yaşanılanların sarsıcılığından koruduğunu, soğuğun, sıcağın korkutmadığı gibi bir şekilde beslediğini gördüm. O, içeride iken dışarıyı, dışarıdakilerden daha iyi yazacak kadar hayal gücü, kalem ustalığı ve entelektüel birikime sahip kırk yılı aşkın süredir yazan bir romancıydı ne de olsa. Dil gücüne, şartlara göre değişmeyen tavrına şapka çıkardım.

Kadını, aşkı kadınlardan iyi anlatan en başarılı romancılardan olduğu zaten kendisini seven, sevmeyen herkesin kabulü iken ustalığı sayesinde edebiyatla hayatı, yazmakla yaşamayı, aşkla sevgiyi belli bir ritimde dans ettirdiği satırları hayranlıkla okudum. Aşka yeniden inandım. Geçtiğimiz yerlerde ruhuna dokunduğumuz insanlarda hep yaşadığımızı bir kez daha hatırladım. 

Roman yazmak üzerine yoğunlaştığım bu vakitlerde kitabı sadece okur gözüyle değil yazım tarzına dikkat ederek okuduğumdan duygularımdan ziyade teknik sayılabilecek başlıklar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Henüz kitabı okumayanları düşünerek konuya dair fazla bir şey yazmadım.  

Kalemin cesaretle birleştiğinde bir romancıya, yazının ruhunda olmazsa olmaz o özgürleştirici gücü verdiğini gördüm.

Edebiyat, hayatı bir çırpıda değiştirmiyordu elbette ama hepimizin yaşarken bir başkasına dönüştüğü bu yolda beraber yürüdüğümüzü anımsatıp yalnız değilsin diyordu. İnsanın kalabalıkta ya da bir başına, sosyal medyada binlerce takipçili ya da değilken hiç fark etmez, yalnızlığın pençesinde can çekiştiği zamanımızda bu da az bir kazanım değildi. Hem roman dediğimiz sanat insan ruhuna tuttuğu projektörle, aydınlık ve karanlık yanlarını gösterirdi. Böylece kendiyle yüzleşme cesareti bulan insan, daha çıkması gereken çok basamak olduğunu hatırlar, edebiyattan aldığı güçle harekete geçerdi.

Kalemini özlediğimiz yazarın, nice eserini daha, keyifle okuyacağımız güzel günlerde beraber olmayı dilerken nerde olursa olsun özgür olan kalemini hep “Dışarda” oynatmasını temenni ediyorum.

Handan Kılıç

Not: Bu yazı ilk kez Medıum Türkçe Yayın adresinde, ikinci olarak da Edebiyatblog sayfasında yayınlanmıştır.

DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...