yeni başlangıçlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeni başlangıçlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Üst Kurmaca


“Doğmamış çocuğa don biçilmez” derler. Doğmadan önce yaşayacaklarını bilsen gelmek ister miydin soruları bir lüks olarak dolaşır bazen kafalarda. Ara sıra romantik olsam da gerçekçi biriyim. O nedenle bu soruları anlamsız bulurum. Gelmişsin bir kere bunun çaresi yok. Yaşayıp geçeceksin. İstesen de istemesen de affetsen de küssen de gideceksin.

Sil baştan başlamak lazımdır bazen ama bu bir zihin hastalığı yaşamıyorsan şarkılardaki kadar kolay değildir hatta işin gerçeği mümkün değildir. İnsan geçmişini sırtında taşır. Hepimiz ömür boyu çocukluğumuzda yaşadığımız olayların etkilerine sıkışmışsak, travmam var diyerek geçmişte dolaşıyorsak, hayatımıza aldığımız insanları orada tanıdığımız figürlere göre kategorilere ayıran bilinç dışı ile yaşıyorsak yapacak çok da bir şey yok. En fazla bilince çıkarır, onla barışabilir, ne olursa olsun devam edecek gücü bulabiliriz. Bir daha bu hataları yapmayacağım da diyebiliriz ama malum genelde aynı sorular bir daha gelmez önümüze.

BİR KADIN ZAFERİ- 2018 DE DIRIGENT


  SİNEMA GÜNLÜĞÜ 204.FİLM   

Mayıs sonundan beri yeni bir film yazısı paylaşmamışım. Aslında mümkün olduğunca her gün bir şeyler izliyorum. Yazı her zaman yaşamın gerisinde kalıyor. Bir de tutulmalar, retrolar falan derken iyice yorulduk. Bir yerden başlayayım da gerisi gelir diyerek bir film önerisi ile dönüş yapayım. 

#ouroboros ya da #ıspanaklıpırasalıbörek





#ouroboros :)) ya da #ıspanaklıpırasalıbörek :)))

Kendi kuyruğunu ısıran bu yılan kendini yaratmayı sembolize eder. Börek de yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Bitkiden hayvana dünyadaki her şey insan için çalışır. Hepsi elimize gelir. Dünyaya zarar veren faydasız varlığın istisnası  anneler de azot döngüsünün fedakar varlıkları olarak onları yaşam için gerekli şekilde bizle buluşturur:) Annem olmayınca yanımda yaşam döngüsünde yerimi aldım #2020yeniyıl ına misafirlerim için böreklerimi sararak hazırlandım ☺️

Rahmetli #ouroboros u düşünerek doğradığım pırasalar beş su yıkadığım ıspanaklarla beraber can verirken peynirle canlanıp soğudular bir kenarda. İçimizin soğuması önemli ne de olsa:)) İnsanın ateşi sönmeli ki sağ duyulu yaklaşabilsin, boş yere kendini yemesin. İşte sonra bizim bu yılanı düşünerek döndürdüm yufkaları :)) 

#nietzsche #böylebuyurduzerdüşt de der ya “Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı” 

Kendi kuyruğunu yiyen yılan temel anlamıyla öz yaratımı temsil eder. Kendinden kendini doğurmak, benliğinin fazlalıklarını törpüleyerek kendimizden kendimizi inşa etmeye kadar genişleyen anlamları vardır.

Sonuçta bize hizmet eden bir azot döngüsünün farkındalığı ile hakikati aramak hepimizin yaşam sınavı. Eee aç karnına da hiç bir şey olmuyor. İnsanın kendini bulması, bu koca kainatta varlık sebebini sorgulaması için bile ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin zirvesine yol alması, güvenlik, fiziki ihtiyaçları karşılaması gerekiyor ki, sanata vakit ayırabilsin. Varoluş kaygıları çekebilsin. Epey lüks bir durum yani kendinden kendini inşa etmek. 

İşte anlamları böyle çok derin olsa da en kısa şekliyle “Başlangıçtan beri şeyin içinde var olan ya da kendini yok edilmez kudreti veya tabiyatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük iddiasını simgeler" diyor vikipedi. 

Tüm kadim toplumlardan karşılığı olan bu kavramın üzerine düşünmeli derim. Yılın son günü lafı çok uzatmayalım: Kendi kendini faydasız, müdahale şansı olmayan konularda boş yere üzmemeli. Kendi kendini yememeli börek yemeli. Kendimizden kendimizi doğurmak için fazlalıklarımızdan kurtulduğumuz bir yıl olsun 2020 diyerek yeni yılı kutlayalım 

#mutluyillar


Yaşam döngüsü:))



VAY VAY VAY KİMLER GELMİŞ



"Vay vay vay kimler gelmiş" diyerek kapattım kapıyı. 
Bakıştık. 
Yeniden aynı heyecan. 
"Çok pis özlemişim zaten" diyen Nazan Öncel ve Manuş Baba'ya selam çakarak açtım paketi. 
O koku... 
Derin derin içime çektim. 
Çayı demledim. Onun vakti saati gelene kadar da kahve yaptım. Beraber içeriz. Göz göze, diz dize... 
Kokusunu görüp, tadına dokunacak kadar,  beş duyunun hepsi hatta daha fazlası ile hissederek.

"İnsan bazen susmak ister, susmak da güzeldir bazen" diye düşünürken mırıldanmaya başlamak... O sesli kahkahadan hemen öncesi. Gülümsemek ve mırıldanmak...

ÖLÜLER KONUŞMALI
Dirilerin HER ŞEYE SUSTUĞU bu dünyada evet, evet ölüler konuşmalı. Söylenmemişleri haykırmalı. Sevdiğini söyleyememişlere ibret olmalı. 

"Ölüm var, geç kalma" diye hatırlatmalı.
Bu günün işini yarına bırakma, sözü erteleme, hayatı perdeleme demeli.

"Susma, sustukça sıra sana gelecek" gerçeğini başına iş gelmeden fark etmeli. Haksızlıklar karşısında ses olmalı, ses, tepki, kurtuluş için uzatılan bir el, masumun, mazlumun sevgiyle tutmalı elini.

Ama önce en yakınlarımızın, kalbimizin sahiplerinin hakları verilmeli. Çünkü ölüm var.

Çalakalem başladığım bu yazıyı uzatmayayım, çünkü beni bekleyen iş çok. Yılın son ve ilk haftasının beraber yaşandığı bu özel zamana bir not düşeyim de bu da burada dursun istedim. 

30 Aralık 2019... İçinde öykümle yer aldığım "ÖLÜLER KONUŞMALI" adlı kitap çıktı ve kargodan elime ulaştı. Söylenememişlerin yazıldığı derleme kitap SIFIR YAYINLARI'ndan basıldı. 

Kitaba yakın zamanda yayınevinin internet sayfaları üzerinden ulaşabilirsiniz. Ama imzalı isterseniz bana   yazdikcayazasingelir@gmail.com  adresinden bir ileti göndermeniz gerekmekte. 

2019 gider ayak yüzümde bir tebessüm bıraktın. Teşekkür ederim. 

2020 de fısıltılar nehir gibi çağıldayan bir konuşmaya dönsün...
Akışı seyredelim, gülelim. 

Anda kalmayı, akışına bırakmayı idrak edip uygulayabildiğimiz bir yıl olması temennisiyle...

MUTLU YILLAR:)

   




VE 2019'DA BENİ MUTLU EDEN BİR ŞARKI İLE MUTLU YILLAR... PİNK MARTİNİ, AMADO MİO 


NOT: Bu şarkının sözleri ve çevirisi için tıklayınız.

YENİ BİR HABER, YENİ BİR KADER BUNLARI İÇİN BANA ŞANS LAZIM

2020, 2020 Söyle bana ne hediyelerle geliyorsun :)) diyelim de güzellikler bizi bulsun.

2020'den neler bekliyorsunuz diye sorarak  mimledim herkesi ama sonra da hayat beni mimledi dönemedim:) Dün ziyaretime gelen kardeşimle çekildiğimiz fotoğrafı gören diğer kardeşim "Ablamın nesi var?" diye sordu endişe ile ve bizim ufaklık yanıtladı: "Hayat yazıyor" yazamıyor:)) Evet bu benim için sorun. Okuyup yazamamak... Zamansızlık, sağlık sıkıntıları, üst üste gelen dertler, tasalar... Yazamamanın, benim dışımda gelişen bir hayat örgüsünün sonucu olması ve uğraştığım sorunların karşısında yazmak ve okumanın büyük lüks kalması can sıkıcı. 

Epeydir modum şu:



Oysa bu yüzyıla böyle mi girmiştik.  2000 yılında Milenyum Çağı diye her yerde abartılı yılbaşı kutlama hazırlıkları vardı. İnsanın kendi yaş gününün kendi yeni yılı olduğunu düşünür, özel kutlamalara girmezdim yeni yıllarda ama bir muhasebe zamanı olduğuna inanırım. Ne yaşadık, neler bekledik, neler bulduk oturur düşünürüz. En çok dinlediğimiz şarkıları, kullandığımız uygulamaların değil, zihnimizle hep bir didişme halinde olan kalbimizin hatırlattığı yıllardı. Ama ben daha çocuk denecek yaşlardayken bile nostalji seven biri olarak o zamanlar terk edilmeye başlamış olan bir adeti yerine getirmiş, sevdiklerime kart atmıştım. Geçen bir kitabın arasından cevaben gelen kartlardan birini buldum ve çok mutlu oldum. Canım dostumu İzmir'e gidince mutlaka görmek istiyorum. Umarım denk geliriz. 

Şimdi 2020'nin kapısındayız, en fazla sevdiklerimize bir ileti atarız ki onda da artık mütekabiliyet kuralını işletiyorum. Sonuçta israf haram, geçen gün ömürden...

Yirmi koca sene geçmiş milenyuma gireli ve biz ülkecek aynı tas aynı hamam yaşayıp gidiyoruz demek isterdim ama yirmi yıl öncenin alım gücüne, yüzü gülen insanlarına, zamanın bereketine bakarsak epey geriledik diyebiliriz. Hatta sevgili Nagihan'ın "Size bir sır vereyim mi" başlıklı yazısında dediği gibi "Bu saçma sapan ülkede" artık güzel bir şeyler olsun da biz de gün yüzü görelim 2020'de.

Az önce ajandalarımı aldım diye sevinçle evde dolaşırken, (iki boş deftere sevinen insanlardık, kıymetimiz bilinmedi) yukarıdaki fotoğrafı çektim. Koskoca 2020 yazıyor, onu gösterip bir blog yazısı yazayım başlık da "2018' e hazırım, sen bana hazır mısın yeni yıl!" olsun dedim. Oğlum üzülerek baktı yüzüme, sarıldı sonra, "Anne, 2020 ye giriyoruz" dedi. 

"Gözümün gördüğünü kabul etmeyen beynim, zamanın geçiş hızına uyamıyor" derken gözyaşlarımı tutamadım. "Hayat yazıyor! Zaman durmuyor, hayat geçiyor, hadi ben halı saha maçına gidiyorum" dedi ve çıktı. Ben de "Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı" neslinden olarak çamaşır makinesinin bitiş sesine doğru yürüdüm. Çamaşırları silkerken hayatın geçiciliğini düşündüm. "Asmayalım da besleyelim mi?" diye diye çamaşırları evin içine astım. "Hey gidi Ankara hey /Beni de benzettin kendine/ Astın suratımı resmileştirdin beni/ Yüzümde bürokrat gülümsemesi, içimde politik çıkmazlar, hava ne soğuk ah, ev halkına bir çay vereyim bari, bahaneyle ben de otururum iki dakika" diye mırıldandım. 

Aslında konuşurken 2018 desem de, yazarken defterlere 2014- 2016 falan diye tarihler attığımı da hatırladım. En son güzel şeyler yaşadığımda yıl 2015 idi. Ocak ayında bir yeğenim doğmuştu ve uğurlu gelmişti bana. Ağustos ayında da bir başka yeğenim doğdu ve o gün hayatımın en güzel başka bir gününe denk geldi. Sonrası kısa da olsa bir zaman güzel geçmişti. Ama ardından ilk golü yedim ve arkası geldi. Yeğenlerim okullara başladı, İngilizce konuşur oldu. Bende ise değişen bir şey yok:(( Yıl olmuş 2020 ben zamana karşı 5-0 yenik durumdayım.

Ama hadi kabul edelim, zamana yenilmeyen kim var ki? Hangimiz elimizden kayıp giden vakitlerin özleminde değiliz? Yaş alıyoruz elbette, bu bir açıdan korkutucu bir açıdan da özgürleştirici. Umarım bu yaşlar, bizi ruhen de büyütür. Yaşadıklarımız, deneyimlerimiz sadece kalbimizi sızlatan anılar olarak kalmaz da, yeni bir bene kapı aralar. Kalbimize esenlik, vücudumuza sıhhat bırakır yıllar derken "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye mırıldanmaya başladım. 



Bir kaç ajanda aldım yine. Metis ajandaları 2017, ki anısı büyük, o zamandan beri vazgeçilmezim. İçinde neler var neler. 

Allah'ım, her yer, raflar, kutular, kitaplıklar dolusu defter... Kimi yarım kalmış aşklar gibi buruk ama söylenmeyenleri ile boş yaprakları gibi yeri doldurulmaz, kimi dolu dolu ama dönüp okunmayacak kadar bunaltıcı. Bazısı ruhen uzak düştüğüm anıların ev sahibi, kimi dert, kimi sevinçlerimin ortağı. Dost bildiklerimden en güveniliri, en yakını. 

Defter iyidir, hele ajandalar, insanı daha planlı yapar. Hep yanındadır. Desteğindir. Sen bırakmazsan o seni bırakıp gitmez. Dönüp ah etmez, susup kahretmez. Özlediğinde elinin altındadır. Uzandığında sayfalarca sarılır. Kitaplara taşar, kimi zaman da kitaplardan, rüyalardan, filmlerden taşar gecene ışık, gündüzüne rehber olacak sözleri yaz diye açar bağrını. Sana kendini feda eder, sen olur yazdıkça. Zamanın kaydını tutar. Vakti gelince seni seninle yüzleştirir. 

Bloglar da bir nevi herkese açık defterlerdir. Onun için kıymetli, bu nedenle vazgeçilmez. Buraya yazıp niyetimi güçlendireyim dedim. Niyet ettim, niyet eyledim 2020'de düzenli olarak ajandalarımı yazmaya, blogumu geliştirip uzak kalmadan yeniliklerle küllerimden yeniden doğmaya...

Geçen yılbaşında tam 00:00' da herkes geri sayım yaparken ben açıp film izlemiştim. "Çavdar Tarlasındaki Asi" Harikaydı. Hatta sabah kalkıp tekrar hem de on üç sayfa not alarak yeniden izlemiştim. Hala bloga yazamasam da bu yıl 85 tane filmi buraya aktarabildim. (Defterlerimde ise bu sayı 330'larda. Neymiş, defter blogtan büyükmüş, neymiş yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş:))  

Umarım bu yıl da her yönden verimli, huzurlu, aşk dolu, özgür geçer. Daha iyisi nasıl mümkün? Yediğim golleri silecek güzelliklerin beni bulması, son iki ayda yaşadığım sıkıntılarla sürekli tekrarladığım "Çok yorgunum" repliğimden "Çok huzurluyum, mutluyum, pozitif enerji ile doluyum" sözlerine geçmem için hangi bilinç, enerji ve alan olabilirim?  Ve hayatın bana hediyelerini alıp kabul etmeye gönüllüyüm diyerek mottomuzu söyleyelim hayatın tümü bana kolaylık, neşe ve ihtişamla gelir, inşallah. Dinimiz Amin.

O zaman Sertab'ın 2002'de dediğini 2020 için tekrar edelim:




GÜNESÜRGÜN DEEPTONE 'NUN KALEMİNDEN



Bu gün size, bir seneye yakındır tedarik edilemediği için sepette bekleyen, bir kaç ay önce elime geçen bir kitaptan bahsedeceğim. 

Yukarıda görselini paylaştığım eser sevgili Deeptone ait. Sade ve Derin adlı blogu ile tanıdığım, yıllardır istikrarlı bir şekilde blogculuğu sürdüren, bu alemdekilerin mutlaka tanıdığı, bu işi hakkıyla yaptığı için buraların kraliçesi olmuş bir güzel insandır Deeptone.

Yazmanın zorluklarının farkındayım. Hele de hızın ve görselliğin hakim olduğu zamanda, yazıya verilen emeğin çoğu zaman karşılıksız kaldığının bilinciyle bu yazıya başladım. Ama burada daha farklı bir durum var: 

Her yazı ile insanın kendini kurarken geçtiği yollara çakıl taşı bıraktığını düşünürüm. Yazar ve onu blog ya da bir kitabın satırları arasına güvenle bırakırsanız her zaman dönüp geldiğinizde sığınacak bir eviniz olur. Çok ileri gittiğinizde bile özlediğiniz yerlere ancak yazdıklarınızın hatırlattığı pencerelerden havalanırsınız. Bu yüzden söz uçar yazı kalır derler. 

Yine aynı sebeple de bloga emek veren, öykülerini, denemelerini paylaşan insanların bunları bastırmasının da önemli olduğunu düşünürüm. En azından kendi izleğini seyredebilmesi ya da buralardan gittiğinde onu merak eden, özleyen yakınlarının ellerinde bir harita kalması açısından yazıları derlemek gerekir. 

Şimdi artık digital yayıncılık dönemi olduğundan istenen adette kitabı bastırmak, dağıtmak, bunun için profesyonel yardımlar almak çok kolay. Hatta belli sayıda sırf hatıra için bile bastırılmalı diye düşünüyorum. Çünkü blogta olsa da akıp gidiyor her şey. Akış kaçtığında da güzel bir öyküden mahrum kalınabiliyor. İndirip okuyayım dediğim bir sürü yazının bilgisayarımda beklediğini biliyorum ama kitap olunca insanın elinin altında oluyor.    

Ancak aşkla yapılan bir işi, yazı yazmayı, disiplinle birleştirip iş ciddiyetinde düzenli olarak bloga taşıyan arkadaşımız da yıllardır verdiği emeği somut bir hale de getirmiş. Tıpkı blog yazıları gibi kolay okunan, akıcı, kısa kısa hikayelerden oluşan kitabı elime aldım ve akşama kadar bırakamadım. Bittiğinde tıpkı yazılarını okuduğumda yüzümde beliren o gülümseme ile bir zaman düşündüm. 

Önceki bloglarımda da kendisinin takipçisiydim. Herkese olan sıcak yaklaşımını iyi bilirim. Sanki blogları yaşatma, büyütme yazma derneği kurmuş da canla başla demokrasinin önemli bir aracı olan STK'lar için koşmak onun misyonu gibi yaşıyor. 

Sanırım Deeptone manevi tatmini yazıda bulmuş, samimi bir insan. Beklentisiz, canlı, sevgi dolu bir kalp. 

Hemşehrim olduğu, ailesinin İzmir'de yaşadığını yine yazılarından biliyorum. Ama hakkında daha fazla bir şey bilmediğim bu insanı sanırım bu yüzden, samimiyeti nedeniyle seviyorum. 

Söz insanın neresinden çıkarsa muhatabının orasına dokunur derler. Bu sözün canlı kanıtı Deeptone olmalı. Herkesin takibe takip merakında olduğu, sosyal medyanın güçlenip blogların can çekiştiği şu zamanda, 2019 yılında bu gün itibariyle 288 yazı yazmış, 2419 takipçisi olan ama hiç birini takip etmeden hepsini izleyen, okuyan üstelik yorum yazan, çeşitli etkinliklerle blogları tanıştırıp ayakta kalmaları için çaba gösteren kaç kişi var ki! 

Çoğu zaman bu kadar işi beraber yapan, bu kadar ayrı tarz blogu izleyip yorum yazıp birbirinin farkında olmayanları tanıştıran hesabın bir topluluk olduğunu düşünüyorum ama biraz okuyunca tek kişilik dev kadronun planlı ve eli hızlı bir genç olduğunu fark ediyorum. Genç ama güzellikleri görmüş, iyi zamanların sonlarına da olsa yetişmiş, içindeki çocuğun yaşamasına izin vermiş bir kadın. 

Hele de yazdıkları, instagram hesabı dahil paylaştığı görsellerle tam bir nostalgi tutukunu, eski günleri özleyen ama bu günü de yaşayan, aktif, çalışkan, her konuda bilgisi olup bunu paylaşmaktan imtina etmeyen, insanları organize etmeyi seven, güzel günlere ancak birlikte yürüneceğini düşünen bir melek olmalı Deeptone.  

Tıpkı blogta olduğu gibi kitapta da resmini ve adını paylaşmamanın özgürlüğünü taşıyan arkadaşımızın satış, reklam ve benzeri bir kaygısı da yok. Bu nedenle üretkenliğini sadece yazarak herkesle paylaşıyor. 

Blogta kendisinin rüya/gerçek/öykü/anı arasında giden anlatıları keyifle okunuyor. İşte elimdeki bu kitap da Nisan 2016 ile Ekim 2016 arasında yazdığı şimdilerde küçürek öykü dedikleri bir türe girebilecek yazılar var. 

Hatta Amerika'da artık tek ekrana sığan, 100 kelimeyi geçmeyen, gerçek, konulu öykülere öncelik veriliyormuş ya tam da oraların havasını suyunu aldığı belli olan Deeptone'nun kitaplarında bu ölçülere dikkat ediliyor. Bu  güzel insanın beş kitabı olduğunu biliyorum. Ulaşabildiğim sadece Günesürgün'ü öncelikle diğerlerini de blogundan referansla gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

Bu arada benim için samimiyet ev demektir. Büyüdüğüm evde Pazar günleri mutlaka kabak tatlısı olurdu. Adı ile aynı günde kurulan semt pazarından babamın aldığı bal kabakları önce şeker sonra fırınla buluşurdu. Bu lezzeti ne zaman alsam kendimi evdeymiş gibi güvende hissediyorum. Deeptonu da ne zaman okusam o evde, biz bize olma samimiyetini hissediyorum. Onun için bu akşam yaptığım kabak tatlısı görseli eşliğinde kitabını paylaşıyorum. 

Tatlı yiyelim, tatlı okuyalım.

İyi ki varsın Deeptone. Seni seviyoruz.

Nice güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle.   

Bir de şarkı hediye edeyim sana, tevellüdün yeter mi bilmem ama içimden bu geldi:)) Tıklayınız.

Resimler de 2020'nin eşiğinden gelsin, Ankara'da tek rengimiz AVM'lerimizden senin kadar olmasa da renkli görüntüler.   













"CANIM BEN'İM"



Kaybolmuştum 
Bilmediğim bir ormanda 
Karanlık ve yağmurluydu ortalık 

Korkmuştum 
Yalnızdım 
Bir ses, bir nefes aradım 
Onunla bir çıkış yolu bulacaktım
Ayağım kayınca can havliyle bir sarmaşığa uzandım
Elimde kalacağını bilmeyecek kadar yabancıydım ormana

Dal zannedip tutunduklarımın boynuma dolanacak, 
Beni nefessiz bırakacak yılanlar olduğunu sonradan anlayacaktım



Dedim ya, 
Kaybolmuştum ve beni bu karanlık ormandan çıkaracak bir kahramandı aradığım
Ona rastlamak için uzun yollar kat ettim, 
Bir zaman sonra selam verip yanına yaklaştığım herkesin 
En az benim kadar kaybolmuş olduğunu fark edince 
Panikledim. 
Elimi yüzümü yıkamak için ırmağa doğru yürüdüm 
Suya eğildiğimde aradım o kahramanla gözgöze geldim, 
Gülümsedim
Hayır, hayır kurbağa değildi beklediğim
"Merhaba canım ben'im" dedim 
"Seni bulmak için dere tepe düz gittim,
Yağmur ormanlarından geçtim 
Yanlış patikalara saptım
Kurtları, sırtlanları, aslanları alt ettim 
Bu nedenle geciktim 
Ama işte geldim; "Bir daha seni hiç bırakmayacağım" dedim 
Sarıldık
Sanki yüzyıllardır ayrıydık 
Biz kavuşunca orman aydınlandı
Yeşil, sarı, kızıl yapraklarla donandı
Renkler rüzgarla dalgalandı
Baktık, ağladık 
Çocuklar gibi umutlandık 






COĞRAFYA KADER MİDİR, KEDER Mİ?



Yakın zamanda Afyon'daydık. Akşam vakti balkonda ceketli oturup çay içiyordum. Hava çivi gibi soğuk...Çünkü coğrafya... Çay olmasa ellerimi ceplerime sokarak ısınırdım ama iyi ki çay var da hem içim ısınıyor hem de elimdeki bardakla parmaklarımın buzu çözülüyor. 

Ben bir şeyler okurken annem akşam yürüyüşüne çıkmış ve tabi ki ot toplamış. Bahçede çimler, çam ağaçları, ekilen bahçe bitkileri, güller var. Onlar düzenli düzenli sulanınca tesisin bahçesi adeta bir cennet... Duvarın dışı ise sapsarı bozkır... İç tarafta ege otları bile var oysa... Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ dedikleri bu olsa gerek
 


Soğuk arttıkça gözümün önünden buzullar geçiyor. Ürperdiğim balkonda manzaram sarı ama annem ot ayıkladığı için burnuma gelen yemyeşil bir koku. Duyularımın hepsi birden uyanmış, sonbaharda kış soğuğu, bozkırın ıssızlığında taze ot kokusu. İçimin buzullarından sahralarına uzanan yolda yalnızlığı bölen çocuk sesleri. 

Radika, labata, ısırgan, lita, çohoz bulmuş annem. Radikallarla çohoz haşlanıp zeytinyağ ve limon ile salata olacakmış, diğerleri soğanla kavurup üzerine yumurta kırılarak karışık ot adı ile bir öğünde bizi sebze ile buluşturacak. Kış geliyor ya iç ege pazarlarında bile doğru düzgün sebze yok, her şey buruş buruş. İç Anadoluya daha yakın bu ilde bulgur zamanı başlamış ama biz Giritliler ot yemeden duramaz, çıkar dolaşır yeşiline kavuşuruz işte. 

Atalarımız "Bahçene erik, evine yörük sokma" demişler ama Giritlilerin her yerden ot toplamasından rahatsız olmamışlar demek ki. Sonuçta yabani diye atılan ya da kuruyup giden yeşilliklerden yemek çıkarmak, üretimin en ileri boyutlarından. Tabi bunu becerenler babaannem, ve merakından dolayı gelin geldiği yerde bütün otları öğrenip pişiren annemin kuşağı. Bizim nesil yer ama toplamaz.

Annem, bir yandan ayıklıyor, bir yandan da konuşuyor; her bıçakla kökünü yapraktan ayırışta ortalığı çim biçildiğindeki tazelik kokusu kaplıyor. "Kartlaşmış bunlar, tabii kimse toplamıyor, yazık vallaha" diyor annem. 

Gülüyorum, "Toplamaz annem artık kimse böyle meşakkatli işlerin altına girmez. Babaannem ve sen gördüğün otu tanırsın ama ben daha bir çok ağacın ismini bile bilmiyorum. Şehirde büyümenin neticesi, evinde her gün ot pişmiş bizim nesil bile hangi yaprak hangi otun ayırt edemiyoruz  işte... Kitapların yaprakları arasında kaybolmanın sonuçları... 

Ya bizim çocuklarımız, bırak ağaçların isimlerini bilmeyi kafalarını kaldırıp orada bir ağaç var mı diye bakmıyor. Sürekli farkındalık geliştirmekten, bu dünyaya geliş gayemizin sürekli kendini yenileyen bir dünyadaki düzeni fark etmek, her canlının kendi dilinde bize söylediklerini duymak olduğundan bahsediyoruz ama her gün daha da azalan yeşile o kadar uzak, betona o kadar aşinayız ki...Çünkü coğrafya...Çünkü kader... Sonuç hep keder...

Gözümü ufka dikiyorum. Sarı, uçsuz bucaksız değil uzaklar kah kahverengi, kah koyu yeşil... Nerede ne var, her yer ekilmiş mi, bazısı sürülmüş, kimi nadasa mı bırakılmış. Deniz yok, ufuk çizgisini tarlalar belirliyor. Hissettiğim tek şey sınırlanmak... Yolunu kesen dağlar, soğuktan burnumun ucunun kıpkırmızı olması, karşıda yeni yapılan bir otelin inşaatı... Yüksek bir yerde... İçerisi tıpkı bu tesis gibi yeşillendirilmiş. Ama tepeye çıkan yol da iki taraftan ağaçlandırılmış. 

Annem "Toprak kaymasın diyedir bu ağaçlar" diyor... Başımı sallıyorum. Toprak nicedir kayıyor, yeryüzü değişiyor, iklimler, sınırlar, çöller, sular, savaşlar, göçler, yalnızlıklar, Ege denizinde boğulan çocuklar, evlerine, ülkelerine sığdırılamayan kadınlar, yabancı topraklara canından canı gömen çaresiz babalar, işinden evinden yurdundan olmuş doktorlar, akademisyenler, hakimler, savcılar... Babası nehir sularına kapılmış evlatlar, uzaklarda ne yiyor ne içiyor diye düşünülen yavrular, endişelenecek kimsesi kalmamış garipler... Sarılacak tek akrabası olmayan göç mağduru çocuklar... Okulları yarım kalmış, hayallerinden uzağa düşmüş binlerce insan... Toprağı, vatanı, evi, kalbi, ailesi, insan sevgisi, inancı, umudu ellerinden kayıp gitmiş çocuklar... 

Suyun boğamadıklarını da sessizliğin boğduğu bir coğrafya... Evet coğrafya kaderdir... Bazı coğrafyalar da kederdir işte...

Bir dikili ağacın toprağı tuttuğu yerde insan tutunamıyor insana. Herkes gözüne kulağına kalbine toprak atma derdinde... Toprak altına ölüler girer, toprakla öldürülen vicdanlar bir gün kalan bedeni de gömer acının içine, sıran geldiğinde. O zaman şimdi kulağını tıkadığın çığlıkları yükseltirsin de bir başkası tıkar kulağını. Açar müziğini, filmini, duymaz kimsenin sesini... Kendini de unutur, insanlığı da... Gömer kafasını sosyal medyaya, oyuna verir kalbini, orada kaybedince toprağını ağlar... Topraklarının ayaklarının altından kaydığından habersiz yaşar. 

Hırsları yüzünden gözleri gönülleri doymayan insanları toprak doyurur derler ya hani, gerçekten öyleymiş. Tutunacak toprak, vatan olacak toprak, hırsları ile kör olanların gözlerini dolduracak da toprak... Doyuran da toprak, mezar olan da...

Azot döngüsünde yerini almadan önce farkını koymalı insan... Topraktan geldiğini, toprağa döneceğini hatırlamalı, kalbi, gözü, vicdanı toprak olmadan onları yaşatacak duyguları aktif hale getirmeli, üzerindeki ölü toprağını silkmeli... 

Coğrafya kaderdir elbette, kederdir bu topraklarda nefes almak. Düşünsenize son otuz yılda yaşanan olaylar bir Kuzey Avrupa ülkesinin beş yüz yıllık tarihine yayılmıştır. Ondan belki vatandaşını kör, sağır, dilsiz yapmıştır bu coğrafyalar ama elimizin eriştiği yeri ağaçlandırmak, uzattığımız kollarımızla kimsesiz yavruları, çaresiz insanları sarmak, onlara bir kucak, yeşillenecek toprak olmak da gerektir. 

Osmanlı şehri isimli bir kitap okumuştum. Dünyaca ünlü mimarlık ödüllerini iki kez alan tek kişi olan yazar Turgut Cansever, Avrupa gibi tek tip bir mimariye sahip olmamamızı, inanç sistemimize dayandırmış, insanın kendini inşa ederken evinin önünü de güzelleştirmesi, yeşillendirmesi gerektiğini, bunu Avrupa'daki gibi devletin değil tek tek fertlerin yapmasının vazife olduğunu anlatmıştı. Zaten kendini inşanın yolu çevrene, üretime katkı ile doğru orantılı değil midir ?

Öyleyse hepimiz coğrafyanın kader olduğunu bilip çok da kederlenmeden evimizin önünden, kalbimizin toprağından başlamalı, elimizin ulaştığı yerde yeni fidanlara su vermeli, yıllanmış ağaçların içinin boşalıp devrilmesine müsaade etmeden gerektiği anda destek olmalıyız ki, dünyaya katkımız olsun, kalbimizin toprağı kaymasın, yeşillensin, bağrımızdan sürgün veren otlarla karınlar doysun. 

Bir insanın yüzünde gülücüğe sebep olursan kalbinde açacak güllerin dalında da bülbüller şakır. Bunlar hayal değil, idealize edilmiş büyük hedefler de değil. Tıpkı herkesin evinin önünü süpürmesi gibi dünyaya karşı borcumuz. Nasıl karbon ayak izi bırakmadan çevreye duyarlı seçimler yapmamız gerek tıpkı öyle de, kalbimizin kurumasını engelleyecek eylemlerde bulunmak da kendimize karşı vazifemiz. Toprağımızın elverdiği ölçüde, coğrafyamızın izin verdiği ağaçlarla da olsa kederlenmeden kaderimizi yeşillendirmeli. Tıpkı yukarıdaki fotoğraflarda olduğu gibi kalbine de bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ... 
   



UZUN İNCE BİR YOLDAYIM, GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE


Hayat, "Nedir, ne değildir?" diye düşünürken geçip giden bir zaman dilimiymiş. En basit haliyle "Cevaplanmamış sorular yedeğimizde yürüdüğümüz bir yol" diyebiliriz sanırım. Sonunda ışık olan bir tünel ya da dümdüz bir parkur değil. Kesin olan tek şey bu gün içinde olduğumuz bu zaman diliminin bir gün biteceği. En büyük hediyesi o bir günü bilmemek. Yoksa devam edemezdik. Düşünsenize, idam edileceğini bilen bir mahkum neyden zevk alabilir, yüzü ne ile güler? Bu açıdan ölüm zamanını bilmemek büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, hatırlandığında bile lezzetleri azaltan tek gerçeğimizdir. Bu yazı planlı bir yazı değil. Bir konusu yok. İçimden ne gelirse yazmak istedim bu sabah. Her şey zıddıyla bilindiğinden olsa gerek hayat deyince ölüm çıktı geldi, yazıya girdi. 

Sürüklenmek şeklinde ilerleyen yaşamımda yeni bir dönemin başındayım hissi var sadece. Yedi yıllık döngü tamamlanırken, tam da yedi yıl önce oturduğum eve yeniden taşınıyorum. Bu çok değişik bir his. Geriye dönmek pek yaptığım bir şey değildir aslında ama kader bu sefer böyle buyurdu. Yeniden yedi yıl yaşadığım eve, manzaraya dönüyor olmak ister istemez beni o günlerde dolaştırıyor. Çok memnun muydum hayatımdan sanırım hiç bir zaman öyle olmadım ve zamanla bunun bedelini elimdekileri de yitirmekle ödedim. Ama yüzde yüz memnun olmasam da huzurlu idim. Düzenli, rutin, normal bir hayatım vardı ve bunun büyük bir nimet olduğunu son yedi yıl yaşattıkları ile öğretti. 

Bu zaman dilimi hiç yaşanmasaydı, ben normal sıradan hayatıma devam etseydim keşke diye düşündüğüm çok oldu. Ama o zaman bu günkü benle tanışamazdım, diye düşünüp keşkelerden vazgeçtim. Ha bu günkü ben çok mu muhteşem biri, elbette değil. Hatasıyla doğrusuyla kendi halinde bir insan. Ama yedi yıl önceden çok farklı, daha dingin, daha fazla akışına bırakabilen, önem sırası, sevdikleri, yerdikleri epey değişmiş bir başkası var artık. 

Bu süreçte yaşadığım çok güzel zamanlar, tanıdığım harika insanlar da oldu elbette. En büyük hayalimi gerçekleştirdim mesela, yeni hayaller kurmaya başladım. Çok gezdim, çok okudum, çok film izledim, çok zenginleştim ama bir o kadar da büyük kayıplarla adeta bir roller coaster' a binmiş gibiydim. 

Bu gün bu dalgalanmaların hayatın kendisi olduğunu kabul etsem de, insanlarla olan zorlu süreçlerde kırgınlıklarımı tolore edebilmiş değilim. Bir zamanlar kendini insan sarrafı sanan yanımın fena halde çuvalladığını gördüm. İçimdeki çocuğun "İyi ki tanımışım" diye sevinçten uçtuğu zamanları, "Sen insan tanıma konusunda bir daha ağzını açma, hediye sandığın insanlar sayesinde koca bir salatalık tarlan var, midende ciddi hazımsızlık yapıyorlar" diye azar yediği vakitler takip etti, ediyor.       

Neyse ki, sosyal medya var da dertlerimize derman olacak bir söz dakika da bir önümüze düşüyor. İşte onlardan birinin yeri geldi, paylaşalım da yüreğime su serpilsin, söyleyenin doğruluğu yanlışlığı artık yayanların boynuna olsun da içeriğin doğru olduğu net:

"Frued'un kızına yazdığı mektup:

"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birden bire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok" 

İşte böyleyken böyle... Tanımasam mutlu olacağım çok insan tanıdım ama belki onlar sayesinde insanlık denen üst noktanın farkına vardım. Gözümü çukurlardan maviliklere diktim.

Hayatın düz bir çizgide gitmediğini hatırladım. Her şey dairesel bir hareketle ilerliyor, yeniden idrak ettim. Hücrelerimizde gizlenen hüzünle sevincin ayın iki yüzü gibi olduğunu, gece ile gündüz gibi bir devinimde ilerlediklerini hissettim. Umarım yedi yıllık döngülerle bezeli hayatımda hüznün yerini sevincin alacağı dönemin kapısındayımdır. 

Bu arada çok film izledim buraya aktarabildiğim film yazısı altmışlarda olsa da, defterlerimde üç yüzü geçti. Şöyle yerleşik bir düzene geçip sistematik halde onları buraya aktarabilecek vaktimin olmasını umuyorum.

Bir de epey dizi izledim. Genelde edebiyat uyarlaması seçtiğim için izledikten sonra pişman olduğum pek bir dizi olmuyor.

Aşağıda iki sahnesinden resim paylaştığım outlander da netfiliks in iyi dizilerinden. Epey bölümü var. Ara sıra konuda sarkma olsa da romandan senaryolaştırıldığı için olsa gerek iyi toparlanmış. Yeşil severler için de görsel bir şölen sunuyor. Tavsiye edebilirim.  
   
Hikayesi anlatılabilecek bir hayat yaşamak, yazıp paylaşmak, iyi insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatacak eserler vermek, o mukadder gün geldiğinde ağırlıksız göçmek dileğiyle...  

Günün şarkısı Kıraç'tan gelsin. Gidiyorum buralardan...









     

BENİM KABEM İNSANDIR



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 57. Film    

BENİM KABEM İNSANDIR

Başlıktaki cümle Alevi-Bektaşi felsefesinin mottosu imiş. Hatta Ruhi Su'nun aynı adlı bir semahı var. 

İnsanı her değerin merkezine yerleştiren, aslına ermek hünerini vurgulayan felsefeye göre aslolan insandır. Bu bakış açısıyla farklı coğrafyalardan iltica eden insanlarla paylaştığımız ortak hisler, korkular, acılar, beklentiler ve hayal kırıklıklarımıza odaklanan bir yapım olmuş. 

"2014’ten bu yana bir milyondan fazla mülteci ve göçmen tekne ile Avrupa’ya ulaşmaya çalıştı. Tahmin edilen 15.211 (yazıyla on beş bin iki yüz on bir ) kişi Akdeniz’de hayatını kaybetti ya da kayboldu. Bu film Akdeniz sularında kalanlara ve yola devam edenlere ithaf edilmiştir." diyerek bitiyor.

Yönetmen Sinem Taş'ın bu filmi, seyrettiklerim arasında en etkileyici insan hikayelerinin olduğu yapımlardandı. Yirmi iki dakikalık bu belgesele rastlarsanız mutlaka izleyin derim. 

Aşktan vefaya, ayrılıktan aldatılmaya, daha güzel bir hayat şansına rağmen memlekete duyulan özleme ve her şeye, herkese rağmen hayata devam etme iç güdüsünün gücüne vurgu yapıyordu. İşte gösterim esnasında çektiğim bazı görüntüler. Bir fikir vermesi açısından paylaşıyorum. İyi seyirler...
    

























DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...