umut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
umut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Halsiz

 Memleketin hali içler acısı!

Senin de acıyor mu için?

Hayır, her şey olması gerektiği gibi belki de…

Bedelleri var seçimlerin.

Ama ben hiçbirini seçmedim, bunları neden yaşıyorum şimdi?

Sana da basamak gerekmiş demek, olduğun yerde kalma diye,

Uçmak, süzülmek, sıkışıklıktan çıkmak için yaşadıkların belki bir hediye.

Sularımız bile akmıyor ki yatağında,

Değiştiriyoruz yönünü vandallıkla.

Kendimizin de yönünü bulamıyoruz sonra.

Bir uçurtma olsak mavi gökte.

Güldüm,

Öyleyse kapat gözlerini ve düşle!

Bak gördün mü uçurtmasın işte

Her şey kaldı geride.

Açtı gözlerini kederlendi.

Duygularını yaşamaktan kaçıyorsun

Bu seni tutsak ediyor toprağa

Bir kopsa uçurtmanın ipi, biraz da rüzgâr olsa

Açınca gözlerini burdaysan ne fayda!

Sıkıştığın yerde,

Hareketsizlikten kramplar içinde,

Hislerin donmuş, buz kesmiş kalbinde

Acıtmıyor artık çaresizlikler, elbet memleketin hali de!

Handan Kılıç

11/5/2022

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

HİÇBİR TRENİN UĞRAMADIĞI İSTASYON- DALAMAN

















Yaşam yolculuğu der dururuz ya hani, hayatınızın yolculuğu hangi araçla yapılıyor diye hiç düşündünüz mü?



Zor bir soru doğrusu!Yolculukta tercihiniz uçaktır belki ama hava muhalefeti çıkar, sefer iptal olur. Biletiniz elinizde kalır, aceleniz varsa başka yollar aramaya başlarsınız. 



Yelkenli deseniz yine rüzgara, güneşe, denize bağlı şartlara göre yolculuk yapabilirsiniz. 



Araçla yolda olsanız, istediğim yerde durur, istediğim hızda giderim, dilediğim saatte yolculuk yaparım dersiniz ama madem yoldan alıkoyan unsurlardan girdik konuya, o zaman o iş öyle kolay değil:) Zaten hayatta hep istediğim şeyler oluyor diyenlere sadece gülerim. 



Büyüklerin de dediği gibi "Yola gidenin bin türlü hali var" Yakıtın bitebilir, kar yağabilir, ayı çıkabilir, önünde zincirleme bir kaza olmuştur belki, lastiğin patlamıştır, araba bozulmuştur.



Otobüs de aynı engellerle karşılaşabilir. Hatta, mola yerleri, varış saati, hız kontrolü, yolculardan birinin durmadan ağlayan bebeği, horlayan koltuk arkadaşınız, şarjı biten telefon yüzünden kulaklığın işlevini yitirmesi, çalışmayan klima, uyuklayan şöför, birbirinden kötü filmleri sunan firma falan derken otobüsle yolculuk kara taşıtları arasında en zorudur.



Gemi desek, batar falan aman, hiç güvenli değil. Açık denizler, rüzgarlar, deniz tutması derken o da zor. Gemi adamlarında bile bir sürü hasar bırakan o derin mavilik sana bana ne yapmaz diyerek bu seçeneği de eleyince geriye pek bir şey kalmıyor.



Ben bu soruyu duyduğum ilk an nedense aklıma tren geldi. Oysa şimdiye kadar trenle toplam üç kere uzun yolculuk yapmamışımdır ama bu güne kadarki hayat yolculuğumun taşıtı trendir dedim tereddütsüz: Daha önceden belirlenmiş bir hatta, tarifesine uygun saatte hareket eder. Duracağı istasyonlar bellidir. Bilete ödediğiniz fiyatla paralel bir koltukta seyahat edebilirsiniz. Yol uzundur, içinde rahatça dolaşır, yemek yiyebilir, farklı vagonlara gidebilirsiniz ama mola yeri haricinde inip binemezsiniz. Çok hızlı gitmedikçe raylardan çıkmaz, demirden bir kutunun içinde selametle gideceğiniz şehrin istasyonuna varırsınız. Konforu azdır ama diğer bütün taşıtlardan güvenlidir. Kafanızı dinleyeceğiniz bir yolculuk değildir, raylardan gelen gürültü yorar ama başınızı cama dayadığınızda hızla akan manzaraları izlemek keyiflidir. Görüntüler bir film şeridi gibi geçer. Zevkle izleseniz de ne geçip gitmesine engel olabilirsiniz ne de kontrol edebilirsiniz, tıpkı hayat gibi. Sadece seyredersiniz. 



İşte Yunus Emre'nin "Bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var" diye tarif ettiği hayat yolculuğu nereden baksanız, hangi aracı kullansanız meşakkatlidir. Bu nedenle de yola gidenin halini Allah bilir. Yolda kalanlar, yoldan çıkanlar, kazalar, hastalıklar nice sıkıntılar yolcunun önüne çıkar ve zamanla hedefler dahi değişir.     



Kimsenin yolculuğunun kimseye benzemediği bu dünyada kimbilir ne çok yarım kalmış yol hikayesi vardır diye düşünürken bir yönden acıklı, kısmen de iyi sayılacak bir yalnızlık öyküsü öğrendim. Tren yolculuğu üzerine düşünürken dünyada kimsenin varmadığı bir istasyonun varlığı dikkatimi çekti doğrusu. Sizinle de paylaşmak istedim:


Düşünsenize, dünyada trenin uğramadığı, önünden hiç bir rayın geçmediği, içinde kimsenin hasretle kucaklaşmadığı bir istasyon varmış. Tabi ki, insan kaynaklarını bile boş yere harcayan ülkemizde, Dalaman'daymış. Yukarıdaki resimde görüldüğü üzere mimarisi ile tam bir istasyon ama fonksiyonunu ifa edemiyor. Ne diyelim onu orada öylece atıl bırakanlar utansın :( 



"Abbas Hilmi Paşa, 1905’te ‘Nimetullah’ isimli yatıyla Dalaman’a 12 kilometre mesafedeki Sarsıla Koyu’na gitti. Bugün Muğla’nın ilçesi olan Dalaman, o günlerde henüz yoktu, sadece deniz kenarında sazlardan yapılmış 30 evlik Söğüt isimli bir köy vardı ve Dalaman verimli bir ovadan ibaretti. Av hayvanlarının cirit attığı uçsuz bucaksız ovayı gören av meraklısı Hıdiv, bölgeyi çok beğendi.

Hıdiv, Sarsıla Koyu’na iskele ile depo inşa ettirdi ve koydan çiftliğe uzanan bir de yol yaptırttı. Yolun her iki tarafına Mısır’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarını diktirirken çevredeki bataklıkları da kurutturdu.

Abbas Hilmi Paşa, ikinci aşama olarak çiftliğinin bulunduğu Dalaman’a bir av köşkü ve aynı anda İskenderiye’ye de bir tren istasyonu inşa ettirmeyi planladı. Binaların yapımını Fransız mimarlara havale etmişti. Fransa’dan yola çıkan ve av köşkünün malzemeleri ile binanın projesini taşıyan gemi Dalaman’a, tren istasyonunun malzemeleri ile projesini taşıyan diğer gemi ise Mısır’a gidecekti. Ancak yolda bir karışıklık oldu ve Mısır’a gitmesi gereken gemi, yükünü Sarsala Koyu’ndaki iskeleye boşalttı.

Hıdiv’in Dalaman’daki işçileri, karışıklığın farkında olmadan malzemeleri develere ve katırlara yükleyerek, Abbas Hilmi’nin köşkünün bulunduğu yere götürdüler. Gemiyle gelen ustalar ve Hıdiv’in adamları da, efendilerine sürpriz yapmak için hemen binanın yapımına giriştiler. Fakat son derece garip bir karışıklık yaşanmış, Dalaman’da planlanan av köşkü değil, istasyon binası inşa edilmiş, Mısır’a giden diğer gemideki malzeme ile de mükemmel bir av köşkü yapılmıştı.

Eksikler de kısa sürede tamamlandı ve Dalaman’daki binanın etrafına Mısır’dan getirilen palmiyelerle hurma ağaçları dikildi. Tren yolunun bulunmadığı Dalaman’a istasyon binası yapılması Hıdiv’i hayli şaşırttı ama binayı yıktırmadı ve istasyonun yanına bir de cami inşa ettirdi.

1928’e kadar Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın mülkiyetinde kalan çiftliğe, Türk Sanayi Bankası’ndan alınan bir kredi ödenemeyince, devlet tarafından el kondu. Bina 1930’dan 1958’e kadar Jandarma Karakolu olarak kullanıldı, sonra Devlet Üretme Çiftlikleri’ne tahsis edildi."

İşte Dalaman da dünyanın tren yolu bağlantısı olmayan ilk ve tek istasyon binası böyle inşa edilmiş. Doğrusu, bu istasyonun başına gelen de bir yarım kalmışlık. Yolda değil, yolcu değil ama o da varlık amacına hizmet edemeden yaşayıp gidiyor. 

Düşünsenize, hiçbir yere uzanmayan, kimsenin kimseyi beklemediği, kimsenin kimseye kavuşamadığı, gözyaşları ve özlemle sarılamadığı bir yer ama adı istasyon... Sonrasında da karakol olmuş. Kim bilir onca yıl kaç çığlığı gizledi taş duvarları. Zevkin merkezi olacakken, bir av köşkü yerine ezanın merkezi olmuş ve bunda kimsenin suçu yokmuş. 

Hayat da böyle değil mi? Siz ne planlar yaparsanız yapın bozuluyor. Ne kadar iyi eğitimler alırsanız alın belki de bilgi ve tecrübenizi hiç kullanamadığınız işler yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bazen bu seçtiğinizden daha iyi oluyor, bazen de bu istasyon gibi kimsenin uğramadığı bir yerde ömür geçiyor. 

Hasılı kelam, uçak kullanan bir pilot iken bir tıra otostop çekip ilerlemek zorunda kaldığınız bir yolcu da olabilirsiniz. Önemli kişilerin uçtuğu kısımdan biletiniz varken yayalık nedir bunu da öğrenebilirsiniz. Attan inip eşeğe binebilirsiniz. İstasyonsunuzdur ama kimseyi kavuşturamazsınız. Liman olursunuz, sığınacak gemi size ulaşamaz. Bir niteliğe sahip olmak, onunla sonuca gideceksiniz demek değildir. Herkes kaderini yaşar. Yıllar sonra elinde kalan ise keşkelerle yüklü ağır bir çuval. Üzerinde "Hayal kırıklıklarım" yazan ..  

 Siz yine de vaktiniz varken yolcululuk aracınızı, araçta sınıfınızı değiştirmeyi deneyin, belki bir yerlerde boşluk vardır. Oradan devam eder gidersiniz.  




İki Dil Bir Bavul-2003


 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 66. Film  

  • Yönetmen: Orhan Eskiköy Özgür Doğan
  • Senaryo: Orhan Eskiköy
  • Görüntü Yönetmeni: Orhan Eskiköy
  • Kurgu: Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol
  • Oyuncular: Emre Aydın, Zülküf Yıldırım, Rojda Huz, Vehip Huz, Zülküf Huz
  • Yılı: 2009
  • Süre: 81'
Türk öğretmenin, uzak bir Kürt köyündeki bir yılı. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, bir yılını çocuklara Türkçe öğretmekle geçirir. Yılın sonunda çocuklar Türkçe öğrenebilecekler mi? İki Dil Bir Bavul üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yılını, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatır. Bir yıl boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki değişime tanık oluruz. Bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini yavaş yavaş tanımaya ve anlamaya başlarlar. 

Ödüller:
2009 15. Gezici FF; Gümüş Boğa Ödülü | 2009 15. Londra Türk FF; Seyirci Ödülü | 2009 Antalya Altın Portakal FF; En İyi İlk Film Ödülü | 2009 Abu Dabi 9. Orta Doğu FF; En İyi Orta Doğu Belgesel Film Ödülü | 2009 Adana Altın Koza FF; Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü, Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü

DÜŞÜNCEM :)) Güzel bir belgesel-filmdi. Doğuyu-zorluklarını bilelim diye çekmemişler bu filmi. Yönetmen de zaten aynı dil problemini yaşamış bir kürt olduğunu ifade etti film sonrası söyleşide. Orada bir kültür var diyor, onlara acımayın, yoksul değiller o kültür sebebiyle yere oturuyorlar, çekyat alamadıklarından değil diyor. Çocukların 7 yılda öğrendikleri ana dile rağmen okula başladıklarında nasıl da sıfırlandıklarını, idealist bir Türk öğretmenin çabalarını, hiçbir siyasi-ideolojik mesaj vermeden, birinden birini kötülemeden vermesi filmin en büyük başarısı.    




MUTLULUK İÇİMİZDE


KIRMIZI KÜPE ile ilgili görsel sonucu




İnternet aleminin kısa formülleri hızlı yaşamlarımıza reçeteler sunmaya devam ediyor. Gerçekten böyle bir şey demiş midir Goethe bilmem ama ona göre mutlu olmanın formülü beş maddede şöyle özetlenmiş:

1. Keyifle çalışabilmek için sağlık.
2. Zorluklara karşı savaşabilmek için güç.
3. Hataları kabul etmek ve affetmek için kapasite.
4. Hedefe ulaşabilmek için sabır.
5. Başkalarına faydalı olabilmek için sevgi.

Valla mutluluk için beşi bir yerde olarak bunlar varsa gerçekten şanslısınız demektir. Çünkü bunlar ruh ve bedenen tam bir sağlık halinde olmayı, umudu giyinmeyi, mücadele azmine sahip olmayı gerektirir.
Sevgi bile içinizde ve dışınızda yakaladığınız ahengin, hayata yansıyan ışıltısı değil midir?
Sevmek ve sevilmek kadar insana güç veren bir duygu yoktur. Bu nedenle beş maddenin birincisi sevgi olsa, mutluluğu bir başkasının yüzünde sebep olduğun gülümseme olarak da tanımlayabilirsin ki, uzun vadede en kalıcı mutluluk formülü budur.

Lafı çok uzatmaya gerek yok. Beklentilere göre değişen bir kavram mutluluk. 
Bence misal, huzurla uyuyabilmek, güzel rüyalarda gezinmektir.
Mevsiminde bir domatesi dalından koparmak, afiyetle yemektir. 
Sabah yataktan gülümseyerek uyanmak, dışarıdaki yağmura bereket diyebilmektir.
Sıcak bir yaz akşamı gün batımını denizin kıyısında izlerken dalgaların ayaklarınıza vuruşuna izin vermektir. 
Kendinize makarna yaptığınızda bile sunumuna özenmektir. 
Mis kokulu bir keki ikram ederken üzerine kakaolu sostan imza atabilmektir mutluluk.
Bir çocuğu parka götürmektir bazen, annesiz babasız kalmış bir yavruya kol kanat germek, sevmektir aslında.
Şiir okumaktır mutluluk, yazmak ve okumak için vakit bulmaktır. 
Sizi mutlu eden satırların başkasının gözüne değmesi, söz olup size dönmesidir. 
Paylaşılan duygu hüzün olsa bile yağmur ardından gelen gök kuşağı misali ağlarken gülebilmektir. 
Mutluluk içinizde siz sularsanız büyüyen bir çiçektir. 
Mutluluk, beklememektir. 
Anda kalmayı başarmak, onun içindeki güzelliğin keyfini sürmektir.
Hasılı kelam mutluluk, bir sabah uyanıp evde tek başına iken bile kiraz mevsimi deyip bir çift kırmızı küpe takmaktır.
İçiniz mutlu, gözünüz umutlu kirazlarınız tatlı, küpeniz hep kırmızı olsun.     

NEXT STATİON-BİR SONRAKİ İSTASYON 2017

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 64. Film  

En beğendiğim yapımlardan biriydi. "Mülteci için hep bir sonraki istasyon vardır" diye yola çıkmış kendisi de bir mülteci olan Yönetmen Alla Arabi Katbi'nin belgesel filmi çok güzeldi. Gösterim sonrası söyleşiye de katılan yönetmen, verimli bir sohbet yaptı. 

Türkiye'ye yerleşen ve bir yapım şirketi kuran yönetmen bir çok kez gitme denemesi başarısız olan genç bir Suriyeli'nin Almanya'ya gitme yolculuğu üzerinden mülteci olmanın her halini çekmiş. 

Hala irtibatta olduğu belgeselin kahramanı her aşamayı telefonu ile kaydetmiş ve yönetmene iletmiş. Filmi izlerken azmine hayran kaldığım genç ülkesinde üniversite öğrencisi imiş. Aslında yönetmen olmak isteyen ancak puanı yetmediği için başka bir bölümde okurken savaş çıkınca orada kalmak istememiş ve hayallerinin peşine düşmüş. Türkiye'ye kolayca gelmiş ama buradan gidişi kaçakçılara verecek çok parası olmadığı için epey uzun sürmüş. 

Filmi izlerken hep şunu düşündüm, hani "Allah bir kapıyı kapatırken birini açar" derler ya, işte bu genç de istediği bölümü kazanamamış ama hayalinden vazgeçmediğinden yönetmen olmak için alacağı eğitim çok daha nitelikli bir ülkede nasip olmuş. Hem de bir savaş sonrası. En çok istediği şey film çekmekken kendisinin hayatı ilham veren bir belgesele konu olmuş. 

Hem de görüntülerin çoğunu kendi çektiği için bir nevi hayalini de gerçekleştirmiş. Filmin hem kahramanı hem kazananı olmuş. Şimdi bir çok ülkede festivallerde gösterilen bir filmi var ve eğitimine Almanya'da devam ediyor. 

Öyleyse "Her zorlukla beraber kolaylık da vardır" Umutlu olmalı, kalpten istemeli. O vakit bize verilmeyecek bir şey yok.   

YOLLARDA BULURUM BENİ



Kaybolduk...
Evden çıkıp patikadan ormana doğru ilerledik. 
Daha o an evin yolunu bir daha bulamayacağımızı hissettik.
Her adımla evden biraz daha uzaklaşırken Hansel ve Gratel'i hatırladık.
Bizim de ekmeğimiz çantamızda, çakıl taşlarımız ceplerimizdeydi ama geçtiğimiz yola serpmedik. 
Çünkü, kaybolmak istedik.
Sonunda ormanın derinlerinde bulduk kendimizi.
İstediğimiz olmuştu, kaybolduk. 
Korkmadık, üzülmedik, geri dönmeyi düşünmedik.
Zaten kaybolmak için çıkmıştık evden.
Kaybolmak, eskiyen yanlarımızdan kurtulmak, döke saça içimizi dışımıza yeniden kendimiz olmak istedik. 
Yeniden mi, komik...
Evde kimse kendisi olamaz.
Evden çıkmadan, karanlıkta kaybolmadan ışığın olduğu yere adım atamaz.
Bir başka yüreğin karanlık ormanında gezinirken karşılaşır kendisiyle insan. 
Orada tanır benliğini, yüreğini, cesaretini.
Anlar ederini.
Gece karanlıktır orman. Soğuktur, ıssız, tehlikeli... 
Bir kulübe gerek diye düşünüp geldiği yolda ilk bulduğu kapıyı çalar insan. 
Başını uzatana sorar, başkasına yerin var mı?
Başkası bakar, başkasına yer açması gerektiğini anlar, kapıyı açar.
Başkası başkasına bakar, onun aynasında görür yansımasını.
Bazen korkar yansıyandan, kendinden çekinir ve can havliyle sarılır başkasına.
Başkası, başkalaşmak ister o an, bambaşka biri olmak, görmediği, bilmediği kendine ulaşmak ister.
Bir süre kaybolur. 
Çoğu zaman kaybolduğuna mutlu olur.
Bulduğunu sever, dalgalanır, durulur. 
En çok da yorulduğu kendinden saklanır insan. 
Bir başka gönülde dinlenir.
Başkasında karşılaşır kendiyle, yenilenir. 
İyileşir ve kulübeden ayrılır. 
Yine yola çıkar.
İnsan yolda hep kendini arar. 
Yolda olmakta hayır var.

EŞİK 2019- BELGESEL- DİLEK GÜL



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 56. Film   

Bu gün anlatmak istediğim film yine Mülteci Film Festivalindeki belgesellerden biri. 

Hepsi birbirinden güzel bir çok yapım izledik ama bu hepsinden farklıydı. Acıları ile bildiğimiz, çoğu zaman görmezden geldiğimiz, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını gideremeyen mağdur olmuş mülteciler yerine belgeselde gördüklerimiz bambaşka bir ülkede kendi ayakları üzerinde durmayı becermiş başarılı kadınlardı. 

Yönetmen, "İnsanların hikayesini öğrenince empati kurarsınız. Sinema da bunu amaçlar. Hikayesini dinlediğiniz insana yaklaşırsınız yoksa yanından geçip gidersiniz. Ben bu farkındalığı oluşturmak istedim diyor eseri için yola çıkış serüvenini anlatıyor.

Açıkçası kadınların bin bir dertle uğraşıp kariyer yaptığı, ev, çocuk, iş yükünün altında ezildiği bir ülkeye mülteci olarak gelip kendi işlerini kurarak azimle çalışan kadınları görmek, hayat felsefelerine dair anekdotlar dinlemek, gösterim sonrası yönetmen Dilek Gül ile Suriyeli genç kadın gazetecinin sohbetine katılmak bir kadın olarak bana motivasyon kaynağı oldu.   

Savaşla, hukuksuzlukla yıkılan bir ülkeden geriye dağılmış hayatlar kalıyor. Ne oturacak bir ev ne de can güvenliği olmayan insanlar en temel içgüdü olan hayatta kalmanın yollarını arıyor. 

Belgeselde babası da gazeteci olan ve sık sık gözaltına alınan genç kadın gazetecinin babası "Senin kolunu kızınla kırarız" tehdidi aldıktan sonra Türkiye'ye geldiğini söylüyor. Aslında ülkede huzur ortamı bozulup hukuksuz tutuklamalar, faili meçhul infazlar başlayınca çevresindeki eğitimli kesimin ülkeyi terk ettiğini ama kendisinin vatanından ayrı kalmayı düşünmediğinden bunu yapmadığını söylüyor. Ancak tehditler artınca yanına annesini de katan babasının isteği ile yedi yıl önce Türkiye'ye geldiğini anlatıyor. Bu zamanın onu nasıl etkilediği sorulduğunda Dima şöyle yanıtlıyor:

"Çok değiştim, arkama bakmamayı öğrendim. Gelecek güzel. Ülkemde tutuklu ya da ölü olmak istemedim. Eli silah tutan da olmadım. Ama artık bir çok güzel duygumu da kaybettim. Eskisi kadar hassas ve duygusal değilim. Eski Dima yok ama yeni Dima'yı kazandım. Hiç bir şeyden korkmayan, rüzgarlarda devrilmeyen, dağ gibi durmasını bilen bir insan oldum. Ama ailemden arkadaşlarımdan uzak kaldım. Kaybettiklerim oldu. Önceden gelip yerleştiğim için savaş sonrası gelenler gibi mültecilik yaşamadığım halde çok değiştim. Savaş çok acı ve serttir. Ülkemizde bunların yaşanacağını hiç düşünmedik. Bu duygu çok kötü. Bir anda vatansız kalıyorsun. Savaşı hiç bir ülke için dilemem, düşmanım için bile."

Diğer bir başarılı kadın da ülkesinde kalsa doktora yapmayı planlayan bir öğretmen. Hiç kimsenin yanında çalışmamış ekonomik sıkıntı çekmemiş, iki çocuk sahibi bir insan iken İstanbul'a geliyor ve hayatta kalabilmek çocuklarına bakabilmek için iki yıl tekstil atölyelerinde ucuz işçi olarak çalışıyor. Dil bilmediği için sürekli ona bağırarak konuşuyorlar ve o da kendini anlatamadığı, söylenenleri anlamadığı için ağlıyor. En sonunda işi bırakıp tek tek mülteci aileleri gezip kaç çocukları olduğunu, okula gidip gitmediklerini araştırıyor ve bir anaokulu açmak için çalışma yapıyor. Bunun için dernek kurması gerektiğini öğrenip hiç tanımadığı bir şehirde anlamadığı bir dilde başvurular yaparak önce derneği sonra okulu kurmayı başarıyor. 

Kısa sürede beş yüz öğrenciye ulaşan okulda bir sürü genç öğretmeni de istihdam ediyor. Onu hayatta tutan felsefenin de "Yarın bu günden güzeldir, hep böyle inanırım" olduğunu söylüyor. 

Bir kapı kapanır, başkası açılır derler ya işte o şekilde eğer Suriye'de kalsaydım bir okul açmayı hiç düşünmez, normal bir öğretmen olarak işe gelir giderdim ama şimdi istihdam sağlıyorum, yeni gelenlere yardım ediyorum, diyor.

Bir diğer başarılı kadın ise lisans eğitimini İtalya'da yapmış, uluslararası bir çok ödülü bulunan bir ressam. İstanbul'u bütün Avrupa şehirlerine yeğlediğinden, barıştan yana olduğu ülkesinden ayrılıp buraya yerleşmiş. İstanbul'da atölye açmış. Burada bulunan soydaşlarına yardım etmenin peşine düşmüş. Asla umutsuz olmamış ve hayatı boyunca istediklerinin peşinden azimle gitmiş. Bu gün bir kadın olarak vatansız iken sanatını devam ettirebilecek bir noktaya gelmiş. Yani insanın kendine gerçekleştirme basamağına ulaşarak ihtiyaçlar piramidinin zirvesine çıkmış. 

Demek ki, bir kadın vatansız da olsa, azimli ve kararlı olduğunda hiç dil bilmediği bir ülkede tek başına ayakta kalabiliyor, çocuklarına ailesine bakabiliyor, sanat yapabiliyor. Sanırım suya düşenin çırpınırken mecburen yüzmeyi öğrenmesi gibi bir durum söz konusu.             

Yönetmen Dilek Gül'ün 42 dakikalık belgeselinin hazırlık sürecini anlattığı videoya buradan ulaşabilirsiniz. Belgesele de rastlarsanız mutlaka izleyin. Azmin zaferine şahit olun. İyi seyirler.

 

WELCOME- 2009 Fransa

Sinema Günlüğü 54. Film 

Yine güzel bir İzmir gününden selamlar. Bu gün 1.Uluslararası Mülteci Film Festivali'nin son günü idi. Saat 12:00 de başlayan gösterimlerin tamamına katılma şansım oldu. 

Hepsi çok iyi seçilmiş filmlerdi. Bu sebeple öncelikle seçici kurulu tebrik etmek isterim. Festivale emeği geçen herkese de ayrı ayrı teşekkürler. Böyle bir festivali İzmir gibi umuda geçiş yapılan bir noktadan başlatmak çok manidar. Umarım önümüzdeki yıllarda da büyüyerek devam eder. 


Seyirci açısından da, neredeyse salonun tamamının dolu olması, böyle spesifik bir konuda dışarıda açık havaya rağmen insanların karanlık bir ortamda saatler süren yorucu bir izleme performansı göstermesi de ayrıca önem taşıyor. İzmir seyircisinin güzelliği hep bilinir ama konu herkesin görmezden geldiği mülteciler olunca bu katılım festivali de amacına taşıyor. 

Ayrıca bu son gösterim öncesi ara verildiğinde bir sürprizle karşılaştık. AHBAB platformunu kurarak ihtiyacı olan  herkesin yanında hemen bitivermesiyle gönüllerde taht kuran sanatçı Haluk Levent Festivali ziyaret etmişti. 

Bundan habersiz nefeslenmek için bahçeye inip başımı kaldırdığımda birden bire Haluk Levent'i görmek ve orada fotoğraf çektirmek günün bir başka güzelliği oldu. "Yollarda bulurum seni" dediği günden beri sıkı bir dinleyicisi olduğum sanatçıyı üreten, yaşayan, yaşatan yanları ile hep çok takdir etmiş, yaşamlarımıza yansıyan yönleriyle çok sevmişimdir. Bu nedenle harika filmler izlediğim bir ortamda onunla karşılaşmak  çok keyif vericiydi. 
  
   

Konuya dönersek mültecilik kavramı ile ilgilenenlere Festivalin gösterim listesinin de iyi bir rehber olduğunu hatırlatarak bu listenin linkleri için önceki yazıma atıf yapıyorum. 

Şimdi günün son filmine dair bir kaç kelam edelim:  

Welcome, 2009 Fransız yapımı bir drama. Aşkın insana yaptıramayacağı hiç bir şey olmadığını hatırlatması ile gözleri yaşartan, mülteciliğin zorluklarını da anlatan bir yol, yolculuk, umut, inanç, azim filmi. 

Hani bir yer vardır; hepimiz oraya gelir ve geçeriz. Hayat herkese ayrı bir yerden sorar soruyu ve cevabı bilemediğinizde geri kalan hiç bir şeyin önemi olmaz. Aşk da böylesi zor konulardan biridir. 

Filmde biteyazmış bir evlilik ile doğması için çaba gösterilen birlikteliğin eş zamanlı akışı verilmiş. Sevdiği gidince dağılan ve neredeyse hayatında hiç bir şeyin önemi kalmadığından işe gidip gelirken tatsız bir zamanın içinde yuvarlanan bir adam, aşkı için inanılmaz yollar deneyerek uzaklara gelmiş genç bir aşığı anlamaya başlayınca her şeye bakışı değişir. 

Fransız öğretmen ile Iraklı bir mülteci aşk ortak paydasında buluşur. Olaylar bunun üzerine gelişir. Uzun ve zorlu bir yoldan gelen ve İngiltere'ye gitmek isteyen mülteci Bilal savaştan kaçmaktadır. Yaşadığı travmalar sebebiyle herkesin gittiği yoldan gidemez. Ama onu bekleyen ve hayatta tutan maşukunu düşünür ve yeni yollar arar. Azmiyle öğretmenin dikkatini çeker. Arada cüzdanından sevdiğinin resmini çıkarır, özlemle bakar, kavuşacağı günün hayalini kurar. 

Sevenlerin yanında her daim sevdiklerinin bir fotoğrafı olduğu gibi neredeyse hiç bir eşyası ve parası olmayan Bilal'de de güzel kızın yırtık da olsa bir fotoğrafı vardır. 

Çünkü sevdiğinin yüzü insan için önemlidir ve her çizgisini ezbere bilmek kendi kalbinin koordinatlarını belirlemek gibidir. Bu duru sevda öyle samimi ve güçlüdür ki, hem içindekileri hem de dışındakileri dönüştürür, iyileştirir.

Yüzme öğretmeni de bundan nasibini alır. Aşkı, çabayı, sevgiyi, karşılıksız vermeyi hatırlatan bu dostluk onu yıkılan evliliği üzerine yeniden düşündürür. 

Aşkı bilen bir adam, taze bir aşkın soluk alışına şahit olunca daha duyarlı bir insana dönüşür. Zaten aşk, insanı daha iyi biri yapmıyorsa gerçek değildir. 

Daha fazla detay vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmak istemediğimden filmi aşka, insana, sevgiye inanan herkese tavsiye ediyorum.

Bir de filmi izlerken zihnimde hep Haluk Levent'in "En güzel aşk zor olandır" dediği parçanın çaldığını belirtmek isterim.

Hani der ya şarkıda, 

"Haber saldım dört bir yana 
Karanfiller susuz kalmış 
Muhabbete dost aradım 
Bu şehri periler sarmış 

Bitip tükenmez sigaram 
Ciğerim nefessiz kalmış 
Her şey yalan olsa bile 
En güzel aşk zor olanmış 

Söyle bana güzel kadın 
Her şey yerli yerinde mi 
Bırakıp gittiğin gibi 
Deniz mavi gök yeşil mi " 

Evet, en güzel aşk zor olandır. En şanslı insan kalbi aşka uğrayandır. Sonucu ne olursa olsun aşk insanı olduran en güzel kaderdir.

Aşık olabilmeniz, aşık kalabilmeniz dileğiyle iyi seyirler.




MİSAFİR-2017- Andaç Haznedaroğlu


Sinema Günlüğü 53.Film

Bugün İzmir Fransız Kültür Merkezi'nde idim. Amacım, dün başlayan ancak benim yine, yeniden başıma gelen tatsız ve haksız bir takım olaylar nedeniyle ilk gününe katılamadığım film festivalindeki tüm gösterimleri izlemekti. 

İlk filmin çok iyi olduğunu biliyordum ancak ikinci filmden itibaren izleyici olabildim. 

"Kaplumbağalar da Uçar" adlı bu 
filmin başka bir yazının konusu olacağı muhakkak. Gün içinde de bir çok güzel kısa film ve uzun metrajlı yapım izledim. Elbette festivalden sonra bunlara dair de bir şeyler karalamak istiyorum. 

Ama bu gün bahsetmek istediğim film, son gösterimde yer alan Misafir.

Yönetmen Andaç Haznederoğlu'nun üçüncü filmi olan yapım gerçekten çok güzeldi ve bir festival gününü zirvede kapatmak için iyi bir tercihti. Gösterimin heyecanıyla eve gelip sıcağı sıcağına yazmak istedim. 

Filmin konusuna ve künyesine dair detaylı bilgilere de buradan ulaşabilirsiniz.  


Daha önce "Yakından geçen mülteci öyküler" adlı kitapla ilgili olarak yazdığım yazıda mültecilik, göçmenlik, iltica, göç gibi kavramlar üzerinde epey durmuştum. (Merak edenler kitabın adı olan linki tıklayabilir.)

Bu nedenle daha çok filmin bıraktığı duygu üstüne bir kaç kelam etmek istiyorum.  

Gösterimden sonra, filmin senaristi ve yönetmeni olan Andaç Haznedaroğlu'nun söyleşisi vardı. "Film burada bitmedi, başka yerlerde devam ediyor. Sizin için de buradan çıkınca devam edecek" diyerek söze giren yönetmen, amacını Hz.İbrahim'in içine atıldığı ateşe su taşıyan karınca üzerinden izah etti: "Safımız belli olsun, bir kişi için bile farkındalık oluşması kazançtır." 

İltica, göç ve insanları buna zorlayan şartlar misal, savaş, siyasi baskılar, hukuk skandalları, yoksulluk, tabi afetler, insanlıkla yaşıt konular. 

Ama hiç bir dönemde insanlar bu kadar görünür hale gelen acılarla, zulümlerle, haksızlıklarla, savaşlarla karşılaşmadılar. Canlı yayınlarda gerçekleşen bombalamalar, oralardan kaçan mazlumlar, trafikte, parkta, bir yerde otururken karşımıza aniden çıkıp görmezden gelinen yersiz yurtsuz kalmış insanlarla kuşatılmışız ama hala olan biteni yok sayarak yaşamaya devam ediyoruz. 

Bu açıdan film, insanı merkeze alıp, kanıyla canıyla, duygularıyla, kayıpları ile yaşam konforlarının biranda yıkılması ile vatansız kalan, ağır travma halindeyken bir de ötekileştirilmenin acısını yaşayan insanları anlamamız, empati yapmamız için fırsat sunuyor. 

Yönetmen amacının, farkındalık oluşturmak olduğunu, filmin hazırlık aşamalarında mülteci kampında kaldığını, imkanların kısıtlılığı karşısında haftada bir yıkanabilmenin, her öğün karnını doyurabilmenin mutluluk sebebi olduğunu, daha sonra kendi hayatına dönünce kentin temposunda, konfor alanlarımızda yaşarken kendimize mutsuzluklar icat ettiğimizi fark ettiğini anlattı. 

Ve sanırım filmin söylemek istediği cümle benim için "Farket, hisset, dünya için, insanlık için, insan olma, insan kalma adına bir şeyler yap, iyileştir ki iyileşesin"  oldu. İçimde var olan ateşi alevlendiren bu güzel motto filmden bana kalan duygu. Bunun için başta yönetmen olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler.            
Kalabalık bir izleyici topluluğunun yönetmeni soru yağmuruna tutması ve alkışlarla kutlaması da filmin ilk amacını gerçekleştirdiğini, çok da beğenildiğini gösteriyor. 

Bence de, son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerdendi. Türk sineması adına da çok sevindirici. Yönetmenin diğer filmlerini de festival bitince izleyeceğim ama sanırım bu film onlardan farklı. Bağımsız sinema adına yaptığı özel bir çalışma ve bir hikayenin yapması gerekeni, önce yönetmenin sonra da izleyenlerin hayatına yapıyor, onları dönüştürüyor. Jenerik akarken film başladığındaki siz olmuyorsunuz.

Sinematografik açıdan da kaliteli olan film bir çok festivalden ödülle döndüğü gibi Avusturya'da okul gösterimi listesine girmiş. Darısı bizim eğitim sisteminin başına 

Film müzikleri, çekim perspektifleri, çoğu amatör olmasına rağmen oyunculuklar da çok güzel. Ağır travmalar içeren bir konu tıpkı yaşam gibi anlatılabilmiş. Hepimiz gün içinde türlü sıkıntılar yaşarız, zor dönemleri de mizahla atlatmaya çalışırız ya filmde de dramanın yanında tebessüm ettiren sahneler var. Üzerinizde ağır bir hava değil umut ve iyi bir film izlemiş olmanın zevki kalıyor. 

Mültecilerin de bizler gibi bir hayattan geldiği, dünyalarının bir anda yıkıldığı hatırlatılıyor. İnsana insan olduğu için değer vermemiz gerektiği vurgulanıyor.       

Yönetmen Andaç Hanım'ın da dediği gibi "Kavramları birleştirirseniz, insanları ayrıştırırsınız" Suriyeliler, Iraklılar, Türkler diyerek insanları karşı karşıya getirirseniz provake edersiniz. 

Bu gün yapmamız gereken insan ortak paydasında buluşmak, dünyanın hepimize ait olduğunu hatırlayarak elimizdekileri paylaşmak, günlerin insanlar arasında döndürüldüğünü unutmadan empati ile hareket etmek. 

Ve filmin konusu özelinde söylersek zaten ağır ve travmatik bir hali yaşayan, insanın en temel ihtiyacı olan güvenlik, barınma, karnını doyurmak gibi haklardan mahrum kalan bu insanların hayatlarına dokunarak misal çocukların okula gitmelerini sağlayarak ihtiyaçlar piramidinin en tepesindeki kendini gerçekleştirme zirvesine yönelmelerine katkı sunmak gerek. Bu hem bizi hem de onları oldurur. Kin, nefret, ayrışma söylemleri de ruhumuzla beraber insanlığı öldürür.  

Hepimizin misafir olduğumuz bu dünyada misafirlerimizle bereketli zamanlar yaşayalım. Onları kaybetmek yerine kazanalım.  

Bir sonraki yazıda, yine bu gün çok beğendiğim bir kısa filmden uzun uzun bahsedeceğim. "All together" isimli film Nejla Osseriran tarafından çekilmiş.

Bu gün ve yarın da devam edecek festival programına buradan erişebilirsiniz. 

Bu filmi mutlaka izleme listenize alın derim. İyi seyirler.    


 


YENİ HAYAT/BİR ORHAN PAMUK KİTABI

Bu mektup, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanının kahramanı Osman’a yazılmıştır.” 


Sevgili Osman,

Sen “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” dediğinde tıpkı senin gibi bir üniversite öğrencisiydim. Harfleri bitiştirdiğimden beri kitaplarda geziniyor, aradığını arıyordum; hayatın sırrını, aşkın gizini, insan denen meçhulü ruh haritasında kaybolmadan götürecek izleği. Ya da öyle sanıyordum. Bunun popüler romanlarda olmayacağını düşündüğümden de her yerde karşıma çıkan bu çarpıcı cümleye rağmen senin maceranı okumayı uzun bir süre reddettim. Ciddi kitapları devirdim durdum. 

Ama bir zaman sonra, hayatın sillesini yemiş, bu topraklardaki her genç gibi hayallerine erken veda etmiş biri olarak yolumun seninle kesiştiği bir zamanda macerana konuk oldum. Hayatta her şeyin olması gerektiği zaman olduğuna inanırım. Ne daha önce ne sonra. Sana ihtiyacım olduğu an karşıma çıktın ama senin dünyanı okuyunca, sana da, bu büyülü dünyayı kuran o deha adama da keşke bu kadar geç kalmasaydım dediğimi itiraf etmeliyim.

Şimdi böyle bir sabah kalkıp sana mektup yazmak ve cevabını alamayacağımı bilmek ilginç bir deneyim. Ama aslında çok da yabancı olduğum bir şey değil. Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesi bana kağıda döksem de sahiplerine göndermediğim için cevapsız kalan çok mektup yazdırdı. 

Mektuplaşmayı çok severim ben. Bir insana özel yazılmış satırların ona verebileceğim en değerli hediye olduğunu düşünürüm. Uzaktakine, özlediğime, yanımda olup beni dinlemeyene, söylemek istediklerim için erken olduğunu düşündüğüm zamanlarda ya da geç kalmışlık arayı açtığında sevdiklerime mektuplar yazarım. Ha bu arada aynı şekilde cevaplar almayı her insan gibi severim ama bu konuda özellikle son senelerde çok şanslı olduğumu söyleyemem. 

Aslında uzun yıllar mektuplaştığım çok arkadaşım oldu. Karşılıklı haftalık on altı sayfadan aşağı yazmadığımız, posta kutularına her gün bakıp renkli kağıtlar ve zarflarla yüreğimizi değiş tokuş ettiğimiz dostlarımız vardı. Yıllar geçti, arkadaşlıklar ve paylaşımlar şekil değiştirdi. Şimdilerde iki satırlık iletilerle ya da ne bileyim sosyal medyadan yüzeysel bir takipleşmeyle geçiştiriyoruz birbirimizi. Her anını, hemen öğreniyor, gülüşlerden maskeler ardına saklanmış ruhunun ne halde olduğunu düşünmeden, birbirimizin kalplerine temas etmeden ekranı kaydırıp bir başkasının halini gözetliyoruz. 

Kimi zaman da canımız bildiklerimizin bizden kaçışı ile yaralanıyoruz. Galiba insan bir zaman sonra, misal hayallerinden, ideallerinden uzağa düştüğünde en önce onları bilenlerden uzaklaşıyor. Bize kızdıkları için değil de, kendilerine kızılmasını gerektirecek bir şeylere tanık olmamıza katlanamadıkları ya da ne bileyim onlara olmak istedikleri ile oldukları insan arasındaki farkı hatırlattığımız için bizimle daha seyrek görüşmeyi tercih ediyorlar. 

Oysa bu hayat bizim ve kimsenin kimseye hesap sormaya, yargılamaya hakkı yok. Değişmek değişmez bir kural ve bunu biz nasıl tercih ettiysek etrafımız da öyle kabul etmek zorunda. Eskiden bu kaçışlar, birbirimizin hayatlarından sebepsiz çıkışlar ve benzeri konular benim için üzüntü sebebiydi. 
Sonra Didem Madak’ın Ahlar Ağacı’nı okudum ve hayatım değişti. 

Ben de, “Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
               İçim sıkılmasa o kadar
               Tek bir satır bile okumazdım
.” dedim. Okudukça ve yazdıkça huzurumun kaçacağını bilsem, baştan bu yola girmezdim lakin artık dönmek için çok geç deyip kalemi kitabı yoldaş edindim.

 “Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz
.” dediğini duyunca acı acı gülümsedim.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim: 
A
H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka
.” dediğinde susmayı öğrendim.
Hala göndermediğim mektuplar yazıyorum birilerine. En çok sevdiklerimden, en çok kızdıklarıma kadar uzun uzun el yazısı satırlar bırakıyorum ardımda. Eskiden zarflardım, sahibinin adını yazar, bir de zarfı yapıştırırdım. Şimdilerde onu da yapmıyorum. Mektubu bir meçhule yazıyorum. Kim bulur, kim okur önemsemiyorum. Üstüne alınıp yüzüne bir tebessüm yerleştirenin olsun diyorum. Belki hayatını değiştirmez ama “an” denen o kıymete, yani aslında hayatın kendisine ışık olur, umut olur. Yolda kalmışa devam edecek güç verir ve sonrası gelir. Ben de o “an”a temas etmenin güzelliğini içimde duyar gülümseyerek yürürüm yolumda.
Sevgili Osman,
Yüzümde bir tebessüm bırakabilmiş sana, son olarak şunu söylemek isterim, çok arkadaşımdan vefalısın ki, sıkıldıkça satırlarının arasında dolaşıyorum hala.
İyi ki uğradın hayatıma!
24 Ocak 2019
İzmir

yazdikcayazasingelir@gmail.com




DİPSİZ GÖL SÖYLEŞİSİ EDEBİYATHABER'DE

Handan Kılıç: “Bir ülkede kadınların kızların, çocukların, hayvanların güvenliği yokken sadece kadınlar değil kimse mutlu olamaz” Eylül 9, 2...