DAĞLARI DELDİM TEK BAŞIMA
Hayatı en çok benzettiğimiz metafor yolculuktur. İnişli çıkışlı, virajlı, uçurumlu, kimi zaman tek şerit kimi zaman otoban şeklinde önümüzde devam eden bir yola anne babamızın mevkinden giriş yaparız. Bir süre onlarla yolu seyreder, yolculuk kurallarını öğrenir, sonra eğer birey olmayı başarırsak kendimiz yola devam ederiz.
Kendisini geçmesine, daha konforlu yolculuğu olmasına sadece evladında tahammül edebilen insanoğlu aslında içinde bir sürü kötü duygu ve düşünceyi de barındıran bir varlıktır. O nedenle dışarıdaki yolculuğuna paralel bir iç yolculuk sürdürmezse çelişkilerle dolu seçimler yapar.
Kendinden kendini doğurmak hem de beraberinde yolda olmak kolay değildir. Bambaşka beceriler geliştirmek gerekir. İyi ile kötü, doğru ile yanlış sürekli yer değiştirir. Kavramlar da hayat kadar dinamiktir. Zaman, zemin, hava şartları başkalaşır, iklimler bozulur, yol arkadaşları yolda bırakır. İnsan yol boyu benim başıma gelmez diye düşündüğü her şeyle karşılaşır. Kabil'in Habil'i öldürdüğü yerdir burası: Dünya. Deni kökünden gelir, aşağılık yer de denebilir. İnsan bu gezegene indirilmiş, asıl yurduna özlem duyan, bu aşağılık yerde bulunmadığı halde eksiğini arayan, burada olmadığını düşe kalka öğrenirken bazen yolda olmak zevkini kaybeden bir varlıktır.
Ama yine de kendini bile kaybettirse yeni yollar deneyerek içindeki o boşluğu doldurma umuduyla geçer ömrü. Saptığı her yan yolda başka alternatifle karşılaşıp heyecan yaşar. Yeni bir insan, yeni bir uğraş bir süre tamamlanma hissi verir. Ama zamanla hepsi anlamsızlaşır. Böylece bir sürü kötü anısı olur. Başarısızlık hikayeleri üst üste yığılır. Yalnızlık Allah'a mahsus olduğundan yine karışır insan içine. Yeni dostlar, yeni kazıklar, yeni aşklar yeni hatalar demektir. Bir ve beraber olunca içindeki o eksik, yüreğindeki gedik kapanacak zannı insanı sürekli aynı delikten ısırılan bir aptala çevirir. Kısa süre sonra aldığı zehirle kıvranır yerde.
Aslında yolda karşılaştığı, parçası sandığı insanlar da eksiktir, yaralıdır. Onlar da tamamlanmak için yollardadır. Onlar da yıkıktır. Ama işte, zaman baş döndürücü hızda akar, trafik vardır, yolda durulmaz, ya emniyet şeridine çeker aracı ya da dinlenme tesisine. Orada bir süre muhasebesini yapar ve güç bulursa devam eder yoluna.
Herkesin "Yıkılmadım ayaktayım!" deme şekli başkadır ama son tahlilde, çevresinde ne kadar insan olursa olsun hayat yolunda herkes kendi başınadır.
Özlem Tekin'in gibi haykırmak da hayata bir sıfır yenik başlayan kadınlar için motto olur çoğu zaman
"Dağları deldim tek başıma / Erleri yendim kız başıma/ Sende yıkılmam" diye mırıldanıp yürür kadınlar, yolda...
Rise of Empires: Ottoman Netflix'te İstanbul'un fethi

SİNEMA GÜNLÜĞÜ 89.FİLM
-Spoiler içerir -
Rise of Empires: Ottoman, 24 Ocak 2020 tarihinde altı bölümlük tek sezonun yayınlandığı, yönetmen koltuğuna Emre Şahin'in oturduğu, senaryosu Celal Şengör ve Emrah Safa Gürkan danışmanlığında; Kelly McPherson tarafından kaleme alınan, tarih ve kurgu türündeki Netflix'in Türk orijinal belgesel dizisini seyrettim.
İlk iki bölümünde bize anlatılan tarihe göre biraz duygusal yaklaştığımdan belki de manevi yönünü zayıf buldum. Fatih çok gergin bir tip olarak çizilmiş. Fevri, inatçı, ergen bir adamın bu kadar başarılı bir yönetici olması, Fatih olması mümkün değildir. Fethi mukaddes görmesinden dolayı uzun yıllar daha çocukluktan beri fetih için kafa yordu. Bir de Osmanlı'da şehzadeler sancaklara gönderilirken her zaman anneleri de çocuklarının başında idi. Bu dizide ciddi bir hata.
Bunun haricinde onun deha düzeyinde zeki olduğu, manevi yönünün de gösterildiği sonraki dört bölümü tek oturuşta izleyince beğendim.
Gelelim oyunculuklara:

Bir strateji dehası olan Fatih'i oynayan Cem Yiğit Üzümoğlu çok başarılıydı. Henüz 26 yaşında olan oyuncu bu ağır rolün altından kolayca kalkmış.
Ve Birkan Sokullu. Dizide Konstantin’in gizli silahı olan Cenevizli paralı asker Giovanni Giustiniani Longo rolünde olan oyuncu, gösterişli yiğit bir adam ve surlu şehirleri savunma konusunda tanınmış bir uzman. Oyunculukta başarısı kadar yakışıklılığı ile de göz dolduruyordu tabi ki.
Selim Bayraktar da Muhteşem Yüzyılda Harem ağası Sümbül Ağa iken burada köklü bir aileden gelen güçlü bir paşayı, Çandarlı Halil Paşa'yı müthiş canlandırmış.
Tuba Büyüküstün de her zamanki güzelliği ve zarafetiyle rolünün hakkını vermişti. Tarihte yeri bu kadar önemli değilse de dizide epey öne çıkarılmış. Belki de erkek egemen bir yapıyı biraz daha görsel, izlenebilir hale getirmek amacıyla senaryo böyle hazırlandı. Ama tarihi gerçeklerde manevi desteği veren sırp üvey annesi değil Akşemsettin idi. Bu karakterin olmaması dizinin en büyük eksiği.
Gelelim dizideki gerçeklere, yapılan eleştirilere...Bunu da bir tarihçiden dinlemek gerek. Bu nedenle buraya Talha Uğurluel'in soruları cevapladığı video linkini bırakıyorum.
Kostümler, dekor açısından son derece başarılı çalışıldığını söyleyen tarihçi senaryoda hatalar olduğundan bahsediyor.
Fatihin annesinin belli olmadığı, annesinden ayrıldığı, dövüldüğü sahnelerin mümkün olmadığını anlatıyor.
Daha detaylı şekilde dönemi merak edenler yukarıdaki linkten dinleyebilir.
İkinci bölümü ise buradan izlenebilir.
İkinci bölümü ise buradan izlenebilir.
Daha iyisi nasıl mümkün diyerek böyle tarihi yapımların artmasını, içerik bakımından daha doğru senaryolarla çalışılmasını dileyelim, Netflix 'e teşekkür edelim.
YÜZÜN ÇİÇEKLERİN EN GÜZELİDİR
Yüzümüz, bizim en ayırt edici yanımız olmalı ki, resmi ve özel yazışmalarda, profillerde onu gösteren fotoğraflar kullanırız. "İnsan insana benzer" deseler de, her insanın yüzünde ayrı bir sanat olduğundan ikizleri bile tanıyıp simalarına aşina oldukça farkları sezeriz. Sanki Allah, her yüze diğerinden ayrı bir suret vererek sanatını göstermek istemiş, milyarlarca insana farklı göz bebekleri çizerek sonsuz sayıda olasılığı göstermiştir. Bu yüzden her yüz özeldir. İlgiyi hak eder.
Zamanla insanın içi de yüzüne yansır. Bebek yüzlü katiller de gelmiştir bu dünyaya ama dikkatle bakıldığında onların yüzünde de insanı tedirgin eden bir hal sezilir. Yaşlansa da iyi insanların yüzüne başka bir güzellik oturur, bakana huzur verir.
Bizi bizimle karşılaştıran aynalarda da gördüğümüz yüzümüzdür. Cesaret edersek göz denen pencereden girip kendimize, içimize de yüzümüzden bakarız.
Mutlu isek yüzümüzden bellidir, üzgün isek yüzümüzden düşen bin parçadır.
Uzaklara daldıysa gözlerimiz, bir yüzü özlediğimizdendir. "Özlemek ne uzun mesafe" demişler ama biz aslında yüzlerin hikayelerini özleriz. Çünkü hepimiz hayatı anlamlandırma çabasındayız. Anlam hikayede, hikaye yüzdedir. Kelimelerinizi gizleyebilirsiniz ama yüzünüz hepsini fısıldar karşınızdakine.
Derler ki, güzelliğin de yüzde sekseni yüzdedir. Hatta argoda hepimizin bildiği kese kağıtlık diye bir ifade bile vardır ki, yüzün önemini bir kez daha ispatlar.
Yüz üzerine deyimler, atasözleri söylenmiş, "Yüz"den türeyen kelimelerle diller anlam kazanmıştır. Yüzsüz, iki yüzlü, nur yüzlü, temiz yüzlü, şeytan yüzlü diyerek kısa yoldan anlatırız hissimizi.
Yüz üzerine filmler de çekilmiştir. Yüz/Mug adlı yapımı şurada yazmıştım, ilgilenenler bakabilir. Gerçekten yüzün ne kadar önemli olduğunu çok güzel anlatan bir filmdir.
Bir de Orhan Pamuk'un, kitabından kendisinin senaryolaştırdığı, Ömer Kavur tarafından çekilen Gizli Yüz filmini yazmıştım ki, o da bilmediğinin peşinde yani bir hayalin, gölgenin aşkına düşen genç bir adamı anlatıyordu. İzlemeyenlere önerilir. Yazıyı okumak için tıklayabilirsiniz.
Üşenenler için de o yazıdan şöyle bir alıntı yapayım:
"Gizemli kahramanına "Bir yüzü diğerinden ayıran nedir? Bir hikaye! Anlamlı bir yüzün hep hikaye anlattığını söylerdi babam." dedirten yazar bir başka kahramana da, "Bir yüze bakarsın, hayale kapılırsın. Ama göz açıp kapayıncaya kadar hayal kaybolur. Hayal artık aklında ama doğru mu? Her zaman yanında olmalı, aklında değil... Yoksa yanarsın" diye söyletiyor.
Oysa herkesin takılı kaldığı bir "an"ı, anı vardır. Ruhunun gizli çarklarında ezildiği, bozulduğu, hayatın durduğu, bir zaman sonra yeniden çalışmaya başladığı onu ölümüne taşıyan bir saati elbette vardır. Sesi kesilmiş de olsa, rakamlara hapsetse de bize gerçekleri de, hayali de hala saatler ve yüzler hatırlatır.
Film "Bir zamanlar bir ülkede bir hırsız yaşarmış, hayal hırsızı. Rüyalara girer, beğendiklerini çalarmış. İnsanlar uyanır ama artık anılarını hatırlatacak nesneler çalındığından rüyalarını bir türlü hatırlamazmış." derken bizi de bir hayal aleminin kapısının önünde bırakıyor ve bundan sonrasını yalnız yürüyeceksin diye salık veriyor."
Yüz, hikayesi olan bir ayna olunca üzerine çok sayıda şarkı da yazılmıştır. İlk aklıma gelenleri buraya ekleyeyim de konuya dair güzel bir potpori olsun, isteyen üzerine tıklayıp şarkıyı dinlesin:
Emre Aydın "Ama sen beni unutamazsın, anımsarsın aniden/ Bir adam bir akşam, misal bana benzeyen/Tutar geçer tam önünden" demiş.
Yaşar, "Dün birini gördüm yolda/ Gözler aynı sen" demiş. "Batıyor ama acıtmıyor senin sevdan" diye eklemiş. Rüyasında görmüş yüzü "Hayırdır İnşallah" diye şarkılar söylemiş.
Yüksek sadakat "Bak benden arta kalan biraz kül, biraz duman" demiş, kaybettiği yüzü anımsamış. Model, "Bakması ne zormuş o güzel yüzüne/toplamış yine bütün güneşi üstüne" diye yürek dağlamış şarkısında.
Aşık Veysel, "Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa" diyerek yüz güzelliğinden geçip yüzdeki hikayeyi anlamlandıranın aşkı olduğunu haykırmış. "Her topalın bir kör alıcısı olur" diye sözler icad eden atalar, kendini günün güzellik ölçütlerinin dışında hissedenlerin yüreğine su serpmiş.
Sezen Aksu'nun seslendirdiği Çocuklar gibi' adlı şiirde Sabahattin Ali "Yüzün çiçeklerin en güzelidir" demiş.
Nazım Hikmet Hasret adlı şiirinde "Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli" demiş, Ahmet Kaya "Aynı daldaydık, aynı daldan düştük ayrıldık" diye seslendirmiş bu şiiri.
Hasıl-ı kelam, insan var olduğu sürece "Yüz" şarkıların, şiirlerin, aşkların doğrudan muhatabı olmayı sürdürecek. Unutulmayan, hikayesi olsa da, hatırlanan hep yüz olacak.
Sözü Hande Mehan ile bitirelim "Ben seni unutmam/ Sen beni güzel hatırla"
Geçtiğimiz yerlerde güzel hatırlanmak dileğiyle... Güzel görenlerimiz, güzel sevenlerimiz, yüzümüzü diğer tüm yüzlere tercih edenlerimiz olsun bu hayatta.
ADALET... SUÇ VE CEZA
İlginç zamanlardan geçiyoruz.
Tekrar tekrar kitaplığımdan çıkarıp karıştırdığım bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum bu gece. Her yaşta bir daha okunası.
Bir başyapıt olan Suç ve Ceza şöyle biter:
"O günün akşamı zindanın kapıları üzerine kapanınca
Raskalnikov ranzasına uzandı ve Sonya’yı düşündü...
Onu nasıl sürekli üzdüğünü ona acı verdiğini hatırladı. ...
Hem geçmişe gömülü bütün bu acılar da ne demekti işlediği cinayet, mahkumiyeti, sürgüne gönderilişi, her şey, her şey onun şu ilk coşkunluk anında kendisi ile hiçbir ilgisi olmayan kendisinin dışında ve ötesinde tuhaf gerçekler gibi görünüyordu. Aslında bu akşam hiçbir şey üzerinde durup uzun uzun düşünecek zihnini belli bir noktada yoğunlaştıracak halde değildi. Şu anda bilinçli olarak herhangi bir şeyi çözebilmesi de olanaksızdı; Şu anda o yalnızca hissediyordu, yalnızca duygular vardı onun için, diyalektiğin yerini hayatın kendisi almıştı. Öyleyse bilinç düzeyinde de bambaşka şeyler tercih edilmesi gerekti.
Yastığının altında bir İncil vardı kendisi de farkında olmadan eli kitaba uzandı. Sonya'nındı bu İncil. Lazar'ın dirilişini (Lazar’ı iyileştirme süreci, şifa istendiği anda başladı!)
Sonya bu kitaptan okumuştu.
Ona kürek hayatının ilk günlerinde Sonya’nın kendisini durmadan Tanrı’dan dinden söz edeceğini onu incil okumaya zorlayacağını sanmıştı ama şaşılacak şey Sonya ona bir kez olsun bunlardan söz etmediği gibi İncil okumasını da istememişti. Geçenlerde hastalanmazdan hemen önce kendisi istemişti Sonya'dan bu incili. Sonya da hiçbir şey söylemeden getirip vermişti. Şu ana kadar açıp bakmamıştı bile kitaba. Şu an da açıp bakmadı ama birden şimşek gibi bir şey geçti kafasından; artık onun inançları benim de ilaçlarım olamaz mı, hiç değilse onun duyguları hevesleri gönül akışları...
O günü Sonya da heyecan içinde geçirdi hatta gece yeniden hastalandı ama öylesine mutluydu ki neredeyse korkuyordu mutluluğundan.
Yedi yıl, yalnızca yedi yıl mutluluklarının ilk anında her ikisine de bu yedi yıl bazen yedi gün gibi geliyordu hatta Raskalnikov bu yeni hayatını kendisine karşılıksız verilmediğini buna gelecekte kendisini bekleyen büyük özveriler karşılığı çok pahalıya sahip olabileceğini de bilmiyordu ama burada yeni bir öykü başlıyor bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin yeni bir hayat bulmasının bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü.
Ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor"
Ülkede gün geçmiyor ki ilginç deneyimler yaşanmasın
Ülke kocaman bir olay yeri:(((
Söz biteli çok oldu artık hastag ler konuşuyor. Önemli olaylarda
hemen bunları sulandıran etiketler de zirveye taşınıyor ama bu gün
başlıklardan bazıları şöyle:
#hergünşehit
#kadirşeker
#kadiriçinadalet
#özgecanaslan
#kadıncinayetleri
#adaletistiyoruz
Sussan olmuyor susmasan olmaz demiş şair ama elimizden bir şey gelmiyor.
Her gün başka bir acı düşüyor bu topraklara.
Kimse üzerine düşünmüyor.
Herkes kendini haklı görüyor, karşısındakini dinlemiyor.
Dünyanın manyetik alanı değişiyor, kutuplar kayıyor ama kutuplaşmalar bitmiyor.
1866 yılında basılan SUÇ VE CEZA'dan paylaştığım yan taraftaki sayfada da bunlar anlatılmış.
Demek ki insan olması beklenerek dünyaya bırakılan bu mahluk hep aynıymış. İnsan adını alabilmesi için de epey yollardan geçmesi gerekiyormuş. Ne diyelim, yol uzun ve engebeli, varış noktasına kadar yol kesicilerle çevrili...
Yolda olduğunu unutmayanlara, ilginç deneyimlerini, ilginç bakış açılarını kolaylıkla atlatanlara selam olsun. İlla ki yolun sonu vardır.
Yolda herkes yalnız, yolun sonunda herkes yorgun. Ama sonuçtan mutlu ya da mutsuz olmayı şimdiki kararları ile kendisi seçiyor insan.... Bu da unutulmamalı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Handan Kılıç Substack Platformunda
Merhaba, Yılların blogcusu olarak ben de substack platformunda yerimi aldım. Her mecranın okuru başka ama Blogger, Medıum ve Substack p...
-
Ülkü Tamer şiirinde “ Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen ” diyor ya, düşündüm de ben hiç kuş vurmadım, yuvasını bile bozmaya korkarım...
-
" Bazen ama bir insanla bir şey olur" der şair. Ne sır dolu bir mısradır. "BİR ŞEY" Her şey olabilir bu ya da hiç b...
-
Hayat güzel anılar biriktirdiğimiz bir yolculuk. Bu blog da benim arşivim. Sosyal medya platformları ve handankılıc.com adresi emaneten biz...