"Hayat sende durmam diyor"

 "Hayat sende durmam

diyor, her nefeste son geliyor." 

Ne kadar doğru bir cümle! 

Duyunca yine seni hatırladım. 

Kırılgandım, hayır güçlüsün dedin. 

Dayanamıyorum dedim, sen en dayanıklısısın dedin. 

Sende tanıdım ben, yoklukta varlığı görmeyi. 

Ah be yalancıların vicdanlarına kaldın şimdi. 

Sahtekarların adaleti ile tartıyorlar seni, beni. 

Kendi ellerinle büyüttüklerin bile adalete perde. 

Sen yine de bir mucize gibi ayaktasın. 

Yaşadıklarını seyretmek beni yatağa düşürüyor bazen. 

Kimler geldi kimler geçti kimler yitirildi daha kim bilir neler yaşanacak? 

Çünkü hayattayız, yaşamak böyle bir şey, belanın içinden mucizelerle geçmek. 

Muhteşem sandıklarının belanın diğer adı olduğunu, karanlık benliklerinin tünelinden çıkınca keşfetmek. 

"Kimse kimsenin her şeyi olamazmış" en güzel yazın olmuş demiştin. 

Ondan önce ve sonra binlerce satır yazdım okumadığın, okuyamayacağın. 

Her şey olmaya gerek yok ama çok şey olabilir insan, insana. 

İçim nasıl yaralı, senin canına batan camların kırıklarıyla. 

Vicdansızların elinden ne zaman kurtulacaksın bilmiyorum.

Seni çok özlüyorum. 

Senin gibi üç tane insan tanısaydım muhteşem bir hayatım olurdu. 

Sen sevinciyle sevinirdin insanın. 

Severdin ve söylerdin. 

Hiç fesatlığını görmedim. 

Sen ki cennetliktin, belki ondan bunca çektiğin. 

Hep daha iyi olsunlar diye uğraştığın insanlar seni görmezden geliyor şimdi. 

Görmesinler, dökülsün hepsi üzerinden ki, hafifle. 

Geleceğin günü bekliyorum özlemle.

Handan Kılıç

1 Temmuz 2021

İzmir

Renk Kartelası

 


"Günlerin de renkleri vardır varmış” (Ece Ayhan) o gün öğrendim:

Kıpkırmızı bir gündü; vedalar, karşılaşmalar, kayboluşlar ve kıyıda kalışlara yenilerinin eklenmesi. Yine bir sabah sıfıra sıfırı tükettik dedi karşısındaki adama bakarak. Anılar gölgeli bir bulut gibi üzerlerinde dururken herkes susmuştu.

İçimizde hala denizi izleyen tek adam oydu.” Sakince gülümsüyor, kelimelerde ketum davranıyordu her zamanki gibi. Bir daha dönmemek üzere giderken daha çok konuşmasını istemiştik oysa…

Son yirmi beş yılı beraber yaşadığımız şehirlerden geçerken, daha çok kelime duymak hakkımız diye düşündüğümden sık sık yeni bir şey söylüyor sohbetin akması için gayret sarf ediyordum ama orada kalmıştı herkes, o cümlede: “Gidiyorum.”

Boşa kürek çektiğimi anlayınca ben de sustum. Şaklabanlığa gerek yoktu, üzülecek bir şey de değildi. Hayallerime geç kalmıştım ama çocuklar için daha iyisi hala mümkündü diye sordum cevabı hayata geçirdim demişti.

Gençtik, geçtik beraberce günlerin gecelerin içinden, çarptığımız kayalar da oldu, üzerine çıkıp dinlendiğimiz, akışı sadece seyredebildiğimiz zamanlar da… Hepsi geçti gitti işte.

Nehir akardı, yol gider, insanlar değişir, bir zamanı beraber geçirir, sonra akış hızına göre herkes yeni bir yol belirlerdi “Biz” yolda değişirdi bunu o gün anladım.

O kahverengi gözlerini denize dikmiş uzaklara bakıp gülümserken benim için kıpkırmızı o günün onun için mavi olduğunu fark ettim; umuttu işte ve elbet her şey unutulurdu.

Mahir için de gün sarıydı, ayrılık koyardı, ama o her zaman her derdi bir kenara bırakmasını bilirdi, sadece ben hep kırmızıda dururdum.

O gün ben de arkadaşlarıma baktım, mavi ve sarı, gülümsedim. Kırmızıyı bırakmanın vaktiydi. Bir miktar karıştırdım: Yeşil, günün, hayatın rengi yeşil olsun madem dedim.

Olduğu gibi güzeldi her renk ama yeşil başkaydı, hep istediğim filizlenmiş yeşil dallardan tacı başıma takmaktı. O gün anladım yeşil takı da ben yapabilirdim, tacı da. Ayrılığa da takabilirdim, geceye, gündüze, geleceğe de.

Hatta geçmişe bile yayılırdı, yemyeşil ovalardan geçerek gelmemiş miydik o kırmızı güne. Ve yine yolumuz derin vadilerden kıvrılıp yemyeşil dağlar arasında ilerleyen trendeki huzurlu yolculukmuşçasına devam edebilirdi. Hayat bir perspektiften ibaretti.

Pekalâ bir gün ben de giden olmak neydi, yaşayabilirdim. Hem kalmakla kalınmaz, gitmekle varılmazdı. “Her şey yolunda gitseydi trenden iner inmez tanımadığım bir adam tarafından karşılanacaktım” demişti Calvino, elbette her şey her zaman yolunda gitmezdi. Ama yol illa giderdi. Sonrası meçhul. O yolda, “Biz” mi olacağız, kendimiz mi kalacağız bilinmezdi. Günün rengi her zaman keyfe göre seçilmezdi lakin kartela genişti. Alternatifleri bulmak, hayatımızı yepyeni bir renkle şenlendirmek bizim işimizdi.

Handan Kılıç

1 Haziran 2021/İzmir

#handankılıc

Olduğu Gibi


 “Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım, kader beni hiç seçmedi ama görmemem lazım


Belki birden bire yeniden başlamam gerek” diyor ya Sertap Erener, Çok yıllardır iyi geçmiyor günlerim/iz. 


Her düşüşten sonra yeniden ayağa kalkarken mırıldanıyorum bu şarkıyı.  


Küçük adımlarla ilerleyeceğim belki ama geriye dönüşleri azaltıyorum diyorum. Araba dikiz aynasına bakılarak kullanılamaz değil mi ama dikiz aynasız araba da olmaz. Hatta arkasına önüne yanına bakarak hareket eder insan. 


Sürekli arkaya bakarak hep duvara tosluyordum ama artık “Olduğu gibi” adlı bir tablom var! 


Her mandala bir tablodur değil mi? 


Gördüm, söyledim. Kah görmezden gelindim kah işitildim. Yarı yoldan  döndüm. Baştan başladım.

Ateşten geçtim, yandım, küllerimden yeniden doğdum, doğruldum. Yemyeşil bir taç yapıp kendi başıma kondurdum. 


Arkama bakmaktan tutulan boynuma bir kaç hareketle esneklik kazandırıp belkilerden taşlar döşedim, şimdinin içine, benim bahçeme, kalbime. 


Hayat suyumu hoyratça kullananlardan kurtarıp kendime tahsise niyetle… 


Bengisu, yaşam boyu akar içimizden. Mineralleri zengindir, beslenir yüreğimizden. Yol boyu yeter israf etmezsen. Kimi zaman gölgesinde dinlendiğimiz ağaçlar kimi zaman başımızı çarptığımız taşlar gibidir insanlar günler geceler durmaz akarken. 


Olduğu gibi güzeldir yol, pes etmeden ilerlerken. 


#handankılıc #mandala #oldugugibi


1/6/2021 

İzmir

Birden Geldin Yanıma


 Kalabalıktan sıyrılıp üzerimdeki tesirlerini silkeledikten sonra sığındım sana.


Yeşil gözlerindeki masumiyet, küçük bedeninin içinde atan kalbini hissettiğim o ilk an, daha da derinleşmişti. 


İçimden “Bırakma beni” dedim, küçük patilerinden öperken. 


Sarıldım sıkıca, yerleştin boynuma, o en mahrem alanıma, hayatıma. 


Sütünü ellerimle içirdim, annenin gittiği günden sonra seni evlat belledim.


Kimsenin kapımı çalmadığı günlerde pencerenin kenarına geçip beraberce izliyoruz ya dünyayı; herkese meydan okuyacak cesareti buluyorum seninle. 


Beraber kaç kaplan gücündeyiz görsene. 


Eskiden çalmayan telefondan kapıya, cevapsız aramaya dönmeyen kaygısızdan iki satır mektupla hatır sormayan vefasızlara içerlerdim. Beklettiğin kadar bekleyesin, istediğin cevapları alamayasın diye ilenirdim. 


Sonra sen geldin, herkesi sildin; sevdim, sevildim. 


Cevaplarımı aldım hayattan, soru kağıdımı iade ettim. 


#handankılıc 


29/06/2021 

İzmir

Beni Güzel Hatırla

 

"Kim nasıl hatırlarsa hatırlasın önemli değil ama sen beni güzel hatırla" diye sesleniyorsan birine, herkesten öne çıkmıştır. Birisi değildir artık, her şeyindir. Ama beklersin, seneler geçer ve nefesler biterken kara gecelerde seni duymamış, uzaklardan sessizce seyretmiş, özlemiş olsa bile bir selamı esirgemişse geçip gitmiş demektir. 

Ve o bitişle şarkılar, şiirler de eksilir günden geceden. Zamanla anlar insan, geçmiş denen kıymetini yitirmiş bir keşkeler yumağıdır. Ancak ahlarla vahlarla hatırlanır. Anılar ilmek olur boğazına dolanır da pişmanlıklar etrafa saçılır. Seçimler tartışılır. Hayat sanıp aldandığına da, hayatsız bırakanlara da kallavi küfürler, yakıcı beddualar sallanır. 

Zaman ilaç derler de hangi uzak eli getirmiş söylemezler. Zaman ancak gölgemizi etkiler, uzatır kısaltır, gün gelir gölgesize döner insan. Yoktur artık, yok kadın, yok erkeklerle yok bir dünyada yaşanır.

Yeşermeye başlayan kırlara tane tane saçılmış narin çiçekleri görünce “Papatya gibisin, beyaz ve ince, eziliyor ruhum seni görünce” şarkısının kulağına fısıldandığı zamana uzandı.  Sonra kendi yakasından tutup sarstı, "Yeter artık Kerime, sok şunu kafana, o hayal artık çok uzakta, bak yoksa yetmişinde bile dövüneceksin merdivensiz kuyularda" dedi. 

“Tamam, tamam” diyerek ellerinden sıyrıldı aklının ve yerde bir başınalığından memnun onu selamlayan papatyaya gülümsedi. Koparmaya kıyamadı, dil dökmeye başladı:

 Yaşadım, baharlar, yazlar, güzler, bitmek bilmeyen kışlar gördüm ama işte hepsi geride kaldı, dağlarına bahar geldi memleketimin. Ve şimdi burada yemyeşil bayırda, masmavi gök altında yaşıyorum hala, bir papatya kadar dirençli, zarafetli  yepyeni maceralara niyetli. 

Mevsimimin geçeceğinin farkında ve içimdeki gölgenin aydınlıkla dansını izlerken yaşamdan hala umutlu. İçimdeki papatyanın yapraklarını koparmayı bırakmış ve son cümle gözünden düşen damlayla toprağa karışmış bir insan olarak haykırıyorum sana, “Merak etme ben düşmem, bakma, dönme, bırak beni böyle..."

Handan Kılıç

28 Nisan 2021 /İzmir




 


SARI BETON yayınlandı

 



Bu yazı ilk kez Medıum.com adresinde yayınlandı.

Medıum'da yayın yapan Türkçe Yayın sayfasında da yayınlandı.

Podcast olarak dinlemek için Seslenen Yazılar başlığında çeşitli platformlardaki bağlantıları tıklayabilirsiniz.



 

SARI BETON

Koşa koşa gelmiştim sana.

Korkuyordum o vakitler.

Zifiri karanlıkta bile beni her yerde takip eden o karaltıydı kaçtığım.

Hızlı adımlarla tırmandığım merdivenlerin sonunda, senin yanında sanki kurtuluş bulacaktım: Işıltılı bir salon, balonlar, alkışlar adeta sürprizler saklıydı kelimelerinin ardında. Bitki örtün tanıdıktı. Sözler alışılmış olsa da sanki bir şövalyenin ruhundan akardı.

Bir gün dibe vuracağımız hiç gelmezdi aklıma. Herkese her şey olabilirdi. “Hayat işte” der geçilirdi ama biz aştığımız çöllerden sonra kendi vahamızı kurmuştuk. İki iken bir olmuştuk. Birden nasıl koptuk?

Önce bir afalladım, yarım kaldım sandım.

Bir zaman sonra kalktım ayağa, önce evi toparladım. Perdeleri açtım, gönlümü havalandırdım. Her şey değişmişti, o vakit anladım. Bu eve taşınırken yeşil alan diye gösterip önü açık, manzarası güzel demişlerdi ya, bizi kazıklamışlar yine. O büyük yere şimdi yeni bir gökdelen dikiliyor. Planlar değişmiş, belediye meclisinden oybirliği ile geçmiş. Alt komşunun babası belediyedeymiş. Torun torba hepsi temelden girmiş. İlana çıkmadan bitmiş kutucuklar. Fiyatı beş misline fırlamış şimdiden. Mutluydu, önü açık dedi, gülümsedim. Her yeri açık, havadar, komşuların hep tanıdık olacak, çok manidar. O, büyükşehirde yakın olmalı akrabalar, annem babam yaşlandı, iyi oldu böyle toparlanmalar derken uzaklara baktım. Dağılmıştık biz ne ev kalmıştı ne huzur. Hani dağ dağ üstüne olur ev ev üstüne olmazdı? Hani yuva yıkanın yuvası kalmazdı. Herkes her yerde yuvalandı. Bize düşen neden ayrılıktı?

Hızla ilerleyen binayı seyrettim epey zaman. Başka şansım da yoktu, burnumun dibinde koca bir karaltı gibi bulutlara uzanıyordu. Sanki üst üste yapıştırılan betonlarla, içine insanların hapsedileceği kibrit kutuları diziliyordu. Kalbin kadar sert, burnun gibi dik, çıktığın enkazlardan sıyrıldığın güçte depreme dayanıklı bu bina her baktığımda daire adlı hücreleriyle zerrelerine kadar hapsolduğun egonu hatırlatacaktı artık bana. Sarı bir beton, sert, çirkin, kurak. Onların manzarası yarısı kotta, alçak bir sürü bina, galiba hepsi kaçak. Yalnızlıksa varabildiğimiz son durak.

Yüreğim o yeşil alan kadar bahtsız, bitki örtüm savunmasızdı uzun zaman… Üzerindeki ağaçlardan, kuşlara börtü böcekten kaplumbağa her varlık terk etmişti diyarı. Hüznümü kucaklayan yine kapkara topraktı. Baktıkça nefessiz bıraktı. Üzerine papatyalar çizilmiş yeşil boyalı çöp kutularına akşam üzerleri domuzlar, geceleri ayılar dadandı. Burası onlarındı. Timur’un fillerini saklayacağı kadar yeşildi bir zaman, sittin sene önce, ormandı. Artık sit falan da kalmadı, her yerden beton fışkırdı.

Neyse ki gökyüzü vardı. Şairler göğe bakmaya çağırırdı. O gün yine ağlarken bir de baktım güneş açtı. Yağmurlardan sonra gelir ebemkuşağı, rengarenk süsler hayatımı diye umutlandım. Boşunaydı ne ebem kalmıştı yanımda ne sen, herkesin okuduğu tek şey canımdı.   

Bundandır sevincimin kursağımda kalışı. Rüzgâr ne yapıp etti o kara bulutları yığıp gitti. Şehrin üstü karanlıktı, sensizlik derin bir kuyuda merdivensiz kalmaktı. Allah’tan kuyuları kapatmıştım yazdan. Merdivenler sadece erik ağacına dayanacaktı. Ama yeşil erik sevmediğim için oracıkta dekor olarak kaldı. Ne gönlümü göğe taşıdı ne de ayaklarımı, yeşile, meyveye, sevgiye.  

Sonra yağmur başladı. Ağaç altında durulmazdı. Merdiven basamakları ıslaktı, koşa koşa çıkılmazdı. Koşup vardıklarım bana hep tuzaktı. Ne kadar geç anladım, kalbin bana çok uzaktı.

Karadan kaçtım önce, çölden, kurumuş topraktan, senden uzaklara, denizin kıyısına.

Nasıl da mutluydum yolda; masmavi gök yoksa deniz vardı. Gözlerin uzaksa ufuk oracıktaydı.

Varacağım yerde umut kollarını açıp beni saracaktı. Kıyısına gelince, “Ama ama bu olamaz” diye haykırdım. Göğe yükseldi çığlıklarım. Beyaz kanatlarını kıyıda, taşlar üzerinde dinlendiren martı ile bakıştık, hüzünle ağlaştık. Şaşırmadım aslında denizin de bittiğine. Herkes giderdi, her şey biterdi. Adına hayat denir, kalanlar yola devam ederdi.

Mevsimler de denizler de kuşlar, köpekler de bizim bu deli halimize uymuş diye mırıldandım. Sarı bir beton atılmıştı kıyıya, dona kaldım.

Çöl, kurak topraklar, ölümler, patlamalar, kırgınlıklar, can parçaları geride kalmamış mıydı?

Üç tarafımız denizlerle çevriliydi eskiden, biz bizken, aşıkken.

Sırtımızda bıçaklar, yalnızlıklar, kuyular, gözyaşları, ağıtlar, ahlar yokken. Yağmurlar asit olup yağmazdan önce, kayıplara karışan insanların kemikleri için endişeyle beklemezken. Dedelerimizin, üç gün yatak, dördüncü gün toprak taleplerine sıkışmış beklentisizliğimizin dahi nasipten geçtiğini bilmezken.  

Üç tarafımız maviydi biz kendi kendimize yeterken. Sen her gece örterdin üstümü, ben elimde kitap, kanepede uyuyakalmışken. Yağmurlar Nisan’da yağardı, bahar topraktan fışkırırken. Şubatlar hem üşütür hem ısıtırdı, kışı kışta yazı yaz da yaşarken.

Biz bize yeterdik bu toprakta, geleceği beklerken.

İnsanı hep sıkıntıydı. Acı, hiç iyileşemeyen yaşlı bir kadının ağrıları gibi oradan oraya dolanırdı. Bir yerine yarayan ilaç bir başka yerini sancıyla kıvrandırırdı. Hastalıklar yaygın, bulaştıranlar serbest, taşlar, hastalar ve doktorlar hep bağlıydı. Ahları yüreğinde, ilenmeleri dilinde kadınlar coğrafyasıydı burası. Analarla doluyken ne zaman ki vicdanlarının üzerine yatıp sesini boğdular içlerinde, can da çekildi bereket de. Her gün yok yere sevdiklerinin elinde can verirken kadınlar, çocuklar sesleri göğe yükselmekte. Kulaklık çıktı mertlik bozuldu. Tehlike adres sormadan dolaşırken sokakları herkes son seste duymak istediklerini dinler oldu.    

Boğazlar mı, sadece bir geçiş yolu. Hassas kalpler için dokuz boğumu da yumru. Konuşurken daha ilk dönemeçte kılık değiştiriyorsa anlattıklarımız.

Yutkunurken bıçak olup kesen korku, en iyi susturucu.

Her gün biraz daha yalnızlıklara gark oluyorsa hayatlarımız, kaçışlarımız suçlu.

Oysa koşa koşa gelmiştim sana, sevinçle tırmandığım merdivenlerden kaçarcasına indim sonra. Aynam, aşkım, vatanım demiş, güvenmiştim yarınlara.

Karaltı sanıp kaçtığım gölgemmiş meğer. Sana çarpınca anladım. Kırılan parçalarımı tek tek kendim topladım. Ah be, ne kadar safmışım. Ben yıllarca ne çok şeyi var sanmışım! Oysa şimdi bana kalan parçalanmış aynamdan yüzüme vuran yalnızlığım.

19/6/2021

Günler ateşler gibi geçerken geriye hep kül kalıyor

Handan Kılıç May 29, 2025 Bir hafta aradan sonra selam, İhmal değil imkânsızlıktan atladığım hafta ve devamı son derece yoğun geçti. ...