SARI BETON yayınlandı

 



Bu yazı ilk kez Medıum.com adresinde yayınlandı.

Medıum'da yayın yapan Türkçe Yayın sayfasında da yayınlandı.

Podcast olarak dinlemek için Seslenen Yazılar başlığında çeşitli platformlardaki bağlantıları tıklayabilirsiniz.



 

SARI BETON

Koşa koşa gelmiştim sana.

Korkuyordum o vakitler.

Zifiri karanlıkta bile beni her yerde takip eden o karaltıydı kaçtığım.

Hızlı adımlarla tırmandığım merdivenlerin sonunda, senin yanında sanki kurtuluş bulacaktım: Işıltılı bir salon, balonlar, alkışlar adeta sürprizler saklıydı kelimelerinin ardında. Bitki örtün tanıdıktı. Sözler alışılmış olsa da sanki bir şövalyenin ruhundan akardı.

Bir gün dibe vuracağımız hiç gelmezdi aklıma. Herkese her şey olabilirdi. “Hayat işte” der geçilirdi ama biz aştığımız çöllerden sonra kendi vahamızı kurmuştuk. İki iken bir olmuştuk. Birden nasıl koptuk?

Önce bir afalladım, yarım kaldım sandım.

Bir zaman sonra kalktım ayağa, önce evi toparladım. Perdeleri açtım, gönlümü havalandırdım. Her şey değişmişti, o vakit anladım. Bu eve taşınırken yeşil alan diye gösterip önü açık, manzarası güzel demişlerdi ya, bizi kazıklamışlar yine. O büyük yere şimdi yeni bir gökdelen dikiliyor. Planlar değişmiş, belediye meclisinden oybirliği ile geçmiş. Alt komşunun babası belediyedeymiş. Torun torba hepsi temelden girmiş. İlana çıkmadan bitmiş kutucuklar. Fiyatı beş misline fırlamış şimdiden. Mutluydu, önü açık dedi, gülümsedim. Her yeri açık, havadar, komşuların hep tanıdık olacak, çok manidar. O, büyükşehirde yakın olmalı akrabalar, annem babam yaşlandı, iyi oldu böyle toparlanmalar derken uzaklara baktım. Dağılmıştık biz ne ev kalmıştı ne huzur. Hani dağ dağ üstüne olur ev ev üstüne olmazdı? Hani yuva yıkanın yuvası kalmazdı. Herkes her yerde yuvalandı. Bize düşen neden ayrılıktı?

Hızla ilerleyen binayı seyrettim epey zaman. Başka şansım da yoktu, burnumun dibinde koca bir karaltı gibi bulutlara uzanıyordu. Sanki üst üste yapıştırılan betonlarla, içine insanların hapsedileceği kibrit kutuları diziliyordu. Kalbin kadar sert, burnun gibi dik, çıktığın enkazlardan sıyrıldığın güçte depreme dayanıklı bu bina her baktığımda daire adlı hücreleriyle zerrelerine kadar hapsolduğun egonu hatırlatacaktı artık bana. Sarı bir beton, sert, çirkin, kurak. Onların manzarası yarısı kotta, alçak bir sürü bina, galiba hepsi kaçak. Yalnızlıksa varabildiğimiz son durak.

Yüreğim o yeşil alan kadar bahtsız, bitki örtüm savunmasızdı uzun zaman… Üzerindeki ağaçlardan, kuşlara börtü böcekten kaplumbağa her varlık terk etmişti diyarı. Hüznümü kucaklayan yine kapkara topraktı. Baktıkça nefessiz bıraktı. Üzerine papatyalar çizilmiş yeşil boyalı çöp kutularına akşam üzerleri domuzlar, geceleri ayılar dadandı. Burası onlarındı. Timur’un fillerini saklayacağı kadar yeşildi bir zaman, sittin sene önce, ormandı. Artık sit falan da kalmadı, her yerden beton fışkırdı.

Neyse ki gökyüzü vardı. Şairler göğe bakmaya çağırırdı. O gün yine ağlarken bir de baktım güneş açtı. Yağmurlardan sonra gelir ebemkuşağı, rengarenk süsler hayatımı diye umutlandım. Boşunaydı ne ebem kalmıştı yanımda ne sen, herkesin okuduğu tek şey canımdı.   

Bundandır sevincimin kursağımda kalışı. Rüzgâr ne yapıp etti o kara bulutları yığıp gitti. Şehrin üstü karanlıktı, sensizlik derin bir kuyuda merdivensiz kalmaktı. Allah’tan kuyuları kapatmıştım yazdan. Merdivenler sadece erik ağacına dayanacaktı. Ama yeşil erik sevmediğim için oracıkta dekor olarak kaldı. Ne gönlümü göğe taşıdı ne de ayaklarımı, yeşile, meyveye, sevgiye.  

Sonra yağmur başladı. Ağaç altında durulmazdı. Merdiven basamakları ıslaktı, koşa koşa çıkılmazdı. Koşup vardıklarım bana hep tuzaktı. Ne kadar geç anladım, kalbin bana çok uzaktı.

Karadan kaçtım önce, çölden, kurumuş topraktan, senden uzaklara, denizin kıyısına.

Nasıl da mutluydum yolda; masmavi gök yoksa deniz vardı. Gözlerin uzaksa ufuk oracıktaydı.

Varacağım yerde umut kollarını açıp beni saracaktı. Kıyısına gelince, “Ama ama bu olamaz” diye haykırdım. Göğe yükseldi çığlıklarım. Beyaz kanatlarını kıyıda, taşlar üzerinde dinlendiren martı ile bakıştık, hüzünle ağlaştık. Şaşırmadım aslında denizin de bittiğine. Herkes giderdi, her şey biterdi. Adına hayat denir, kalanlar yola devam ederdi.

Mevsimler de denizler de kuşlar, köpekler de bizim bu deli halimize uymuş diye mırıldandım. Sarı bir beton atılmıştı kıyıya, dona kaldım.

Çöl, kurak topraklar, ölümler, patlamalar, kırgınlıklar, can parçaları geride kalmamış mıydı?

Üç tarafımız denizlerle çevriliydi eskiden, biz bizken, aşıkken.

Sırtımızda bıçaklar, yalnızlıklar, kuyular, gözyaşları, ağıtlar, ahlar yokken. Yağmurlar asit olup yağmazdan önce, kayıplara karışan insanların kemikleri için endişeyle beklemezken. Dedelerimizin, üç gün yatak, dördüncü gün toprak taleplerine sıkışmış beklentisizliğimizin dahi nasipten geçtiğini bilmezken.  

Üç tarafımız maviydi biz kendi kendimize yeterken. Sen her gece örterdin üstümü, ben elimde kitap, kanepede uyuyakalmışken. Yağmurlar Nisan’da yağardı, bahar topraktan fışkırırken. Şubatlar hem üşütür hem ısıtırdı, kışı kışta yazı yaz da yaşarken.

Biz bize yeterdik bu toprakta, geleceği beklerken.

İnsanı hep sıkıntıydı. Acı, hiç iyileşemeyen yaşlı bir kadının ağrıları gibi oradan oraya dolanırdı. Bir yerine yarayan ilaç bir başka yerini sancıyla kıvrandırırdı. Hastalıklar yaygın, bulaştıranlar serbest, taşlar, hastalar ve doktorlar hep bağlıydı. Ahları yüreğinde, ilenmeleri dilinde kadınlar coğrafyasıydı burası. Analarla doluyken ne zaman ki vicdanlarının üzerine yatıp sesini boğdular içlerinde, can da çekildi bereket de. Her gün yok yere sevdiklerinin elinde can verirken kadınlar, çocuklar sesleri göğe yükselmekte. Kulaklık çıktı mertlik bozuldu. Tehlike adres sormadan dolaşırken sokakları herkes son seste duymak istediklerini dinler oldu.    

Boğazlar mı, sadece bir geçiş yolu. Hassas kalpler için dokuz boğumu da yumru. Konuşurken daha ilk dönemeçte kılık değiştiriyorsa anlattıklarımız.

Yutkunurken bıçak olup kesen korku, en iyi susturucu.

Her gün biraz daha yalnızlıklara gark oluyorsa hayatlarımız, kaçışlarımız suçlu.

Oysa koşa koşa gelmiştim sana, sevinçle tırmandığım merdivenlerden kaçarcasına indim sonra. Aynam, aşkım, vatanım demiş, güvenmiştim yarınlara.

Karaltı sanıp kaçtığım gölgemmiş meğer. Sana çarpınca anladım. Kırılan parçalarımı tek tek kendim topladım. Ah be, ne kadar safmışım. Ben yıllarca ne çok şeyi var sanmışım! Oysa şimdi bana kalan parçalanmış aynamdan yüzüme vuran yalnızlığım.

19/6/2021

2 yorum:

  1. Tebrikler güzel bir yazı. Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. çok sağ olun parıldayan çiçek yorum yapma nezaketiniz için ayrıca teşekkürler var olun

      Sil

Bırak Dağınık Kalsın sitesinde Çam Ağacının Gölgesinde vardı

  *Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk...