YAKINDAN GEÇEN MÜLTECİ ÖYKÜLER





Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz. 

Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz. 

Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz. 

Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım. 

Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu. 

Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum. 

Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu. 

Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu. 

Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı. 

Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi. 


Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum. 

Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum. 


Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik. 

Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır. 

İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir. 

Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur. 

Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur. 

Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş. 

Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak

bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım. 

Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi. 

Hani Mevlana; 

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, 

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı. 

Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır. 

Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?

Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu. 

Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde, 

"Gözyaşlarına boğulur… ressam

düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der. 

Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim. 

Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım. 

Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...


Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın. 








































YÜZ / TWARZ / MUG 2017


Sinema günlüğü serimizin 51.filmi son derece seçkin yapımlarla adından söz ettiren POLONYA sinemasından, ödüllü bir yönetmenden. 

Bu filmi de yine TRT 2' de izledim. Artık her gün film saatlerine alarm kurup ne var ne yok diye bakmaya karar verdim, güzel yapımları, görüntü kalitesi yüksek bir şekilde izlemek için iyi bir yol tavsiye ederim. Bu akşam da 21:15'te çalan alarmımla televizyon karşısına geçtim. Güzel eserleri, sağlam alt yapıları ile yorumlayan iki insanın film başlamadan ve sonrasındaki yorumlarının da seyrettiğiniz filme dair ciddi bir açılım sağladığını düşündüğümden film başlamadan hazırdım. Sinema eleştirmenleri Mehmet Açar ile Alin Taşçiyan'ın filme dair zenginleştirici sohbetlerini de kaçırmamanızı tavsiye ederek biraz filmden bahsedeyim:

Yapım aslında son derece dramatik iken yönetmenin başarısı ile tür olarak drama, komedi şeklinde kategorize edilmiş. Rio şehrinin sembolü olan İsa heykelini kasabalarına yapmak isteyen böylece doğal güzelliğin yanında din turizminin de artması için çaba gösteren bir taşra halkının, yapımı beş yıl süren bu heykel için kilise aracılığıyla bir araya gelmesi ile başlıyor.  

Bu bağlamda gelişen olaylar, orada çalışan işçilerin durumu, iş kazası, devletin ve kilisenin yaklaşımı insanların ruhtan uzak bir dindarlık anlayışı ile taassuba varan fikirleri ve aslında ne kadar menfaatçi, maddiyatçı, ötekileştiren kendi insanına bile son derece acımasız olduğunu gözler önüne seriyor. 

Yönetmen insana sık sık acaba ben nasıl davranırdım sorularını sordurup kendiyle yüzleşmesini sağladığı seyirciyi sarstığı kadar güldürüyor da. Ama film sağlam bir ırkçılık, cehalet, materyalist, gerçek sevgiyi bilmeyen sadece güzel görünmenin, daha rahat şartlarda yaşamanın peşinde ama bunun için yeniliklere açık olmayan, sevgisiz, acımasız tüm cahil toplumlara karşı bir eleştiri. 

Gerçekten çok beğenerek, ağır dramın içinde boğulmadan, sık sık maalesef içinde yaşadığımız yer ve zamana da göndermeleri, tanıdık gelen sahneleri nedeniyle acı acı güldüğüm bu filmi mutlaka tavsiye ediyorum.


SPOİLER UYARISI:

Filmde genç, yakışıklı başrol oyuncusu, cahil olduğu halde her şeyi bildiğini iddia eden ve ön yargılarla herkesi ötekileştiren, maddi olanakları kısıtlı olduğu için hep daha fazlasını nasıl kazanacağının fikrindeki bu insanlar arasında daha fazla yaşamak istemiyor ve her fakir ve umut vaat etmeyen ülke insanı gibi uzaklara gitmek istiyor. 

İngiltere'de, Londra'ya gidip yaşama hayalindeki gençle ailesi dahil herkes, dil bilmediği, boş hayaller kurduğunu düşündüklerinden dalga geçiyor. Sadece ablası "Kendin ol ve buradan git" 
diyor. Hayaller bir yandan kurula dursun şehirde iş imkanı sunan heykel inşaatında çalışıp para biriktirme derdinde olan genç adam aynı zamanda aşık. Evlenme teklif ettiği kızın gözü de ondan başkasını görmüyor. Ancak o gün inşaatta bir tatsızlık yaşanıyor ve İsa heykelinin yüzü yerleştirilmeden kaza oluyor. Uzun bir süre ameliyatlar geçiren adam çok yüksekten düşmesine rağmen hayatta kalıyor ancak yüz nakli yapılıyor ve film bu noktada asıl söylemek istediklerini göstermeye başlıyor. Genç, hayat dolu olan bu adam önce hayatta kaldı diye İsa'nın mucizesi gibi karşılanıp popüler bir insan oluyor. Halk para toplayıp destek olsa da, evde ailesi, sokakta çocuklar, kasabada insanlar yüzden korkuyor, canavara benzediğini düşünüyor. Yani aslında nakil yapılan için zor olan bir kabul güçlü ve hayat dolu adam tarafından kabul edilse de, annesi dahil çevresince kabul ve destek görmüyor. Ruh ve beden ilişkisinin vurgulandığı filmde aşık olduğu kızın ailesi, para kazanan adama, ya çocukları da bu canavar yüzle doğarsa diye vermiyorlar. Aşık olan kız da aşık olduğu ruhun aynası olan yüzü göremeyince vazgeçiyor. Tabi bu çok zor verilen bir karar. Yönetmen burada en çok insanı kendiyle yüzleştiriyor. 

Cevaplar dürüst olarak verildiğinde insanın ne kadar acımasız bir varlık olduğu, vicdan ve merhametin uzağında tercihler yaptığı ortaya çıkıyor. Bu açıdan son derece önemli bir film. 

Yönetmen ilginç bir çekim tekniği de denemiş, bir gözü görme yetisini neredeyse yitiren kazazede başrol oyuncusunun gözünden verdiği sahnelerde görüntünün bir kısmını flulaştırmış. 

Filmin sonunda heykelin yanlış yere bakıyor oluşuna buldukları çözüm de ayrı komik doğrusu. 

Tabi burada, "Yüzünü uzaklara dön" diyor sanırım ki, kahraman da çıkışı böyle buluyor.             

Bazen  söylenenlere kulak tıkamaktan ve kabul göreceğini umduğun yerlere gitmekten başka çare yoktur. Ve ötekileştirilerek canın yakıldıysa pişmanlık duyulmaz gidişten. Böylece taşıdığın "İyi ki!" duygusu özlemin önüne geçer. 

"Keşke" içinde kalanlar ise hasret duydukları her şeye özlemle iki büklüm olurlar, mıhlanıp kaldıkları yerde...

Geniş gönüller sürmek için cesur olmak, kanatlanmak gerek...

yazdikcayazasingelir@gmail.com


STİLL ALİCE / UNUTMA BENİ 2014

 SİNEMA GÜNLÜĞÜ 50. FİLM ÖNERİSİ

Uzun zamandır televizyon seyretmiyordum. Ama geçen hafta Ahlat Ağacı etiketinde sosyal medyada TRT 2 kanalının TRT Okul'dan alınarak eskisi gibi kültür kanalı olduğunu okuyunca yayınlara göz atmaya karar verdim. Bu akşam kanalda izlediğim üçüncü film oldu. Pazar gecesi filmini de bir ara yazacağım ama şimdi daha önce de izlediğim ve bu akşam yine, yeniden çok etkilendiğim filmden bahsedeyim:

İzlemeyenler için mutlaka listeye alınmalı diyor, spoiler uyarısı yaparak devam ediyorum:

Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz, evlerden ırak diyeceğimiz zor bir hastalık filmin merkezinde: Alzheimer 

Hastalığı teşhis edilen kadının "İçimden bir şeyler kopuyor gibi" tarifi çok güzeldi. 

"Hayatım boyunca anılar biriktirdim. Şimdi hepsi alınıyor benden."

"Yitirme sanatında ustalaşmak"

"İletişimde hırslı olan bana yitirmeyi hatırlatmak."   

Bunlar zihnimde dönüp duran cümlelerden.

Hani hayatın şaşmaz kuralı ne derseniz bana, "Neyi çok seversen onunla sınanırsın" derim. Parayı çok seversen parasızlık çekersin. Çok kazansan bile sürekli çıkışın olur. Aşık olsan, kavuşamazsın. Çocukları çok seviyorsan bil ki, ona ulaşmak için uzun bir yolun olacak. Kariyerinse derdin sık sık sekteye uğrayacak. Makamını seviyorsan o koltuk altından kayacak. Arkadaşlıksa senin için önemli olan sırtında onun bıçakları ile dolaşacak, gözyaşı dökeceksin. Ailen önemliyse erken ayrılacaksın. Sağlık için yürüyor, koşuyor, diyetler yapıyor, sürekli kendi vücudunu dinliyorsan hastalık sana gelecek. 

Bu filmde de, üniversitede hırslı bir hoca olan kadın dil bilimi üzerine kariyer yapıyor. Yazdığı kitap birçok ülkede ders kitabı yapılan bu kadının da elinden kelimeler alınıyor. Bunu engellemek için ciddi mücadele veriyor ama nafile. 

Çünkü hayatın sırrı burada: İstediğin senden alındığında tepkin ne, hala aynı kişi misin? Kaliteli bir insan olarak kalabiliyor musun, bütün yokluklar, hastalıklar, özlemler karşısında anlaman gerekeni fark ediyor musun? 

Bir düzen var, kurulmuş interaktif bir oyun içindesin. Kaderin senin seçimlerine göre şekil alıyor ama sonuçta alternatiflerin kısıtlı. İki yoldan birine gidecek, diğerinin avantajlarını kaybedeceksin. Ya mavi kabloyu kesip hayatta kalacaksın, ya da tehlikeyi seçip kan kırmızı ile noktalıyacaksın hayatı.        

Evet seçim hakkımız var: "An"da kalmayı başarmak, olana çok sevinmemek, olmayana çok üzülmemek. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra her şeyi akışına bırakmak...

An'ınız kıymetli, akışınız bereketli olsun.
   

Filmden sinematürk sitesinde şöyle bahsedilmiş, detaylar linkte:

"Columbia Üniversitesi’nde dil bölümünde profesör olan Alice Howland hayatta istediği her şeye sahiptir. Ona sadık bir kocası ve üç çocuğu vardır. Hayatı işiyle ailesinin arasında gidip gelmektedir. UCLA’de yaptığı bir konuşma sırasında konuşma için çok önemli bir kelimeyi bir türlü hatırlayamaz. Başarılı bir akademisyen için oldukça tuhaf olan “unutmak” eylemi, bir sabah yaptığı bir koşu sırasında tekrar eder; koşuya çıkan Alice eve dönüş yolunu bir türlü hatırlayamaz. Ailesinden gizli biçimde gördüğü nörolog, umduğundan daha kötü bir haber verir. Alice, Erken Başlangıçlı Alzheimer’a yakalanmıştır. Bu haberi kocası John ile paylaşır. Ailesiyle ilk büyük buluşmalarında bu haberi çocuklarıyla da paylaşır. Haftalar ilerledikçe Alice hastalığının ailesi, evliliği ve kariyeri üzerindeki etkiler" 




YENİ HAYAT/BİR ORHAN PAMUK KİTABI

Bu mektup, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı romanının kahramanı Osman’a yazılmıştır.” 


Sevgili Osman,

Sen “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” dediğinde tıpkı senin gibi bir üniversite öğrencisiydim. Harfleri bitiştirdiğimden beri kitaplarda geziniyor, aradığını arıyordum; hayatın sırrını, aşkın gizini, insan denen meçhulü ruh haritasında kaybolmadan götürecek izleği. Ya da öyle sanıyordum. Bunun popüler romanlarda olmayacağını düşündüğümden de her yerde karşıma çıkan bu çarpıcı cümleye rağmen senin maceranı okumayı uzun bir süre reddettim. Ciddi kitapları devirdim durdum. 

Ama bir zaman sonra, hayatın sillesini yemiş, bu topraklardaki her genç gibi hayallerine erken veda etmiş biri olarak yolumun seninle kesiştiği bir zamanda macerana konuk oldum. Hayatta her şeyin olması gerektiği zaman olduğuna inanırım. Ne daha önce ne sonra. Sana ihtiyacım olduğu an karşıma çıktın ama senin dünyanı okuyunca, sana da, bu büyülü dünyayı kuran o deha adama da keşke bu kadar geç kalmasaydım dediğimi itiraf etmeliyim.

Şimdi böyle bir sabah kalkıp sana mektup yazmak ve cevabını alamayacağımı bilmek ilginç bir deneyim. Ama aslında çok da yabancı olduğum bir şey değil. Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesi bana kağıda döksem de sahiplerine göndermediğim için cevapsız kalan çok mektup yazdırdı. 

Mektuplaşmayı çok severim ben. Bir insana özel yazılmış satırların ona verebileceğim en değerli hediye olduğunu düşünürüm. Uzaktakine, özlediğime, yanımda olup beni dinlemeyene, söylemek istediklerim için erken olduğunu düşündüğüm zamanlarda ya da geç kalmışlık arayı açtığında sevdiklerime mektuplar yazarım. Ha bu arada aynı şekilde cevaplar almayı her insan gibi severim ama bu konuda özellikle son senelerde çok şanslı olduğumu söyleyemem. 

Aslında uzun yıllar mektuplaştığım çok arkadaşım oldu. Karşılıklı haftalık on altı sayfadan aşağı yazmadığımız, posta kutularına her gün bakıp renkli kağıtlar ve zarflarla yüreğimizi değiş tokuş ettiğimiz dostlarımız vardı. Yıllar geçti, arkadaşlıklar ve paylaşımlar şekil değiştirdi. Şimdilerde iki satırlık iletilerle ya da ne bileyim sosyal medyadan yüzeysel bir takipleşmeyle geçiştiriyoruz birbirimizi. Her anını, hemen öğreniyor, gülüşlerden maskeler ardına saklanmış ruhunun ne halde olduğunu düşünmeden, birbirimizin kalplerine temas etmeden ekranı kaydırıp bir başkasının halini gözetliyoruz. 

Kimi zaman da canımız bildiklerimizin bizden kaçışı ile yaralanıyoruz. Galiba insan bir zaman sonra, misal hayallerinden, ideallerinden uzağa düştüğünde en önce onları bilenlerden uzaklaşıyor. Bize kızdıkları için değil de, kendilerine kızılmasını gerektirecek bir şeylere tanık olmamıza katlanamadıkları ya da ne bileyim onlara olmak istedikleri ile oldukları insan arasındaki farkı hatırlattığımız için bizimle daha seyrek görüşmeyi tercih ediyorlar. 

Oysa bu hayat bizim ve kimsenin kimseye hesap sormaya, yargılamaya hakkı yok. Değişmek değişmez bir kural ve bunu biz nasıl tercih ettiysek etrafımız da öyle kabul etmek zorunda. Eskiden bu kaçışlar, birbirimizin hayatlarından sebepsiz çıkışlar ve benzeri konular benim için üzüntü sebebiydi. 
Sonra Didem Madak’ın Ahlar Ağacı’nı okudum ve hayatım değişti. 

Ben de, “Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
               İçim sıkılmasa o kadar
               Tek bir satır bile okumazdım
.” dedim. Okudukça ve yazdıkça huzurumun kaçacağını bilsem, baştan bu yola girmezdim lakin artık dönmek için çok geç deyip kalemi kitabı yoldaş edindim.

 “Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz
.” dediğini duyunca acı acı gülümsedim.
Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim: 
A
H!
Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka
.” dediğinde susmayı öğrendim.
Hala göndermediğim mektuplar yazıyorum birilerine. En çok sevdiklerimden, en çok kızdıklarıma kadar uzun uzun el yazısı satırlar bırakıyorum ardımda. Eskiden zarflardım, sahibinin adını yazar, bir de zarfı yapıştırırdım. Şimdilerde onu da yapmıyorum. Mektubu bir meçhule yazıyorum. Kim bulur, kim okur önemsemiyorum. Üstüne alınıp yüzüne bir tebessüm yerleştirenin olsun diyorum. Belki hayatını değiştirmez ama “an” denen o kıymete, yani aslında hayatın kendisine ışık olur, umut olur. Yolda kalmışa devam edecek güç verir ve sonrası gelir. Ben de o “an”a temas etmenin güzelliğini içimde duyar gülümseyerek yürürüm yolumda.
Sevgili Osman,
Yüzümde bir tebessüm bırakabilmiş sana, son olarak şunu söylemek isterim, çok arkadaşımdan vefalısın ki, sıkıldıkça satırlarının arasında dolaşıyorum hala.
İyi ki uğradın hayatıma!
24 Ocak 2019
İzmir

yazdikcayazasingelir@gmail.com




49-KÖPRÜDEKİLER MEN ON THE BRIDGE

TÜRKİYE-ALMANYA-HOLLANDA/TURKEY-GERMANY-NETHERLANDS, 2009, 35 mm, renkli/color, 87’



YÖNETMEN/DIRECTOR: Aslı Özge
OYUNCULAR/CAST: Fikret Portakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker
ÖDÜLLER/AWARDS:

Ankara Uluslararası Film Festivali “Ulusal Yarışma–En İyi Film”, “En İyi Kurgu”/Ankara International Film Festival “National Feature Film Competition – Best Film”, “Best Editing”, 2010
Altın Koza Film Festivali “En İyi Film”/Golden Boll Film Festival “Best Film”, 2009

İstanbul Film Festivali “Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi”/Istanbul Film Festival “Best Turkish Film Of The Year”, 2009
Londra Türk Filmleri Festivali “Golden Wings Dağıtım Ödülü”/London Turkish Film Festival “Golden Wings Award”, 2009

Aslı Özge’nın 2009 yılında heyecanla karşılanan, festivallerde ödülleri toplayan bu filmi, yeni bir sinema diliyle de tanıştırıyor seyircisini. İstanbul’da yaşama tutunmaya çalışan üç erkeğin öykülerinin kesiştiği Boğaz Köprüsü’ni eksene alan film, gelecek korkusunun şekillendirdiği gündelik hayatlara odaklanıyor. Filmde, Emniyet Genel Müdürlüğü çekimlerin gerçek polislerle yapılmasına izin vermedi; filmdeki tüm polis rolleri için amatör ve profesyonel oyuncular seçildi diye tanıtılan film hakkında :

KİŞİSEL KANAATİM: Aman Allah'ım! Tam bir felaketti. Acaba nereye bağlayacak bu üç kişinin hayatını nasıl kesiştirecek diye sonuna kadar izleme zahmetine katlandığım filmde hikaye  öylece ortada bırakıldı. Tabi bu bir tür festival filmi tarzı. Ama neredeyse tüm salon ne kötü film diye söylendi, çıkanlar oldu. Sonuçta sinemada vizyonda değil, ciddi sinemaseverlerin takip etmeye çalıştığı bir festivalde memnuniyetsizlik ifadelerinin olması da manalı doğrusu. Ama film 5 ödül almış:)) Bu nedenle benim de dahil olduğum seyirciler demek biz sinemadan bir şey anlamıyoruz ki böyle hissettik diye de tepki verdi:)) En kötüsü de ne biliyor musunuz, oyuncular. Kesinlikle filmi yönetmen kadar oyuncuların da taşıdığını, burada rezalet bir oyuncu seçimi olduğunu belirtmeliyim. Flash TV de reality showlarda oynayan oyuncuları mumla aradım desem yalan olmaz. Kabul ediyorum, oyunculuk ciddi yetenek istiyormuş:)) Şimdiye kadar kötü olduğunu düşündüğüm filmlerden özür dilemek istiyorum, bu kadar kötüsünü hiç bir yerde seyretmedim. Kuştepe'ye kamerayı götürmüş, oradaki halka kendiniz olun, oyunculuk istemiyorum demiş ancak kameranın varlığının farkında olan ara ara kameraya bakıp olmayacak yerde tıslayarak gülen insanlar filmin sahiciliğine gölge düşürmüş. Oysa iyi bir casting ve senaryo ile bu hikaye işlenebilirdi. Filmi izleyen ve festival jürilerinin ödül verme sebebini anlayan varsa bana izah ederse sevinirim:)))    

HEY BENİM PAŞA GÖNLÜM




Merhaba,

Bir kaç gün önce doğum günüm de yaklaşıyor, tıpkı yılbaşı gibi hayatı temize çekme zamanlarıdır, bu konu üzerine yazayım diye düşünürken "Otomatik oynat"tan önüme Zerrin Özer'in Paşa Gönlüm parçası düştü. Çok sevdiğim bu parçayı bu sefer böyle bir muhasebe duygusu ile mırıldandım: 

"Ne günler gördük seninle
Biraz dert biraz keder
Yalancı sevdaları, yaşadık birer birer

Hey benim paşa gönlüm
Yılları çürüttün mü
Bunca zaman sonunda
Kendini büyüttün mü

Ne dostlar tükettin sen
Kaldın ondan sonra
Nerede hata yaptık diye sorma

Ne aşklar bitirdin sen
Ağladın ondan sonra
Nerde hata yaptık diye sorma
Amman ha adımına dikkat
Kayar düşersin yolunda
Amman ha adamına dikkat
Oyuna gelirsin sonunda

Hey benim paşa gönlüm
Yılları çürüttün mü
Bunca zaman sonunda

Kendini büyüttün mü" diyordu tartışmasız hepimizin muhteşem ses olduğunu kabul ettiğimiz sanatçı. Sonra klibi izledim. Neredeyse eşlik eden oyuncu-şarkıcı gençlerin yarısı ölmüştü. Oysa klipte olgun bir yaşa adım atan Zerrin Abla'larına destek olan, geleceğe umutla bakan çocuklardı. Sonra tabi zihnim durmadı, doğum günü üzerine yazmayı düşünürken ölülere takıldı ve aklıma Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar klibini getirdi. İzledim ve orada da bu klipte oynayan gençlerden mevtalar vardı, bu sefer Barış Manço da buraları terk edenlerdendi. Ardında hoş bir seda bırakarak, her zaman adam olmayı becererek. Kıyamadım o şarkının da sözlerini buraya alıp anmak istedim:

"Bir sabah baktım ne göreyim, bizim sokakta şenlik var
Büyükler kös kös otururken, adam oluvermiş çocuklar
Patlamaz olmuş tüfekler, gelmiş karamürsel sepetler
Tren kalkmış gitmekte, hadi geçmiş olsun birilerine
Kınalar yakalım elimize, kınalar yakalım elimize

Sahip olalım dilimize, sahip olalım dilimize
Aman dikkat belimize, aman dikkat belimize

Şimdi müsaadenizle çocuklar sıra bana geldi çocuklar
İş başa düştü çocuklar hazır mıyız
Eh Barış abi aşk olsun aç koynuna kuş konsun
Çek ipini rahvan gitsin inceldiği yerden kopsun
Kimileri kahve kaynatsın kimi hala dansöz oynatsın
Leyleğin ömrü iki lak lak değerler oldu tepetaklak
El salla el salla, el salla el salla
Kol salla kol salla, kol salla kol salla
Sağ gösterip sol salla, sağ gösterip sol salla
Bir omuz at sağdan solla, bir omuz at sağdan solla
Geliyor bir ahu afet, tepeden tırnağa zerafet
Öldür bizi letafet, bizim sonumuz felaket
Hayırdır inşallah kızlar ne diyor bu uçuk çılgınlar
Hayır mı şer mi göreceğiz artık sabrın sonu selamet
Kınalar yakalım elimize, kınalar yakalım elimize
Sahip olalım dilimize, sahip olalım dilimize
Aman dikkat belimize, aman dikkat belimize
Şimdi müsaadenizle çocuklar sıra bana geldi çocuklar
İş başa düştü çocuklar hazır mıyız
El salla el salla, el salla el salla
Kol salla kol salla, kol salla kol salla
Sağ gösterip sol salla, sağ gösterip sol salla
Bir omuz at sağdan solla, bir omuz at sağdan solla
Jale: Üz beni süz beni püre gibi ez beni
Ajlan – Mine: Pranga tak bana kapı kapı gez beni
Burak Kut: Benimle oynama çılgınım bebeğim
Of Aman Nalan: Deli gibi seviyorum ölümüne sev beni
Dandini dastana dinolar bostana
İyi bak hastana sor beni ustana
El salla el salla, el salla el salla
Tayfun: Hadi yine iyisin e' gel hadi yanıma
Hakan Peker: Amma velakin kınalar yak bana
Soner Arıca: Ah vefasız yak beni yık beni
Grup Vitamin: Ellere var ama bizlere yok di mi
Dandini dastana dinolar bostana
İyi bak hastana sor beni ustana
El salla el salla, el salla el salla"

Aslında bu yazıyı biraz da yakında kendisinin de doğum günü olacak bir arkadaşımın isteği ile yazacaktım. Çünkü artık sevgi, arkadaşlık, vefa, hayat, doğum, ölüm, kaliteli dostluklar hakkında her şeyi söylediğimi düşündüğümden yeniden yazma gereği duymuyordum. Onun için muhasebe amaçlı da olsa bir şey yazmayacaktım. Zaten hesap vereceğimiz tek yer var, orası da bu dünyada değil.

Kimsenin uzun yazılar okumadığını bildiğimden iyi bildiğimiz bu şarkıların linklerini de verdim zaten. Galiba söylenmesi gereken her şeyi bu iki sanatçı söylemiş. Dinlerken eskiden de, bu yeni yaşımda da beni ağlatan şarkılar kalbi olana dokunsun ne diyeyim. 

Arkadaşım! Sen de, içinden sana uyanları al, uymayanları duymazdan gel. Zaten herkes böyle yapmıyor mu? 

Herkesin, kendi bildiğini okuduğu, sonra sabahlara kadar uykusuz kaldığı, kendince karşındakine cezalar verdiği dünyada ben artık herkesin çok yalnız olduğunu, istesen de, çabalasan da seni kimsenin duymadığını anladım ve insan denen içimde Yaratan'dan ötürü büyük bir sevgi beslediğim varlığın aslında çok can yakan bir tür olduğunu ancak bu yaşa gelince öğrendim. 

Her şeyi derinlemesine yaşamayı severim. Hayatıma aldığım hiç bir insanla yüzeysel bir diyaloğum olmamıştır. Yüzeysel olan, sığ insanlar, vur patlasın çal oynasın diyerek büyük gruplarla gezenler de zaten benim semtime uğramaz çok şükür. Gönlümü açmış isem de, yaptığı yanlışlarla da onu silmem. Ona şanslar tanırım. Ama o bir gün kendisi yaptıklarından utanıp giderse de dön demem lakin anılarım dahil hiç bir şeye dokundurtmam. Uykusuz kalırım, yalnız kalırım, anılarımda dolaşır, ağlarım, gülerim, şiirde dolaşır nefeslenirim ama sonuçta sevgisiz kalmam. Çünkü yaşadığım sürece kalbim benimle ve oraya aldığım benimdir. Giden de, bende kalan kısmı eksik devam eder hayatına. Şairin dediği gibi bir zaman "Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi" der devam eder herkes yaşamına. Ona da bir şey olmaz, bana da. Herkes herkessiz yaşıyorsa ve zaten bütün insanlar bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorsa bizi bütünleyecek parça bu dünyada yok demektir.        

En azından geçtiğim yollardan önümden giden çok kişi olmuş. Bu şarkılar, bu şiirler hep bunu anlatıyor. Teşekkürler Zerrin Özer, rahmetle Barış Manço. İyi ki vardınız... Hissettiklerimizi notalara döktünüz, bizi kelimelerle cebelleşmekten kurtardınız...

Mutlu yıllar! Yaşadığımız her an bunun için var... 

Not: Demokrasi kültürünün yerleşmediği bir ülkede, istediğini yapma hakkına sahip olan gönle bile "Paşa" denmesini kınadığımı dipnot olarak düşmek istiyorum. Ama belki bu kelimenin seçilmesi bile bir bilgeliktir, şair burada bir şey değişmez demek istiyordur:)) 


İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI


Sinema günlüğünde 48. film:

İKİ TUTAM SAÇ: DERSİM’İN KAYIP KIZLARI 

TWO WISPS OF HAIR: THE MISSING GIRLS OF DERSIM
TÜRKİYE/TURKEY, 2010, betacam, renkli/color, 55’




YÖNETMEN/DIRECTOR: Nezahat Gündoğan

Bu belgesel filmde yönetmen, 1938’de Kürtler Dersim’den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen Kürt kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin, birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımlarıyla görünür kılıyor. Huriye ninenin sözleri, o kızların geride bıraktığı ailelerin özlemini anlatmaya yetiyor: “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım…”
  
Bu filmi ilk defa 2010'da Ankara Film Festivali'nde seyrettim. Salonun tıklım tıklım olduğu, başında ve sonunda uzun alkışların tutulduğu kaliteli belgeseli herkes izlemeli ki, tarih kitaplarımızda geçmeyen gerçeklerden kısmen de olsa haberdar olalım ve bunu bir girizgah yapıp konuyu derinlemesine araştıralım, diye düşündüm. 

Bu topraklarda sessizce yaşanmış, şahitlerinin her şeyi İlahi Adalet'e havale ettiği, kendi insanından umudunu kesip herkese içten içe küstüğü, hayata devam edecek güç bulmak için mağdurken ön yargılarla daha fazla yaftalanmaktan korkarak kimliklerini sakladığı öyle çok hikaye gelmiş geçmiş, geçiyor ki biraz duyarlılık geliştirdiğimizde başımızı hangi tarafa çevireceğimizi şaşırıyoruz. Oysa artık her çağdaş toplumun başardığı o gerekli yüzleşmeleri yapıp hakları teslim etmeli değil miyiz? 

Ancak o zaman ülkenin çeşitli fırsatlarla aynı acıları çekmiş farklı kesimlerini anlayabilir, bir insan olarak fark ederek yaşadıklarını anlatabiliriz. Böylece onların yüreklerine su serperken bir gün memnun olmadığımız bu düzen içinde çarkın ezdiği, diğerlerinin suskunlukla izlediklerinden olmamak için de, bireysel bazda üzerimize düşeni yapmış oluruz. 

Bu belgeselde anlatılan acı çekmiş insanlardan değilim ama belleğim acının, zulmün ne olduğunu idrak edecek kadar anı biriktirmiş olmalı ki, izlerken tüm salon gibi gözyaşlarımı tutamadım. 

Umarım diğer acı çekenler de maruz bırakıldıkları halleri böyle güzel anlatabilir ve toplumumuz empati yeteneğini geliştirerek birbirini anlama noktasına biran önce ulaşır diye dilekte bulundum. Hele bu günlerde bir garip kutuplaşma ile herkesin üst kimliklere takılıp birbirini dinlemeye gerek bile görmeyerek ciddi yarılmanın yaşandığı zor zamanlarda (niyeyse kolay zamanlar bir türlü uğramıyor buralara) "İnsan" ortak paydası üzerinden bir anlayış geliştirmek gerekli ki, her şey için geç olmasın. 

Her gün bir başka zulüm, katliam, cinayet, tecavüze kurban gitmesin insanımız. Böyle yapımların çoğalması ve insanımızın orada ne olmuş diyerek yazılan yazılara, çekilen filmlere dönüp bakması dileğiyle...   

Bu konuda Sema Kaygusuz'un "Yüzünde Bir Yer" adlı romanını anlattığı bir videoyu da paylaşmak istiyorum. 

Burada yazar, "Kurban dilinin manası dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı açar. "Peki bu neden oldu?""Çünkü, çünkü, çünkü... "Çünkü" diye açıklamaya başlar ve çok ahlaksız bir tartışmanın içinde bulursunuz kendinizi" diyor. 

Bu nokta çok önemli. Ortada bir haksızlık varsa hukuka, insana, demokrasiye inandığını iddia eden herkes tırnak içinde "Kendinden görmediği, ötekileştirilmiş" diğer insana yapılanları görebilmeli, yanlış olduğunu söyleyebilmeli, "Oh, iyi oldu, onlar da şunu yapmıştı" gibi nedenler sıralayarak ileride daha büyük sorunlara yol açacak kurban dilini pekiştirmemelidir. Sonuçta herkes ayrı bir bireydir, kimse, anasının, babasının günahı, bir kaç had bilmezin yanlışı üzerinden bireyselliği yok sayılarak, suç olarak nitelendirilen eylemlere kişisel katkısı tartışılmadan topluca mahkum edilmemelidir. 

Hele de katledilmek, sistematik işkenceye tabi tutulmak, tecavüz, yaşam hakkının elinden alınması, yaşam sevincinin bitirilerek sözde yaşayan özde ölü haline getirilmiş insanların çoğaltılması kabul edilemez. Bu anlayış geliştirilip insana, büyük acılara, kitlesel haksızlıklara karşı evrensel değerlerle bakıp herkese eşit mesafede durabilmeyi başarırsa insan, kendine karşı dürüst olabilir. Ancak bu seviyede insanlığı hisseden "Olgun"luğa yaklaşır, başını yastığa koyduğunda vicdanını ahlaksız "çünkü"ler, aklını ve kalbini saf dışı bırakan acımasız gerekçelerle ya da buna yardım edecek maddelerle uyuşturmadan rahatça uykuya teslim olur. 

En sevmediğimizin hakkını koruduğumuzda sistemin çalışmasını sağlayarak herkesin kendi hakkını kendi almasının yaratacağı kaostan kurtulmuş oluruz. 

Maalesef toplum olarak bu açıdan son derece kötü sınavlar verdik, veriyoruz. Ahlaksızlığın öyle bir boyutu ki bu öldürülmüş bir kadının ardından onun mahremine giriyor, bir mevtanın hak ettiği saygıyı hiçe sayıp gece dışarıda olmasını, alkol almasını tartışıyoruz. 

Maalesef meslek yaşamımda bu tarz çok olayla karşılaştım. Ne olursa olsun kadının haksız olduğuna kafadan inanmış eril bir karar verici kitlenin tartışmalarını izledim. Bu nedenle meftaya saygı yazarken bile acı acı güldüm. Birhan Keskin'in Penguen şiirini hatırlayıp "Biz bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile" diye mırıldandım. 

Bu çağda, kişisel verilerimiz kurumlarca her yere saçılmışken, şantaj yapılan bir kadının feryatla başvurduğu makamda ve akabinde yapılan yargılamada, suçun unsurları amiyane tabirle kabak gibi ortadayken, ceza vermeden önce, kadının telefon numarası adamda ne arıyormuş diye soranlar gördüm. Bunlara karşı dursak da sonucun değişmediğini görünce "Dilerim senin karının da başına gelir" diyerek ah eden kadınların, yine bir kadının canının yanması üzerinden içini soğutmaya çalıştığına şahit oldum. 

Bu yüzden bir şeylerin bizim canımızı yakmadan değişmesini istiyorsak canı yanan insanları göreceğiz, acılarını dinleyecek, haklarına beraber sahip çıkacağız.

Yoksa, yok olacağız. 

Şule Çet için adalet, tüm masumlar için adalet...   

      



Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...