Bir liman kentindeyseniz, şehrinizden sık sık geçip gidenler olduğunu bilirsiniz.
Sizin içinize ferahlık veren o maviliğin kimileri için umut ve korku, kimileri için hüzün ve özlemi yarıştıran bir dalgalar geçidi olduğunu ise çoğu zaman fark etmezsiniz.
Canınız sıkıldığında, kimseyle dertleşmeye ihtiyaç duymadan bile denizin kenarına gidip gözlerinizi ufka diker, meltemin teninize değmesiyle tazelenir, derdinizi martılara fısıldar, mevsime göre sıcak soğuk bir şeyler içer, bambaşka bir ruh hali ile hayatınıza geri dönersiniz.
Ben de, biraz hava almak için geldiğim, İzmir'in en güzel semtlerinden Alsancak'ta dolaşırken yeni hazırlanan bir derlemede öyküleri bulunan arkadaşımdan bir bildirim aldım. Bunun üzerine Yakın Kitabevi'nden çıkan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" kitabından haberdar olup yayın evine koştum. Ardından, heyecanla havanın açık olmasını fırsat bildiğim o kış gününde elimde merak ettiğim kitap varken beni kıyıya götürecek sokakları adımladım.
Günler süren yağmurlardan sonra gökyüzü kadar deniz de berraktı. Boş bir bank bulup kıyıda oturdum. Hava serindi. Karşımda, yakındaki limana girmek için sıra beklediğinden açıkta demirlemiş gemiler, az ötemde iskele vardı. Tarifelerine göre şehrin iki yakası arasında çalışan vapurların biri gelip biri gidiyordu.
Gelen ve gidenler sürekli değişiyor, ben oturduğum yerden ara sıra ufka ve yolculara bakıp bir yandan elimdeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyor bir yandan da Sezen Aksu'nun "Bu liman, bu boş ya da dolu kalkan vapurlar/ Kim bilir ne çok şey bilir, anlatmazlar/ Bitmez umuda yolculuk/ Bağlayamazlar/ Ya bayram ya matem her şehre varışları/ Kadere kısmet, bitişleri başlayışları / Dere tepe dağ bayır, deniz derya aşar/ Taşır tutunacak sebep arayışları" dediği göç şarkısını dinliyordum.
Parça yüreğimi dokununca derin bir nefes aldım ve kulaklıkları çıkardım. Bir taraftan okuduğum her satırda, zihnimde yeni sekmeler açılıyor beni, "Yerlilik", "Göçmenlik", "Mültecilik", "Mübadillik", "Ev", "Toprağından sökülüp atılmak", "Bir yere yerleşmek", "Orada kökleşmek", "Dünya vatandaşlığı" gibi kavramlar üzerinde düşündürüyordu.
Her biri için kitaplar yazılan bu derin mevzulara, yeni anlamlar yükleyen şartlar, iç savaşlar, haksız uygulamalar birden bire milyonlarca insanın hayatını etkiliyordu. Sürekli yıkımın ve yeniden yapımın olduğu gezegenimiz, kendisinin sürekli hareketine eşlik edilmesini istiyor, coğrafi yapılar, siyasi sınırlar, demografik haritalar yer değiştiriyordu. Bu durumda da göç kavramı nedenleri ile beraber dünyanın en önemli sorunları arasında yer alıyordu.
Ülkelerin, birliklerin politikalarını belirleyen bu sorun için bizlerin yapacağı bir şey yoktu ama konu mercek altına alındığında, ortada olan problemin insan olduğu görülüyordu. İşte arkadaşım Dilek Çoban'ın da öykülerinin bulunduğu bu kitap biraz da konunun özüne inmek, göçün mağduru "İnsan"a dikkat çekilmek için kaleme alınmış olmalıydı.
Handan Gökçek tarafından derlenen kitabın kapağında on beş kişinin adı vardı. Elbette öykülere katkıda bulunanlar bu kadarla sınırlı değildi.
Yazının bir kitaba girene kadar geçirdiği serüven epey uzundur. Kaç kalbe uğradığı, kimin gözyaşının, kimin hayalinin ne şekilde kelimeler arasına sızdığı, hangi acının renk değiştirip başka bir gönle umut olduğunu bazen yazarı bile anlamaz ve öyküler yazacak kişileri bulur, dünyaya gelir. Bu kitabın öyküleri arasında gezinirken bu hislerle doldum.
Öykü seçkilerini öykü kitaplarından daha çok beğenirim. Tek sesli değildir, dolayısıyla tekrara düşmez. Yazar sayısı kadar dürbün uzatır, ufka bak, der. Gönülde iz bırakan bir derinliği, farklı dimağlardan çıkmış olmasının verdiği kelime zenginliği okuyanı besler. Yeni etkileşimlere açık olduğundan, yazarlarını da geri dönüşlerle tatmin eder. Bu nedenle son derece ince işçilikle hazırlanmış kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum, haberdar etmeyi de vazife bildiğimden, sözün uçup yazının kaldığı bu dünyada ben de bir kaç kelam etmek istiyorum.
Kitabı okuduğum esnada devam ettiğim İzmir Yazı Atölyesi'nin panosunda "Mülteci olmak bir tercih değildir" diyen bu afişi görmüş, fotoğraflamıştım. Buradan başlamak gerekirse, zamanın, zeminin, savaşın, yokluğun, hukuk kılıfına sarılmış siyasi şartların çaresiz bıraktığı insanların tercih gibi görünen zorunlu yolculuklarının genel adıdır, mültecilik.
Kimse durduk yere vatanını, evini barkını, işini, sevdiklerini ardında bırakıp neredeyse yanına hiç bir şeyini alamadan, sonu belirsiz, yolculuk konforunun ve güvenliğin olmadığı bir maceraya atılmaz. Bunları göze almak için kazanacaklarının kaybedeceklerinden çok olması gerekir. Ve bu bazen sadece yaşam hakkına, özgürlüğüne sahip çıkmaktır.
İnsanlıkla yaşıttır göç. Dünya var olduğu günden beri insanlar kimi zaman bireysel, kimi zaman kitlesel olarak kendi topraklarını bırakıp uzaklara gitmişlerdir. "Doğduğun yer değil doyduğun yer" diye bir deyim de her daim göç alan, göç veren ülkemizde günlük dile girmiştir.
Bunun üzerine binlerce hikaye anlatılmış, kitaplar basılmış, filmler çekilmiştir. Şarkılara, türkülere konu yapılmış bu mevzu, gittikleri yer, bıraktıkları yerden daha iyi şartlara sahip olsa da iradeleri dışında bir nevi sürgün hayatı bahtlarına düşmüş insanların ruh halini anlamak için fırsatlar sunmuştur.
Bir durumu tam olarak anlamak ancak yaşandığında mümkündür hele de böyle zor bir konuda ne kadar göç etmiş insan varsa o kadar hikaye varken sıcak evlerimizde oturarak, patlamış mısır eşliğinde filmler seyrederek acılı yürekleri anlamanın imkanı yoktur.
Ancak bu kitap belli ki, ülkemizi bir transit bölge olarak kullanırken daha ileriye gitme imkanı bulamayan ve ülkemizde şimdilik zorunlu olarak ikamet eden, sayıları neredeyse dört milyonu bulan Suriye'liler içinden, İzmir'de yaşayan mültecilerin hayatlarına konuk olduktan sonra yazılmış. Öykü, yaşayanların bağrından kopup yazarlarının içine ateş salmış, oradan kelimelere bürünüp bize dokunmuş.
Konu böylesine önemli, insani ve hassas olunca, kıyısına cansız çocuk bedenlerinin vurduğu Ege'nin çarpan deniz havasından nasiplendiğimi anlamamışım. Üst üste hapşırmaya başlayınca üşüdüğümü fark edip kıyıda oturduğum banktan kalktım, hızlı adımlarla bir pastaneye sığındım. Isınmak için sipariş verdiğim salebi yudumlarken okumaya devam ettim. Ancak
bu kitabın merkeze aldığı konu öyle sıradan öykülere benzemiyor, kahramanların acısını iliklerinize kadar hissettiriyor. Öyle her yerde okunmuyor. İnsanların hiç bir şey umurlarında değilmişcesine rahat içinde yaşadığı bir semtte, kahkahalarla muhabbet ettiği bir mekanda, lezzet peşinde iken başka insanların çaresizliğini okumak bana ağır geldi. Boğazınıza bir yumru oturunca kitabın kapağını kapatıp zihnimde açık sekmeler üzerinde düşünmeye başladım.
Sonraki günlerde akıcı üslubuna rağmen zamana yayarak okuduğum kitaba dair bir şeyler yazmayı ise erteleyip durdum. Bunda göçmenin zorluğunu, yeni bir dile yerleşmenin telaşını, bir ev kurmak için bile sıfırdan başlama cesaretinin sürekli olarak yeni çıkan durumlarla sekteye uğramasının verdiği can sıkıntısını mülteci olmasa da mübadil olan büyüklerimden çok dinlemiş biri olmamın da etkisi vardı. Kitap masada epey bekledikten sonra bu gün bana gülümsedi ve yazma cesaretini verdi.
Hani Mevlana;
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demiş ama bunu kendi iradenle ilerlediğin zamanlardaki tercih edilen bir gidiş ilgili dile getirmiş olmalı.
Yoksa bir yerden bir yere göçmek, orada yeni bir hayat inşa etmek son derece zordur. Çünkü insan denen canlı, yürümek ve konuşmak için bile neredeyse iki yıla ihtiyacı olan, üzerine sayısız insanın emek verdiği bir varlıktır. Bunun yanında aile, okul, toplumun bütün engellemelerini de aşıp tam kariyerini bir noktaya getirmişken, kurduğu yeni ailede anne baba rollerini üstlenmiş ve onlar için gelecek planları yapmışken kendi dışında gelişen ülkesel koşullarla yıllarca emek verdiği her şeyi kaybedip Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin en altına düşmesi ciddi bir travmadır. Güvenlik ihtiyacı sebebiyle kendini gerçekleştirme, hayallerinin peşinde gitme şansını bir anda kaybeden göçmen, zorlu yolculuklardan sonra kendini bir anda hiç tanımadığı bir kültürün, dilin bazen dinin içinde bulur. Oyuncaklarının hepsine bir gecede veda eden göçmen çocuk o gece büyür. Anne babası ile bir odada geçen, o yeniden toparlanma sürecinde, fısır fısır konuşmalarda yokluğa şahit olur. Toprağında kendi yağında kavrulacakken birden bire kendini dışlanmış, ötekileştirilmiş, kimi zaman ikinci sınıf görülmüş, kimi zaman görmezden gelinmiş bulacaktır. Elbet bir zaman sonra alışacaktır ama o güne kadarki hayallerini rafa kaldıracak, umut yolculuğunun sonunun yaşadığı hayat olduğuna inanamayacaktır.
Marcel Proust, "Yaşadıkça, hiç aklımızdan geçmeyen şeyler eklenir dünyamıza" diyor. Gerçekten de öyle, insanın hayatında çeşitli evreler var, zihninde beş yıllık, on yıllık gelecek planları kurulmuş. Ama bir sabah uyanıyor ki, hepsinden uzakta, bir başka bilinmezlikte. Şimdi mülteci olan kaç aile acaba bundan on sene önce bu gün yaşadıklarını hayal edebilmiştir ki? Bundan beş yıl sonra bir başka ülkeye iltica etmek zorunda kalmayacağına kim garanti verebilir?
Öyleyse, bu gün karşı karşıya kaldığımız çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bizim irademiz dışında gelişen ve değişen şartlarla, maruz kaldığımız göç sorununa karşı duyarsız olmamak gerek. Zaten kendi iç dünyasında hayallerinin enkazından çıkmaya çalışan insanlara destek olmak lazım. Bu bazen maddi kimi zaman manevi destek olur. Sivil toplum kuruluşları eliyle yapılan çalışmalara omuz vermekle olur. Hiç bir şey olmasa işini yaparken gölge etmeyerek olur. Bu konuda İzmir'de çalışan bir psikolog kamplardan kaçarak şehirlere dağılan mülteci ailelerin oralarda yaşadıkları travmatik olayları anlatınca kanım dondu.
Kendisi de bir mülteci olan şair İbrahim Nasrallah, bu acıları anlattığı bir şiirinde,
"Gözyaşlarına boğulur… ressam
düşen bir damla göz yaşını çizemediğinde." der.
Daha önce de ifade ettiğim gibi, sıcak evlerimizde, her türlü ihtiyacımızı giderme şansımız varken, kendi anadilimizin içine kurulmuşken onları tam manasıyla anlamamız mümkün olmasa da karşımızdakilerin mecbur kaldıkları için bu yolu seçtiklerini hatırlayalım. Ülkesinde patronken burada diğer işçilerin yarı fiyatına sigortasız çalıştırıldıklarını, doktor, eczacı gibi kariyerli meslekleri varken burada çocuklarına bakabilmek için ne iş olsa yapacak şekilde yaşadıklarını, zaten kendisi de ekonomik, siyasi, hukuki bir çok krizle uğraşan ülkede kalmanın onlar için çok da konforlu olmadığını fark edelim.
Ve en önemlisi mültecilere, sadece insan olduğu için, hem de zor durumda kalmış ana, baba, evlat olduğu için değer vermemiz gerektiğini unutmayalım.
Onları ötekileştirmeden topluma kazandırabileceğimizi hatırlamamız için fırsat sunan "Yakından Geçen Mülteci Öyküler" bu nedenlerle önemli bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler...
Not: Yazı içindeki renkli kelimeleri tıklayarak, göç, gurbet, özlem üzerine söylenmiş şarkı ve türküleri dinlemeyi unutmayın.