Büyüyordu işte… Her şey kendi döngüsünde ilerliyordu. En çok da doğan büyüyor, büyüyen yaşlanıyor, yaşlanan yolculuğun sonuna geliyordu.
Her yolun bir sonu vardı çünkü. “Her gecenin sabahı, her karanlığın aydınlığı” klişesi işte.
Ama tünelde ilerlerken her yer çok karanlıktı. Klişelere sığınmak saflık, ışığı yok saymak, bir yerleri aydınlatan, neşelendiren, hayat veren güneşin varlığına saygısızlıktı.
Peki ya tünel? İşaret ve işaretçilerin hiç bitmeyecek izlenimi verdiği bu yolda her an sorun çıkabileceği uyarıları yorucu, radyo frekansına dahi sızıp seçilen şarkıları duyulmaz yaparak sadece kendi buyruklarına kulak kesilmemizi istemeleri yıpratıcıydı. Ama iyiliğimiz içindi hepsi değil mi?
İyilik mi? Kavram kargaşasında kötülükle yarışırdı.
Kendi müziğini dahi seçememek zordu… Ama bu tünelde ilerlerken karşılaşılan mahrumiyetlerin belki de en masumuydu. Daha ne yalnızlıklar, çıkışsızlıklar, mecburi istikametler, diken üstünde ilerleyişler, klostrofobik bekleyişler, boğuluşlar, nefessizlikler vardı.
Işığı rüyada bari görme ümidi ile gözleri kapayış, uykuyla oynanan yakalamaç sonrası her nasılsa uğrayan bir iç geçmeden uyanırken kabusların kalbe bıraktığı ağırlık bitmezdi.
Her şey o gün başladı. Hani insanın dağların kabul etmediği yükü sırtlandığı vakit. Ardından dağları delme modası geldi. Dağ içine açılan delikten geçmek o kadar kolay olmazdı. İğne deliğinden geçebilen ruh bu koca karanlıkta bedenin korkularıyla sıkışırdı. Gidiyor gibi gelmiyordu ama aslında tekerlekler sürat sınırına uyarak otomatik pilottaydı.
İlerliyordu yol, zaman, insan. Hız sabitlenmiş olduğundan duruyor gibi geliyordu içindekine. Elbet bir gün bitecekti, yol, ömür, gurbet, kış, acı veren her ne varsa.
Büyüyenler de mezara gitmemişler miydi zaten?
Büyümek toprakta çiçek açmak, açtırmaktır, eninde sonunda.
Yeni yolcular, yıllarla beraber sırtlarına çantalarını “Dağları aşarım” diye hevesle yüklerken büyümenin heyecanı ile süzülmemişler miydi? Tırmanmanın güzelliğini keşfedememekle suçladıkları, hatta yenilmişliklerini hafife aldıkları büyüklerinin takıldığı o yere, tünele doğru giderken hayatın hep aynı oyunun içinde, oyuncuları yuttuğundan habersizlerdi.
Kaypakların tünele bile giremeyecekleri, kazara girerlerse de ilk acil çıkıştan kendilerini dışarı atıp dağ havasını alacakları ve kurtulacakları zannıyla hareket edeceklerini de zamanla anlayacaklardı elbette. Ama insan anladığında çoktan iş işten geçmiş olurdu.
“Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç” şarkılarını söylerken “Artık umurumda değil, nasıl geçersen geç” diye mırıldanır olurdu. Dağlara tırmanma heyecanını hatırlayınca da dudak bükerdi kendine, eski yoldaşlarına bir de yeni yetmelere…
Sonra şarkılar… Artık demir almak zamanı gelmişse diye söylenirdi kederle. Vakti geldiyse veda etmeli her şeye.
Handan Kılıç
28/08/2021
İzmir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder