AYNI GÖKYÜZÜ AYNI KEDER... COĞRAFYA KADER




“Kırgınım, saçılmış /


Bir nar gibiyim /


Bütün derinlikler sığ/


Sözcüklerin hepsi iğreti


Değişen bir şey yok hiç /


Ölüm hariç. /


Aynı gökyüzü aynı keder.”
                                                  Behçet  Aysan






BANA SORMA CEM ADRİAN MELEK MOSSO





Bana Sorma
Belki de hiç geçmiyor acı
Alışıyor insan zamanla
Belki de hiç kapanmıyor yara
Görmüyor insan zamanla
Bana sorma nasıl alışır insan
Bana sorma nasıl dayanır buna
Yaşıyor insan
Hep geçiyor hayat, zaman
Bana sorma ben anlatamam
Bana sorma nasıl alışır insan
Bana sorma nasıl dayanır buna
Yaşıyor insan
Hep geçiyor hayat, zaman
Bana sorma ben anlatamam
Bana sorma ben anlatamam
Belki de hiç unutmuyor bir kalp
Saklıyor acıyı karanlıkta
Belki de hiç affetmiyor insan
Ama dost kalıyor hayatla
Nasıl başlar, nasıl biter
Nasıl yanar, nasıl söner
Keskin bi şarkı kalbini
Ortasından nasıl deler
Nasıl unutur insan
Nasıl alışır buna
Bana sorma
Ben anlatamam
Bana sorma nasıl alışır insan

LANETLİ AVLU İVO ANDRİÇ


Bugün 2019 yılında ilk baskısını İletişim Yayınları’ndan yapan Balkan edebiyatının nobel ödüllü yazarı İvo Andriç’in Lanetli Avlu adlı kitabından söz etmek istiyorum. Müge Günay tarafından çevrilen kitaba Barış Özkul önsöz yazmış . Burada anlatıldığı üzere Balkan edebiyatında çığır açan yazar kendi hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı bir anlatı kaleme almış. 

Arka kapak yazısında kitabın konusundan şöyle bahsedilmiş:

Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin lanetli avlusunda toplanan Müslüman, Yahudi, Hristiyan mahkumlar cezaevi avlusunun karamsar atmosferine kişiselle tarihseli birleştiren öyküleriyle direnmektedirler. Mahkumlardan birinin öyküsü Osmanlı Şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılırken bir başkasının öyküsü Balkanlar’ın çok uluslu mirasından baki kalmış gerçek yaşam sahneleri sunmaktadır. Lanetli avlu, öykülerine sarılan insanın cezaevinin laneti ile nasıl baş edebildiğini gösteren bir başyapıt

108 Sayfalık, ebat olarak küçük ama anlam derinliği açısından çok katmanlı bu kitaptan paylaşmak istediğim alıntılara geçmeden önce yazarın hayatından da kesitler sunmak istiyorum. Önsözde Barış Özkul’un bahsettiği hususları özetlersek:
"1892 Travnik doğumlu yazar ortaokulu Saraybosna’da bitirip üniversitede felsefe okudu. İlk gençliğinde Viyana, Graz, Zagreb gibi şehirlerde bulundu. 1914’te 22 yaşındayken Habsburg rejimini protesto ettiği için hapse atıldı. Hapiste geçirdiği üç yılda harıl harıl edebiyat ve felsefe okudu: Erken dönem yapıtlarında Kierkegaard'dan etkilenip karamsar bir bakış açısı geliştirdi.

Tito döneminde Yugoslavya’nın Tolstoy’u diye anılan Andrıc için yapıtlarında memleketi Bosna’nın önemli bir yeri vardır. Bosna tarihi üzerinden çeşitliliğe tanıklık etmiştir. 1924-1941 yılları arasında on yedi yıl Boyunca Graz, Budapeşte, Roma, Madrid ve Cenevre’de Yugoslavya elçisi olarak görev yapması sonucunda yazar altı-yedi dil öğrenmiştir. 1941’de Yugoslavlar’la Naziler arasında saldırmazlık paktı imzalandığında Andriç Berlin elçisi olarak Almanya’da bulunmaktadır. Prens Paul Hükümeti’nin devrilmesi ve Belgrad’ın Naziler tarafından işgali ile paktın hükümsüz kalması sonucunda Belgrad’a döner ve kalan dört yılı Belgrad’daki bir apartman dairesinde kitaplarını yazarak geçirir. Bu dört yılda ona Nobel ve Yugoslavya'nın Tolstoy'u lakabını kazandıran Drina Köprüsü'nü, Bosna üçlemesini kalemi alır. 

Tito’nun Yugoslavyası, Sovyetler’den farklı olarak edebiyatçılara göreli bir özerklik tanınmış, "sosyalist gerçekliğin" doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç için Drina köprüsü gibi yapıtları Tito tarafından övgü ile karşılanmıştır. 

Lanetli Avlu, Andriç'in hapsedilme deneyimi üzerine yazdığı öykülerin en başarılı olanıdır.

Osmanlı toplumunun farklı yönlerini simgeleyen tipleri, sıkıştırılmış bir zaman ve mekanda buluşturan bu hapishane kroniği aslında büsbütün karamsar sayılmaz. Andriç insanın karamsarlık ve kötülük karşısındaki direncine, çevresindeki olumsuz şartları değiştirme yetisine inanmaktadır. Cezaevindeki zorluklara öykülerle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkumlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar.

Lanetli Avlu iradenin sınırları ile hesaplasan bir zirve anlatısıdır. Andriç'in iradeyi zorlu bir imtihanla sınayan hapishanesi idealist, sapkın, hayalperest, düpedüz yalancı karakterlerle doludur. Mahkumları birbirine bağlayan tutkal suçluluk duygusudur.

Lanetli Avlu, suçluluk duygusunun öykülerin yardımıyla pekala aşılabileceğini, öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle baş edebileceğini gösterir.

Öykü anlatıcısının Müslüman ya da Hristiyan, Boşnak ya da Ermeni, Türk ya da İtalyan olmasının ise önemi yoktur. Bütün büyük edebiyatçılar gibi Andriç de dinsel ve ulusal aidiyetleri eşit mesafededir

Kitap başlangıçları her zaman önemlidir. Daha ilk cümlede nasıl bir anlatımla karşılaşacağımızı anlarız. Bu değerli anlatının da giriş cümleleri şöyle:

“Kış mevsimiydi kar binanın kapısına varıncaya kadar her yeri örtmüş her şeye tek bir renk ve biçim vererek gerçek şeklinden yoksun bırakmıştı”

Biraz da kitabı, alıntılarla daha yakından tanıyalım, emeği geçenlere teşekkürümüzü sunalım ama çok da detaya girmeyelim ki okuma zevkini baltalamayalım. İşte tadımlık satırlar

“Lanetli avlunun konumu bir tuhaftı. Sanki mahkumlara daha fazla işkence olsun diye tasarlanmıştı. Avludan şehrin hiçbir tarafı görünmüyordu, ne tersane ne aşağı kıyıdaki terk edilmiş silah deposu yalnızca engin, amansız bir güzelliğe sahip gökyüzü uzaktan oradan görünmeyen denizin ötesindeki Asya kıyısının küçük bir kısmı ve duvarın ardındaki herhangi bir minarenin ya da devasa bir selvi ağacının ucu görünüyordu. Hepsi belli belirsiz isimsiz ve yabancıydı. Yabancı biri burada kendini sürekli bir tür şeytan adasında, o ana kadar hayat dediği her şeyin dışında gibi hissederdi ve o hayata yakın bir zamanda dönme umudu taşımazdı. İstanbul’dan gelen mahkumlar çektikleri tüm sıkıntıların üstüne bir de şehirlerini görememenin ve onunla ilgili hiçbir şey duymamanın cezasını çekerdi. Şehrin içindeydiler fakat sanki ondan fersah fersah uzaktılar ve bu zahiri mesafe gerçekmiş gibi acı verirdi onlara. Avlu bütün bu sebeplerle insanın iradesini hızla fark ettirmeden kırar, onu yavaş yavaş kendini kaybetsin diye buraya tabii kılardı. Kişi önceden ne yaşadığını unutur ve ne olacağını giderek daha az düşünmeye başlardı. Öyle ki geçmiş ve gelecek tek bir şimdi de, lanetli avlunun tuhaf korkunç yaşamında birleşirdi... Rüzgâr uğuldar ve her yer hastalık yayardı sanki. En itidalli kişiler bile açıklanması güç bir öfke nöbetine kapılır hınçla etrafta dolaşıp bela aramaya başlardı....

Bu toplu öfke nöbetleri geldiğinde delilik bir salgın ya da hızla ilerleyen bir yangın gibi hücreden hücreye insandan insana sıçrar ve insanlardan hayvanlara ve cansız nesnelere geçerdi... Böyle zamanlarda tüm avlu, bir devin elindeki çıngırak gibi inleyip şakırdar, insanlar içinde dans eder itişir, birbirine çarpar ve çıngırağın içindeki tanecikler gibi duvarlara savrulurdu.”

“Biri avlunun eşiğini geçmişse masum olamaz, yanlış bir şey yapmıştır uykusunda bile olsa. Hiçbir şey olmasa annesi onu karnında taşırken şeytani düşüncelere kapılmıştır elbette herkes suçsuz olduğunu söyler fakat bunca yıldır burada olmama rağmen sebepsiz ya da suçsuz yere buraya getirilen insan görmedim. Kim buraya gelmişse suçludur ya da en azından suçlu birine çarpmıştır. Gerek talimat üzerine gerek kendi yetkime dayanarak yeteri kadarını serbest bıraktım evet fakat hepsi de suçluydu, kimse masum değil burada. Fakat henüz burada olmayan ve hiçbir zaman da buraya gelmeyecek binlerce suçlu var çünkü bir şekilde suç işlemiş insanların hepsi buraya gelecek olsa bu avluyu bir okyanustan öbürüne kadar genişletmek zorunda kalırdık. İnsanları tanırım, suçludur hepsi, yalnızca kaderlerinde burada ekmek yemek yok (Cezaevi müdürü Karagöz'ün ifadeleri)

“Aslında asla kimseye inanmıyor gibi bir hali vardı. Yalnızca suçlanan ya da tanıklık edene değil kendine bile. Bu yüzden itirafa, herkesin suçlu olduğu bu dünyada hiç olmazsa bir tür adalet ve düzene benzer bir şey sağlamak için tek ve en azından kısmen sabit bir hareket noktası olarak ihtiyaç duyuyordu. Ve itirafı sanki kendi hayatı için mücadele veriyormuş, ahlaksızlık ve suçla kurnazlık ve kanunsuzlukla ilgili karmaşık hesabını görüyormuş gibi arıyor, yakalıyor, müthiş bir gayret sarf ederek karşısındakinin ağzından alıyordu."

“Her kederli durumda olduğu gibi lanetli avluda da en zor ve en acılı günler ilk günlerdi. Geceler özellikle katlanılmaz oluyordu”

“Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz, sanki onları hep tanıyormuş, ezelden beri bizimle birliktelermiş gibi hissederiz aklımızda kalan yalnızca ara sıra anımsadığımız birbiriyle bağlantısız görüntülerdir.”

“Gördüğü ilk şey, küçük, sarı, deri cilti bir kitap oldu. İçini yoğun sıcak bir sevinç duygusu sardı. Bu duvarların çok uzağında kalan, gerçek dünyaya ait kaybolmuş, insani bir şeydi bu, bir düş kadar güzeldi ama pusluydu”

"Sabah saatlerinde bir çok defa karşılaşıp ayrıldılar ve her seferinde birkaç kelimeyle havadan sudan konuştular. Hapishane sohbetleri böyleydi; tereddütle başlardı ve sonra konuşmayı besleyecek yeni bir şey bulunamazsa hemen her iki tarafın da söylediği ya da duyduğu şeyi irdelediği güvensizlik içeren bir sessizlikle sona ererdi.”

“Gökyüzünde oluşan ve o yüksek duvarların arkasındaki selvi ağaçlarının incelmiş uçlarına düşen kızılımsı aydınlık o noktadan görünmeyen şehrin öbür ucunda bir yerlerde güneşin hızla baktığını gösteriyordu bir süre bütün avlu pembe bir parıltıyla doldu fakat hemen sanki kare bir kase kendi yanına devrilmiş gibi boşaldı ve akşamın ilk gölgeleri düşmeye başladı. Gardiyanlar, dağılmış, başına buyruk bir sürü gibi aldığı, avlunun uzak köşelerine kaçan mahkumları içeri sürdü kimse günü terk etmek ya da boğucu hücrelerine dönmek istemiyordu”

“Her zaman çok konuşan kişileri az çok yargılama eğilimi gösteririz. Özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa hatta bu tip insanları usandırıcı gevezeler diye küçümseriz. Fakat bunu yaparken bu insanın son derece sıradan ve insani sayılabilecek bu hatasının iyi tarafları olduğunu da görmeyiz. Çünkü eğer gördüklerini ve duyduklarını ve bu bağlamda deneyimlediklerini veya düşündüklerini konuşarak ya da yazarak tarif etme ihtiyacı duyan böyle kişiler olmasaydı başkalarının ruhsal durumları ve düşüncelerine, başka insanlara ve sonuç itibari ile kendimize hiç görmediğimiz ya da görme şansımızın olmadığı farklı kentler ve diyarlara ilişkin ne bilebilirdik çok az şey, çok az”

“Ben" tesirli bir kelimedir. Bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve kesin bir biçimde belirler. Bu konu genellikle kendimize ilişkin bilgimizin çok ötesinde ya da gerisinde kalır. İrademizin ötesine geçip gücümüzü aşar. Bu korkunç kelime bir kez söylendiğinde, bizi, kendimizle özdeşleştirmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz fakat aslında içimizde ne zamandır bütünleştiğimiz tüm düşlerimizi de anlatımlarımızla ilişkilendirip özdeşleştirir.

“Avludaki hayatın hiçbir zaman gerçek anlamda değişmediği doğruydu. Fakat takvim değişiyordu ve takvimle birlikte her birimizin önündeki hayat tasviri de değişiyordu. Karanlık daha erken çökmeye başlamıştı. Herkes sonbahar ve kışın kapıda olmasından uzun gecelerden soğuk ve yağmurlu günlerden korkuyordu. Hep aynıydı hayat, dar ve giderek loşlaşan akşam belirgin bir şekilde değişmeyen fakat her geçen gün bir iki parmak daha daraldığını hissettiği bir koridor gibi uzanıyordu önünde.”

“Kendi kendime masum bir insan olarak tutukluluğun çok uzun sürdüğünü düşünüyordum o zavallı Kamil'le vakit geçirirken ve onun için endişelenirken bir şekilde kendimle ilgili şeyler, başıma gelen talihsizlik daha az aklıma geliyordu. Fakat artık bu düşüncelerden sıyrılamıyordum. Kendime sabırlı olmam gerektiğini söylesem de sabrım buna yetmiyordu. Uzun geceler, ondan da uzun gündüzler ve ağır düşünceler en kötüsü de masum olduğumu biliyordum fakat ne sorgulanmıştım ne de dışarıdan biri bana herhangi bir haber getirmişti. Bunu düşündüğümde kan beynime sıçrıyor, gözüm bir şey görmüyor diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum fakat bunu bastırıp tek kelime etmezdim. İçten içe kendimi kemirir, başıma daha neler gelecek diye düşünüp dururdum onlarca şey geçerdi aklımdan fakat bir çıkış yolu bulamazdım. Hiç bir yerde konuşacak biri yoktu. O aylaklık da mahvediyordu beni. En kötüsü oydu. Alışkın değildim buna, ne kitap vardı ne bir alet”

“ birbirimizi biraz daha iyi tanımaya başlayınca ona kim olduğumu nereden geldiğimi söylediğimde insanların görmesine müsaade ettiğinden daha zeki ve tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir tür siyasetçi havası vardı, latife üstüne latife yaptı sonra yanıma oturdu kahkaha atarak şöyle dedi "Ah iyi adamdır iyi adamdır Karagöz" şaşırdım "iyi derken neyi kast ediyorsun, şeytan alsın öyle iyiliği" "yok yok şu anda doğru yerdeki doğru adam o" diye yanıtladı ardından oldukça farklı bir tonda "Bir devleti ve yönetimi tanımak ve istikbalin ne olduğunu bilmek istersen o ülkede kaç tane namuslu masum insanın hapiste olduğuna ve kaç suçlu ve kötünün serbest dolaştığına bakman yeterli" diye fısıldadı. "En iyi gösterge budur." Sonra ayağa kalktı ve elleri cebinde Karagöz gibi bağırıp yine hepimizi güldürerek uzaklaştı”

Dilinin berraklığı, kaliteli çevirisi ve insan ruhunu okuyan yazar dehasının satır aralarına sızdığı bu kitaptan alıntılar sundum size. 

İyi okumalar !

BİR KADININ GÖZYAŞLARI 2012


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 91.FİLM 

-Spoiler içerir -


Çok başarılı bir drama diye bahsedilip Audrey Tautou da görünce filmi izlemeye başladım. Öncesinde de I, Tonya'yı izlemiş, hemen de yazmıştım. Dram seven biri olarak da günde üç tane bile izleyebilir, epey gözyaşı döktükten sonra kendisi de dram olan hayatıma şükür arası vererek devam edebilirim. Buna rağmen bu filmden acayip derecede sıkıldım. Hani hız çağında falanız ya, ona inat çekilmiş, festival filmi tadında (ki festival filmlerini de severim ama bu baydı. Hele de Audrey'in hiç değişmeyen poker surat ifadesi ile fenalıklar gelse de, başladığı işi bitiren biri olarak sonuna kadar geldim. 


Aksiyon, olay takıntısı olanlar, hız isteyenler izlemesin, çekemezler. Kesin bilgi yayalım.

Kısaca özetlemem gerekirse, 1920'ler Fransa'sı, zengin bir toprak sahibinin tek kızı, komşu arazilerin sahibinin kızıyla çocukluktan beri arkadaş. Taşrada çok sıkılıyorlar, boğucu bir tekdüzelik var. Evliliğin iyi geleceğine dair umutlar var içlerinde. O zamanlar daha duygulardan konuşulmuyor. Evlilik de önceden planlanmış. Arkadaşının  ağabeyi ile evleniyor. Gelin görümcesinin bir çocuğa aşık olduğunu, her duyguyu coşku içinde yaşadığını görünce çok rahatsız oluyor. Bunu da yazdığı ve ulaştırmadığı mektupta "Seni severken gördüm ve nefret ettim" diye anlatıyor. Zaten aile de Yahudi'ye kız verilmez diyerek kızı tecrit ediyor. Ama aşık olunan adam Paris görmüş, evlilik niyeti olmayan, azıcık oynaşma şansı verdim ona diyecek türden, o zaman için taşrada ahlaksız sayılan bir adam. Gelin de çok kitap okuyan uyumsuz ama bunu dışa yansıtmayan donuk bir insan. Çocuğunu bile ağladığında kucağına almayan bu ruhsuz kadın kocasını yavaş yavaş zehirliyor. Çünkü evlilik içinde sıkılmış ve aileler siyasetçi olduğundan boşanması mümkün değil. Zehir fark edilince yargılanıyor ve tüm zenginler gibi yargının da elinden kurtulsa da kocası onu taşradaki o boğucu yerde bir çatı odasına kapatıp bir nevi hücre cezası veriyor. Ymeden içmeden kesilen kadın çok zayıflıyor. Aylar sonra kocası bunu görünce onu iyileştirip boşuyor. Paris'te bir dairede yaşamasını sağlıyor. Kadın yüzünde hafif tebessüm kalabalıklara karışmışken film bitiyor. (Ay böyle anlatınca epey olay olmuş gibi göründü gözüme Ama iki saatte olduğundan film bitmek bilmedi, manzaralarsa güzeldi bakın; yeşile de maviye de doyuyorsunuz.) 

Sonuç, erkeklere uyarı, kitap okuyan kadın evliliğe uygun değildir:)) Kadınlara çağrı: Boşanmak mutluluk getirir. Hoş bu eleştirilen mantık ve bakış açıları Fransa' da 1920'lerde varmış. 2020 Türkiye'sinde ise hala geçerli.  Bir yüz yıl daha da böyle gideriz gibi.

   

I, TONYA 2018




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 90.FİLM 

-Spoiler içerir -







Tonya Harding, annesinin hırslarının sonucu 4 yaşında buz patenine başlamış 20 yaşında şampiyonluklar almış ve tarihe ‘üçlü axel’ı (Axel: Axel’ın diğer atlayışlardan en önemli farkı, birli axel’ın 1,5, ikili axel’ın 2,5 ve üçlü axel’ın havada 3,5 tur dönülerek yapılmasıdır. Bu fark, axel’ın ileri doğru yapılan tek atlayış olması özelliğinden kaynaklanır. Patenci, buza geriye doğru iniş yapmak zorunda olduğu için havada fazladan yarım tur daha dönmek zorundadır. Bu nedenle, axel en zor atlayış olarak kabul edilir. Puanı da, diğer atlayışlardan daha yüksektir.) başaran ilk A.B.D’li kadın patenci’ olarak geçen bir sporcudur. Harding,in yarı belgesel yarı film tadında çekilmiş biyografik filmi 2018 yapımı olup 90'lı yıllar Amerikasını anlatıyor. 

Buz pateni için sabahın beşinde çalışmaya başlayan, ne yapsa annesini memnun edemeyen, yıldızı giderek yükselse de zengin ve örnek bir Amerikan ailesine mensup olmadığı için hakkı yenen, başta annesi olmak üzere kimseden sevgi, ilgi şefkat görmeyen, bu zor şartlara rağmen tarihe adını yazdırmış bir kadın. 

On beş yaşında tanıştığı ve daha erkek arkadaşı iken şiddet uygulayan bir adamla, annesinden de aynı dili gördüğü için evlenen ve böylece spor kariyeri biten şanssız bir kadın. Eski eşi Jeff Gillooly ile dengesiz ilişkileri ve hep daha iyi olmak adına kendini zorlaması gibi gerekçelerle stres içinde olan kadın sadece dans ederken mutlu ve bütün hayatı dans iken kocasının sekiz ay yatıp çıktığı bir olayda öyle ağır bir cezaya çarptırılıyor ki gözyaşlarına boğulmamak elde değil. 

Annesini gördüğüm her sahnede deli oldum diyebilirim. "Sen yumuşaktın. Ben senden bir şampiyon çıkardım, hem de benden nefret edeceğini bile bile, asıl fedakarlık budur" diyen kadın, garson olarak çalışıp tek başına özel hocanın giderlerini karşılıyor ama her dakika başa kakıp en ufak bir başarısızlıkta kıza şiddet uyguluyor. Nasıl anne olunmaz? sorusunun yanıtı bu olabilir sanırım. Zaten kız da "Sen bir canavarsın, beni lanetledin" diyor. 

Hayatta en önemli şey fark edilmek ve öncelikle ebeveynler ya da bakım veren kişilerce sevildiğini hissetmek. Bu günlerde psikiyatrların sıkça dile getirdiği gibi "Annesinin doyuramadığını dünya doyuramaz". 

Dünya şampiyonu olup yine ona şiddet uygulayan adama, sadece yıllar önce ilk kez birinden birazcık ilgi ve şefkat gördü diye dönmesinin sebebi de annesine kıyasla daha merhametli olması.   

İki defa Olimpiyat ve iki defa da Skate America Champion ödülünü kazanan Tonya, eski eşinin bir planıyla 1994 yılında ABD Şampiyonası öncesinde aynı dalda yarıştığı sporcu Nancy Kerrigan'ı sakatlanması için birini tutmasıyla hayatı değişiyor. Kendisinin başta haberi olmadığı bu komplonun ortaya çıkması ile birlikte ödeyeceği bedeller Tonya için zor günlerin gelmesine sebep oluyor. 

O mahkeme sahnesinde Hakim'e, kadının silahla kafasından vurulduğunu görse de bunu görmezden gelerek hız sınırından ceza yazan polise, her yarışmada hakkını yiyen juriye, bir gün sevdiğini öteki gün yeren topluma, tabi ki, yüzünde tek bir gülümseme olmadan hatta kızını zor gününde bile kazıklamaya çalışan anneye, kendindeki eksiği karısına şiddet uygulayarak kapatmaya çalışan kocaya, onu o annenin ellerine bırakan babaya öfke dolarak gözyaşları ile filmi bitirdim. Sadece son sahnede verilen bilgi içime biraz su serpti. 

Filmden bazı etkileyici replikleri paylaşmak istiyorum:

"O gün dünyanın en iyi buz patencisi olduğumu biliyordum. Tarihte bir anlığına.Kusura bakmayın artık kimse o günü hatırlamıyor. Oysa benim tüm hayatım o tek bir ana hazırlanarak geçti. (4 yaşından 20 yaşına kadar ağır bir çalışma)

"Hayatım boyunca beş para etmez biri olduğumu söylediler. Bir şey söyleyeyim mi, belki ederdim" 

"Amerika sevecek birini ister. Ama nefret edecek birini de ister" 

"Herkesin kendi gerçeği vardır ve hayat da ne yapmak isterse onu yapar."

Özetle, epey spoiler versem de, izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Travmanın büyüğü küçüğü olmaz. İnsan bir kez acıyı tatmışsa onu hatırlatan her şeyde yeniden canı acır ama hani balon istedim almadılar falan tarzında travmatik olaylar yaratarak annesine öfke duyanların özellikle izlemesi gerek. Film bitince koşarak annesine sarılma garantili:)) Annem yanımda olsa sarılırdım ama yok. 

Bu gün globalleşen dünyada bizim de bir gün sevdiğimizi ertesi gün yerdiğimiz çok oluyor. Linç kültürü sanki bir hakmış gibi sosyal medyada sunuluyor. Ama işte herkes o bir an için, kendisinden konuşulacağı bir anın güzelliğini yaşamak sonrasında taşlanacağının farkındalığıyla, bile isteye kendini meydana atıyor. 

İnternet meydanı bu gün herkesin eşit hakka sahip olduğu, görülmek için yarıştığı bir yer. Herkes o bir anı, bir an da olsa sevilmeyi istiyor. 

Belki bunun çaresi çocuklarımızı daha fazla sevmek. Kendi sevilmemişliklerimize, ihmal edilmişliğimize karşı da kendi anne babamız yerine geçerek kendimize öz şefkat uygulamak. Bunu başarırsak kişilerin ve kitlelerin oyuncağı olmadan bu dünyada huzurla yaşar, vaktimiz gelince de gideriz.

İyi seyirler...

   

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...