LANETLİ AVLU İVO ANDRİÇ


Bugün 2019 yılında ilk baskısını İletişim Yayınları’ndan yapan Balkan edebiyatının nobel ödüllü yazarı İvo Andriç’in Lanetli Avlu adlı kitabından söz etmek istiyorum. Müge Günay tarafından çevrilen kitaba Barış Özkul önsöz yazmış . Burada anlatıldığı üzere Balkan edebiyatında çığır açan yazar kendi hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı bir anlatı kaleme almış. 

Arka kapak yazısında kitabın konusundan şöyle bahsedilmiş:

Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin lanetli avlusunda toplanan Müslüman, Yahudi, Hristiyan mahkumlar cezaevi avlusunun karamsar atmosferine kişiselle tarihseli birleştiren öyküleriyle direnmektedirler. Mahkumlardan birinin öyküsü Osmanlı Şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılırken bir başkasının öyküsü Balkanlar’ın çok uluslu mirasından baki kalmış gerçek yaşam sahneleri sunmaktadır. Lanetli avlu, öykülerine sarılan insanın cezaevinin laneti ile nasıl baş edebildiğini gösteren bir başyapıt

108 Sayfalık, ebat olarak küçük ama anlam derinliği açısından çok katmanlı bu kitaptan paylaşmak istediğim alıntılara geçmeden önce yazarın hayatından da kesitler sunmak istiyorum. Önsözde Barış Özkul’un bahsettiği hususları özetlersek:
"1892 Travnik doğumlu yazar ortaokulu Saraybosna’da bitirip üniversitede felsefe okudu. İlk gençliğinde Viyana, Graz, Zagreb gibi şehirlerde bulundu. 1914’te 22 yaşındayken Habsburg rejimini protesto ettiği için hapse atıldı. Hapiste geçirdiği üç yılda harıl harıl edebiyat ve felsefe okudu: Erken dönem yapıtlarında Kierkegaard'dan etkilenip karamsar bir bakış açısı geliştirdi.

Tito döneminde Yugoslavya’nın Tolstoy’u diye anılan Andrıc için yapıtlarında memleketi Bosna’nın önemli bir yeri vardır. Bosna tarihi üzerinden çeşitliliğe tanıklık etmiştir. 1924-1941 yılları arasında on yedi yıl Boyunca Graz, Budapeşte, Roma, Madrid ve Cenevre’de Yugoslavya elçisi olarak görev yapması sonucunda yazar altı-yedi dil öğrenmiştir. 1941’de Yugoslavlar’la Naziler arasında saldırmazlık paktı imzalandığında Andriç Berlin elçisi olarak Almanya’da bulunmaktadır. Prens Paul Hükümeti’nin devrilmesi ve Belgrad’ın Naziler tarafından işgali ile paktın hükümsüz kalması sonucunda Belgrad’a döner ve kalan dört yılı Belgrad’daki bir apartman dairesinde kitaplarını yazarak geçirir. Bu dört yılda ona Nobel ve Yugoslavya'nın Tolstoy'u lakabını kazandıran Drina Köprüsü'nü, Bosna üçlemesini kalemi alır. 

Tito’nun Yugoslavyası, Sovyetler’den farklı olarak edebiyatçılara göreli bir özerklik tanınmış, "sosyalist gerçekliğin" doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç için Drina köprüsü gibi yapıtları Tito tarafından övgü ile karşılanmıştır. 

Lanetli Avlu, Andriç'in hapsedilme deneyimi üzerine yazdığı öykülerin en başarılı olanıdır.

Osmanlı toplumunun farklı yönlerini simgeleyen tipleri, sıkıştırılmış bir zaman ve mekanda buluşturan bu hapishane kroniği aslında büsbütün karamsar sayılmaz. Andriç insanın karamsarlık ve kötülük karşısındaki direncine, çevresindeki olumsuz şartları değiştirme yetisine inanmaktadır. Cezaevindeki zorluklara öykülerle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkumlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar.

Lanetli Avlu iradenin sınırları ile hesaplasan bir zirve anlatısıdır. Andriç'in iradeyi zorlu bir imtihanla sınayan hapishanesi idealist, sapkın, hayalperest, düpedüz yalancı karakterlerle doludur. Mahkumları birbirine bağlayan tutkal suçluluk duygusudur.

Lanetli Avlu, suçluluk duygusunun öykülerin yardımıyla pekala aşılabileceğini, öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle baş edebileceğini gösterir.

Öykü anlatıcısının Müslüman ya da Hristiyan, Boşnak ya da Ermeni, Türk ya da İtalyan olmasının ise önemi yoktur. Bütün büyük edebiyatçılar gibi Andriç de dinsel ve ulusal aidiyetleri eşit mesafededir

Kitap başlangıçları her zaman önemlidir. Daha ilk cümlede nasıl bir anlatımla karşılaşacağımızı anlarız. Bu değerli anlatının da giriş cümleleri şöyle:

“Kış mevsimiydi kar binanın kapısına varıncaya kadar her yeri örtmüş her şeye tek bir renk ve biçim vererek gerçek şeklinden yoksun bırakmıştı”

Biraz da kitabı, alıntılarla daha yakından tanıyalım, emeği geçenlere teşekkürümüzü sunalım ama çok da detaya girmeyelim ki okuma zevkini baltalamayalım. İşte tadımlık satırlar

“Lanetli avlunun konumu bir tuhaftı. Sanki mahkumlara daha fazla işkence olsun diye tasarlanmıştı. Avludan şehrin hiçbir tarafı görünmüyordu, ne tersane ne aşağı kıyıdaki terk edilmiş silah deposu yalnızca engin, amansız bir güzelliğe sahip gökyüzü uzaktan oradan görünmeyen denizin ötesindeki Asya kıyısının küçük bir kısmı ve duvarın ardındaki herhangi bir minarenin ya da devasa bir selvi ağacının ucu görünüyordu. Hepsi belli belirsiz isimsiz ve yabancıydı. Yabancı biri burada kendini sürekli bir tür şeytan adasında, o ana kadar hayat dediği her şeyin dışında gibi hissederdi ve o hayata yakın bir zamanda dönme umudu taşımazdı. İstanbul’dan gelen mahkumlar çektikleri tüm sıkıntıların üstüne bir de şehirlerini görememenin ve onunla ilgili hiçbir şey duymamanın cezasını çekerdi. Şehrin içindeydiler fakat sanki ondan fersah fersah uzaktılar ve bu zahiri mesafe gerçekmiş gibi acı verirdi onlara. Avlu bütün bu sebeplerle insanın iradesini hızla fark ettirmeden kırar, onu yavaş yavaş kendini kaybetsin diye buraya tabii kılardı. Kişi önceden ne yaşadığını unutur ve ne olacağını giderek daha az düşünmeye başlardı. Öyle ki geçmiş ve gelecek tek bir şimdi de, lanetli avlunun tuhaf korkunç yaşamında birleşirdi... Rüzgâr uğuldar ve her yer hastalık yayardı sanki. En itidalli kişiler bile açıklanması güç bir öfke nöbetine kapılır hınçla etrafta dolaşıp bela aramaya başlardı....

Bu toplu öfke nöbetleri geldiğinde delilik bir salgın ya da hızla ilerleyen bir yangın gibi hücreden hücreye insandan insana sıçrar ve insanlardan hayvanlara ve cansız nesnelere geçerdi... Böyle zamanlarda tüm avlu, bir devin elindeki çıngırak gibi inleyip şakırdar, insanlar içinde dans eder itişir, birbirine çarpar ve çıngırağın içindeki tanecikler gibi duvarlara savrulurdu.”

“Biri avlunun eşiğini geçmişse masum olamaz, yanlış bir şey yapmıştır uykusunda bile olsa. Hiçbir şey olmasa annesi onu karnında taşırken şeytani düşüncelere kapılmıştır elbette herkes suçsuz olduğunu söyler fakat bunca yıldır burada olmama rağmen sebepsiz ya da suçsuz yere buraya getirilen insan görmedim. Kim buraya gelmişse suçludur ya da en azından suçlu birine çarpmıştır. Gerek talimat üzerine gerek kendi yetkime dayanarak yeteri kadarını serbest bıraktım evet fakat hepsi de suçluydu, kimse masum değil burada. Fakat henüz burada olmayan ve hiçbir zaman da buraya gelmeyecek binlerce suçlu var çünkü bir şekilde suç işlemiş insanların hepsi buraya gelecek olsa bu avluyu bir okyanustan öbürüne kadar genişletmek zorunda kalırdık. İnsanları tanırım, suçludur hepsi, yalnızca kaderlerinde burada ekmek yemek yok (Cezaevi müdürü Karagöz'ün ifadeleri)

“Aslında asla kimseye inanmıyor gibi bir hali vardı. Yalnızca suçlanan ya da tanıklık edene değil kendine bile. Bu yüzden itirafa, herkesin suçlu olduğu bu dünyada hiç olmazsa bir tür adalet ve düzene benzer bir şey sağlamak için tek ve en azından kısmen sabit bir hareket noktası olarak ihtiyaç duyuyordu. Ve itirafı sanki kendi hayatı için mücadele veriyormuş, ahlaksızlık ve suçla kurnazlık ve kanunsuzlukla ilgili karmaşık hesabını görüyormuş gibi arıyor, yakalıyor, müthiş bir gayret sarf ederek karşısındakinin ağzından alıyordu."

“Her kederli durumda olduğu gibi lanetli avluda da en zor ve en acılı günler ilk günlerdi. Geceler özellikle katlanılmaz oluyordu”

“Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz, sanki onları hep tanıyormuş, ezelden beri bizimle birliktelermiş gibi hissederiz aklımızda kalan yalnızca ara sıra anımsadığımız birbiriyle bağlantısız görüntülerdir.”

“Gördüğü ilk şey, küçük, sarı, deri cilti bir kitap oldu. İçini yoğun sıcak bir sevinç duygusu sardı. Bu duvarların çok uzağında kalan, gerçek dünyaya ait kaybolmuş, insani bir şeydi bu, bir düş kadar güzeldi ama pusluydu”

"Sabah saatlerinde bir çok defa karşılaşıp ayrıldılar ve her seferinde birkaç kelimeyle havadan sudan konuştular. Hapishane sohbetleri böyleydi; tereddütle başlardı ve sonra konuşmayı besleyecek yeni bir şey bulunamazsa hemen her iki tarafın da söylediği ya da duyduğu şeyi irdelediği güvensizlik içeren bir sessizlikle sona ererdi.”

“Gökyüzünde oluşan ve o yüksek duvarların arkasındaki selvi ağaçlarının incelmiş uçlarına düşen kızılımsı aydınlık o noktadan görünmeyen şehrin öbür ucunda bir yerlerde güneşin hızla baktığını gösteriyordu bir süre bütün avlu pembe bir parıltıyla doldu fakat hemen sanki kare bir kase kendi yanına devrilmiş gibi boşaldı ve akşamın ilk gölgeleri düşmeye başladı. Gardiyanlar, dağılmış, başına buyruk bir sürü gibi aldığı, avlunun uzak köşelerine kaçan mahkumları içeri sürdü kimse günü terk etmek ya da boğucu hücrelerine dönmek istemiyordu”

“Her zaman çok konuşan kişileri az çok yargılama eğilimi gösteririz. Özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa hatta bu tip insanları usandırıcı gevezeler diye küçümseriz. Fakat bunu yaparken bu insanın son derece sıradan ve insani sayılabilecek bu hatasının iyi tarafları olduğunu da görmeyiz. Çünkü eğer gördüklerini ve duyduklarını ve bu bağlamda deneyimlediklerini veya düşündüklerini konuşarak ya da yazarak tarif etme ihtiyacı duyan böyle kişiler olmasaydı başkalarının ruhsal durumları ve düşüncelerine, başka insanlara ve sonuç itibari ile kendimize hiç görmediğimiz ya da görme şansımızın olmadığı farklı kentler ve diyarlara ilişkin ne bilebilirdik çok az şey, çok az”

“Ben" tesirli bir kelimedir. Bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve kesin bir biçimde belirler. Bu konu genellikle kendimize ilişkin bilgimizin çok ötesinde ya da gerisinde kalır. İrademizin ötesine geçip gücümüzü aşar. Bu korkunç kelime bir kez söylendiğinde, bizi, kendimizle özdeşleştirmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz fakat aslında içimizde ne zamandır bütünleştiğimiz tüm düşlerimizi de anlatımlarımızla ilişkilendirip özdeşleştirir.

“Avludaki hayatın hiçbir zaman gerçek anlamda değişmediği doğruydu. Fakat takvim değişiyordu ve takvimle birlikte her birimizin önündeki hayat tasviri de değişiyordu. Karanlık daha erken çökmeye başlamıştı. Herkes sonbahar ve kışın kapıda olmasından uzun gecelerden soğuk ve yağmurlu günlerden korkuyordu. Hep aynıydı hayat, dar ve giderek loşlaşan akşam belirgin bir şekilde değişmeyen fakat her geçen gün bir iki parmak daha daraldığını hissettiği bir koridor gibi uzanıyordu önünde.”

“Kendi kendime masum bir insan olarak tutukluluğun çok uzun sürdüğünü düşünüyordum o zavallı Kamil'le vakit geçirirken ve onun için endişelenirken bir şekilde kendimle ilgili şeyler, başıma gelen talihsizlik daha az aklıma geliyordu. Fakat artık bu düşüncelerden sıyrılamıyordum. Kendime sabırlı olmam gerektiğini söylesem de sabrım buna yetmiyordu. Uzun geceler, ondan da uzun gündüzler ve ağır düşünceler en kötüsü de masum olduğumu biliyordum fakat ne sorgulanmıştım ne de dışarıdan biri bana herhangi bir haber getirmişti. Bunu düşündüğümde kan beynime sıçrıyor, gözüm bir şey görmüyor diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum fakat bunu bastırıp tek kelime etmezdim. İçten içe kendimi kemirir, başıma daha neler gelecek diye düşünüp dururdum onlarca şey geçerdi aklımdan fakat bir çıkış yolu bulamazdım. Hiç bir yerde konuşacak biri yoktu. O aylaklık da mahvediyordu beni. En kötüsü oydu. Alışkın değildim buna, ne kitap vardı ne bir alet”

“ birbirimizi biraz daha iyi tanımaya başlayınca ona kim olduğumu nereden geldiğimi söylediğimde insanların görmesine müsaade ettiğinden daha zeki ve tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir tür siyasetçi havası vardı, latife üstüne latife yaptı sonra yanıma oturdu kahkaha atarak şöyle dedi "Ah iyi adamdır iyi adamdır Karagöz" şaşırdım "iyi derken neyi kast ediyorsun, şeytan alsın öyle iyiliği" "yok yok şu anda doğru yerdeki doğru adam o" diye yanıtladı ardından oldukça farklı bir tonda "Bir devleti ve yönetimi tanımak ve istikbalin ne olduğunu bilmek istersen o ülkede kaç tane namuslu masum insanın hapiste olduğuna ve kaç suçlu ve kötünün serbest dolaştığına bakman yeterli" diye fısıldadı. "En iyi gösterge budur." Sonra ayağa kalktı ve elleri cebinde Karagöz gibi bağırıp yine hepimizi güldürerek uzaklaştı”

Dilinin berraklığı, kaliteli çevirisi ve insan ruhunu okuyan yazar dehasının satır aralarına sızdığı bu kitaptan alıntılar sundum size. 

İyi okumalar !

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bırak Dağınık Kalsın sitesinde Çam Ağacının Gölgesinde vardı

  *Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk...