VELAYET-ÖDÜLLÜ BİR FRANSIZ FİLMİ











SİNEMA GÜNLÜĞÜ 71.Film
-SPOİLER UYARISI-

Bu gece yine TRT2'de 2017 yapımı güzel bir film vardı; adı velayet bir Fransız filmi Aslında konu bize uzak değil bu yıl özellikle medyaya taşınması sebebiyle görünür hale gelen kadına şiddet işlenmiş.

Yaşadığı kabustan kurtulabilmek için boşanma yolunu seçen bir kadının yaşadıkları anlatılıyor. Saplantılı koca çocukların velayet hakkını kullanarak hem kadının hem çocukların hayatına çörekleniyor. Can güvenliği sıkıntısı yaşayan kadının yaşadığı evi sık sık basıyor. Son gelişinde kabul edilmemesinin öfkesi ile tüfekle geliyor. O esnâda karşı komşunun gürültü üzerine polisi araması sayesinde ölümden kurtulan anne ve çocuğun yaşadıkları dehşet gözler önüne serilmiş. Düşünün, 12 yaşında bir oğlan çocuğu hafta sonları yapılan velayet anlaşması gereği babası ile görüşmesi gerekirken bunu istemiyorsa ciddi bir sorun var demektir. Buna rağmen öfke kontrolü sıkıntısı olan baba zorla çocuğu alıyor ve sürekli bir şekilde hırpalıyor. Çocuk kendinden geçmiş, ne olur annemi dövme diyerek babasının isteklerini kabul etse de içinde büyüyen nefret, öfke ileride onun hayatını etkileyecek, belki de hiç istemese de onu da babasına döndürecek  bir travmaya sebep oluyor. Ve bu şiddet kısır döngüsü kırılamadan devam edip duruyor.  
 
Hakim, anne ve babanın avukatlarına dinleyerek çocukların hakkını gözeterek babaya da görüş hakkı veriyor ama bu karar neredeyse anne ile oğlunun canına mal olacak bir sonuca kapı aralıyor. 

Dünyanın en zor kurumlarından birinin evlilik olduğunu hepimiz biliyoruz. Kavun değil ki koklayarak alasın denecek bireylerle başlayan bu kurumun dağıtılması süreci de son derece sancılı oluyor. Mesleğim gereği bir çok farklı olayla karşılaştım. Sosyal ilişkilerinde beyefendi/hanımefendi olan, eğitimli insanların bir canavara dönüştüğünü de gördüm. Vazgeçilmiş bir erkek çoğu zaman bunu kaldıramıyor ama tıpkı burada ki gibi öfke kontrolü sorunu yaşayan insanlar hayatı hem kendilerine hem de çevresindekileri zehir ediyorlar. Varlığı zarar verdiğinde yokluğunun zorluğu göze alınarak bir yola geliyor ama hani iki ucu boklu değnek dedikleri bir durumla karşı karşıya kalıyor herkes. Yoksunluk ayrı bir travmayken varlığında da şiddete maruz kalmak çocuklarda başka yaralar açıyor.

"Ben değiştim" diyerek zorla eve gelip aynı şekilde ailesine şiddet uygulayan adam en son polis zoruyla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor. Bizim ülkemizde ise ancak sosyal medyada gündem olabilir ise bu tarz şiddet uygulayan erkekler tutuklanıyor ama onlar da kısa bir süre sonra tekrar salınıyor. Böylece yarım kalan işi tamamlıyor. Cinnet hali bir kere ruhu ele geçirdi mi insanı bir vahşiye çeviriyor. Allah böyle insanlara denk getirmesin. 

Filmde net olarak gördüğümüz şey şiddetin kadın ve çocuklar üzerindeki travmatik boyutu, içlerine yerleşen korku ve huzursuzluğun en önemli ihtiyaç olan güvenliğin yitirilmesi ile yaşamın çekilmez hale getirdiği idi. Hele de bu şiddetin koruma kolama görevi olan, insanın sırtını dayayacağı dağ olması gereken babadan gelmesi travmanın boyutunu arttırıyordu. 

Budan çıkarılacak ders bence: Komşu kadının dikkati ile hayatta kalan kadın ve çocuk bize çevremize göz kulak olursak yaşam hakkını korumada insanlığa katkımız olabileceğini hatırlatıyor. 

Şiddetten uzak sevgiyi hayat rotası belirlemiş insanlarla yollarımızın kesişmesi umuduyla...

Bu arada velayet çekişmesinin anlatıldığı Gülen Karaman tarafından çok güzel seslendirilmiş ve tabi ki etkileyici bir dille İnci Aral'ca yazılmış öykü videosunun linkini de buraya bırakıyorum. 

Film dram dalında ödüller almış olsa da bizim ülke için sıradan sayılacak bir konu ve izlerken gerdiğine göre iddiasında başarılı, dilerseniz izleyin. Ama bu öyküyü mutlaka dinleyin... Bu kadar ağır bir konu nasıl bu kadar naif anlatılmış hissedin. 


#IngmarBergman Filmleri




SİNEMA GÜNLÜĞÜ 69. Ve 70. Filmler



69-Evlilikten Sahneler



Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği, Liv Ullmann ve Erland Josephson'ın oynadığı 1973 İsveç Televizyonu bakanlığı filmidir. 

Öyküsü, boşanma konusunda uzmanlaşmış bir aile avukatı olan Marianne ile Johan arasında 10 yıl süren dağılma olayını incelemektedir.



Neredeyse sadece diyaloğa dayalı bu film 2 saat 49 dk 

Senaryo metni çok sağlam 
Çocukları olmayan bir çift var
Evlilikte aşk mı arkadaşlık mı önemli? 
Başka birileri ile yeni bir birliktelik denemek gerekli midir?
Bu denemeden sonra insan gerçek dostluk kurduğu ve ayrıldığı ilk kişi ile yasak bir ilişkide yeniden mi devam etmek ister?
Yasak hep cazip midir? şeklindeki sorularla evlilik kurum üzerine sesli düşünülen bir film. Oldukça önemli bu yapıt diyalog filmlerini sevenler için kesinlikle tavsiye edilir.


70-Güz Sonatı


Autumn Sonata, Ingmar Bergman'ın yazıp yönettiği ve Ingrid Bergman, Liv Ullmann ve Lena Nyman'ın oynadığı 1978 İsveç yapımı bir drama filmi. 

Grafiği, ünlü bir piyanist ile yıllarca ilk defa karşılaşan ihmal edilmiş kızını takip ediyor ve birbirlerine nasıl zarar verdikleri konusundaki acı tartışmalarını anlatıyor.

Son zamanlarda seyrettim en etkileyici filmlerden biri... Anne kız ilişkisinin üzerinde durulmuş Sevgili Nihan Kaya’nın son zamanlarda sık sık bahsettiği konular irdelenmiş. 

"Çocukta yaparım kariyer de" diye sloganlaştırdığımız bir kadının güçlü olabilmesi için kendini gerçekleştirme şansı veren işlerde çalışmasının evde onu bekleyen sevgisine ilgisine şefkatine ihtiyacı olan çocukların varlığı ile beraber mümkün olup olmadığının sonuçları ile beraber anlatıldığı filmi her kız çocuğu ve anne izlemeli. Bu konu üzerine mutlaka bu yüzleşme yapılmalı.

Çocuklarına hiç kızmayan, ama bakıcılar ile büyüten, onlara karşı çok nazik olan ama gerçekten acı çektiği hiçbir durumu onlara yansıtmayan, kariyerini her şeyin önüne koyan bir annenin yıllar sonra kızının, ihtiyacım olduğu anlarda yoktun diyerek nefret kustuğu yüzleşmenin etkileyici sahnelerle anlatıldığı sağlam bir senaryonun güzel bir oyunculuğun bizi beklediği film kesinlikle tavsiye edeceğim bir baş yapıt 

Filmde de görüldüğü gibi kariyer basamaklarını hızla tırmanan ve adını yaptığı işte en iyiler arasına yazdıran kadınların iyi bir anne olması çok rastlanır bir şey değil ama sadece evde oturan ve kendini gerçekleştiremediği için varoluşsal sancılar içinde kıvranan bir kadının da fiziken çocuklarının yanında olmasına rağmen ruhen onlara katkıda bulunması mümkün değil iken bu ikilem nasıl aşılır? 

Bu sorunun cevabını şimdilik bulabilen bir toplum yok ve çocukta yaparım kariyer de sadece bir şarkı sözü olmaktan ileriye geçemiyor. Çünkü yapılıp bakıcılara bırakılan çocuklar yapayalnız ve sevgisiz büyüdüklerinde anne ve babalarından intikamlarını kötü şekilde alıyor. Güçlü, kariyerleri ile ün yapmış kişilerin çocukları da sürekli daha iyisi beklendiğinden silik, özgüvensiz, kıyıda köşede yaşamayı seçmiş insanlar oluyor. 

Çocuk yetiştirmek son derece zor bir zanaat ama eğer bu tercihte bulunulduysa artık bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirecek anne-babalık için kendi hayatından ödün vermek gerekiyor. Burada da ölçü çok önemli kendini tamamen silmeden ama çocukları merkeze alıp kendi haklarımıza onların da saygı göstermesini öğreterek bir orta yol aramak şart. 

Çoğu zaman kendisi nitelikli anne babayı memnun etmek mümkün değil ama çocukların da memnun olduğu ebeveyn olmak da çocuk merkezli bir çağda ciddi fedakarlıklar istiyor.

Olabildiğince yanında olarak bir çocuğa birey olmayı öğretmek vazifemiz. Göz teması kurarak, onu dinleyerek, bol bol sarılarak vazifemizi kolaylaştırmak da bizim elimizde. Ancak insan almadığı bir şeyi veremez. Geriye dönük olarak suçlanacak birilerini ararsak da bu iş Hz. Adem'le Havva'ya kadar gider. O nedenle taşın altına elimizi koymalı, evladımıza gösterdiğimiz şefkati içimizdeki çocuğa da göstermeliyiz.   


























Aşağıda linkini paylaştığım bir yazıda da filmlerden şu şekilde bahsediliyor

“Dünyaca ünlü bir piyanist olan Charlotte (Ingrid Bergman), kariyeri uğruna ailesini, özellikle iki kızını ihmal etmektedir. Yedi yıl süren bir sessizlikten sonra, kızı Eva (Liv Ullmann), Charlotte’u kendileriyle birlikte bir hafta geçirmesi için Norveç’e davet eder. Charlotte’un hasta küçük kızı Helena da Eva’nın yanında kalmaktadır. Film, anne-kız yüzleşmesini işler. Bu tema, yüzeyde fazla dramatik görünmese de, film, Bergman’ın yazdığı güçlü ve dramatik sahnelerden, özellikle Eva’nın annesine ulaşmaya çalıştığı, geceler boyu süren konuşmalardan oluşur. Her ne kadar çekim sırasında starlar arasında çatışmalar yaşanmış olsa da Ingrid Bergman ve Liv Ullman performanslarının zirvesindedirler. Ingrid Bergman, 1981’de yayımlanan otobiyografisi, Yaşamım’da Güz Sonatı’nın en iyi FILMLERinden biri olduğunu belirtir. Özellikle her iki Bergman’ın da dünyaca ünlü sanatçılar olduğu, aileleri ve çocuklarının geri planda kaldıkları düşünüldüğünde filmin özel yaşamlara da değinen hassas bir temayı işlediği ortaya çıkar. “

http://ankarasinemadernegi.org/listings/guz-sonati/

MY OWN LOVE SONG - AŞK ŞARKIM



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 68. Film

Taşınmak meşakkatli bir eylemdir ama sanırım yerleşmek daha da zor. Yıka, ütüle, temizle, yerleştir işleri bir türlü bitmiyor. Bunda her şey ile tek başına ilgilenmek zorunda olmam kadar minimalizme tepki olarak doğmuş olmamın da etkisi büyük. Yıllardır onlarsız yaşayabildiğim ama yine de vazgeçemediğim, karşılaşmaların, coğrafyaları dolaşmanın yani yolculukların hatırası olan bir sürü objeyi geldiği mekanın yarısı kadar olan bir yere yerleştirmek tam bir legoculuk bilgisi gerektiriyor. Bilgisayar oyunu kültürüm tetrisle sınırlı olsa da lego ve yeniden yaratım sanatlarında iyi olduğumdan zaman alsa da yavaş yavaş yerleşiyor, anılarımdan ödün vermiyorum. 

Hayatın bir yolculuk olduğuna inananlardanım ve yoldaki yeni durağım burası. Yolda olmayı, hareket halinde olmayı sevsem de insanın ev denen sığınağa ne kadar ihtiyacı olduğunu acı tecrübelerle idrak ettikten sonra dönülüp gelinen yer olduğunda anlamı derinleşen "Ev" e yerleşme telaşının yorgunluğundan hiç de şikayetçi değilim. Ancak okuma ve yazmama sekte vurduğu kesin. Lakin bu zamanı da düşünerek geçiriyorum aslında. 

Elimiz ayağımız gibi olan şu internet de bağlansa düşündüklerimi hayata geçirme konusunda epey mesafe katedeceğim. Telefon dışında bağlantı şansı olmayınca uzun zaman sonra mecburen TRT2 'ye döndüm. Bari akşamları film izleyeyim diyerek iki gecedir pazardan aldığım yeşillikleri ayıklarken alt yazı okumaya yetişme çabası ile film izliyorum. 

Bu gece de yukarıda resimde paylaştığım "Aşk Şarkım"ı izledim. Film önü ve film arkası programı ile zenginleştirilmiş bir yayın sunan TRT2'ye teşekkür ediyorum. Bu aralar yolculuk üzerine düşünürken böyle bir filme denk gelmek yazmaya sevkedince gecenin bu saatinde bir şeyler karalayayım dedim. 

---Spoiler içerir---

Baş roldeki kadın karakter trafik kazası sonrası tekerlekli sandalyeye mahkum oluyor. Bu nedenle Psikiyatri servisine yatırılıyor. Burada tüm ailesini yangında kaybettikten sonra gördüğünü iddia ettiği meleklerle konuşarak, hayata tutunmaya çalışan bir adamla tanışıyor. Hastaneden çıktıktan yedi yıl sonrayı anlatan filmde birbirine dayanışma içinde iki yakın arkadaşı görüyoruz. İnançlı bir adamla her şeye inancını kaybetmiş, ona bakan annesi de ölünce hayata tamamen küsüp küçük oğlu ile dahi görüşmeyen kadının birbirlerinin engellerini tamamlayarak, sürekli dertleşerek birbirine destek olarak kurdukları yakınlığa rağmen birbirlerinde olumlu gelişmeye sebep olamadıklarını görüyoruz. 

İşte bu noktada düşünmeye başlıyorum. Demek ki bazen yakın arkadaşlar birbirine ancak koltuk değneği kadar destek olabiliyor ama asıl tedavi için yetersiz kalıyor. İnsan neden en yakınındakinden onun için çırpınan arkadaşından değil de uzaktaki bir yabancıdan daha kolay etkileniyor. 

Filmde de, yakın arkadaşı onu değiştiremiyor ama birlikte bir yolculuğa çıkmaya ikna ediyor. Yol boyunca yaşadıkları ve yeni tanıştıkları insanlar kısa bir sohbetten sonra onların değişimine vesile olacak anılar bırakarak uğradıkları hayatlardan çekilip yollarına devam ediyorlar. 

Çok yaklaşırsan göremezsin, uzaktan da seçemezsin ya nesneleri araç takip mesafesini kolayca ayarlar ama insanlarla o meşhur kirpi mesafesini bir türlü tutturamazsın ya filmde de böyle oluyor. Kısa bir süre temas ettiği ölümcül bir hastalığa sahip kadının neşeyle hayata tutunması yedi yıldır insanlardan kaçan, tutkuyla yaptığı şarkı söyleme işini de bırakan kadının değişmesine sebep oluyor. Yolda bir sürü kaotik olay yaşayıp hayatlarına yön verecek insanlarla karşılaşmaları da hayatın en güzel cilvelerinden olsa gerek. Her şerde bir hayır var sonuçta:)

Bir de çok inandığım "Karşılaşmak" kavramı var ki, büyülü bir andır. Herkes herkesin yanından geçer ama karşılaşmak ruh işidir. Bazen kısacık temaslarla bile derin bağlar kuran, büyük değişimlere sebep olan karşılaşmalar vardır. Bir gün birine rastlarsınız ve bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Herkes kendi yolculuğunda ilerlerken o kader örgüsü ilmekleri birbirine takar. Bir ters bir düz derken herkes herkesle başka bir motifin parçası olur ama kimileri ile anlamlı bir desen ortaya koyar. Eğer şanslıysanız sizden yeni bir insanı çıkaran kişi size yeniden aynı motifi tek başınıza devam ettireceğiniz hediye anlar bırakır. 

Filmde de bu iki arkadaş hayatlarına dokunan insanlarla başkalaştılar ve yollarına yine beraber devam ettiler. Şanslıydılar... 

Film müzikler açısından da çok başarılı. Bob Dylan şarkıları çok güzel yorumlanmış. Stilize bir film hem de dramatik unsurlar taşıdığından oldukça yoğun ve farklı yöntemler kullanılmış. Bu da doku uyuşmazlığına sebep olmuş görünse de belki de yönetmen klasikler dışında farklı bir filme imza atmak istemiştir. 

Yol filmi olduğu için çok fazla kişi giriyor, çıkıyor Her karakter ayrı bir hikaye iken süre sebebiyle kişilerin özellikleri derinlemesine işlenmiyor ama başarılı bir yönetmen. Aynı zamanda reklam filmi de çeken, şair de olan yönetmen animasyonlar eklediği filmle sıradan gişe filmlerinden farklı bir çizgi yakalıyor. 

Bu nedenle tavsiye edilebilir bir film olduğu notunu düşerken hayat yolumuzda duraklarımız güzel karşılaşmalarla renklensin dilerim.   

Filmin künyesi için tıklayınız.

COĞRAFYA KADER MİDİR, KEDER Mİ?



Yakın zamanda Afyon'daydık. Akşam vakti balkonda ceketli oturup çay içiyordum. Hava çivi gibi soğuk...Çünkü coğrafya... Çay olmasa ellerimi ceplerime sokarak ısınırdım ama iyi ki çay var da hem içim ısınıyor hem de elimdeki bardakla parmaklarımın buzu çözülüyor. 

Ben bir şeyler okurken annem akşam yürüyüşüne çıkmış ve tabi ki ot toplamış. Bahçede çimler, çam ağaçları, ekilen bahçe bitkileri, güller var. Onlar düzenli düzenli sulanınca tesisin bahçesi adeta bir cennet... Duvarın dışı ise sapsarı bozkır... İç tarafta ege otları bile var oysa... Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ dedikleri bu olsa gerek
 


Soğuk arttıkça gözümün önünden buzullar geçiyor. Ürperdiğim balkonda manzaram sarı ama annem ot ayıkladığı için burnuma gelen yemyeşil bir koku. Duyularımın hepsi birden uyanmış, sonbaharda kış soğuğu, bozkırın ıssızlığında taze ot kokusu. İçimin buzullarından sahralarına uzanan yolda yalnızlığı bölen çocuk sesleri. 

Radika, labata, ısırgan, lita, çohoz bulmuş annem. Radikallarla çohoz haşlanıp zeytinyağ ve limon ile salata olacakmış, diğerleri soğanla kavurup üzerine yumurta kırılarak karışık ot adı ile bir öğünde bizi sebze ile buluşturacak. Kış geliyor ya iç ege pazarlarında bile doğru düzgün sebze yok, her şey buruş buruş. İç Anadoluya daha yakın bu ilde bulgur zamanı başlamış ama biz Giritliler ot yemeden duramaz, çıkar dolaşır yeşiline kavuşuruz işte. 

Atalarımız "Bahçene erik, evine yörük sokma" demişler ama Giritlilerin her yerden ot toplamasından rahatsız olmamışlar demek ki. Sonuçta yabani diye atılan ya da kuruyup giden yeşilliklerden yemek çıkarmak, üretimin en ileri boyutlarından. Tabi bunu becerenler babaannem, ve merakından dolayı gelin geldiği yerde bütün otları öğrenip pişiren annemin kuşağı. Bizim nesil yer ama toplamaz.

Annem, bir yandan ayıklıyor, bir yandan da konuşuyor; her bıçakla kökünü yapraktan ayırışta ortalığı çim biçildiğindeki tazelik kokusu kaplıyor. "Kartlaşmış bunlar, tabii kimse toplamıyor, yazık vallaha" diyor annem. 

Gülüyorum, "Toplamaz annem artık kimse böyle meşakkatli işlerin altına girmez. Babaannem ve sen gördüğün otu tanırsın ama ben daha bir çok ağacın ismini bile bilmiyorum. Şehirde büyümenin neticesi, evinde her gün ot pişmiş bizim nesil bile hangi yaprak hangi otun ayırt edemiyoruz  işte... Kitapların yaprakları arasında kaybolmanın sonuçları... 

Ya bizim çocuklarımız, bırak ağaçların isimlerini bilmeyi kafalarını kaldırıp orada bir ağaç var mı diye bakmıyor. Sürekli farkındalık geliştirmekten, bu dünyaya geliş gayemizin sürekli kendini yenileyen bir dünyadaki düzeni fark etmek, her canlının kendi dilinde bize söylediklerini duymak olduğundan bahsediyoruz ama her gün daha da azalan yeşile o kadar uzak, betona o kadar aşinayız ki...Çünkü coğrafya...Çünkü kader... Sonuç hep keder...

Gözümü ufka dikiyorum. Sarı, uçsuz bucaksız değil uzaklar kah kahverengi, kah koyu yeşil... Nerede ne var, her yer ekilmiş mi, bazısı sürülmüş, kimi nadasa mı bırakılmış. Deniz yok, ufuk çizgisini tarlalar belirliyor. Hissettiğim tek şey sınırlanmak... Yolunu kesen dağlar, soğuktan burnumun ucunun kıpkırmızı olması, karşıda yeni yapılan bir otelin inşaatı... Yüksek bir yerde... İçerisi tıpkı bu tesis gibi yeşillendirilmiş. Ama tepeye çıkan yol da iki taraftan ağaçlandırılmış. 

Annem "Toprak kaymasın diyedir bu ağaçlar" diyor... Başımı sallıyorum. Toprak nicedir kayıyor, yeryüzü değişiyor, iklimler, sınırlar, çöller, sular, savaşlar, göçler, yalnızlıklar, Ege denizinde boğulan çocuklar, evlerine, ülkelerine sığdırılamayan kadınlar, yabancı topraklara canından canı gömen çaresiz babalar, işinden evinden yurdundan olmuş doktorlar, akademisyenler, hakimler, savcılar... Babası nehir sularına kapılmış evlatlar, uzaklarda ne yiyor ne içiyor diye düşünülen yavrular, endişelenecek kimsesi kalmamış garipler... Sarılacak tek akrabası olmayan göç mağduru çocuklar... Okulları yarım kalmış, hayallerinden uzağa düşmüş binlerce insan... Toprağı, vatanı, evi, kalbi, ailesi, insan sevgisi, inancı, umudu ellerinden kayıp gitmiş çocuklar... 

Suyun boğamadıklarını da sessizliğin boğduğu bir coğrafya... Evet coğrafya kaderdir... Bazı coğrafyalar da kederdir işte...

Bir dikili ağacın toprağı tuttuğu yerde insan tutunamıyor insana. Herkes gözüne kulağına kalbine toprak atma derdinde... Toprak altına ölüler girer, toprakla öldürülen vicdanlar bir gün kalan bedeni de gömer acının içine, sıran geldiğinde. O zaman şimdi kulağını tıkadığın çığlıkları yükseltirsin de bir başkası tıkar kulağını. Açar müziğini, filmini, duymaz kimsenin sesini... Kendini de unutur, insanlığı da... Gömer kafasını sosyal medyaya, oyuna verir kalbini, orada kaybedince toprağını ağlar... Topraklarının ayaklarının altından kaydığından habersiz yaşar. 

Hırsları yüzünden gözleri gönülleri doymayan insanları toprak doyurur derler ya hani, gerçekten öyleymiş. Tutunacak toprak, vatan olacak toprak, hırsları ile kör olanların gözlerini dolduracak da toprak... Doyuran da toprak, mezar olan da...

Azot döngüsünde yerini almadan önce farkını koymalı insan... Topraktan geldiğini, toprağa döneceğini hatırlamalı, kalbi, gözü, vicdanı toprak olmadan onları yaşatacak duyguları aktif hale getirmeli, üzerindeki ölü toprağını silkmeli... 

Coğrafya kaderdir elbette, kederdir bu topraklarda nefes almak. Düşünsenize son otuz yılda yaşanan olaylar bir Kuzey Avrupa ülkesinin beş yüz yıllık tarihine yayılmıştır. Ondan belki vatandaşını kör, sağır, dilsiz yapmıştır bu coğrafyalar ama elimizin eriştiği yeri ağaçlandırmak, uzattığımız kollarımızla kimsesiz yavruları, çaresiz insanları sarmak, onlara bir kucak, yeşillenecek toprak olmak da gerektir. 

Osmanlı şehri isimli bir kitap okumuştum. Dünyaca ünlü mimarlık ödüllerini iki kez alan tek kişi olan yazar Turgut Cansever, Avrupa gibi tek tip bir mimariye sahip olmamamızı, inanç sistemimize dayandırmış, insanın kendini inşa ederken evinin önünü de güzelleştirmesi, yeşillendirmesi gerektiğini, bunu Avrupa'daki gibi devletin değil tek tek fertlerin yapmasının vazife olduğunu anlatmıştı. Zaten kendini inşanın yolu çevrene, üretime katkı ile doğru orantılı değil midir ?

Öyleyse hepimiz coğrafyanın kader olduğunu bilip çok da kederlenmeden evimizin önünden, kalbimizin toprağından başlamalı, elimizin ulaştığı yerde yeni fidanlara su vermeli, yıllanmış ağaçların içinin boşalıp devrilmesine müsaade etmeden gerektiği anda destek olmalıyız ki, dünyaya katkımız olsun, kalbimizin toprağı kaymasın, yeşillensin, bağrımızdan sürgün veren otlarla karınlar doysun. 

Bir insanın yüzünde gülücüğe sebep olursan kalbinde açacak güllerin dalında da bülbüller şakır. Bunlar hayal değil, idealize edilmiş büyük hedefler de değil. Tıpkı herkesin evinin önünü süpürmesi gibi dünyaya karşı borcumuz. Nasıl karbon ayak izi bırakmadan çevreye duyarlı seçimler yapmamız gerek tıpkı öyle de, kalbimizin kurumasını engelleyecek eylemlerde bulunmak da kendimize karşı vazifemiz. Toprağımızın elverdiği ölçüde, coğrafyamızın izin verdiği ağaçlarla da olsa kederlenmeden kaderimizi yeşillendirmeli. Tıpkı yukarıdaki fotoğraflarda olduğu gibi kalbine de bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ... 
   



SABAHIN TADI




Sabahın bu saatlerinde deniz sesinin kokusu bol naneli buzlu bir cacık gibi insanın içini serinletiyordu ama yüreğimde dün gece en son dinlediğim müziğin ağırlığı da vardı... Adeta enkazdan çıkmış gibiydim. 

Bu yorgunlukla zar zor adımladım beton dökülmüş yeni sahil yolunu. Az ileride yükselen çam korusuna dikip gözlerimi yeşil rengin nefes aldıran hissine tutundum. Böylelikle manavın önüne kadar gelmişim. Yaz domateslerinin kırmızısı ağzımı Sulandırınca elimi cebime attım. Olan paraya baktım, evden plansız çıkmıştım. Fiyatını sordum, iki kilo tart dedim. Gözlerimi domatesin kırmızısına diktim. Yüzüme renk gelmeye başladığını hissettim. 

Dün geceki hüznüm öyle yoğundu ki, gökler gönlümle beraber ağlamıştı. Ama İşte şairin dediği gibi başaklar yağmurlardan Sonra büyürdü. Sabaha karşı gün doğarken rüzgârın görüntüsü adeta kocaman bir çalı süpürgesiydi. Bir hışımla işine koyulup  hem  havadaki pusu hem bütün hüznümü dağıtmıştı.
 Yeni güne gülümserken mis kokulu tavşankanı bir çay kadar tazeydi sabah güneşinin tadı.

UZUN İNCE BİR YOLDAYIM, GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE


Hayat, "Nedir, ne değildir?" diye düşünürken geçip giden bir zaman dilimiymiş. En basit haliyle "Cevaplanmamış sorular yedeğimizde yürüdüğümüz bir yol" diyebiliriz sanırım. Sonunda ışık olan bir tünel ya da dümdüz bir parkur değil. Kesin olan tek şey bu gün içinde olduğumuz bu zaman diliminin bir gün biteceği. En büyük hediyesi o bir günü bilmemek. Yoksa devam edemezdik. Düşünsenize, idam edileceğini bilen bir mahkum neyden zevk alabilir, yüzü ne ile güler? Bu açıdan ölüm zamanını bilmemek büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, hatırlandığında bile lezzetleri azaltan tek gerçeğimizdir. Bu yazı planlı bir yazı değil. Bir konusu yok. İçimden ne gelirse yazmak istedim bu sabah. Her şey zıddıyla bilindiğinden olsa gerek hayat deyince ölüm çıktı geldi, yazıya girdi. 

Sürüklenmek şeklinde ilerleyen yaşamımda yeni bir dönemin başındayım hissi var sadece. Yedi yıllık döngü tamamlanırken, tam da yedi yıl önce oturduğum eve yeniden taşınıyorum. Bu çok değişik bir his. Geriye dönmek pek yaptığım bir şey değildir aslında ama kader bu sefer böyle buyurdu. Yeniden yedi yıl yaşadığım eve, manzaraya dönüyor olmak ister istemez beni o günlerde dolaştırıyor. Çok memnun muydum hayatımdan sanırım hiç bir zaman öyle olmadım ve zamanla bunun bedelini elimdekileri de yitirmekle ödedim. Ama yüzde yüz memnun olmasam da huzurlu idim. Düzenli, rutin, normal bir hayatım vardı ve bunun büyük bir nimet olduğunu son yedi yıl yaşattıkları ile öğretti. 

Bu zaman dilimi hiç yaşanmasaydı, ben normal sıradan hayatıma devam etseydim keşke diye düşündüğüm çok oldu. Ama o zaman bu günkü benle tanışamazdım, diye düşünüp keşkelerden vazgeçtim. Ha bu günkü ben çok mu muhteşem biri, elbette değil. Hatasıyla doğrusuyla kendi halinde bir insan. Ama yedi yıl önceden çok farklı, daha dingin, daha fazla akışına bırakabilen, önem sırası, sevdikleri, yerdikleri epey değişmiş bir başkası var artık. 

Bu süreçte yaşadığım çok güzel zamanlar, tanıdığım harika insanlar da oldu elbette. En büyük hayalimi gerçekleştirdim mesela, yeni hayaller kurmaya başladım. Çok gezdim, çok okudum, çok film izledim, çok zenginleştim ama bir o kadar da büyük kayıplarla adeta bir roller coaster' a binmiş gibiydim. 

Bu gün bu dalgalanmaların hayatın kendisi olduğunu kabul etsem de, insanlarla olan zorlu süreçlerde kırgınlıklarımı tolore edebilmiş değilim. Bir zamanlar kendini insan sarrafı sanan yanımın fena halde çuvalladığını gördüm. İçimdeki çocuğun "İyi ki tanımışım" diye sevinçten uçtuğu zamanları, "Sen insan tanıma konusunda bir daha ağzını açma, hediye sandığın insanlar sayesinde koca bir salatalık tarlan var, midende ciddi hazımsızlık yapıyorlar" diye azar yediği vakitler takip etti, ediyor.       

Neyse ki, sosyal medya var da dertlerimize derman olacak bir söz dakika da bir önümüze düşüyor. İşte onlardan birinin yeri geldi, paylaşalım da yüreğime su serpilsin, söyleyenin doğruluğu yanlışlığı artık yayanların boynuna olsun da içeriğin doğru olduğu net:

"Frued'un kızına yazdığı mektup:

"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birden bire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok" 

İşte böyleyken böyle... Tanımasam mutlu olacağım çok insan tanıdım ama belki onlar sayesinde insanlık denen üst noktanın farkına vardım. Gözümü çukurlardan maviliklere diktim.

Hayatın düz bir çizgide gitmediğini hatırladım. Her şey dairesel bir hareketle ilerliyor, yeniden idrak ettim. Hücrelerimizde gizlenen hüzünle sevincin ayın iki yüzü gibi olduğunu, gece ile gündüz gibi bir devinimde ilerlediklerini hissettim. Umarım yedi yıllık döngülerle bezeli hayatımda hüznün yerini sevincin alacağı dönemin kapısındayımdır. 

Bu arada çok film izledim buraya aktarabildiğim film yazısı altmışlarda olsa da, defterlerimde üç yüzü geçti. Şöyle yerleşik bir düzene geçip sistematik halde onları buraya aktarabilecek vaktimin olmasını umuyorum.

Bir de epey dizi izledim. Genelde edebiyat uyarlaması seçtiğim için izledikten sonra pişman olduğum pek bir dizi olmuyor.

Aşağıda iki sahnesinden resim paylaştığım outlander da netfiliks in iyi dizilerinden. Epey bölümü var. Ara sıra konuda sarkma olsa da romandan senaryolaştırıldığı için olsa gerek iyi toparlanmış. Yeşil severler için de görsel bir şölen sunuyor. Tavsiye edebilirim.  
   
Hikayesi anlatılabilecek bir hayat yaşamak, yazıp paylaşmak, iyi insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatacak eserler vermek, o mukadder gün geldiğinde ağırlıksız göçmek dileğiyle...  

Günün şarkısı Kıraç'tan gelsin. Gidiyorum buralardan...









     

MUTSUZ TENCERE


Mutsuz bir tencereyim ben. Ne zamandır içimde doğru düzgün bir yemek pişmedi. Neymiş efendim herkes diyetteymiş. Ben niye varım o zaman? Amacıma hizmet etmeyeceksem, bir bayramda mutluluk vermeyeceksem neden yaşıyorum? Şu anki durumum huzurevinde ölümü bekleyen bir yaşlıdan farksız. 

Şimdiki tencereler gibi değilim, söylemesi ayıp çok insan doyurdum, karnım biraz geniş. Her gün kullanılan alelade tencereler gibi değilim ama kalabalıkta bir de özel günlerde vazgeçilmezim. Yani eskiden öyleydim. Şimdi evde büyük kutlamalar yapan kalmadı. 

Bir keresinde çocuğun sünnetinde keşkek dövmüşlerdi içimde. Hey gidi günler! Ne güzel zamanlardı. Herkesin yüzünün güldüğü, üzüntülerin büyütülmediği, el birliği ile kalabalık ziyafetlerin üstesinden gelindiği günler. Günün sonunda ben dahil herkes telaştan yorgun ama mutlu olurdu. O sünnet gününde de öyleydi. Keşkeğimden bir yiyen bir daha istedi. Sünnet çocuğu bile gözyaşlarına ara verdiği bir zaman ikinci tabağı istemişti de, annesi dibimi kazımıştı. O esnada canım yandı ama gıkım çıkmadı. Sonuçta bir çocuğun yüzünde gülümseme olacaktım. 

O gün etli keşkeği, her zamanki gibi anneanne yapmıştı. Rahmetli burada olsa beni bir kenara kaldırıp atmazlardı. Gerçi onda da suç var, bırakmadı ki kimse benimle bir şeyler öğrensin, her işe kendi yetişirdi. O gidince büyük bir boşluk oluştu hayatlarında. 

Artık o yok, onun bereketli eli, evi de yok. Beni çocuklarından biri aldı, bir köşeye kaldırdı. Evin içinde topu topu iki ihtiyar var. Onlara yemek pişirecek değilim. Hastalıklar, perhizler derken zaten pek bir şey yedikleri yok. Kendi hallerinde yaşıyorlar. Anane olsa  "Aç insandan hayır gelmez" derdi. Hemen bir şeyler pişirir, bütün çocukları, torunları sofra etrafına toplardı. 

Bunlar birer gölge gibi dolaşıyorlar evin içinde. Torun torbanın uğradığı yok. Beni bir kenara atarlarsa olacağı bu. Benim kaynamadığım yerde sessizlik çöreklenir. 

Ah anane, şimdiki ananeler de torunlar da senin zamanın gibi değil. Ondan benim devrim de kapandı galiba. Sen olsan şimdi bu tatile giden torunlar falan hepsi burada olurdu. Hele de Kurban Bayramında, senle ben başrolde olduk mu, bu kalabalıklar doyar, güler, oynardı. Herkesin ikinci tabağı yemesi zorunlu olurdu. Zaten ikimiz bir araya gelince lezzet rekorunu kırardık. Biz sormasak bile onlar tabakları uzatır, daha yok mu derlerdi.     

Bugün Kurban Bayramı'nın ilk günü. Burada olsaydın bahçede toplanırdı herkes. Sıra sıra kurbanlar dualarla kesilir, bir kaç kişi tutar bacağından çengele asardı. O derinin küçük bıçak darbeleri ile yüzülmesini izlerdi çocuklar. Korkan da olurdu, bıçağı eline alan da. Deriyi tuzlar, sonra gönderir, pöstekiler yaptırırdın. Etler hep beraber doğranır, sonra ben devreye girerdim. Onları bir pişirirdim, herkes parmaklarını yerdi. Rakibim yoktu doğrusu. Belki biraz mangal. İtiraf etmeliyim, onu ben de severdim. Herkes gittikten sonra yıkanıp kaldırıldığımız kilerde az kesişmedik. İkimiz de vazifesini hakkıyla ifa etmenin keyfiyle selamlardık birbirimizi. Bayram akşamları yorgun ama huzurlu olurduk. İçimizin ateşi mutlu ederdi herkesi. Piknik günleri bir onu alıp yola koyulmalarından bozulurdum ama düğün, sünnet, aşure günlerinde de o yalnız kalırdı kilerde. 

Eeee, ne de olsa benim bağrım daha genişti. Bir kerede daha çok kişinin kalbine, midesine ulaşırdım. Anane, bağa bahçeye nereye gitseler götürdü beni. Çocuklarının evinde toplandıklarında bile giderdim yanında. 

Ha bir de aşure mevzuu var. Çok kaynadı bağrımda. Hatta daha gençken adım çıktı onunla, Aşure Tenceresi dedi herkes. Aşure kız ismi ben erkeğim ama onu çok sevmiştim, ondan ses etmedim. Başka yemekler pişirirken bile aşure ile anıldığıma sevindim. Aşure herkesi mutlu eder, tat bırakır damaklarda. Ben belki babam gibi büyük bir düğün tenceresi olmayı beceremedim ama çok çalıştım. Babam sadece o özel günlerde çorba yapmak için dolaştı ev ev. Sahibi vardı ama konu komşu, akraba isteyince giderdi. Çok gezdi, çok sevildi ama ben de orta halli boyumla daha şanslıydım. Hem çok tatlılar hem tuzlular kaynattım. Her sene aşure ile doldum taştım.    

Hangimiz daha çok insan doyurduk bilmiyorum ama tok insan mutlu insandır. Çevremde mutlu insanların dolandığı zamanları özledim. 

Kurban Bayramı ha bu gün! Şimdi bana kesin iş düşerdi. Belki bir gün yine sıram gelecek ama şimdi kimse yok. Anane yok, çocukların kendi çocukları var ama onlar da gurbette. Bahçe yok, bayram da yok. Kaldığım evde  edi ile büdü bir karı-koca var. Bu gün gelecek kimse yok. Kurban telaşı ile uğraşacak güçleri de yok. Marketten hisseye girmişler. Etler, kesilmiş, parçalanmış, kutulanmış gelecek oradan derin dondurucuya konacakmış. 

Ne günlere kaldık.  Vay beTencerenin kaynamadığı, içimin bomboş kaldığı gün bayrammış.

Öyleyse şimdi bu sözü söyleme sırası bende: "Bayram gelmiş neyime!   

Not: Herkese iyi bayramlar:) Bu yazı sanal yazı evinin "Tencere" adlı kelime çalışmasında yazılmıştır. 

Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...