Yakın zamanda Afyon'daydık. Akşam vakti balkonda ceketli oturup çay içiyordum. Hava çivi gibi soğuk...Çünkü coğrafya... Çay olmasa ellerimi ceplerime sokarak ısınırdım ama iyi ki çay var da hem içim ısınıyor hem de elimdeki bardakla parmaklarımın buzu çözülüyor.
Ben bir şeyler okurken annem akşam yürüyüşüne çıkmış ve tabi ki ot toplamış. Bahçede çimler, çam ağaçları, ekilen bahçe bitkileri, güller var. Onlar düzenli düzenli sulanınca tesisin bahçesi adeta bir cennet... Duvarın dışı ise sapsarı bozkır... İç tarafta ege otları bile var oysa... Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ dedikleri bu olsa gerek
Soğuk arttıkça gözümün önünden buzullar geçiyor. Ürperdiğim balkonda manzaram sarı ama annem ot ayıkladığı için burnuma gelen yemyeşil bir koku. Duyularımın hepsi birden uyanmış, sonbaharda kış soğuğu, bozkırın ıssızlığında taze ot kokusu. İçimin buzullarından sahralarına uzanan yolda yalnızlığı bölen çocuk sesleri.
Radika, labata, ısırgan, lita, çohoz bulmuş annem. Radikallarla çohoz haşlanıp zeytinyağ ve limon ile salata olacakmış, diğerleri soğanla kavurup üzerine yumurta kırılarak karışık ot adı ile bir öğünde bizi sebze ile buluşturacak. Kış geliyor ya iç ege pazarlarında bile doğru düzgün sebze yok, her şey buruş buruş. İç Anadoluya daha yakın bu ilde bulgur zamanı başlamış ama biz Giritliler ot yemeden duramaz, çıkar dolaşır yeşiline kavuşuruz işte.
Atalarımız "Bahçene erik, evine yörük sokma" demişler ama Giritlilerin her yerden ot toplamasından rahatsız olmamışlar demek ki. Sonuçta yabani diye atılan ya da kuruyup giden yeşilliklerden yemek çıkarmak, üretimin en ileri boyutlarından. Tabi bunu becerenler babaannem, ve merakından dolayı gelin geldiği yerde bütün otları öğrenip pişiren annemin kuşağı. Bizim nesil yer ama toplamaz.
Annem, bir yandan ayıklıyor, bir yandan da konuşuyor; her bıçakla kökünü yapraktan ayırışta ortalığı çim biçildiğindeki tazelik kokusu kaplıyor. "Kartlaşmış bunlar, tabii kimse toplamıyor, yazık vallaha" diyor annem.
Gülüyorum, "Toplamaz annem artık kimse böyle meşakkatli işlerin altına girmez. Babaannem ve sen gördüğün otu tanırsın ama ben daha bir çok ağacın ismini bile bilmiyorum. Şehirde büyümenin neticesi, evinde her gün ot pişmiş bizim nesil bile hangi yaprak hangi otun ayırt edemiyoruz işte... Kitapların yaprakları arasında kaybolmanın sonuçları...
Ya bizim çocuklarımız, bırak ağaçların isimlerini bilmeyi kafalarını kaldırıp orada bir ağaç var mı diye bakmıyor. Sürekli farkındalık geliştirmekten, bu dünyaya geliş gayemizin sürekli kendini yenileyen bir dünyadaki düzeni fark etmek, her canlının kendi dilinde bize söylediklerini duymak olduğundan bahsediyoruz ama her gün daha da azalan yeşile o kadar uzak, betona o kadar aşinayız ki...Çünkü coğrafya...Çünkü kader... Sonuç hep keder...
Gözümü ufka dikiyorum. Sarı, uçsuz bucaksız değil uzaklar kah kahverengi, kah koyu yeşil... Nerede ne var, her yer ekilmiş mi, bazısı sürülmüş, kimi nadasa mı bırakılmış. Deniz yok, ufuk çizgisini tarlalar belirliyor. Hissettiğim tek şey sınırlanmak... Yolunu kesen dağlar, soğuktan burnumun ucunun kıpkırmızı olması, karşıda yeni yapılan bir otelin inşaatı... Yüksek bir yerde... İçerisi tıpkı bu tesis gibi yeşillendirilmiş. Ama tepeye çıkan yol da iki taraftan ağaçlandırılmış.
Annem "Toprak kaymasın diyedir bu ağaçlar" diyor... Başımı sallıyorum. Toprak nicedir kayıyor, yeryüzü değişiyor, iklimler, sınırlar, çöller, sular, savaşlar, göçler, yalnızlıklar, Ege denizinde boğulan çocuklar, evlerine, ülkelerine sığdırılamayan kadınlar, yabancı topraklara canından canı gömen çaresiz babalar, işinden evinden yurdundan olmuş doktorlar, akademisyenler, hakimler, savcılar... Babası nehir sularına kapılmış evlatlar, uzaklarda ne yiyor ne içiyor diye düşünülen yavrular, endişelenecek kimsesi kalmamış garipler... Sarılacak tek akrabası olmayan göç mağduru çocuklar... Okulları yarım kalmış, hayallerinden uzağa düşmüş binlerce insan... Toprağı, vatanı, evi, kalbi, ailesi, insan sevgisi, inancı, umudu ellerinden kayıp gitmiş çocuklar...
Suyun boğamadıklarını da sessizliğin boğduğu bir coğrafya... Evet coğrafya kaderdir... Bazı coğrafyalar da kederdir işte...
Bir dikili ağacın toprağı tuttuğu yerde insan tutunamıyor insana. Herkes gözüne kulağına kalbine toprak atma derdinde... Toprak altına ölüler girer, toprakla öldürülen vicdanlar bir gün kalan bedeni de gömer acının içine, sıran geldiğinde. O zaman şimdi kulağını tıkadığın çığlıkları yükseltirsin de bir başkası tıkar kulağını. Açar müziğini, filmini, duymaz kimsenin sesini... Kendini de unutur, insanlığı da... Gömer kafasını sosyal medyaya, oyuna verir kalbini, orada kaybedince toprağını ağlar... Topraklarının ayaklarının altından kaydığından habersiz yaşar.
Hırsları yüzünden gözleri gönülleri doymayan insanları toprak doyurur derler ya hani, gerçekten öyleymiş. Tutunacak toprak, vatan olacak toprak, hırsları ile kör olanların gözlerini dolduracak da toprak... Doyuran da toprak, mezar olan da...
Azot döngüsünde yerini almadan önce farkını koymalı insan... Topraktan geldiğini, toprağa döneceğini hatırlamalı, kalbi, gözü, vicdanı toprak olmadan onları yaşatacak duyguları aktif hale getirmeli, üzerindeki ölü toprağını silkmeli...
Coğrafya kaderdir elbette, kederdir bu topraklarda nefes almak. Düşünsenize son otuz yılda yaşanan olaylar bir Kuzey Avrupa ülkesinin beş yüz yıllık tarihine yayılmıştır. Ondan belki vatandaşını kör, sağır, dilsiz yapmıştır bu coğrafyalar ama elimizin eriştiği yeri ağaçlandırmak, uzattığımız kollarımızla kimsesiz yavruları, çaresiz insanları sarmak, onlara bir kucak, yeşillenecek toprak olmak da gerektir.
Osmanlı şehri isimli bir kitap okumuştum. Dünyaca ünlü mimarlık ödüllerini iki kez alan tek kişi olan yazar Turgut Cansever, Avrupa gibi tek tip bir mimariye sahip olmamamızı, inanç sistemimize dayandırmış, insanın kendini inşa ederken evinin önünü de güzelleştirmesi, yeşillendirmesi gerektiğini, bunu Avrupa'daki gibi devletin değil tek tek fertlerin yapmasının vazife olduğunu anlatmıştı. Zaten kendini inşanın yolu çevrene, üretime katkı ile doğru orantılı değil midir ?
Öyleyse hepimiz coğrafyanın kader olduğunu bilip çok da kederlenmeden evimizin önünden, kalbimizin toprağından başlamalı, elimizin ulaştığı yerde yeni fidanlara su vermeli, yıllanmış ağaçların içinin boşalıp devrilmesine müsaade etmeden gerektiği anda destek olmalıyız ki, dünyaya katkımız olsun, kalbimizin toprağı kaymasın, yeşillensin, bağrımızdan sürgün veren otlarla karınlar doysun.
Bir insanın yüzünde gülücüğe sebep olursan kalbinde açacak güllerin dalında da bülbüller şakır. Bunlar hayal değil, idealize edilmiş büyük hedefler de değil. Tıpkı herkesin evinin önünü süpürmesi gibi dünyaya karşı borcumuz. Nasıl karbon ayak izi bırakmadan çevreye duyarlı seçimler yapmamız gerek tıpkı öyle de, kalbimizin kurumasını engelleyecek eylemlerde bulunmak da kendimize karşı vazifemiz. Toprağımızın elverdiği ölçüde, coğrafyamızın izin verdiği ağaçlarla da olsa kederlenmeden kaderimizi yeşillendirmeli. Tıpkı yukarıdaki fotoğraflarda olduğu gibi kalbine de bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ...
YanıtlaYönlendir
|
Bir Giritli ailenin çocuğu olarak zevkle okudum yazınızı. Radikanın kokusunu burnumda hissettim. Coğrafya belirttiğiniz gibi eskiden hem kader hem kederdi. Şimdi bütün coğrafyalar keder.
YanıtlaSilÇok haklısınız her yer keder... yaşasın otlar 🌿 yorum için 🙏
SilAma toprak nicedir kayıyor... ne güzel bir anlatım
YanıtlaSilteşekkürler adsız:)
Sil