MY OWN LOVE SONG - AŞK ŞARKIM



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 68. Film

Taşınmak meşakkatli bir eylemdir ama sanırım yerleşmek daha da zor. Yıka, ütüle, temizle, yerleştir işleri bir türlü bitmiyor. Bunda her şey ile tek başına ilgilenmek zorunda olmam kadar minimalizme tepki olarak doğmuş olmamın da etkisi büyük. Yıllardır onlarsız yaşayabildiğim ama yine de vazgeçemediğim, karşılaşmaların, coğrafyaları dolaşmanın yani yolculukların hatırası olan bir sürü objeyi geldiği mekanın yarısı kadar olan bir yere yerleştirmek tam bir legoculuk bilgisi gerektiriyor. Bilgisayar oyunu kültürüm tetrisle sınırlı olsa da lego ve yeniden yaratım sanatlarında iyi olduğumdan zaman alsa da yavaş yavaş yerleşiyor, anılarımdan ödün vermiyorum. 

Hayatın bir yolculuk olduğuna inananlardanım ve yoldaki yeni durağım burası. Yolda olmayı, hareket halinde olmayı sevsem de insanın ev denen sığınağa ne kadar ihtiyacı olduğunu acı tecrübelerle idrak ettikten sonra dönülüp gelinen yer olduğunda anlamı derinleşen "Ev" e yerleşme telaşının yorgunluğundan hiç de şikayetçi değilim. Ancak okuma ve yazmama sekte vurduğu kesin. Lakin bu zamanı da düşünerek geçiriyorum aslında. 

Elimiz ayağımız gibi olan şu internet de bağlansa düşündüklerimi hayata geçirme konusunda epey mesafe katedeceğim. Telefon dışında bağlantı şansı olmayınca uzun zaman sonra mecburen TRT2 'ye döndüm. Bari akşamları film izleyeyim diyerek iki gecedir pazardan aldığım yeşillikleri ayıklarken alt yazı okumaya yetişme çabası ile film izliyorum. 

Bu gece de yukarıda resimde paylaştığım "Aşk Şarkım"ı izledim. Film önü ve film arkası programı ile zenginleştirilmiş bir yayın sunan TRT2'ye teşekkür ediyorum. Bu aralar yolculuk üzerine düşünürken böyle bir filme denk gelmek yazmaya sevkedince gecenin bu saatinde bir şeyler karalayayım dedim. 

---Spoiler içerir---

Baş roldeki kadın karakter trafik kazası sonrası tekerlekli sandalyeye mahkum oluyor. Bu nedenle Psikiyatri servisine yatırılıyor. Burada tüm ailesini yangında kaybettikten sonra gördüğünü iddia ettiği meleklerle konuşarak, hayata tutunmaya çalışan bir adamla tanışıyor. Hastaneden çıktıktan yedi yıl sonrayı anlatan filmde birbirine dayanışma içinde iki yakın arkadaşı görüyoruz. İnançlı bir adamla her şeye inancını kaybetmiş, ona bakan annesi de ölünce hayata tamamen küsüp küçük oğlu ile dahi görüşmeyen kadının birbirlerinin engellerini tamamlayarak, sürekli dertleşerek birbirine destek olarak kurdukları yakınlığa rağmen birbirlerinde olumlu gelişmeye sebep olamadıklarını görüyoruz. 

İşte bu noktada düşünmeye başlıyorum. Demek ki bazen yakın arkadaşlar birbirine ancak koltuk değneği kadar destek olabiliyor ama asıl tedavi için yetersiz kalıyor. İnsan neden en yakınındakinden onun için çırpınan arkadaşından değil de uzaktaki bir yabancıdan daha kolay etkileniyor. 

Filmde de, yakın arkadaşı onu değiştiremiyor ama birlikte bir yolculuğa çıkmaya ikna ediyor. Yol boyunca yaşadıkları ve yeni tanıştıkları insanlar kısa bir sohbetten sonra onların değişimine vesile olacak anılar bırakarak uğradıkları hayatlardan çekilip yollarına devam ediyorlar. 

Çok yaklaşırsan göremezsin, uzaktan da seçemezsin ya nesneleri araç takip mesafesini kolayca ayarlar ama insanlarla o meşhur kirpi mesafesini bir türlü tutturamazsın ya filmde de böyle oluyor. Kısa bir süre temas ettiği ölümcül bir hastalığa sahip kadının neşeyle hayata tutunması yedi yıldır insanlardan kaçan, tutkuyla yaptığı şarkı söyleme işini de bırakan kadının değişmesine sebep oluyor. Yolda bir sürü kaotik olay yaşayıp hayatlarına yön verecek insanlarla karşılaşmaları da hayatın en güzel cilvelerinden olsa gerek. Her şerde bir hayır var sonuçta:)

Bir de çok inandığım "Karşılaşmak" kavramı var ki, büyülü bir andır. Herkes herkesin yanından geçer ama karşılaşmak ruh işidir. Bazen kısacık temaslarla bile derin bağlar kuran, büyük değişimlere sebep olan karşılaşmalar vardır. Bir gün birine rastlarsınız ve bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmaz. Herkes kendi yolculuğunda ilerlerken o kader örgüsü ilmekleri birbirine takar. Bir ters bir düz derken herkes herkesle başka bir motifin parçası olur ama kimileri ile anlamlı bir desen ortaya koyar. Eğer şanslıysanız sizden yeni bir insanı çıkaran kişi size yeniden aynı motifi tek başınıza devam ettireceğiniz hediye anlar bırakır. 

Filmde de bu iki arkadaş hayatlarına dokunan insanlarla başkalaştılar ve yollarına yine beraber devam ettiler. Şanslıydılar... 

Film müzikler açısından da çok başarılı. Bob Dylan şarkıları çok güzel yorumlanmış. Stilize bir film hem de dramatik unsurlar taşıdığından oldukça yoğun ve farklı yöntemler kullanılmış. Bu da doku uyuşmazlığına sebep olmuş görünse de belki de yönetmen klasikler dışında farklı bir filme imza atmak istemiştir. 

Yol filmi olduğu için çok fazla kişi giriyor, çıkıyor Her karakter ayrı bir hikaye iken süre sebebiyle kişilerin özellikleri derinlemesine işlenmiyor ama başarılı bir yönetmen. Aynı zamanda reklam filmi de çeken, şair de olan yönetmen animasyonlar eklediği filmle sıradan gişe filmlerinden farklı bir çizgi yakalıyor. 

Bu nedenle tavsiye edilebilir bir film olduğu notunu düşerken hayat yolumuzda duraklarımız güzel karşılaşmalarla renklensin dilerim.   

Filmin künyesi için tıklayınız.

COĞRAFYA KADER MİDİR, KEDER Mİ?



Yakın zamanda Afyon'daydık. Akşam vakti balkonda ceketli oturup çay içiyordum. Hava çivi gibi soğuk...Çünkü coğrafya... Çay olmasa ellerimi ceplerime sokarak ısınırdım ama iyi ki çay var da hem içim ısınıyor hem de elimdeki bardakla parmaklarımın buzu çözülüyor. 

Ben bir şeyler okurken annem akşam yürüyüşüne çıkmış ve tabi ki ot toplamış. Bahçede çimler, çam ağaçları, ekilen bahçe bitkileri, güller var. Onlar düzenli düzenli sulanınca tesisin bahçesi adeta bir cennet... Duvarın dışı ise sapsarı bozkır... İç tarafta ege otları bile var oysa... Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ dedikleri bu olsa gerek
 


Soğuk arttıkça gözümün önünden buzullar geçiyor. Ürperdiğim balkonda manzaram sarı ama annem ot ayıkladığı için burnuma gelen yemyeşil bir koku. Duyularımın hepsi birden uyanmış, sonbaharda kış soğuğu, bozkırın ıssızlığında taze ot kokusu. İçimin buzullarından sahralarına uzanan yolda yalnızlığı bölen çocuk sesleri. 

Radika, labata, ısırgan, lita, çohoz bulmuş annem. Radikallarla çohoz haşlanıp zeytinyağ ve limon ile salata olacakmış, diğerleri soğanla kavurup üzerine yumurta kırılarak karışık ot adı ile bir öğünde bizi sebze ile buluşturacak. Kış geliyor ya iç ege pazarlarında bile doğru düzgün sebze yok, her şey buruş buruş. İç Anadoluya daha yakın bu ilde bulgur zamanı başlamış ama biz Giritliler ot yemeden duramaz, çıkar dolaşır yeşiline kavuşuruz işte. 

Atalarımız "Bahçene erik, evine yörük sokma" demişler ama Giritlilerin her yerden ot toplamasından rahatsız olmamışlar demek ki. Sonuçta yabani diye atılan ya da kuruyup giden yeşilliklerden yemek çıkarmak, üretimin en ileri boyutlarından. Tabi bunu becerenler babaannem, ve merakından dolayı gelin geldiği yerde bütün otları öğrenip pişiren annemin kuşağı. Bizim nesil yer ama toplamaz.

Annem, bir yandan ayıklıyor, bir yandan da konuşuyor; her bıçakla kökünü yapraktan ayırışta ortalığı çim biçildiğindeki tazelik kokusu kaplıyor. "Kartlaşmış bunlar, tabii kimse toplamıyor, yazık vallaha" diyor annem. 

Gülüyorum, "Toplamaz annem artık kimse böyle meşakkatli işlerin altına girmez. Babaannem ve sen gördüğün otu tanırsın ama ben daha bir çok ağacın ismini bile bilmiyorum. Şehirde büyümenin neticesi, evinde her gün ot pişmiş bizim nesil bile hangi yaprak hangi otun ayırt edemiyoruz  işte... Kitapların yaprakları arasında kaybolmanın sonuçları... 

Ya bizim çocuklarımız, bırak ağaçların isimlerini bilmeyi kafalarını kaldırıp orada bir ağaç var mı diye bakmıyor. Sürekli farkındalık geliştirmekten, bu dünyaya geliş gayemizin sürekli kendini yenileyen bir dünyadaki düzeni fark etmek, her canlının kendi dilinde bize söylediklerini duymak olduğundan bahsediyoruz ama her gün daha da azalan yeşile o kadar uzak, betona o kadar aşinayız ki...Çünkü coğrafya...Çünkü kader... Sonuç hep keder...

Gözümü ufka dikiyorum. Sarı, uçsuz bucaksız değil uzaklar kah kahverengi, kah koyu yeşil... Nerede ne var, her yer ekilmiş mi, bazısı sürülmüş, kimi nadasa mı bırakılmış. Deniz yok, ufuk çizgisini tarlalar belirliyor. Hissettiğim tek şey sınırlanmak... Yolunu kesen dağlar, soğuktan burnumun ucunun kıpkırmızı olması, karşıda yeni yapılan bir otelin inşaatı... Yüksek bir yerde... İçerisi tıpkı bu tesis gibi yeşillendirilmiş. Ama tepeye çıkan yol da iki taraftan ağaçlandırılmış. 

Annem "Toprak kaymasın diyedir bu ağaçlar" diyor... Başımı sallıyorum. Toprak nicedir kayıyor, yeryüzü değişiyor, iklimler, sınırlar, çöller, sular, savaşlar, göçler, yalnızlıklar, Ege denizinde boğulan çocuklar, evlerine, ülkelerine sığdırılamayan kadınlar, yabancı topraklara canından canı gömen çaresiz babalar, işinden evinden yurdundan olmuş doktorlar, akademisyenler, hakimler, savcılar... Babası nehir sularına kapılmış evlatlar, uzaklarda ne yiyor ne içiyor diye düşünülen yavrular, endişelenecek kimsesi kalmamış garipler... Sarılacak tek akrabası olmayan göç mağduru çocuklar... Okulları yarım kalmış, hayallerinden uzağa düşmüş binlerce insan... Toprağı, vatanı, evi, kalbi, ailesi, insan sevgisi, inancı, umudu ellerinden kayıp gitmiş çocuklar... 

Suyun boğamadıklarını da sessizliğin boğduğu bir coğrafya... Evet coğrafya kaderdir... Bazı coğrafyalar da kederdir işte...

Bir dikili ağacın toprağı tuttuğu yerde insan tutunamıyor insana. Herkes gözüne kulağına kalbine toprak atma derdinde... Toprak altına ölüler girer, toprakla öldürülen vicdanlar bir gün kalan bedeni de gömer acının içine, sıran geldiğinde. O zaman şimdi kulağını tıkadığın çığlıkları yükseltirsin de bir başkası tıkar kulağını. Açar müziğini, filmini, duymaz kimsenin sesini... Kendini de unutur, insanlığı da... Gömer kafasını sosyal medyaya, oyuna verir kalbini, orada kaybedince toprağını ağlar... Topraklarının ayaklarının altından kaydığından habersiz yaşar. 

Hırsları yüzünden gözleri gönülleri doymayan insanları toprak doyurur derler ya hani, gerçekten öyleymiş. Tutunacak toprak, vatan olacak toprak, hırsları ile kör olanların gözlerini dolduracak da toprak... Doyuran da toprak, mezar olan da...

Azot döngüsünde yerini almadan önce farkını koymalı insan... Topraktan geldiğini, toprağa döneceğini hatırlamalı, kalbi, gözü, vicdanı toprak olmadan onları yaşatacak duyguları aktif hale getirmeli, üzerindeki ölü toprağını silkmeli... 

Coğrafya kaderdir elbette, kederdir bu topraklarda nefes almak. Düşünsenize son otuz yılda yaşanan olaylar bir Kuzey Avrupa ülkesinin beş yüz yıllık tarihine yayılmıştır. Ondan belki vatandaşını kör, sağır, dilsiz yapmıştır bu coğrafyalar ama elimizin eriştiği yeri ağaçlandırmak, uzattığımız kollarımızla kimsesiz yavruları, çaresiz insanları sarmak, onlara bir kucak, yeşillenecek toprak olmak da gerektir. 

Osmanlı şehri isimli bir kitap okumuştum. Dünyaca ünlü mimarlık ödüllerini iki kez alan tek kişi olan yazar Turgut Cansever, Avrupa gibi tek tip bir mimariye sahip olmamamızı, inanç sistemimize dayandırmış, insanın kendini inşa ederken evinin önünü de güzelleştirmesi, yeşillendirmesi gerektiğini, bunu Avrupa'daki gibi devletin değil tek tek fertlerin yapmasının vazife olduğunu anlatmıştı. Zaten kendini inşanın yolu çevrene, üretime katkı ile doğru orantılı değil midir ?

Öyleyse hepimiz coğrafyanın kader olduğunu bilip çok da kederlenmeden evimizin önünden, kalbimizin toprağından başlamalı, elimizin ulaştığı yerde yeni fidanlara su vermeli, yıllanmış ağaçların içinin boşalıp devrilmesine müsaade etmeden gerektiği anda destek olmalıyız ki, dünyaya katkımız olsun, kalbimizin toprağı kaymasın, yeşillensin, bağrımızdan sürgün veren otlarla karınlar doysun. 

Bir insanın yüzünde gülücüğe sebep olursan kalbinde açacak güllerin dalında da bülbüller şakır. Bunlar hayal değil, idealize edilmiş büyük hedefler de değil. Tıpkı herkesin evinin önünü süpürmesi gibi dünyaya karşı borcumuz. Nasıl karbon ayak izi bırakmadan çevreye duyarlı seçimler yapmamız gerek tıpkı öyle de, kalbimizin kurumasını engelleyecek eylemlerde bulunmak da kendimize karşı vazifemiz. Toprağımızın elverdiği ölçüde, coğrafyamızın izin verdiği ağaçlarla da olsa kederlenmeden kaderimizi yeşillendirmeli. Tıpkı yukarıdaki fotoğraflarda olduğu gibi kalbine de bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ... 
   



SABAHIN TADI




Sabahın bu saatlerinde deniz sesinin kokusu bol naneli buzlu bir cacık gibi insanın içini serinletiyordu ama yüreğimde dün gece en son dinlediğim müziğin ağırlığı da vardı... Adeta enkazdan çıkmış gibiydim. 

Bu yorgunlukla zar zor adımladım beton dökülmüş yeni sahil yolunu. Az ileride yükselen çam korusuna dikip gözlerimi yeşil rengin nefes aldıran hissine tutundum. Böylelikle manavın önüne kadar gelmişim. Yaz domateslerinin kırmızısı ağzımı Sulandırınca elimi cebime attım. Olan paraya baktım, evden plansız çıkmıştım. Fiyatını sordum, iki kilo tart dedim. Gözlerimi domatesin kırmızısına diktim. Yüzüme renk gelmeye başladığını hissettim. 

Dün geceki hüznüm öyle yoğundu ki, gökler gönlümle beraber ağlamıştı. Ama İşte şairin dediği gibi başaklar yağmurlardan Sonra büyürdü. Sabaha karşı gün doğarken rüzgârın görüntüsü adeta kocaman bir çalı süpürgesiydi. Bir hışımla işine koyulup  hem  havadaki pusu hem bütün hüznümü dağıtmıştı.
 Yeni güne gülümserken mis kokulu tavşankanı bir çay kadar tazeydi sabah güneşinin tadı.

UZUN İNCE BİR YOLDAYIM, GİDİYORUM GÜNDÜZ GECE


Hayat, "Nedir, ne değildir?" diye düşünürken geçip giden bir zaman dilimiymiş. En basit haliyle "Cevaplanmamış sorular yedeğimizde yürüdüğümüz bir yol" diyebiliriz sanırım. Sonunda ışık olan bir tünel ya da dümdüz bir parkur değil. Kesin olan tek şey bu gün içinde olduğumuz bu zaman diliminin bir gün biteceği. En büyük hediyesi o bir günü bilmemek. Yoksa devam edemezdik. Düşünsenize, idam edileceğini bilen bir mahkum neyden zevk alabilir, yüzü ne ile güler? Bu açıdan ölüm zamanını bilmemek büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, hatırlandığında bile lezzetleri azaltan tek gerçeğimizdir. Bu yazı planlı bir yazı değil. Bir konusu yok. İçimden ne gelirse yazmak istedim bu sabah. Her şey zıddıyla bilindiğinden olsa gerek hayat deyince ölüm çıktı geldi, yazıya girdi. 

Sürüklenmek şeklinde ilerleyen yaşamımda yeni bir dönemin başındayım hissi var sadece. Yedi yıllık döngü tamamlanırken, tam da yedi yıl önce oturduğum eve yeniden taşınıyorum. Bu çok değişik bir his. Geriye dönmek pek yaptığım bir şey değildir aslında ama kader bu sefer böyle buyurdu. Yeniden yedi yıl yaşadığım eve, manzaraya dönüyor olmak ister istemez beni o günlerde dolaştırıyor. Çok memnun muydum hayatımdan sanırım hiç bir zaman öyle olmadım ve zamanla bunun bedelini elimdekileri de yitirmekle ödedim. Ama yüzde yüz memnun olmasam da huzurlu idim. Düzenli, rutin, normal bir hayatım vardı ve bunun büyük bir nimet olduğunu son yedi yıl yaşattıkları ile öğretti. 

Bu zaman dilimi hiç yaşanmasaydı, ben normal sıradan hayatıma devam etseydim keşke diye düşündüğüm çok oldu. Ama o zaman bu günkü benle tanışamazdım, diye düşünüp keşkelerden vazgeçtim. Ha bu günkü ben çok mu muhteşem biri, elbette değil. Hatasıyla doğrusuyla kendi halinde bir insan. Ama yedi yıl önceden çok farklı, daha dingin, daha fazla akışına bırakabilen, önem sırası, sevdikleri, yerdikleri epey değişmiş bir başkası var artık. 

Bu süreçte yaşadığım çok güzel zamanlar, tanıdığım harika insanlar da oldu elbette. En büyük hayalimi gerçekleştirdim mesela, yeni hayaller kurmaya başladım. Çok gezdim, çok okudum, çok film izledim, çok zenginleştim ama bir o kadar da büyük kayıplarla adeta bir roller coaster' a binmiş gibiydim. 

Bu gün bu dalgalanmaların hayatın kendisi olduğunu kabul etsem de, insanlarla olan zorlu süreçlerde kırgınlıklarımı tolore edebilmiş değilim. Bir zamanlar kendini insan sarrafı sanan yanımın fena halde çuvalladığını gördüm. İçimdeki çocuğun "İyi ki tanımışım" diye sevinçten uçtuğu zamanları, "Sen insan tanıma konusunda bir daha ağzını açma, hediye sandığın insanlar sayesinde koca bir salatalık tarlan var, midende ciddi hazımsızlık yapıyorlar" diye azar yediği vakitler takip etti, ediyor.       

Neyse ki, sosyal medya var da dertlerimize derman olacak bir söz dakika da bir önümüze düşüyor. İşte onlardan birinin yeri geldi, paylaşalım da yüreğime su serpilsin, söyleyenin doğruluğu yanlışlığı artık yayanların boynuna olsun da içeriğin doğru olduğu net:

"Frued'un kızına yazdığı mektup:

"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birden bire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok" 

İşte böyleyken böyle... Tanımasam mutlu olacağım çok insan tanıdım ama belki onlar sayesinde insanlık denen üst noktanın farkına vardım. Gözümü çukurlardan maviliklere diktim.

Hayatın düz bir çizgide gitmediğini hatırladım. Her şey dairesel bir hareketle ilerliyor, yeniden idrak ettim. Hücrelerimizde gizlenen hüzünle sevincin ayın iki yüzü gibi olduğunu, gece ile gündüz gibi bir devinimde ilerlediklerini hissettim. Umarım yedi yıllık döngülerle bezeli hayatımda hüznün yerini sevincin alacağı dönemin kapısındayımdır. 

Bu arada çok film izledim buraya aktarabildiğim film yazısı altmışlarda olsa da, defterlerimde üç yüzü geçti. Şöyle yerleşik bir düzene geçip sistematik halde onları buraya aktarabilecek vaktimin olmasını umuyorum.

Bir de epey dizi izledim. Genelde edebiyat uyarlaması seçtiğim için izledikten sonra pişman olduğum pek bir dizi olmuyor.

Aşağıda iki sahnesinden resim paylaştığım outlander da netfiliks in iyi dizilerinden. Epey bölümü var. Ara sıra konuda sarkma olsa da romandan senaryolaştırıldığı için olsa gerek iyi toparlanmış. Yeşil severler için de görsel bir şölen sunuyor. Tavsiye edebilirim.  
   
Hikayesi anlatılabilecek bir hayat yaşamak, yazıp paylaşmak, iyi insanlara yalnız olmadıklarını hatırlatacak eserler vermek, o mukadder gün geldiğinde ağırlıksız göçmek dileğiyle...  

Günün şarkısı Kıraç'tan gelsin. Gidiyorum buralardan...









     

MUTSUZ TENCERE


Mutsuz bir tencereyim ben. Ne zamandır içimde doğru düzgün bir yemek pişmedi. Neymiş efendim herkes diyetteymiş. Ben niye varım o zaman? Amacıma hizmet etmeyeceksem, bir bayramda mutluluk vermeyeceksem neden yaşıyorum? Şu anki durumum huzurevinde ölümü bekleyen bir yaşlıdan farksız. 

Şimdiki tencereler gibi değilim, söylemesi ayıp çok insan doyurdum, karnım biraz geniş. Her gün kullanılan alelade tencereler gibi değilim ama kalabalıkta bir de özel günlerde vazgeçilmezim. Yani eskiden öyleydim. Şimdi evde büyük kutlamalar yapan kalmadı. 

Bir keresinde çocuğun sünnetinde keşkek dövmüşlerdi içimde. Hey gidi günler! Ne güzel zamanlardı. Herkesin yüzünün güldüğü, üzüntülerin büyütülmediği, el birliği ile kalabalık ziyafetlerin üstesinden gelindiği günler. Günün sonunda ben dahil herkes telaştan yorgun ama mutlu olurdu. O sünnet gününde de öyleydi. Keşkeğimden bir yiyen bir daha istedi. Sünnet çocuğu bile gözyaşlarına ara verdiği bir zaman ikinci tabağı istemişti de, annesi dibimi kazımıştı. O esnada canım yandı ama gıkım çıkmadı. Sonuçta bir çocuğun yüzünde gülümseme olacaktım. 

O gün etli keşkeği, her zamanki gibi anneanne yapmıştı. Rahmetli burada olsa beni bir kenara kaldırıp atmazlardı. Gerçi onda da suç var, bırakmadı ki kimse benimle bir şeyler öğrensin, her işe kendi yetişirdi. O gidince büyük bir boşluk oluştu hayatlarında. 

Artık o yok, onun bereketli eli, evi de yok. Beni çocuklarından biri aldı, bir köşeye kaldırdı. Evin içinde topu topu iki ihtiyar var. Onlara yemek pişirecek değilim. Hastalıklar, perhizler derken zaten pek bir şey yedikleri yok. Kendi hallerinde yaşıyorlar. Anane olsa  "Aç insandan hayır gelmez" derdi. Hemen bir şeyler pişirir, bütün çocukları, torunları sofra etrafına toplardı. 

Bunlar birer gölge gibi dolaşıyorlar evin içinde. Torun torbanın uğradığı yok. Beni bir kenara atarlarsa olacağı bu. Benim kaynamadığım yerde sessizlik çöreklenir. 

Ah anane, şimdiki ananeler de torunlar da senin zamanın gibi değil. Ondan benim devrim de kapandı galiba. Sen olsan şimdi bu tatile giden torunlar falan hepsi burada olurdu. Hele de Kurban Bayramında, senle ben başrolde olduk mu, bu kalabalıklar doyar, güler, oynardı. Herkesin ikinci tabağı yemesi zorunlu olurdu. Zaten ikimiz bir araya gelince lezzet rekorunu kırardık. Biz sormasak bile onlar tabakları uzatır, daha yok mu derlerdi.     

Bugün Kurban Bayramı'nın ilk günü. Burada olsaydın bahçede toplanırdı herkes. Sıra sıra kurbanlar dualarla kesilir, bir kaç kişi tutar bacağından çengele asardı. O derinin küçük bıçak darbeleri ile yüzülmesini izlerdi çocuklar. Korkan da olurdu, bıçağı eline alan da. Deriyi tuzlar, sonra gönderir, pöstekiler yaptırırdın. Etler hep beraber doğranır, sonra ben devreye girerdim. Onları bir pişirirdim, herkes parmaklarını yerdi. Rakibim yoktu doğrusu. Belki biraz mangal. İtiraf etmeliyim, onu ben de severdim. Herkes gittikten sonra yıkanıp kaldırıldığımız kilerde az kesişmedik. İkimiz de vazifesini hakkıyla ifa etmenin keyfiyle selamlardık birbirimizi. Bayram akşamları yorgun ama huzurlu olurduk. İçimizin ateşi mutlu ederdi herkesi. Piknik günleri bir onu alıp yola koyulmalarından bozulurdum ama düğün, sünnet, aşure günlerinde de o yalnız kalırdı kilerde. 

Eeee, ne de olsa benim bağrım daha genişti. Bir kerede daha çok kişinin kalbine, midesine ulaşırdım. Anane, bağa bahçeye nereye gitseler götürdü beni. Çocuklarının evinde toplandıklarında bile giderdim yanında. 

Ha bir de aşure mevzuu var. Çok kaynadı bağrımda. Hatta daha gençken adım çıktı onunla, Aşure Tenceresi dedi herkes. Aşure kız ismi ben erkeğim ama onu çok sevmiştim, ondan ses etmedim. Başka yemekler pişirirken bile aşure ile anıldığıma sevindim. Aşure herkesi mutlu eder, tat bırakır damaklarda. Ben belki babam gibi büyük bir düğün tenceresi olmayı beceremedim ama çok çalıştım. Babam sadece o özel günlerde çorba yapmak için dolaştı ev ev. Sahibi vardı ama konu komşu, akraba isteyince giderdi. Çok gezdi, çok sevildi ama ben de orta halli boyumla daha şanslıydım. Hem çok tatlılar hem tuzlular kaynattım. Her sene aşure ile doldum taştım.    

Hangimiz daha çok insan doyurduk bilmiyorum ama tok insan mutlu insandır. Çevremde mutlu insanların dolandığı zamanları özledim. 

Kurban Bayramı ha bu gün! Şimdi bana kesin iş düşerdi. Belki bir gün yine sıram gelecek ama şimdi kimse yok. Anane yok, çocukların kendi çocukları var ama onlar da gurbette. Bahçe yok, bayram da yok. Kaldığım evde  edi ile büdü bir karı-koca var. Bu gün gelecek kimse yok. Kurban telaşı ile uğraşacak güçleri de yok. Marketten hisseye girmişler. Etler, kesilmiş, parçalanmış, kutulanmış gelecek oradan derin dondurucuya konacakmış. 

Ne günlere kaldık.  Vay beTencerenin kaynamadığı, içimin bomboş kaldığı gün bayrammış.

Öyleyse şimdi bu sözü söyleme sırası bende: "Bayram gelmiş neyime!   

Not: Herkese iyi bayramlar:) Bu yazı sanal yazı evinin "Tencere" adlı kelime çalışmasında yazılmıştır. 

AŞK OYUNU BUNA DERLER GÜZELİM



    Muhallebiyi çok severim. Bu lezzet hepimizin anılarında bir başka güzeldir. Öncelikle yumuşacıktır. Çiğnemek zorunda olmadığınızdan bizi yormaz, ferahlatır. Sıcak ve soğukken ayrı lezzettedir. Bana hep evimde olmak hissini verir. Belki de annemin en sık yaptığı tatlı olduğundandır. Önceden, çok seviyor da bu kadar sık pişiriyor zannederdim. Çikolatalı, sade, fıstıklı çeşit çeşit muhallebiler yapardı. Hiç bir zaman hazır puding kullanmazdı. Bu onun marifetli olduğunu gösterir diye düşünmeyin. Muhallebiyi bir başka işle meşgulken tek eliyle çevirir, yaptığını da tatlıdan da saymazdı. 

Zamanla bu pişirme faaliyetinin bir nevi geri dönüşüm olduğunu fark ettim ve bunu kendimce bir oyuna çevirdim.  Acaba bu günkü muhallebi neyden dönüşmüştü? Hangi tatlının kalan şurubu ile birbirine yakışan hangi malzemeler o tencerede buluşmuş, sütün içinde yaptıkları yarışı hangisi kazanıp baskın tadıyla ipi göğüslemişti? Kabak tatlısı mı, kalburastı mı? Yok yok, bu olsa olsa kemalpaşa tatlısındandır dediğim ne çok muhallebi yedim ben. 

Aromaların peşine düşmem böyle oldu. 

Gözlerini kapat, önüne gelen tabağı eline al, kokla! Ne hissediyorsun? Sana, zihninin hangi sandık odasının anahtarını sundu? Mavi ekran mı yoksa? Demek herhangi bir fikrin yok. 

O zaman bir sonraki adıma geç, kaşığı al, daldır, dilinin üzerine bırak. Gözler kapalı. Papillalara bir çak yap, o iş bizde dediklerini duy ve yut. Şimdi ne hissediyorsun? Bu tat seni hangi güne götürdü, usulca o anıda dolaş, yüzüne  yayılan sıcak gülümsemenin keyfini sür. 

Yoksa miden mi bulandı? Öyle olsa daha koklarken hareketi hissederdin. Ya da ilk lokmada lavaboya koşardın. 

Kararsız mısın?

Haklısın, bazı hatıralar insanı öylece ortada bırakır. Önce gülümser, o güne gider, onu görmenin mutluluğunu tekrar yaşar, adeta kanatlanırsın. Sonra bir hüzün çöker üzerine. Artık burada değildir, ama özlemi gittiği ilk günkü kadar tazedir. Al sana mutluluk veren lezzetin hüzne dönüştüğü an. Gözünden akanı siler, susarsın. Aşkın zihninde kalan baskın tadını, bir muhallebinin severek yediğin her kaşığında yeniden yaşarsın.   

Bazen böyle hüzün kuyularına indirip, yalnızlık çöllerinde gezdirse de aromaların peşine düşmek güzeldir. Çünkü ara sıra çok ciddileşip üzerimize gelse de hayat bir oyundan ibarettir. 

Belki de hayatın en kısa tanımı budur: Geldiğimiz yerden gideceğimiz yere geçerken oyalandığımız bir nefeslenme zamanı. Tabi toplanan puanlarla varış noktası belirleneceğinden, kurulan stratejilerin, oyun arkadaşlarının önem kazandığı bir oyun. Bu nedenle oyun içinde oyunlar, dersler, sınavlar da vardır. Dersler ağırdır ya hani, teneffüs de, derse ara verdiğimiz yerde nefeslenme fırsatı sunar. Bununla beraber yorucudur da; top oynarsın, ip atlarsın, koşarsın, sevinir, sarılırsın. Bazen bir tost kimi zaman gevrek yer, ayran, kola içer, zevklenirsin. Hele de arkadaşların kafadarsa dersin yüküne onlarla oynayacağın oyunlar için katlanırsın. Gün gelir oyununun zorlu dönemeçlerinden aldığın lezzetler damağında kolayca bir üst seviyeye ulaşırsın.  Böyle böyle geçer gider günler. 

İşte bu hayat oyununda, lezzetten anı yakalamaca da farkındalık geliştirmek için iyi bir oyun olabilir. 

Lezzet duraklarının ilki ise muhallebidir. İçindeki sakızı, vanilyayı, limon kabuğu rendelerini, tarçını, pirinci, bademi, yumurtayı fark edip bir de yakışmış mı diye doğru yorum yaparsan diğer yemeklere geçebilirsin. Defne yaprağı, reyhan, sumak, nane, kekik, tane karabiber, sarımsak, soğanın aromasını, kendileri yemeğin içinden alınmış olsa da geride bıraktıkları rayihadan anlar hale gelirsin. 

Bunlar hep o içeriği belirsiz muhallebilerle başlar ve anneler, ananeler göz kararı yaptıkları tarifsiz yemeklerle sevdiklerine bir lezzet şöleni sunar. 

"Gözüm kararsız, sen tam tarif ver, harika" desen içine sevgimi kattım der çıkarlar ya hani belki de haklıdırlar. Eskiden bütün aşklar muhallebicide başlarmış ya, demek ki, aşkla sevdayla da muhallebinin bir ilgisi var. Belki de, yaşı ilerledikçe kadınların ellerinin lezzet sırrında kendinden başka kimsenin bilmediği anıların tadı tuzu var. 

Bu konuyu düşünün derim:)

Bir muhallebiden nerelere yol alacak, hatırladıklarınıza şaşıracaksınız.  

En lezzetli aromaları barındıran aşklara rastlamanız, mümkünse o tadı hiç kaybetmeden oyunda kalmamız dileğiyle.      

  

Not: Bu yazı sanal yazı evinin "Muhallebi" adlı bir alıştırmasından esinlenerek yazılmıştır.   

KAPI - Pablo Picasso-Mavi Oda Tablosu






Günlerdir yataktan çıkmamıştı. Hasta mıydı, hayır. 
Yorgun? O da değil. 
Uyku… Ah keşke! 
Ne zamandır bir değil birkaç ilaç içmeden uyuyamıyordu. Gözü bütün gece odasının nemli duvarlarından, sıvası dökülmüş tavanına geziniyor, sabaha karşı tam yeni yeni dalmışken odanın içine doğan güneş uyumasına müsaade etmiyordu. 

Handan Kılıç Substack Platformunda

  Merhaba, Yılların blogcusu olarak ben de substack platformunda yerimi aldım.  Her mecranın okuru başka ama Blogger, Medıum ve Substack p...