EŞİK 2019- BELGESEL- DİLEK GÜL



SİNEMA GÜNLÜĞÜ 56. Film   

Bu gün anlatmak istediğim film yine Mülteci Film Festivalindeki belgesellerden biri. 

Hepsi birbirinden güzel bir çok yapım izledik ama bu hepsinden farklıydı. Acıları ile bildiğimiz, çoğu zaman görmezden geldiğimiz, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını gideremeyen mağdur olmuş mülteciler yerine belgeselde gördüklerimiz bambaşka bir ülkede kendi ayakları üzerinde durmayı becermiş başarılı kadınlardı. 

Yönetmen, "İnsanların hikayesini öğrenince empati kurarsınız. Sinema da bunu amaçlar. Hikayesini dinlediğiniz insana yaklaşırsınız yoksa yanından geçip gidersiniz. Ben bu farkındalığı oluşturmak istedim diyor eseri için yola çıkış serüvenini anlatıyor.

Açıkçası kadınların bin bir dertle uğraşıp kariyer yaptığı, ev, çocuk, iş yükünün altında ezildiği bir ülkeye mülteci olarak gelip kendi işlerini kurarak azimle çalışan kadınları görmek, hayat felsefelerine dair anekdotlar dinlemek, gösterim sonrası yönetmen Dilek Gül ile Suriyeli genç kadın gazetecinin sohbetine katılmak bir kadın olarak bana motivasyon kaynağı oldu.   

Savaşla, hukuksuzlukla yıkılan bir ülkeden geriye dağılmış hayatlar kalıyor. Ne oturacak bir ev ne de can güvenliği olmayan insanlar en temel içgüdü olan hayatta kalmanın yollarını arıyor. 

Belgeselde babası da gazeteci olan ve sık sık gözaltına alınan genç kadın gazetecinin babası "Senin kolunu kızınla kırarız" tehdidi aldıktan sonra Türkiye'ye geldiğini söylüyor. Aslında ülkede huzur ortamı bozulup hukuksuz tutuklamalar, faili meçhul infazlar başlayınca çevresindeki eğitimli kesimin ülkeyi terk ettiğini ama kendisinin vatanından ayrı kalmayı düşünmediğinden bunu yapmadığını söylüyor. Ancak tehditler artınca yanına annesini de katan babasının isteği ile yedi yıl önce Türkiye'ye geldiğini anlatıyor. Bu zamanın onu nasıl etkilediği sorulduğunda Dima şöyle yanıtlıyor:

"Çok değiştim, arkama bakmamayı öğrendim. Gelecek güzel. Ülkemde tutuklu ya da ölü olmak istemedim. Eli silah tutan da olmadım. Ama artık bir çok güzel duygumu da kaybettim. Eskisi kadar hassas ve duygusal değilim. Eski Dima yok ama yeni Dima'yı kazandım. Hiç bir şeyden korkmayan, rüzgarlarda devrilmeyen, dağ gibi durmasını bilen bir insan oldum. Ama ailemden arkadaşlarımdan uzak kaldım. Kaybettiklerim oldu. Önceden gelip yerleştiğim için savaş sonrası gelenler gibi mültecilik yaşamadığım halde çok değiştim. Savaş çok acı ve serttir. Ülkemizde bunların yaşanacağını hiç düşünmedik. Bu duygu çok kötü. Bir anda vatansız kalıyorsun. Savaşı hiç bir ülke için dilemem, düşmanım için bile."

Diğer bir başarılı kadın da ülkesinde kalsa doktora yapmayı planlayan bir öğretmen. Hiç kimsenin yanında çalışmamış ekonomik sıkıntı çekmemiş, iki çocuk sahibi bir insan iken İstanbul'a geliyor ve hayatta kalabilmek çocuklarına bakabilmek için iki yıl tekstil atölyelerinde ucuz işçi olarak çalışıyor. Dil bilmediği için sürekli ona bağırarak konuşuyorlar ve o da kendini anlatamadığı, söylenenleri anlamadığı için ağlıyor. En sonunda işi bırakıp tek tek mülteci aileleri gezip kaç çocukları olduğunu, okula gidip gitmediklerini araştırıyor ve bir anaokulu açmak için çalışma yapıyor. Bunun için dernek kurması gerektiğini öğrenip hiç tanımadığı bir şehirde anlamadığı bir dilde başvurular yaparak önce derneği sonra okulu kurmayı başarıyor. 

Kısa sürede beş yüz öğrenciye ulaşan okulda bir sürü genç öğretmeni de istihdam ediyor. Onu hayatta tutan felsefenin de "Yarın bu günden güzeldir, hep böyle inanırım" olduğunu söylüyor. 

Bir kapı kapanır, başkası açılır derler ya işte o şekilde eğer Suriye'de kalsaydım bir okul açmayı hiç düşünmez, normal bir öğretmen olarak işe gelir giderdim ama şimdi istihdam sağlıyorum, yeni gelenlere yardım ediyorum, diyor.

Bir diğer başarılı kadın ise lisans eğitimini İtalya'da yapmış, uluslararası bir çok ödülü bulunan bir ressam. İstanbul'u bütün Avrupa şehirlerine yeğlediğinden, barıştan yana olduğu ülkesinden ayrılıp buraya yerleşmiş. İstanbul'da atölye açmış. Burada bulunan soydaşlarına yardım etmenin peşine düşmüş. Asla umutsuz olmamış ve hayatı boyunca istediklerinin peşinden azimle gitmiş. Bu gün bir kadın olarak vatansız iken sanatını devam ettirebilecek bir noktaya gelmiş. Yani insanın kendine gerçekleştirme basamağına ulaşarak ihtiyaçlar piramidinin zirvesine çıkmış. 

Demek ki, bir kadın vatansız da olsa, azimli ve kararlı olduğunda hiç dil bilmediği bir ülkede tek başına ayakta kalabiliyor, çocuklarına ailesine bakabiliyor, sanat yapabiliyor. Sanırım suya düşenin çırpınırken mecburen yüzmeyi öğrenmesi gibi bir durum söz konusu.             

Yönetmen Dilek Gül'ün 42 dakikalık belgeselinin hazırlık sürecini anlattığı videoya buradan ulaşabilirsiniz. Belgesele de rastlarsanız mutlaka izleyin. Azmin zaferine şahit olun. İyi seyirler.

 

ALL TOGETHER- HEP BİRLİKTE 2016


SİNEMA GÜNLÜĞÜ 55. Film

Mülteci Film Festivalinde ikinci gün en beğendiğim kısa film All Together oldu. Yapımın gösterimleri şöyle:
Hep Birlikte - 2016 .... Belgesel, 00:08:00


8. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, Sığınma Hakkı Bölümü, Gösterim Seçkisi. 2016
2. Kısa Film Kolektifi Kısa Film Festivali, 9. İstanbul Belgesel Günleri Filmleri Seçkisi. 2017
Live at Heart Festival in Örebro, Sweden, Short Film Program, Competition. 2017
7. Zeugma Film Festivali, Belgesel Bölümü, Gösterim Seçkisi. 2018
1. İzmir Mülteci Film Festivali, Kısa Film Gösterim Seçkisi. 2019

Gösterimin ardından Nejla Osseiran ile söyleşi vardı ki, son derece verimli idi.


Yönetmenin geçmişinde de iltica etme öyküsü olması yapımı daha duygusal bir zemine oturtmasını sağlamıştı. Belgeseli çekerken olduğu gibi bize anlatırken de gözlerinin dolması, onun ne kadar vicdanlı biri olduğunun göstergesiydi. 

Babası Lübnanlı, annesi Türk olan Osseiran’ın çocukluğu birkaç farklı ülkede geçmiş. İlk ve ortaokulu Beyrut’ta okumuş. 1975’te, iç savaşın patlak vermesinden bir yıl sonra, annesinin ülkesi Türkiye’ye ailesiyle göç etmek zorunda kalmış. 

1989 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu öğretim görevlisi olarak çalışmış. Fotoğrafa üniversite yıllarında başlamış. Yoksulluk, Çalışan Çocuklar, kimlik ve zorla tahliyeler gibi konularla ilgili çalışmaları çeşitli etkinlerde sergilenmiş ve yayımlanmış. 2007 yılından 2009 yılına kadar Sulukule’de belgeleme çalışmaları yapmış.

Bazı sahnelerini fotoğrafladığım belgeseli youtube da bulunca sevindim doğrusu. Çünkü gösterileni seyretmeyen birine kelimelerle anlatmaya çalışmak sessiz sinema oynamaya benziyor. Buradan izleyebilir ve siz de görüşlerinizi yazının altında yorum olarak paylaşabilirsiniz. 

Özellikle Midilli halkının yardımseverliği, gönüllü psikologların çabası ve bu sayıda Yunan ya da Avrupalı ölse dünya yerinden oynardı diye mültecilerin karşı karşıya kaldığı çifte standardı haykırmaları önemliydi. 

Dünyada her şeyin birbiriyle ilgili olduğunu, hepimizin görünmez iplerle birbirimizin hayatını etkilediğini fark eden genç bir mankenin memleketini, işini, gücünü bırakıp gelip bir Yunan adasında insan kazanmalıyız diyerek gönüllü çalışması, empati gücünü kullanarak vicdanını aktive etmesi de çok rastlanır bir durum değil ama dünyanın ihtiyacı olan bir bakış açısı. 

Kısa filmde, kendilerine büyük bir tekne çarpınca savrulan çocukları denize dalıp tek tek çıkaran babanın dört çocuğundan üçünü kaybettiğini söylediği sahne insanın kalbine saplanıyordu. Yönetmenin söyleşide verdiği detaylara göre karısı tamamen aklını yitiren adam çıktığı umut yolculuğunda yaşadığı travmalarla baş edebilecek mi sorusu zihinlere kazındı. Zaten çocuklarının cesetlerini alıp aynı tehlikeli yolculuğu yaparak geri dönmeyi, evlatlarını Suriye'de defnetmeyi istemişler ama kamptaki görevliler kalmaları konusunda ikna etmiş. Geriye kalan tek çocuklarından anne de baba da uzak duruyormuş. Psikologların gönüllü rehabilite çalışmaları dışında çocuk hep tek başına imiş mesela. 

Ne çok acı var, ne zor travmalar! 

Bir de vurgulanması gereken önemli bir nokta var: Dünyanın her yerinden Avrupa'yı, demokrasiyi, insanca yaşama şartlarını umut görüp Yunanistan'ı giriş kapısı gören bunca mülteciye hoş geldiniz diyen, kendisi ekonomik krizler içinde olsa da yardım eli uzatan, bizdeki bazı atasözleri ile dost olmayacağı söylenen Yunan halkı yaşanan dramlar karşısında insanlık sınavını başarı ile verdi, veriyor. 

Bu da bize dünyaya sadece bize belletilen doğrular-yanlışlar üzerinden bakmamamız gerektiğini gösteriyor. Ülkelerinin, dost bildiklerinin, kardeş kavgalarını iç savaşa varacak şekilde genişletenlerin yaptığı zulme karşılık bir halkın insanları canla başla ellerinden geleni yapıyor. Güvenlik güçleri dahi orta doğulu zihniyette olmadığından gelenlere kötü davranmıyor.  

Ne mutlu insan olanlara, insan kalmak için çabalayanlara!

Tekrar elinize, yüreğinize, sohbetinize sağlık Nejla Osseiran...    


WELCOME- 2009 Fransa

Sinema Günlüğü 54. Film 

Yine güzel bir İzmir gününden selamlar. Bu gün 1.Uluslararası Mülteci Film Festivali'nin son günü idi. Saat 12:00 de başlayan gösterimlerin tamamına katılma şansım oldu. 

Hepsi çok iyi seçilmiş filmlerdi. Bu sebeple öncelikle seçici kurulu tebrik etmek isterim. Festivale emeği geçen herkese de ayrı ayrı teşekkürler. Böyle bir festivali İzmir gibi umuda geçiş yapılan bir noktadan başlatmak çok manidar. Umarım önümüzdeki yıllarda da büyüyerek devam eder. 


Seyirci açısından da, neredeyse salonun tamamının dolu olması, böyle spesifik bir konuda dışarıda açık havaya rağmen insanların karanlık bir ortamda saatler süren yorucu bir izleme performansı göstermesi de ayrıca önem taşıyor. İzmir seyircisinin güzelliği hep bilinir ama konu herkesin görmezden geldiği mülteciler olunca bu katılım festivali de amacına taşıyor. 

Ayrıca bu son gösterim öncesi ara verildiğinde bir sürprizle karşılaştık. AHBAB platformunu kurarak ihtiyacı olan  herkesin yanında hemen bitivermesiyle gönüllerde taht kuran sanatçı Haluk Levent Festivali ziyaret etmişti. 

Bundan habersiz nefeslenmek için bahçeye inip başımı kaldırdığımda birden bire Haluk Levent'i görmek ve orada fotoğraf çektirmek günün bir başka güzelliği oldu. "Yollarda bulurum seni" dediği günden beri sıkı bir dinleyicisi olduğum sanatçıyı üreten, yaşayan, yaşatan yanları ile hep çok takdir etmiş, yaşamlarımıza yansıyan yönleriyle çok sevmişimdir. Bu nedenle harika filmler izlediğim bir ortamda onunla karşılaşmak  çok keyif vericiydi. 
  
   

Konuya dönersek mültecilik kavramı ile ilgilenenlere Festivalin gösterim listesinin de iyi bir rehber olduğunu hatırlatarak bu listenin linkleri için önceki yazıma atıf yapıyorum. 

Şimdi günün son filmine dair bir kaç kelam edelim:  

Welcome, 2009 Fransız yapımı bir drama. Aşkın insana yaptıramayacağı hiç bir şey olmadığını hatırlatması ile gözleri yaşartan, mülteciliğin zorluklarını da anlatan bir yol, yolculuk, umut, inanç, azim filmi. 

Hani bir yer vardır; hepimiz oraya gelir ve geçeriz. Hayat herkese ayrı bir yerden sorar soruyu ve cevabı bilemediğinizde geri kalan hiç bir şeyin önemi olmaz. Aşk da böylesi zor konulardan biridir. 

Filmde biteyazmış bir evlilik ile doğması için çaba gösterilen birlikteliğin eş zamanlı akışı verilmiş. Sevdiği gidince dağılan ve neredeyse hayatında hiç bir şeyin önemi kalmadığından işe gidip gelirken tatsız bir zamanın içinde yuvarlanan bir adam, aşkı için inanılmaz yollar deneyerek uzaklara gelmiş genç bir aşığı anlamaya başlayınca her şeye bakışı değişir. 

Fransız öğretmen ile Iraklı bir mülteci aşk ortak paydasında buluşur. Olaylar bunun üzerine gelişir. Uzun ve zorlu bir yoldan gelen ve İngiltere'ye gitmek isteyen mülteci Bilal savaştan kaçmaktadır. Yaşadığı travmalar sebebiyle herkesin gittiği yoldan gidemez. Ama onu bekleyen ve hayatta tutan maşukunu düşünür ve yeni yollar arar. Azmiyle öğretmenin dikkatini çeker. Arada cüzdanından sevdiğinin resmini çıkarır, özlemle bakar, kavuşacağı günün hayalini kurar. 

Sevenlerin yanında her daim sevdiklerinin bir fotoğrafı olduğu gibi neredeyse hiç bir eşyası ve parası olmayan Bilal'de de güzel kızın yırtık da olsa bir fotoğrafı vardır. 

Çünkü sevdiğinin yüzü insan için önemlidir ve her çizgisini ezbere bilmek kendi kalbinin koordinatlarını belirlemek gibidir. Bu duru sevda öyle samimi ve güçlüdür ki, hem içindekileri hem de dışındakileri dönüştürür, iyileştirir.

Yüzme öğretmeni de bundan nasibini alır. Aşkı, çabayı, sevgiyi, karşılıksız vermeyi hatırlatan bu dostluk onu yıkılan evliliği üzerine yeniden düşündürür. 

Aşkı bilen bir adam, taze bir aşkın soluk alışına şahit olunca daha duyarlı bir insana dönüşür. Zaten aşk, insanı daha iyi biri yapmıyorsa gerçek değildir. 

Daha fazla detay vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmak istemediğimden filmi aşka, insana, sevgiye inanan herkese tavsiye ediyorum.

Bir de filmi izlerken zihnimde hep Haluk Levent'in "En güzel aşk zor olandır" dediği parçanın çaldığını belirtmek isterim.

Hani der ya şarkıda, 

"Haber saldım dört bir yana 
Karanfiller susuz kalmış 
Muhabbete dost aradım 
Bu şehri periler sarmış 

Bitip tükenmez sigaram 
Ciğerim nefessiz kalmış 
Her şey yalan olsa bile 
En güzel aşk zor olanmış 

Söyle bana güzel kadın 
Her şey yerli yerinde mi 
Bırakıp gittiğin gibi 
Deniz mavi gök yeşil mi " 

Evet, en güzel aşk zor olandır. En şanslı insan kalbi aşka uğrayandır. Sonucu ne olursa olsun aşk insanı olduran en güzel kaderdir.

Aşık olabilmeniz, aşık kalabilmeniz dileğiyle iyi seyirler.




MİSAFİR-2017- Andaç Haznedaroğlu


Sinema Günlüğü 53.Film

Bugün İzmir Fransız Kültür Merkezi'nde idim. Amacım, dün başlayan ancak benim yine, yeniden başıma gelen tatsız ve haksız bir takım olaylar nedeniyle ilk gününe katılamadığım film festivalindeki tüm gösterimleri izlemekti. 

İlk filmin çok iyi olduğunu biliyordum ancak ikinci filmden itibaren izleyici olabildim. 

"Kaplumbağalar da Uçar" adlı bu 
filmin başka bir yazının konusu olacağı muhakkak. Gün içinde de bir çok güzel kısa film ve uzun metrajlı yapım izledim. Elbette festivalden sonra bunlara dair de bir şeyler karalamak istiyorum. 

Ama bu gün bahsetmek istediğim film, son gösterimde yer alan Misafir.

Yönetmen Andaç Haznederoğlu'nun üçüncü filmi olan yapım gerçekten çok güzeldi ve bir festival gününü zirvede kapatmak için iyi bir tercihti. Gösterimin heyecanıyla eve gelip sıcağı sıcağına yazmak istedim. 

Filmin konusuna ve künyesine dair detaylı bilgilere de buradan ulaşabilirsiniz.  


Daha önce "Yakından geçen mülteci öyküler" adlı kitapla ilgili olarak yazdığım yazıda mültecilik, göçmenlik, iltica, göç gibi kavramlar üzerinde epey durmuştum. (Merak edenler kitabın adı olan linki tıklayabilir.)

Bu nedenle daha çok filmin bıraktığı duygu üstüne bir kaç kelam etmek istiyorum.  

Gösterimden sonra, filmin senaristi ve yönetmeni olan Andaç Haznedaroğlu'nun söyleşisi vardı. "Film burada bitmedi, başka yerlerde devam ediyor. Sizin için de buradan çıkınca devam edecek" diyerek söze giren yönetmen, amacını Hz.İbrahim'in içine atıldığı ateşe su taşıyan karınca üzerinden izah etti: "Safımız belli olsun, bir kişi için bile farkındalık oluşması kazançtır." 

İltica, göç ve insanları buna zorlayan şartlar misal, savaş, siyasi baskılar, hukuk skandalları, yoksulluk, tabi afetler, insanlıkla yaşıt konular. 

Ama hiç bir dönemde insanlar bu kadar görünür hale gelen acılarla, zulümlerle, haksızlıklarla, savaşlarla karşılaşmadılar. Canlı yayınlarda gerçekleşen bombalamalar, oralardan kaçan mazlumlar, trafikte, parkta, bir yerde otururken karşımıza aniden çıkıp görmezden gelinen yersiz yurtsuz kalmış insanlarla kuşatılmışız ama hala olan biteni yok sayarak yaşamaya devam ediyoruz. 

Bu açıdan film, insanı merkeze alıp, kanıyla canıyla, duygularıyla, kayıpları ile yaşam konforlarının biranda yıkılması ile vatansız kalan, ağır travma halindeyken bir de ötekileştirilmenin acısını yaşayan insanları anlamamız, empati yapmamız için fırsat sunuyor. 

Yönetmen amacının, farkındalık oluşturmak olduğunu, filmin hazırlık aşamalarında mülteci kampında kaldığını, imkanların kısıtlılığı karşısında haftada bir yıkanabilmenin, her öğün karnını doyurabilmenin mutluluk sebebi olduğunu, daha sonra kendi hayatına dönünce kentin temposunda, konfor alanlarımızda yaşarken kendimize mutsuzluklar icat ettiğimizi fark ettiğini anlattı. 

Ve sanırım filmin söylemek istediği cümle benim için "Farket, hisset, dünya için, insanlık için, insan olma, insan kalma adına bir şeyler yap, iyileştir ki iyileşesin"  oldu. İçimde var olan ateşi alevlendiren bu güzel motto filmden bana kalan duygu. Bunun için başta yönetmen olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler.            
Kalabalık bir izleyici topluluğunun yönetmeni soru yağmuruna tutması ve alkışlarla kutlaması da filmin ilk amacını gerçekleştirdiğini, çok da beğenildiğini gösteriyor. 

Bence de, son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerdendi. Türk sineması adına da çok sevindirici. Yönetmenin diğer filmlerini de festival bitince izleyeceğim ama sanırım bu film onlardan farklı. Bağımsız sinema adına yaptığı özel bir çalışma ve bir hikayenin yapması gerekeni, önce yönetmenin sonra da izleyenlerin hayatına yapıyor, onları dönüştürüyor. Jenerik akarken film başladığındaki siz olmuyorsunuz.

Sinematografik açıdan da kaliteli olan film bir çok festivalden ödülle döndüğü gibi Avusturya'da okul gösterimi listesine girmiş. Darısı bizim eğitim sisteminin başına 

Film müzikleri, çekim perspektifleri, çoğu amatör olmasına rağmen oyunculuklar da çok güzel. Ağır travmalar içeren bir konu tıpkı yaşam gibi anlatılabilmiş. Hepimiz gün içinde türlü sıkıntılar yaşarız, zor dönemleri de mizahla atlatmaya çalışırız ya filmde de dramanın yanında tebessüm ettiren sahneler var. Üzerinizde ağır bir hava değil umut ve iyi bir film izlemiş olmanın zevki kalıyor. 

Mültecilerin de bizler gibi bir hayattan geldiği, dünyalarının bir anda yıkıldığı hatırlatılıyor. İnsana insan olduğu için değer vermemiz gerektiği vurgulanıyor.       

Yönetmen Andaç Hanım'ın da dediği gibi "Kavramları birleştirirseniz, insanları ayrıştırırsınız" Suriyeliler, Iraklılar, Türkler diyerek insanları karşı karşıya getirirseniz provake edersiniz. 

Bu gün yapmamız gereken insan ortak paydasında buluşmak, dünyanın hepimize ait olduğunu hatırlayarak elimizdekileri paylaşmak, günlerin insanlar arasında döndürüldüğünü unutmadan empati ile hareket etmek. 

Ve filmin konusu özelinde söylersek zaten ağır ve travmatik bir hali yaşayan, insanın en temel ihtiyacı olan güvenlik, barınma, karnını doyurmak gibi haklardan mahrum kalan bu insanların hayatlarına dokunarak misal çocukların okula gitmelerini sağlayarak ihtiyaçlar piramidinin en tepesindeki kendini gerçekleştirme zirvesine yönelmelerine katkı sunmak gerek. Bu hem bizi hem de onları oldurur. Kin, nefret, ayrışma söylemleri de ruhumuzla beraber insanlığı öldürür.  

Hepimizin misafir olduğumuz bu dünyada misafirlerimizle bereketli zamanlar yaşayalım. Onları kaybetmek yerine kazanalım.  

Bir sonraki yazıda, yine bu gün çok beğendiğim bir kısa filmden uzun uzun bahsedeceğim. "All together" isimli film Nejla Osseriran tarafından çekilmiş.

Bu gün ve yarın da devam edecek festival programına buradan erişebilirsiniz. 

Bu filmi mutlaka izleme listenize alın derim. İyi seyirler.    


 


SARIL BANA, BENİ BİRAZ ANLASANA!



"Ölüm geliyor aklıma birden ölüm / Bir ağacın gövdesine sarılıyorum" diyen şairi düşünüyorum bu günlerde. 

Tabiatın uyanışa geçtiği Nisan ayında kendimi kırlara, deniz kenarına ağaçların çiçeklerin olduğu yerlere atıp duruyorum kaç gündür. Bol bol fotoğraf çekiyor, sosyal medyada paylaşmıyor, böylece anda kalmayı deniyorum. Gördüğüm güzelliklerin ardındaki sanatı, düzeni, ritmi, kolaylığı, tazeliği görüyor, uzun uzun düşünüyorum. 


Kimseyle konuşasım yok, ondan herkesi geçiştirip kendimle konuşuyorum. Uzun süren bu kıştan ne kadar da yorulmuşum. Kim bilir ne zamandır kendimi alıp karşıma konuşmamışım. Hatta belki de kendi sesimi duymamak için sürekli yeni uğraşılar bulup her yere yetişmeye çalışmışım. Şimdi biraz bahara teslim olmak gerek. 


İçeriler nasıl ruhumuza kasvet verdiyse, tam balkon sefalarına başlayacakken "Mart kapıdan baktırır/ Kazma kürek yaktırır" adlı soğuklar tarafından bir süre daha içerilere hapsolduk. Neyse ki, Nisan geldi, yakmayan bir güneşle üşütmeyen rüzgar ele ele verip bize bahar aynasını tuttu. 


İnsan ömründe gençliğe, gün içinde sabah saatlerinin tazeliğine benzeyen ilkbahar, umutları filizlendirme görevini omuzlamış güçlü bir mevsim. Bize her kıştan sonra geleceğini her yıl hatırlatır, içimizdeki sevgi kelebeklerini kırlara bırakmamızı salık verir. Ben de bu çağrıya uydum ve bol bol dolaştım kırlarda. 

  

Bir de ilk kez gidip bir ağaca sarıldım. En kuru dalları olanı seçtim ki, uçlarında başlayan yeşillenmeye katkım olsun. Neredeyse bütün dalların meyveye durduğu yerde o daha yaprak derdindeydi. Yanı başında hep yeşil kalan çamlar vardı. Onlara özeniyor mudur acaba dedim. Sonra halden hale girmek daha keyifli diye düşündüm. Yokluğunu bilmeyen yeşil ve canlı yaprağına kavuştuğunda aynı hevesle sarılır mı hiç? 

İlk fırsatta yeniden sarılacağım ağaçlara. Bu sefer çiçeklenmişlere tutunacağım ki, benim de çiçeklerime öz suyu yürüsün. Gelmeyen baharlarını beklemekten vazgeçip kendi mevsimine doğru yol alsın. 

Enerjistler, ne zaman kendinizi dünyaya ait hissetmezseniz, zeminin ayağınızın altından kayıp gittiği duygusuna kapılırsanız bir ağaç bulun sarılın onunla birlikte yeryüzüne köklendiğinizi düşünün diyor. Alemde her şey birbiriyle ilgiliyse, azot döngüsü gibi bir sarmalla her şey birbirine bağlıysa "Ağaçlara sarılın" önerileri boşa değil. Belki bazılarına garip gelebilir bu durum ama yalnızlıktan değil, aksine bütüne dahil olup bir olmak içindir bu kolları o gövdeye dolama. 

Zaten uzmanlar da sarılın diyor. Tabi bunu suistimal edenler de yok değil ama insan düzenli olarak sarılmalı, sevdiklerine, ağaçlara, onun meyvesi kağıda, kitaba.

Çıkın dışarı, sarılın ağaca, kuş cıvıltılarını dinleyin. Kendinize de içinizi duyma fırsatı verin. 

NOT: 

1-Aşağıda günlük yaşamda işinize yarayacak alıntılar mevcut : Daha fazlasını yazı içinde kelimelere zimmetlenen linklerden okuyabilirsiniz.

2-Başlıktaki şarkı da elbette Haluk Levent'den tıkla dinle. Sarıl bana, beni biraz anlasana...


Esther Perel “Mating in Captivity” kitabında Sarılmanın nörofizyolojisinden bahsederken sarılmanın sevgi hormonu olarak bilinen oksitosin salgıladığı anlatıyor. Esther Perel , fazla sarılmanın oksitosini fazla uyaracağından böylelikle çiftleri birbirine duygusal fazla yakınlaştıracağından ve birbirlerine fazla alışacaklarından tutkunun zamanla körelmesine dikkat çekiyor. Bunun anlamı, ne yazık ki fazla sarılmak eşler arasındaki cinsel hayatlarını kötü etkiler. Aynı tuz gibi, eksikliği sorunlara yol açarken, fazlası da başka tür sorunlara yol açar.

Eşinize bir kerede 40 saniyeden uzun sarılmayın ve bir günde 4 kereden fazla sarılmayın. Bu cinsel hayatınıza zarar verebiliyor. Sarılmada kritik bir eşikten bahsetmek istiyorum. North Carolina Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, stres altındayken özellikle de kadınlarda salgılanan kortizol hormonunun en az 20 saniye süren bir sarılmadan sonra düştüğü keşfedildi.
Sarılmanın bahsettiğimiz duygusal etkisi için en az 20 saniye olmak durumunda. Aile terapisinin kurucularından Virginia Satir’e göre, “Yaşamaya devam etmek için günde 4 kucaklaşmaya ve büyüyüp gelişebilmek için 12 kucaklaşmaya ihtiyacımız var.”
"Kucaklaşma hayatı daha da yaşanası bir hale getirir. Kucaklaşmada doğal bir paylaşım vardır. Bebekler kucak ve sarılma olmazsa gelişemez. Hatta sıfır kucak ve dokunulma olan bebekler ölür. Kucaklaşma bir bumerangdır. Aynı anda size döner. Kucaklaşma sevgiyi dile getirmenin sözlerden daha etkili yoludur. Kucaklaşma enerji transferidir.
‘‘Her insanın; varlığını idame ettirmesi için günde dört kez; duygusal sağlığını koruması için sekiz kez; gelişmesi için ise 12 kez kucaklaşmaya ihtiyacı var.’’
SARILMANIN PSIKOLOJİK YARARLARI SAYILAMAYACAK KADAR ÇOK
1- Sarılma en kötü günü bile aydınlatır. Yalnızlığı azaltır. Yaşananlar daha katlanılır hale gelir. Kızgınlıklar, korku ve endişeler azalır. Değerlilik duygusunu artırır. İlişkileri yakınlaştırır. Onay ve kabul gördüğünüzü hisseder ve hissettirirsiniz. En başta siz kendinizi iyi hissedersiniz.

2- Sarılmak bizimle sevdiklerimiz arasındaki bağlantıyı en kısa sürede kurmamızı sağlar. “Yalnız değilim” duygusunu hissettirir. Kendimizi yalnız hissettiğimizde olayların altında kalıyor duygusunu yaşarken sarılacak birisi olması gücümüzü artırır.

3- Hayatımızda dokunulma eksikliği varsa bunu profesyonel dokunucularla telafi etmeye çalışırız. Örneğin sıkça hastalanarak doktora gideriz. Antropolog Desmond Morris, doktorlara, kuaförlere ve masörlere “profesyonel dokunucular” der.

4- Eşini kaybedenlerin depresyona girdikleri sıkça görülür. Bu, sadece sosyal yalnızlıktan değil, dokunulma yoksunluğundan da kaynaklanır. Hayvanlarımızı bile okşayarak sakinleştiririz. Dokunmak kadar güçlü bir bağlayıcı yoktur.

5- Araştırmalar gösteriyor ki güne sarılmakla başlayan şirketlerde bile mutluluk oranı artıyor; ciro da.


GEÇMİŞ - THE PAST -LA PASSE 2013

  
Bu gün blogta sinema günlüğü serimizin 52. filmi var 

Dünyaca ünlü İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin 2013 Cannes Film Festivalinde ödül alan ve insan ilişkilerinin karmaşıklığı üzerine düşündüren Geçmiş isimli filmini TRT2 'de izledim. 

Daha önce de "Bir ayrılık" isimli filmini izlediğim yönetmenin bu filminden sonra, aslında hayat akarken insanın başına gelebilecek bir çok olayın beraber değerlendirildiğinde herkesin haklı olduğunu anlatmayı misyon edindiğini düşündüm.    

Özellikle mahrem alan olan ve aslında en yıpratıcı ilişkilerin yeri olmak ve tek sığınağımız olmak fonksiyonlarını tüm çelişkisine rağmen beraber barındıran "ev içi hayatlara" zoom yapıyor oluşu bana bunu düşündürttü. Bu nedenle herkesin kendinden bir şey bulacağı filmler ortaya çıkarıyor olmalı. Sağlam diyaloglar, etkileyici kadrajlar ile beraber senaryo olarak da sonuna kadar merak unsurunu diri tutmayı başaran bu filmi gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Tabi başta ilişkiler çok karmaşık gelecek ama izledikçe çözülecek. 

Filme dair çok fazla ipucu vermek istemiyorum, çünkü böyle filmlerde herkesin seyrettikten sonra kendi sorularının içine düşmesi gerektiğine inanıyorum. İşte o vakit saatlerimizi verdiğimiz film patlamış mısır yedirmekten öteye geçerek fonksiyonunu ifa etmiş oluyordur.

Filmin adı "Geçmiş". Bir ironi olarak geçmişin geçmediğini, hepimizin görünmez iplerle oraya bağlı olduğumuzu görüyoruz. İnsan dediğimiz varlık yaşadığı günlere kolay gelmiyor. Zaman ipliği sürekli yeni bir dokuyu oluşturacak şekilde tezgahını işletiyor. Sonra ortaya çıkan dokuma ile bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündürüyor. O nedenle geçmiş peşimizi ne hayatlarımızda ne ilişkilerimizde rahat bırakıyor. 

Zihni, eski kocası ile yeni eşi arasında gidip gelen genç bir kadının ilk kocasından olan çocukları ile beraber yeni ilişkisinde eve katılan diğer çocuklarla artan yükün altında kalışı çok güzel anlatılıyor. 

Kısa süren o aşk ateşinin, işin içine aileler, çocuklar, eski eşler girdiğinde nasıl da karmaşık bir hal alarak ilişkiyi oksijensiz bıraktığı net olarak görülüyor. Tabi filmde ters köşe yapan bazı sahneler de dramın dozunu artırıp işin iki kişinin arasından çıkmasını ve iki aileyi mahvedişini de gözler önüne seriyor.

Zaten genelde evlilikler iki kişilik olsa herkes güllük gülistanlık geçinir gider de hele bizim toplumuzda kurumsal olarak bakılan evliliğin içine girmeyen kalmıyor. Bu filmde bizim ülkedeki sıkıntılar yok ama doğu kültüründen, İran'dan gelip Avrupa'nın göbeğinde Fransa'da yaşamanın getirdiği arada kalmışlık da göze çarpıyor. 

Hasılı kelam, geçmiş kolay kolay geçmez. İnsan kalbi, içinde bin bir fırtınanın yaşandığı bir denize benzer. Vermek zorunda kalınan kararlarla ancak bir zihin olan gemi kıyıya çıkarılır ama bu kıyı her zaman istenen yer değildir. 

İki insanın birbirini sevmesi eğer ortada çocuklar varsa samanlığı seyran etmeye yetmez. Birinin çekip gitmesi kalben bıraktığı anlamına gelmez. Birinin aniden hayatınıza girip sonra çıkması, gerçek manada, geride kalan için de zorluklara gebedir.  

Bir de, insan zihninin unutmadığı tek şey koku derler ya, bitkisel hayata giren bir insanın hafızasından da en son koku siliniyormuş. Bu filmde önemli bir ayrıntı.

Bazen bir koku bile tüm geçmişi içinde tutar, olmadık yerde önünüze savrulur hatıralar ve geçti sandığımız her şeyin orada olduğunu görürüz. Eğer kalben de yaşıyorsa acıtmaya devam eder. 

Acılarınız az, geçmişinize de geçmiş olsun:)) Ama hiç bir şey geçmediğinden asıl size geçmiş olsun:)))    

Yapacak çok fazla bir şey yok. İnsan yaşadıkça her şeye, herkesin yokluğuna alışıyor, acılar acıtmaz oluyor ama bu alışma zamanla yaşam enerjisini de beraberinde götürüyor.

Geçmiş geçmez, hep oradadır ama ona hapsolmadan yaşamaya devam edenlere tecrübeli deniyor. 

Tecrübelerimiz daha yanlışsız günlere taşısın bizi.      


ÇANAKKALE GEÇİLMEZ



 Çanakkale en güzel liman şehirlerimizden biridir. Ama biz yani ülkesini seven yurttaşlar, onu bir destanın yazıldığı yer olarak bilir, anarız. Üzerine kitaplar yazılan, filmler yapılan bu şehir ülkemizde en çok gezilen yerlerden biri. Tabi gezerken denizi, güneşi, kumu, rüzgarı değil, insanın tüylerini diken diken eden hikayeler dinlediğimizden bir coşku, minnet, huşu içinde olduğumuz malum.   
 

Çünkü bu ülkenin has evlatları olarak hepimizin ailesinden kayıplar vardır o topraklarda. Her birimizin gönlünde Çanakkale'de şehit düşmüş büyüklerimizin ve geride kalanlarının acılı hikayeleri, bir imparatorluğun her yerinden savaşmaya gelmiş gencecik çocukların sevdalı yürekleri vardır, bağrında. 

Misal, babaannem 1916 yılında İzmir'de doğmuş babası Hüseyin 1879 da Resmo Girit'te doğup İzmir'e mübadele ile gelmiş. Annesi babaanneme hamile kaldığında 1915 yılı imiş ve babamın dedesi #canakkalesavaşı na gitmiş ve bir daha dönmemiş. Çocuğunun doğduğunu görmemiş. O yıllarda doğan birçok kişi gibi "Babasız, amcasız, dedesiz" yani erkeksiz büyümüş babaannem. Gördüğüm en güçlü kadınlardandı ama işte o baba şefkatini yeri hiç dolmamış. 






 Ananem ise 1928 de Bulgaristan' da doğmuş. Babası Ferhat, tam yedi yıl sonra geri dönmüş Çanakkale de savaşmış. İzmir 9 Eylül'le kurtuluşa erince çok sevdiği İzmir'den Bulgaristan' a geri dönmüş. Ananem savaş sonrası doğan tek çocuğu. 

Ne talihsizlik ki, o da bir yaşındayken annesini kaybetmiş çok sevdiği babasından sürekli savaş anıları dinleyerek büyüdüğünden olsa gerek cesur ve gözü kara bir kadın olmuş babasının vasiyetine uymuş ve İzmir'e göç etmiş. 

Annemin babası ise, 1926'da Bulgaristan'da doğmuş. Aslında Gümülcine'de o zamanın üniversitesinde okuyan ve otuz yaşına kadar orada yaşayan, Fransızca dahil beş dil bilen babasının taşraya geri dönmeye hiç niyeti yokmuş ama savaş sonrası ailede erkek kalmadığından yeğenlerine göz kulak olması için tekrar Bulgaristan'a dönmesi istenince mecbur kalmış. 

Tabi taşrada yapamayınca 1927'de, dedem bir yaşındayken dört arkadaşı ve aileleri ile beraber İstanbul'a gelmiş. Sultanahmet'in civarında iki buçuk yıl ikamet etmiş. Kısacası, savaş herkesin hayatını alt üst etmiş. Okullar mezun vermezken gidenlerin acılarını sarma görevi üstlenen kalanların da hayatları değişmiş. Zamanın tahsillisi dedenin eşi, ben İstanbul'a alışamadım, toprağım da toprağım diye tutturunca hayallerinin peşinde Türkiye'ye gelen annemin dedesi ve kucağında dedem iki buçuk yıl sonra İstanbul'dan Kırcaaili'ye dönmüş. 

Şimdi düşününce onu iyi anlıyorum: Sanırım, kimsenin onu anlamadığı bir hayatı yaşamıştır kendi yalnızlığında. Çok kitap okurmuş. Sonuçta kitap bazen en kolay sığınak. 

Daha sonra Bulgaristan'da rejim değişince Türk'lere baskılar artmış ve dedem çocukluğunda yaşadığı ülkeye dönmüş. Bu sefer yanında dört çocuğuyla yaşı kırk iken İzmir'e birer bavulla gelip sıfırdan hayat kurmuş ki, şimdi buradan bakınca bana çok zor geliyor. Hatta burada iyi standartta bir hayat kurunca taşrada ömrü çürüyen babasını da İzmir'e getirmiş. Hayatının son yıllarını burada yaşayan dede doksanlı yaşlarında mutlu mesut bir şekilde hayata gözlerini yummuş.    

Hasılı kelam, hayat seçtiklerimiz değil, bizim için yazılanları yaşadığımız bir meydan ve Çanakkale sayısız hayatın söndüğü, bir hilal uğruna ne güneşlerin battığı, acılarla dolu bir savaş alanı. Ama en büyük destanların da yazıldığı tarihimizde altın sayfa. 

Bugün bu topraklarda 104 yıldır özgürce gezebiliyorsak bunda öz be öz dedelerimizin kanı, büyükannelerimizin emeği, gözyaşı, umudu, inancı var. Bu vatan bizim, tüm zor zamanlara rağmen emanete sahip çıkacağız... 

Zaten sadece Cumhuriyetin kazanımlarını koruyabilsek, burada her etnik kökenden insanın kanının olduğunu unutmasak, ortak paydalarımızı fark eder, ayrışmaz, huzurla beraber yaşarız. 

Bu vesileyle şehitlerimize rahmet ve şükranla... 

Hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile nice yıllara...

 #çanakkalegeçilmez #çanakkalezaferi104yaşında #şehitlerölmez #rahmetlidedelerim 

   Not : Fotoğraflar kendi arşivimdendir.











Çam Ağacının Gölgesinde Ekşi Sözlükte

Ekşi Sözlük sürpriziyle karşılaştım bugün.  Oradan verilen linkteki yazı aşağıdadır:  Medium sitesinde yayınlanmıştır.  Teşekkürler Handan K...