LA CASA DA PAPEL ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME





Mottosu, "Sonuçta her şeyin mahvolması için aşk iyi bir nedendir" olan dizide beş sezon geride kaldı ve hikâye sona erdiğinden dizi tutkunlarına veda etti. Bu yazıda dizinin sevilme nedenlerini kendi gözlemlerim ve son sezonlarının akabinde yer alan belgesellerden aldığım notlar üzerinden irdeleyeceğim. 

Türkiye’de genel olarak çok popüler olan dizinin sevilme gerekçelerinden ilki senaryo ekibinin başarısıydı. Bu konuyu detaylandıracağım ama baştan önemli bir faktörün hakkını verelim istedim: Dizinin müzikleri. Gerçekten çok etkileyiciydi. Hele dördüncü sezondaki şarkılar bir başkaydı. Berlin'in düğününde çalanlar nefisti. 

Ben müzikleri o kadar sevdim ki, birçok dizi de sıkça kullandığım “introyu geç” seçeneğini yok sayarak her bölüm başında ve sonundaki müzikleri de zevkle dinledim.

Şimdi gelelim asıl meseleye: Bunu söylediğimde birçok kişinin abartıyorsun dediğini işitsem de bence Game of Thrones dahil izlediğim diziler arasında ilk sezondan son bölüme kadar en sürükleyici bulduğum dizi La Casa Da Papel’di. Genelde ortamda fiziksel bir engel çıkmadıysa her sezonu tek oturuşta bitirdim. Bazen (Digital platformlarda izlemediğim çok fazla dizi olmasına rağmen) dönüp sevdiğim bölümlerini tekrar seyrettiğim diziye bağlanma sebebim tabi ki başarılı karakterleriydi.

Dizide ara sıra rastladığımız mantık hataları da vardı ama bir kere sevince, o bağ izleyici ile karakterler arasında oluşunca senaryodaki eksiklikleri hoş görüyor insan:) Mesela Tokyo online bağlantı ile ameliyat yapsa da tıp gibi zor bir eğitim ve tecrübe yok sayılsa da gülümsüyor sadece. Bunda da oyuncuların role girmedeki başarıları etkili.

İyi kötü diye net olarak sınıflandıracağımız karton karakterler yok mesela. Her kimin hikayesi derinlemesine incelense yaptığı hatalardan dolayı hak verir hale geliyorsunuz. Zaten hayat da böyle değil midir? Tek tek herkes haklı ama kesişim kümelerinde ne çok haksız vardır kızdığımız. Bankanın çalışanlarından menfaatine göre sürekli taraf değiştiren Arturo Roman mesela, herkesi deli ediyor izlerken ama aslında bu durum insanı anlatıyor. Görmekten kaçtığımız, başkasında ise eleştirdiğimiz ama bir şekilde içimizde olan gölge yanlarımıza dokunduğundan bu hisleri yaşattığını sonradan fark ediyoruz.  

Profesörün ve Berlin'in duygusal davrandığı konularda nasıl çuvalladıklarını görünce, duyguların insanı aşağı çeken bir çeldirici olduğunu kavrıyor, dizinin mottosunun her bölümde temaya uyduğunu anlıyoruz. Bölümler ilerledikçe karakterler arasında beraber aştıkları nice zorluk sonrası duygusal bağlar kuruluyor. Dolayısıyla ilk sezon gibi profesyonel davranamadıklarını, bunun sonucu hatalar yaptıklarını görünce onların da insan olduklarını hatırlıyor, karakterleri daha çok seviyoruz. 

Dizi her ne kadar ülkenin merkez bankasını soyan bir grup çılgının müthiş planlar dahilinde ilerlemesiyle gelişse de eylemlerin felsefesi var. Böylece halkın desteğini topluyorlar. İspanyol Emniyet Teşkilatının, özel birliklerin acizliğini görünce seviniyoruz. Halkın beraber olursa güç odaklarını dize getireceğini fark ediyoruz. İktidarı demokratik davranmaya zorlayan Avrupa Birliği üyeliğinin getirdiği sorumlulukların merkezi hükümetlere karşı halkın emniyet supabı olduğunu hatırlıyoruz. Emniyetin ne kadar emniyetsiz olabileceğini, kamera olmayan yerde yapılanlarla göz ardı ettiğimiz gerçeklerden haberdar ediliyoruz. Dördüncü sezonda çölde işkence yapan kişinin Osman isimli bir Türk olmasından rahatsız olmuşken gündeme düşen haberlerle İspanyol senaristlerin her şeyi takip ettiklerini görüyor, eleştirilmek yerine düşünülmesi gereken bir husus olduğunu hatırlıyoruz. Sonuçta mızrak çuvala, hukuksuzluk evrensel yasalara sığmıyor. Görmezden gelinip sessizliğe gömülmesi bunların olmadığını kanıtlamıyor.

Belgeselin tanıtımından neden bir grup suçlunun bu kadar sevildiği, aslında soygun yapan, adam öldüren, yasaklı birçok eylemi alışkanlık haline getirmiş bunca farklı yapıdaki insanın neden bu kadar izlenir olduğunun sosyolojik ve psikolojik incelemesinin yapıldığını zannetmiş, başına iştahla oturmuştum aslında. Yine de pişman kalkmadım. Umarım bu konu üzerine uzmanlar da çalışır ve aklıma gelenler dışında neden diziyi çok sevdiğimizin ardındaki bilimsel gerçekleri ortaya koyarlar.

Fenomen isimli bu belgeselde ne anlatılmış peki derseniz, dizinin kamera arkası görüntüleri ile başarısının sırlarından bahsedilmiş. Yani, dizinin ikinci sezonu yerel televizyonlarda ilgi görmemişken Netflix satın aldıktan sonra dünya çapında en çok izlenen dizi olmasının hikayesini izliyoruz. Mesela oyuncular sosyal medya hesaplarının takipçilerinin birdenbire artışı ile şok olmuşlar. Farklı ülkelerde yapılan çekimlerde yaşadıkları kolaylıklar ve izdihamlar neticesinde gerçekten dünya starı olduklarını anlamışlar. 

Ama sanırım sevilmesinin en önemli sebebi yukarıda da kısmen değindiğim gibi insanların otoritelerden yorulmaları ve filler tepindikçe ezilen çimen olmaktan bıkmaları. Sonuçta halk olarak elimizden bir şey gelmiyor. Bir şekilde hâkim sistemlerde rejimler ve yönetimi elinde tutanlar tüm dünyada halkı ezdiği, yanılttığı, üzdüğü için olsa gerek bu güçleri zekasıyla alt edecek bir grup soyguncu ve bunu bir ideal uğruna bir felsefe gözeterek yapan Profesör karakteri çok seviliyor. Ne demişler: "Dinsizin hakkından imansız gelir"   

Bence fenomen olmalarının sırrı, samimiyet, tutku, romantizm dozunun da iyi ayarlanması. Tabi ki tüm Netflix yapımlarında olduğu gibi cinselliğin de cinsler üzeri bir boyutta kullanılması ile yükselen değerlere paralel hareket edilmesi de unutulmamalı. 

Ayrıca bu belgeseller "Dizi senaryosu nasıl yazılır?" konulu bir ders gibi olduğundan yazı ile ilgilenenler mutlaka izlemeli.

Şimdi biraz belgeselde anlatılan başarı sırlarından aldığım notları paylaşayım: 

Bu bir soygun hikayesi değil birbirini seven insanların soygunu.” Sevgi izleyiciye geçen en önemli çapalardan olduğundan yola çıkarken sağlamcı davrandıklarını görüyoruz.  

Karakterler öncelikle, anne, baba, çocuk, bunlar tüm insanlığın ortak halleri. Evrenselliğe farklı yönlerden baktık. Karakterler seçilirken herkesin empati kurabileceği türden seçildi. “Bir şekilde kader kurbanı olmuş, kötü aileye doğmuş, iyi insan olmak için çırpınsa da çevrenin, evin, toplumun buna izin vermediği, her türlü travmayı yaşamış, eğitim alamasa da bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış insanlardan bir ekip kurulması. Herkesin yapabileceği hatalar yüzünden suça bulaşmış sonra da dışlanmış insanlara karşı empati kurmak kolaydır. Sonuçta hepimiz bir şekilde kendi basit hatalarımızın bedeli olarak ağır cezalar çektiğimiz bir sürü olay yaşamışızdır. 

Bu bir soygun hikayesi. Dolayısıyla hırsızın oğlu hırsız ama karakterlerin kendini kabul ettirmesi önemli. Profesör, çok rastlanan bir tip değil. O yüzden de tek ama kendini en iyi kabul ettiren karakter. Zekasıyla bizi kendine hayran bırakan planlar yapsa da aslında bir ezik. Tam bir sosyopat. Âşık olana kadar duyguları olduğunu bile anlamadığımız, yakışıklı olmasına rağmen özgüvensiz, toplum içinde insanlarla kolay iletişim kuramayan biri. Ama baş kahramanımız o. Düşündüklerini söyleyemeyen biri iken sevdiğine ne yapıp edip ulaşması, ekibindeki herkesi değerli hissettirmesi de yabancı ve hasret kaldığımız bir özellik olduğundan çok sevildi bence. Hani meşhur bir söz vardır, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye. Bu topraklarda gelişine vurup günü geçirmeyi yaşamak sayarken hayatta B planlarımız çok da olamıyor. Bunlarının bedelini ağır ödediğimiz zamanlardayken Z planı bile hazır bir Profesöre hayran olmamamız düşünülemezdi. Belki de herkes bu yüzden sevmişti bu sıra dışı adamı.

Başarının sırlarından bence en önemlisi karakterleri ters yüz etmeleri. Her an ne yapacağı belli olmayan Tokyo'dan bile istikrarlı davranacak bir lider, profesöre aydınlatma yaşatacak bir zekâ parıltısı çıkartmak. En kötü insana bile merhamet duyacağımız olaylar, duyguların senaryoda olması son derece etkili.

En gaddar tiplemeden ispiyoncuya topluma ayna tutacak karakterlerle bir olay örgüsü kurmak. 

Dizilerde tiplemeler kibar ve mutlu ise anlatacak çok bir şey yoktur. Sıkıcı olur. Burada sürekli sorun çıkaran kontrolsüz tipler var ama her adımı önceden hesaplayan zekâsı ile profesör ve liderliği ile Berlin de var ki sevilen bu iki karakter sık sık her şeyi ve herkesi kontrol altına alabiliyor.

"Bir de karakterlere hiç merhametimiz yok. Hepsinin hayatı pamuk ipliğine bağlı, her an hepsi ölebilir." Bu diziyi çekerken yazan senaryo ekibinin söylediği bir cümle ve bence yazan insanlar için önemli ipuçları içeriyor.

Kara mizah da ölçülü şekilde kullanılmış. "Arturo Roman herkesin istinasız sevmediği bir karakter. Çünkü hepimizin zorba yanını yansıtıyor. En insanımız o, utancımızı bize hatırlattığı için, ayna olduğu için yaptıklarını seyretmeye dayanamıyoruz." 

"Hakikati takıntı haline getirdik. Görüntü ve sanatı birleştirdik"

Gerçek başarının en önemli unsuru elbette simgeler: Dizi bir şekilde yeni semboller evreni yarattı.

1-Kırmızı renk

2-Bella Ciao marşı

3-Dali maskesi   

Bella ciao marşı yani Çav Bella Mussolini'ye karşı direnişin simgesi iken tam yetmiş beş yıl sonra bu dizide kullanılarak başkaldırının mistik yanı güçlendirildi. Dünyanın her yerinde en çok dinlenen, söylenen şarkı oldu.

Heyecanı diri tutmanın diğer yolu da tüm karakterlerin sürekli diken üzerinde yaşaması oldu.” Son saniyede yazmak, yani bölüm çekilirken ekibin yazıyor oluşu, oyuncuların bile her şeyi son anda öğrenmesi halini son anda üçlük sayı atmaya benzetmişler:) Yani kervanı yolda düzmüşler. Baştan belli bir son yokmuş ve akıllarına Viking- İspanyol sahtekarlığı olayı gelmiş. Tamam diyerek hikâyeyi bitirmişler.

Hasılı kelam bütün sayıları attılar, dünyada en çok izlenen dizilerden olmayı başardılar. Sonunda “Her şey basit bir hayalle başladı. Seyirciyle bağ kuracak bir şeyler yapmak” hedefine ulaştılar.

İkinci sezon tutmayınca yeni iş araması söylenen dizi oyuncuları da bir anda dünya çapında tanınırlığa ulaştılar. Bu da bize gösteriyor ki, hiçbir başarı tesadüf olmasa da tanınmak, bilinmek, para kazanmak hepsi "Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır" denen alın yazısı:)))

La Casa De Papel dizisinden aklımda kalan bir cümle ile satırlarıma son vereyim: "Bazen huzur bulmanın tek yolu uzaklaşmaktır

Hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, işkencesiz, demokratik bir dünyada, yani güzel günlerde nice böyle sürükleyici dizileri ağız tadıyla seyretmek dileğiyle.

Handan Kılıç

 

 

 

 

 

 

 

ZIT

Dizimdeki ağrının etrafında dolaşıyor gölgem. 

Bir şarkı çalınıyor kulağıma. Kim söylüyor bilmiyorum. 

Bazı cümleleri kaçırıyorum. Yakaladıklarımı not alıyorum: “Bir bilsen ne hallerdeydim, kitlendi ayağım gitmiyor. Al kalbim neyine yetmiyor.” 

Acı acı gülüyorum. Kimseye yetmezmiş kalp. Oysa insanın en büyük varlığı. Daha ne verilebilir ki? Ya da onu verenin nesi kalır ki geriye? 

Bensizlik iyi mi geliyor hepimize? Öyledir belki de. 
Ben zaten çok gelirim herkese…

Şarkı devam ediyor: “Bu sana son seslenişim. Bunca yıl beklemişim. Bundandır vazgeçişim”

Vazgeçemediklerim peşimde, bırakmıyor beni, ağırlık yapıyor sol yanımda. Başımdan ayağıma ne zaman bir ağrı dolaşsa vücudumda hepsi sol yanımda. Geçmiş diyorlar. 

Sağ taraf olsa gelecek kaygısından bahsedilebilirmiş. Beklentisiz olduğum bir yerden rüzgâr dahi esmiyor ki! Geleceksizliğe mahkûm edilmişken neyse ki bu yaşa kadar geldin, bak çocukların hiç umudu yok gelecekten diyorum. Ne yapalım bahtımıza düşen buydu.

Gelecek şekillendirilebilir eğer imkân varsa. Yoksa oturursun yerine. Beklersin. Yorucu bu hal. 

Bırakıyor insan bir yerden sonra. 

Üzüntünün de bir limiti varmış. Daha fazlasını kaldıramam dediğin yerde kaldırıyorsun işte. Alışıyorsun kısa sürede. 

Sonra istesen de daha fazla üzülemiyorsun. Süt taştığında hani can sıkar ya ocağı silerken bir sürü keşke dolanır kafanda birinin hastalığına, ölümüne, yakın birinin ölmeden öldürülen ümitlerini izlerken batan gemilerine de o kadar üzülür hale geliyorsun.

Yaşanıyor ve geçiyor. Geçmiş geçip gidiyor. An biraz sonra geride kalıyor ve geçmiş değiştirilemiyor. Öyleyse sol yanım neden sızlıyor?

Dizim, Zıt olsun adın. Tencereye kapak gibisin ama bir bakınca mantara da benziyorsun. Bir şeyleri örtüyorsun. İçinde kaynayan yemeğin buharı kaldırıyor arada havaya. Kokusunu sızdırıyor. Bazen şemsiye gibisin altındakini koruyorsun.

Ve dizim sen en önemli yolda olma desteği sunacakken beni hep yarı yolda bırakıyorsun. Rahat dur, dönerken acı içindeyim. Bazen üç yüz altmış derece dönüp yerine oturuyor gibisin hele de merdiven inerken. Çıkmak da zor ama o acıyı bir süre tolere edebiliyor insan, inerken boşalıyor içi sanki bir damla sıvısı kalmamış gibi gözlerimin, birbirine değiyor kirpiklerim kadar kemiklerim. 

Canım acıyor canım, çığlık çığlığa.

Çok gözyaşı döktüm kurudu içim, dizim ve artık kalbim. Kimse için yer kalmadı bende. Kendimi de taşıyamıyorum. 

Susuzum, akamıyorum. Daha kötüsü akma isteği duymuyorum. Olduğu kadar olmadığı kader, dilime pelesenkim. Peki ya yüreğim, hani herkeste var sandığım sığınağım?

Kendim gibi bildim cümlesini. Değilmiş. 

Şarkı değişti ben hala yazıyorum. “Tek isteğim Adalet” diyor şimdi şarkıda. Onu bile isteyecek kadar gücüm yok artık.

Adım atmak istemiyorum hiçbir yere. 

Onun için mi kilitleniyorsun dizim olur olmaz yerde? 

Susma, sustukça sıra geliyormuş insana, bu gerçeği artık belle!

Handan Kılıç

13 Ocak 2022

14:22

İzmir

İmkansızın Şarkısı (2010) Haruki Murakami filmi Yazı-yorum Dergi 44. sayıda


SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

296-İmkansızın Şarkısı (2010)

Merhaba,

Haruki Murakami'nin aynı adlı romanından filme uyarlanan İmkansızın Şarkısı Yazı-yorum Dergide yayınlandı. 44. sayıyı PDF dergi olarak ücretsiz bilgisayarınıza indirebilirsiniz. 

Link için buraya tıklayın.  

Ağrısız Bir yıl Olsun

 

“Bütün ağrılar gece artar” dedi. “Neden?” diye sormadım doktor değildi ama gecelerin hastalıklar, ateş, sızılar ve yalnızlıklar üzerinde arttırıcı etkisi olduğu herkesçe bilinirdi zaten. “Bu neden böyledir?” diye düşünmeye başladım. Sonra güldüm kendime; kesin şimdiye kadar bunu düşünen, araştıran bir sürü bilim adamının yanında kafayı buna takan nice filozof olmuştur, cilt cilt yazılmış kitapların bir yerlerinde her yazar bu konudan bahsetmiştir çünkü. Geceler düşünenlerin en fazla vakit geçirdiği zamanlardır. O zaman ben de eksik kalmayayım dedim, birkaç dakika kâğıt üzerinde kalem oynatayım istedim.

“El ayak çekilince sohbetler kesilince dostlar eve gidince bu geceler işkence” diye şarkı bile yapıldığına göre karanlığın basması, gece görüşü açık olmayan, gündüz bünyesi yorulmuş, hayatını başkalarının sesi, nefesine bağlamış bütün canlıları bir sessizliğin içine hapseder. 

Herkesin dinlenmeye çekildiği, ışığı beklediği bu karanlık zamanlarda bir aşıkların bir de dertlilerin gözleri açıktır. Biri negatif bir pozitif durum olsa da ikisi de insana farklı bir enerji verdiğinden uykuyu haram eder. 

Bir de su uyur düşman uyumaz derler. İşte hastalıklardaki ateşi, ağrıların şiddetini arttıran da bir damla sudan yaratılan vücudunun üçte ikisi su olan insana işaret eder.  İşte o yorgun ve hasta düşüp uyuduğunda bile onun hücrelerinde süren savaşın düşman birlikleri bu durumu fırsat bilip uyumaz. 

Ağrı ve sızı arttığında o bölgeyi mutlaka müdahale etmek gerekir. Bazen son çare ameliyat denilerek hastalıklı bölgenin çıkartılmasına karar verilir. Bu acılı durum süregelen ve belki de alışılan ağrıyı çekmekten daha fazla can yaksa da uzun vadede iyileşmeyi sağlayacağından hasta/dertli/aşık istese de istemese de bu operasyonlara razı olur. Ama yine herkes bilir ki o neşterin değdiği bölge içeriden ona sarılıp iyileşmesi için seferber olan diğer organlar tarafından destek görse de dışarıda olan sadece bir iz değildir. Hissizlik, o bölgenin artık eskisi gibi olamaması, olanı duyamaması söz konusudur ki, ağrı, sızının, aşkın ve taşkınlıkların en büyük kaybıdır. Gecenin karanlığında başlayan o ince sızılar yine bir gecede yokluğun karanlığına terk edilir. Daha sağlıklı ve hissiz yola devamla yaşam gündüze çevrilir.  Karanlık biter aydınlığa geçilir.

İyi ki de böyledir; çünkü ağrıyla, sızıyla, geceyle, karanlıkla bir ömür yaşanmaz. Günler de geceler de dertler gibi insanlar arasında çevrilir. Hastalar iyileşir. Doğan büyür. Olgunlaşan çürür. Hayatın şifası, bereketi, huzuru sevgisi aksın üzerimize.

Ağrısız bir yıl olsun.

Handan Kılıç

01.01.2022

 


 

 

Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl herkese kutlu olsun:)

Hava civa her şey, hayat gelip geçiyor.

Havasız kalmak istemiyoruz onun için, üçüncü doz aşımı oldum dün. Çipin etkinliği azalmış, tazeleyelim dedim.

Ne oldu şimdi? Artık dış güçlerin kontrolüne girdim değil mi, genlerim de değişecek. Bir de çift başlı çocuklar doğacakmış.

Genlerimizi değiştirmeyen şey yok zaten. Bu model insanlardan da fayda görmediğimize göre değişim hayat kurtarır bahaneyle. Bakarsınız yeni insan daha da akıllı olur, kafasız olacağına geni değişsin ne yapalım!

Yoruldum artık bu saçmalıklara inanılmasından. Yine yayıldı her gün ölü sayılarına alışıldı. Tamamen zararsız demiyorum, üretilen bir hastalığa ilacı da üretip zengin oluyorlar da mantıklı, tamam onu da anlıyorum ama zararsız bir tek şey söyleyin günlük yaşamımızda! Yok ki!
Ne hava ne su ne süt ne et, hiçbiri temiz değil artık. Çıkmaz sokak burası. Yeni bir yön gösterecek mi belli değil. Yaşarsak göreceğiz.
Yıl biterken hastalara şifa, borçlulara eda, darda kalanlara sefa, gidene rahmet, kalana merhamet diliyorum.

Yorulduk, biliyorum. Bıktık, sıkıldık ama biraz daha dikkatli olalım her gün hala.

Mutlu yıllar bana, sana, ona.

 Bu arada #huzursuzkelimeler isimli şiir seçkisi Ekim 2021’de @parisyayinlari ndan çıktı. 

Seçkide benim de #bırakma adlı bir şiirim vardı. Kargoma ekledim son güne yetişti. Emeği geçen herkese teşekkürler ☺️ Şiir seçkisi okumak zevklidir hepsi ayrı ses farklı nefes.

Aslında bu yıl bir seçkide daha yer aldım ama kargosu henüz gelmediğinden seneye görüşürüz artık 🙃🎊😬🎉

#handankılıc



Ayrıca seçkideki şiiri aşağıdaki videoda seslendirmiştim.




 

Hayat Hanım -Ahmet Altan’ın son romanı üzerine bir deneme-

 İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki kimsenin hayatı kendi geçmişinin köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşıyordu.”

İşte daha başında okuru yakalayan bu cümlelerle açıldı Hayat Hanım’ın dünyası. Şahane bir girişti.

Kitap bittiğinde gönül rahatlığı ile şunu söyledim: İyi bir eserde olması gerekenler ne derseniz bu kitabı gösterir, analiz ederek okuyun derim.  

Muazzamlığını sadeliğinden alan bir hikâye, “Kahramanın sonsuz yolculuğuna” örnek bir anlatım. Çemberi tamamlayıp yeniden evine/kendine vardığında değişen dünyası ile yeni bir insana dönüşen kahraman. Adeta yaratıcı yazarlık derslerinde örnek metin olarak okutulabilecek bir kitap yazmış usta romancı Ahmet Altan.

“2021 Femina Yabancı Roman Ödülü” ile “2021 Transfuge En iyi Avrupa Romanı Ödülü”nü alan kitap birçok dilde yayınlandıktan sonra yazıldığı dilin okuyucuyla 15 Kasım’da buluştu. Yazarın diğer kitapları gibi Everest Yayınlarından çıktı.

Hayat Hanım romanının bir editörü yok. Çünkü yazım süreci cezaevi koşullarında gerçekleşti. El yazısıyla kaleme alındı, her sayfası “Görülmüştür” damgası ile dışarı çıktı. Dolayısıyla temize çekenlerin zorlanmaması, yazılanları rahat okuyabilmeleri için kısa cümlelerle yazıldığı Ahmet Altan’ca belirtildi. Böylece ekonomik bir dil kullanıldığını görüyoruz. Dijital dünyanın dikkatini azalttığı okur için kısa bir metnin çıkması avantajdı. Yazarı için ince sayılabilecek bu kitap metnin arasından ruha sızan hislerle öyle kuvvetliydi ki toplamda iki yüz on sekiz sayfa okusanız da etkisinin günlerce süreceği belliydi. Benim için de öyle oldu.

İyi kitaplarda olan o akıcılık, eline alıp bırakamadan devam etme isteğini epeydir bir kitapta bu kadar güçlü duymamıştım. Hem bir çırpıda okumak hem de bitmesinden korkarak yavaşlamak. Bir noktada durdum, kitabı kapatıp kaldırdım. Hissettirdiği duyguların içinde biraz daha uzun kalmak istedim, birkaç gün ruhumda demlenmesi için süre tanıdım kendime.

İki edebiyat öğrencisinin yarenliği üzerinden devam eden romanda diyaloglar bolca kullanılmış. Mitoloji kahramanları ve dünya edebiyatının seçkin romanlarından alıntılarla yapılan tartışmalar da yazı/okuma ile ilgilenenler için rehber niteliğinde. Tabi ki asla didaktik tarzda değil. Kaynak sıkıntısı yaşanan zaman ve mekânda yazı işleri ile ilgilenmeyen okuru da yormayacak şekilde metne yedirilmiş olması tam bir ustalık göstergesi.

Hayatları bir günde değişen iki tecrübesiz gencin yaşamı öğrenirken birbirine tutunması, acıların yakınlığı arttırması ve romana adını veren aslında çok ayrı dünyaların insanı olan Hayat Hanımla yollarının kesişmesi. Bunca farklı karakteri aynı hikâyede buluşturan ortam, çevre şartları hepsi öyle güzel, öyle düzenli yerleştirilmiş ki kaleme hayran olmamak elde değil.

Mekanların usul usul metne girişi, sonuna kadar yaşayışı ve Çehov’un klasik söyleminde “Duvarda asılı tüfeğin ileriki bölümlerde patlaması” kuralına riayet. Yani, bir hikâyede kullanılan her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılmasını belirten bu dramatik ilkenin kusursuz uygulanışı. Gereksiz tasvir, betimleme gibi unsurların, metnin içine hiçbir şekilde girmeyerek "Hatalı vââtler" vermemesi gerçekten önemlidir malum.

Metne bir şekilde dahil olan karakter ve tiplerin hepsinin hikayesinin ana karakterleri güçlendirecek şekilde akması, çember tamamlanırken de usulca toparlanıp insan, mekân, atmosfer bütünlüğü ile değişimin görünürlüğüne katkı sunulmasını çok başarılı buldum.

Edebiyatın hayatı etkileme gücünün de tartışıldığı kitapta bu kadar sade biçimde hüznün, çaresizliğin anlatılması da etkileyiciydi. Tabi şartlar ne kadar kötü olursa olsun insanın dayanacak donanımda olduğunu göstererek umudu taze tuttuğunu da söylemek gerek.

Arka kapakta da giriş cümlesinden ilhamla aktarıldığı gibi bu kitap “Herkesin lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimali ile yaşadığı günlerde aşkın dönüştürücü gücüne” yeniden inandırıyor insanı.

Kitap Türkiye’de basılmadan önce yazarı ile yapılan bir YouTube söyleşisinde Ahmet Altan içeride üç kitap yazdığını söylüyor. Bu romanı kaleme aldığı vakitlerse sık sık henüz kapanmamış olan eski FlashTV’yi izlediğinden bahsedince dikkatimi çekti. Çok seyrettiğim bir kanal değildi ama ara sıra parmaklıklar ardında çekilen bir programa rastlamış Dilberay adlı bir sanatçının içli şarkılar söylediğini görmüştüm. Yazar da cezaevinde olunca romanın parmaklıklar ardında geçeceğini düşünmüştüm. Televizyonda bu konsepte programlar yapılırken hatta cezaevi temalı diziler yurtiçi ve yurtdışında çok revaçtayken kitapta da konu bu olabilirdi. Ama okuyunca gördüm ki cezaevi kelimesi bile neredeyse hiç geçmiyordu. Birkaç yerde tutuklananlardan bahsedilmişti o kadar.

İşte o zaman yazmanın özgürleştirici gücünün gerçek bir yazarı mekândan, yaşanılanların sarsıcılığından koruduğunu, soğuğun, sıcağın korkutmadığı gibi bir şekilde beslediğini gördüm. O, içeride iken dışarıyı, dışarıdakilerden daha iyi yazacak kadar hayal gücü, kalem ustalığı ve entelektüel birikime sahip kırk yılı aşkın süredir yazan bir romancıydı ne de olsa. Dil gücüne, şartlara göre değişmeyen tavrına şapka çıkardım.

Kadını, aşkı kadınlardan iyi anlatan en başarılı romancılardan olduğu zaten kendisini seven, sevmeyen herkesin kabulü iken ustalığı sayesinde edebiyatla hayatı, yazmakla yaşamayı, aşkla sevgiyi belli bir ritimde dans ettirdiği satırları hayranlıkla okudum. Aşka yeniden inandım. Geçtiğimiz yerlerde ruhuna dokunduğumuz insanlarda hep yaşadığımızı bir kez daha hatırladım. 

Roman yazmak üzerine yoğunlaştığım bu vakitlerde kitabı sadece okur gözüyle değil yazım tarzına dikkat ederek okuduğumdan duygularımdan ziyade teknik sayılabilecek başlıklar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Henüz kitabı okumayanları düşünerek konuya dair fazla bir şey yazmadım.  

Kalemin cesaretle birleştiğinde bir romancıya, yazının ruhunda olmazsa olmaz o özgürleştirici gücü verdiğini gördüm.

Edebiyat, hayatı bir çırpıda değiştirmiyordu elbette ama hepimizin yaşarken bir başkasına dönüştüğü bu yolda beraber yürüdüğümüzü anımsatıp yalnız değilsin diyordu. İnsanın kalabalıkta ya da bir başına, sosyal medyada binlerce takipçili ya da değilken hiç fark etmez, yalnızlığın pençesinde can çekiştiği zamanımızda bu da az bir kazanım değildi. Hem roman dediğimiz sanat insan ruhuna tuttuğu projektörle, aydınlık ve karanlık yanlarını gösterirdi. Böylece kendiyle yüzleşme cesareti bulan insan, daha çıkması gereken çok basamak olduğunu hatırlar, edebiyattan aldığı güçle harekete geçerdi.

Kalemini özlediğimiz yazarın, nice eserini daha, keyifle okuyacağımız güzel günlerde beraber olmayı dilerken nerde olursa olsun özgür olan kalemini hep “Dışarda” oynatmasını temenni ediyorum.

Handan Kılıç

Not: Bu yazı ilk kez Medıum Türkçe Yayın adresinde, ikinci olarak da Edebiyatblog sayfasında yayınlanmıştır.

Don't Look Up -Netflix


SİNEMA-DİZİ GÜNLÜĞÜ 

295-DON'T LOOK UP- YUKARI BAKMA

Son günlerin popüler filmi Netflix'te yayına girdi. 2 saat 25 dakikalık bir kıyamet senaryosu, yuvarlandığımız sanal alem, popülerite merakı, herkesin delirmişcesine gerçekleri yok saymasına dokunduran komedi filmi gayet güzeldi. 

Başları biraz uzun tutulmuş olabilir. Film süresi kısaltılabilirdi. Son kırk beş dakikasının nasıl geçtiğini anlamadım mesela. Tempo önemli filmlerde. Hele de günümüz sabırsız seyircisine. 

Kırık Beyaz

  Bu binaya yeni taşındı. Tam karşıma. Bir kek yapıp ‘hoş geldin’e gideyim dedim. Aslında sık yaptığım bir şey değildir ama kapılarımız birb...