Türkiye’de
genel olarak çok popüler olan dizinin sevilme gerekçelerinden ilki senaryo
ekibinin başarısıydı. Bu konuyu detaylandıracağım ama baştan önemli bir faktörün
hakkını verelim istedim: Dizinin müzikleri. Gerçekten çok etkileyiciydi. Hele dördüncü
sezondaki şarkılar bir başkaydı. Berlin'in düğününde çalanlar nefisti.
Ben
müzikleri o kadar sevdim ki, birçok dizi de sıkça kullandığım “introyu geç”
seçeneğini yok sayarak her bölüm başında ve sonundaki müzikleri de zevkle
dinledim.
Şimdi
gelelim asıl meseleye: Bunu söylediğimde birçok kişinin abartıyorsun dediğini
işitsem de bence Game of Thrones dahil izlediğim diziler arasında ilk sezondan
son bölüme kadar en sürükleyici bulduğum dizi La Casa Da Papel’di. Genelde ortamda
fiziksel bir engel çıkmadıysa her sezonu tek oturuşta bitirdim. Bazen (Digital
platformlarda izlemediğim çok fazla dizi olmasına rağmen) dönüp sevdiğim
bölümlerini tekrar seyrettiğim diziye bağlanma sebebim tabi ki başarılı karakterleriydi.
Dizide ara
sıra rastladığımız mantık hataları da vardı ama bir kere sevince, o bağ izleyici
ile karakterler arasında oluşunca senaryodaki eksiklikleri hoş görüyor insan:) Mesela
Tokyo online bağlantı ile ameliyat yapsa da tıp gibi zor bir eğitim ve tecrübe yok
sayılsa da gülümsüyor sadece. Bunda da oyuncuların role girmedeki
başarıları etkili.
İyi kötü
diye net olarak sınıflandıracağımız karton karakterler yok mesela. Her kimin
hikayesi derinlemesine incelense yaptığı hatalardan dolayı hak verir hale
geliyorsunuz. Zaten hayat da böyle değil midir? Tek tek herkes haklı ama
kesişim kümelerinde ne çok haksız vardır kızdığımız. Bankanın çalışanlarından
menfaatine göre sürekli taraf değiştiren Arturo Roman mesela, herkesi deli ediyor
izlerken ama aslında bu durum insanı anlatıyor. Görmekten kaçtığımız,
başkasında ise eleştirdiğimiz ama bir şekilde içimizde olan gölge yanlarımıza
dokunduğundan bu hisleri yaşattığını sonradan fark ediyoruz.
Profesörün
ve Berlin'in duygusal davrandığı konularda nasıl çuvalladıklarını görünce,
duyguların insanı aşağı çeken bir çeldirici olduğunu kavrıyor, dizinin
mottosunun her bölümde temaya uyduğunu anlıyoruz. Bölümler ilerledikçe karakterler
arasında beraber aştıkları nice zorluk sonrası duygusal bağlar kuruluyor.
Dolayısıyla ilk sezon gibi profesyonel davranamadıklarını, bunun sonucu hatalar
yaptıklarını görünce onların da insan olduklarını hatırlıyor, karakterleri daha
çok seviyoruz.
Dizi her ne
kadar ülkenin merkez bankasını soyan bir grup çılgının müthiş planlar dahilinde
ilerlemesiyle gelişse de eylemlerin felsefesi var. Böylece halkın desteğini
topluyorlar. İspanyol Emniyet Teşkilatının, özel birliklerin acizliğini görünce
seviniyoruz. Halkın beraber olursa güç odaklarını dize getireceğini fark
ediyoruz. İktidarı demokratik davranmaya zorlayan Avrupa Birliği üyeliğinin
getirdiği sorumlulukların merkezi hükümetlere karşı halkın emniyet supabı
olduğunu hatırlıyoruz. Emniyetin ne kadar emniyetsiz olabileceğini, kamera
olmayan yerde yapılanlarla göz ardı ettiğimiz gerçeklerden haberdar ediliyoruz.
Dördüncü sezonda çölde işkence yapan kişinin Osman isimli bir Türk olmasından
rahatsız olmuşken gündeme düşen haberlerle İspanyol senaristlerin her şeyi
takip ettiklerini görüyor, eleştirilmek yerine düşünülmesi gereken bir husus
olduğunu hatırlıyoruz. Sonuçta mızrak çuvala, hukuksuzluk evrensel yasalara
sığmıyor. Görmezden gelinip sessizliğe gömülmesi bunların olmadığını kanıtlamıyor.
Belgeselin tanıtımından neden bir grup suçlunun bu kadar sevildiği, aslında
soygun yapan, adam öldüren, yasaklı birçok eylemi alışkanlık haline getirmiş
bunca farklı yapıdaki insanın neden bu kadar izlenir olduğunun sosyolojik ve
psikolojik incelemesinin yapıldığını zannetmiş, başına iştahla oturmuştum
aslında. Yine de pişman kalkmadım. Umarım bu konu üzerine uzmanlar da
çalışır ve aklıma gelenler dışında neden diziyi çok sevdiğimizin ardındaki
bilimsel gerçekleri ortaya koyarlar.
Fenomen
isimli bu belgeselde ne anlatılmış peki derseniz, dizinin
kamera arkası görüntüleri ile başarısının sırlarından bahsedilmiş. Yani, dizinin
ikinci sezonu yerel televizyonlarda ilgi görmemişken Netflix satın aldıktan
sonra dünya çapında en çok izlenen dizi olmasının hikayesini izliyoruz. Mesela
oyuncular sosyal medya hesaplarının takipçilerinin birdenbire artışı ile şok
olmuşlar. Farklı ülkelerde yapılan çekimlerde yaşadıkları kolaylıklar ve
izdihamlar neticesinde gerçekten dünya starı olduklarını anlamışlar.
Ama sanırım sevilmesinin en önemli sebebi yukarıda da kısmen değindiğim
gibi insanların otoritelerden yorulmaları ve filler tepindikçe ezilen çimen
olmaktan bıkmaları. Sonuçta halk olarak elimizden bir şey gelmiyor. Bir şekilde
hâkim sistemlerde rejimler ve yönetimi elinde tutanlar tüm dünyada halkı
ezdiği, yanılttığı, üzdüğü için olsa gerek bu güçleri zekasıyla alt edecek bir
grup soyguncu ve bunu bir ideal uğruna bir felsefe gözeterek yapan Profesör
karakteri çok seviliyor. Ne demişler: "Dinsizin hakkından imansız
gelir"
Bence fenomen olmalarının sırrı, samimiyet, tutku, romantizm dozunun da iyi
ayarlanması. Tabi ki tüm Netflix yapımlarında olduğu gibi cinselliğin de
cinsler üzeri bir boyutta kullanılması ile yükselen değerlere paralel hareket
edilmesi de unutulmamalı.
Ayrıca bu belgeseller "Dizi senaryosu nasıl yazılır?" konulu
bir ders gibi olduğundan yazı ile ilgilenenler mutlaka izlemeli.
Şimdi biraz belgeselde anlatılan başarı sırlarından aldığım notları
paylaşayım:
“Bu
bir soygun hikayesi değil birbirini seven insanların soygunu.”
Sevgi izleyiciye geçen en önemli çapalardan olduğundan yola çıkarken sağlamcı
davrandıklarını görüyoruz.
“Karakterler
öncelikle, anne, baba, çocuk, bunlar tüm insanlığın ortak halleri. Evrenselliğe
farklı yönlerden baktık. Karakterler seçilirken
herkesin empati kurabileceği türden seçildi. “Bir şekilde kader kurbanı olmuş, kötü aileye doğmuş, iyi insan olmak için
çırpınsa da çevrenin, evin, toplumun buna izin vermediği, her türlü travmayı
yaşamış, eğitim alamasa da bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış
insanlardan bir ekip kurulması. Herkesin yapabileceği hatalar yüzünden
suça bulaşmış sonra da dışlanmış insanlara karşı empati kurmak kolaydır.
Sonuçta hepimiz bir şekilde kendi basit hatalarımızın bedeli olarak ağır cezalar
çektiğimiz bir sürü olay yaşamışızdır.
Bu
bir soygun hikayesi. Dolayısıyla hırsızın oğlu hırsız ama karakterlerin kendini
kabul ettirmesi önemli. Profesör, çok rastlanan bir tip değil. O
yüzden de tek ama kendini en iyi kabul ettiren karakter. Zekasıyla bizi kendine
hayran bırakan planlar yapsa da aslında bir ezik. Tam bir sosyopat. Âşık olana
kadar duyguları olduğunu bile anlamadığımız, yakışıklı olmasına rağmen
özgüvensiz, toplum içinde insanlarla kolay iletişim kuramayan biri. Ama
baş kahramanımız o. Düşündüklerini söyleyemeyen biri iken sevdiğine ne yapıp
edip ulaşması, ekibindeki herkesi değerli hissettirmesi de yabancı ve hasret
kaldığımız bir özellik olduğundan çok sevildi bence. Hani meşhur bir söz
vardır, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye. Bu topraklarda
gelişine vurup günü geçirmeyi yaşamak sayarken hayatta B planlarımız çok da
olamıyor. Bunlarının bedelini ağır ödediğimiz zamanlardayken Z planı bile hazır
bir Profesöre hayran olmamamız düşünülemezdi. Belki de herkes bu yüzden
sevmişti bu sıra dışı adamı.
Başarının sırlarından bence en önemlisi karakterleri ters yüz etmeleri. Her
an ne yapacağı belli olmayan Tokyo'dan bile istikrarlı davranacak bir lider,
profesöre aydınlatma yaşatacak bir zekâ parıltısı çıkartmak. En kötü insana
bile merhamet duyacağımız olaylar, duyguların senaryoda olması son derece
etkili.
En gaddar tiplemeden ispiyoncuya topluma ayna tutacak karakterlerle bir
olay örgüsü kurmak.
Dizilerde tiplemeler kibar ve mutlu ise anlatacak çok bir şey yoktur.
Sıkıcı olur. Burada sürekli sorun çıkaran kontrolsüz tipler var ama her adımı
önceden hesaplayan zekâsı ile profesör ve liderliği ile Berlin de var ki
sevilen bu iki karakter sık sık her şeyi ve herkesi kontrol altına alabiliyor.
"Bir de karakterlere hiç merhametimiz yok. Hepsinin hayatı pamuk
ipliğine bağlı, her an hepsi ölebilir." Bu diziyi çekerken yazan senaryo
ekibinin söylediği bir cümle ve bence yazan insanlar için önemli ipuçları
içeriyor.
Kara mizah da ölçülü şekilde kullanılmış. "Arturo Roman herkesin
istinasız sevmediği bir karakter. Çünkü hepimizin zorba yanını yansıtıyor. En
insanımız o, utancımızı bize hatırlattığı için, ayna olduğu için yaptıklarını
seyretmeye dayanamıyoruz."
"Hakikati takıntı haline getirdik. Görüntü ve sanatı birleştirdik"
Gerçek başarının en önemli unsuru elbette simgeler: Dizi bir şekilde yeni
semboller evreni yarattı.
1-Kırmızı renk
2-Bella Ciao marşı
3-Dali maskesi
Bella ciao marşı yani Çav Bella Mussolini'ye karşı direnişin simgesi iken
tam yetmiş beş yıl sonra bu dizide kullanılarak başkaldırının mistik yanı
güçlendirildi. Dünyanın her yerinde en çok dinlenen, söylenen
şarkı oldu.
“Heyecanı diri tutmanın diğer yolu da tüm karakterlerin sürekli diken
üzerinde yaşaması oldu.” Son saniyede yazmak, yani bölüm çekilirken
ekibin yazıyor oluşu, oyuncuların bile her şeyi son anda öğrenmesi halini son
anda üçlük sayı atmaya benzetmişler:) Yani kervanı yolda düzmüşler. Baştan
belli bir son yokmuş ve akıllarına Viking- İspanyol sahtekarlığı
olayı gelmiş. Tamam diyerek hikâyeyi bitirmişler.
Hasılı kelam bütün sayıları attılar, dünyada en çok izlenen dizilerden
olmayı başardılar. Sonunda “Her şey basit bir hayalle
başladı. Seyirciyle bağ kuracak bir şeyler yapmak” hedefine ulaştılar.
İkinci sezon tutmayınca yeni iş araması söylenen dizi oyuncuları da bir
anda dünya çapında tanınırlığa ulaştılar. Bu da bize gösteriyor ki, hiçbir
başarı tesadüf olmasa da tanınmak, bilinmek, para kazanmak hepsi "Ne
yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır" denen alın
yazısı:)))
La Casa De Papel dizisinden aklımda kalan bir cümle ile satırlarıma son
vereyim: "Bazen huzur bulmanın tek yolu uzaklaşmaktır"
Hukukun üstünlüğünün kabul edildiği, işkencesiz, demokratik bir dünyada,
yani güzel günlerde nice böyle sürükleyici dizileri ağız tadıyla seyretmek
dileğiyle.
Handan Kılıç
Son cümleye amin diyeyim bari....
YanıtlaSilsağol canım:)) binlerce amin
Sil