Merhaba,
Haruki Murakami'nin aynı adlı romanından filme uyarlanan İmkansızın Şarkısı Yazı-yorum Dergide yayınlandı. 44. sayıyı PDF dergi olarak ücretsiz bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
Merhaba,
Haruki Murakami'nin aynı adlı romanından filme uyarlanan İmkansızın Şarkısı Yazı-yorum Dergide yayınlandı. 44. sayıyı PDF dergi olarak ücretsiz bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
“Bütün ağrılar gece artar” dedi. “Neden?” diye sormadım doktor değildi ama gecelerin hastalıklar, ateş, sızılar ve yalnızlıklar üzerinde arttırıcı etkisi olduğu herkesçe bilinirdi zaten. “Bu neden böyledir?” diye düşünmeye başladım. Sonra güldüm kendime; kesin şimdiye kadar bunu düşünen, araştıran bir sürü bilim adamının yanında kafayı buna takan nice filozof olmuştur, cilt cilt yazılmış kitapların bir yerlerinde her yazar bu konudan bahsetmiştir çünkü. Geceler düşünenlerin en fazla vakit geçirdiği zamanlardır. O zaman ben de eksik kalmayayım dedim, birkaç dakika kâğıt üzerinde kalem oynatayım istedim.
“El
ayak çekilince sohbetler kesilince dostlar eve gidince bu geceler işkence” diye
şarkı bile yapıldığına göre karanlığın basması, gece görüşü açık olmayan,
gündüz bünyesi yorulmuş, hayatını başkalarının sesi, nefesine bağlamış bütün
canlıları bir sessizliğin içine hapseder.
Herkesin
dinlenmeye çekildiği, ışığı beklediği bu karanlık zamanlarda bir aşıkların bir
de dertlilerin gözleri açıktır. Biri negatif bir pozitif durum olsa da ikisi de
insana farklı bir enerji verdiğinden uykuyu haram eder.
Bir
de su uyur düşman uyumaz derler. İşte hastalıklardaki ateşi, ağrıların
şiddetini arttıran da bir damla sudan yaratılan vücudunun üçte ikisi su olan
insana işaret eder. İşte o yorgun ve hasta düşüp uyuduğunda bile
onun hücrelerinde süren savaşın düşman birlikleri bu durumu fırsat bilip
uyumaz.
Ağrı
ve sızı arttığında o bölgeyi mutlaka müdahale etmek gerekir. Bazen son çare
ameliyat denilerek hastalıklı bölgenin çıkartılmasına karar verilir. Bu acılı
durum süregelen ve belki de alışılan ağrıyı çekmekten daha fazla can yaksa da
uzun vadede iyileşmeyi sağlayacağından hasta/dertli/aşık istese de istemese de
bu operasyonlara razı olur. Ama yine herkes bilir ki o neşterin değdiği
bölge içeriden ona sarılıp iyileşmesi için seferber olan diğer organlar
tarafından destek görse de dışarıda olan sadece bir iz değildir. Hissizlik, o
bölgenin artık eskisi gibi olamaması, olanı duyamaması söz konusudur ki, ağrı, sızının,
aşkın ve taşkınlıkların en büyük kaybıdır. Gecenin karanlığında başlayan o ince
sızılar yine bir gecede yokluğun karanlığına terk edilir. Daha sağlıklı ve
hissiz yola devamla yaşam gündüze çevrilir. Karanlık biter aydınlığa
geçilir.
İyi
ki de böyledir; çünkü ağrıyla, sızıyla, geceyle, karanlıkla bir ömür yaşanmaz.
Günler de geceler de dertler gibi insanlar arasında çevrilir. Hastalar
iyileşir. Doğan büyür. Olgunlaşan çürür. Hayatın şifası, bereketi, huzuru sevgisi
aksın üzerimize.
Ağrısız bir yıl olsun.
Handan Kılıç
01.01.2022
Bu arada #huzursuzkelimeler isimli şiir seçkisi Ekim 2021’de @parisyayinlari ndan çıktı.
Seçkide benim de #bırakma adlı bir şiirim vardı. Kargoma ekledim son güne yetişti. Emeği geçen herkese teşekkürler ☺️ Şiir seçkisi okumak zevklidir hepsi ayrı ses farklı nefes.
Aslında bu yıl bir seçkide daha yer aldım ama kargosu henüz gelmediğinden seneye görüşürüz artık 🙃🎊😬🎉
#handankılıc
İşte
daha başında okuru yakalayan bu cümlelerle açıldı Hayat Hanım’ın dünyası. Şahane
bir girişti.
Kitap
bittiğinde gönül rahatlığı ile şunu söyledim: İyi bir eserde olması gerekenler
ne derseniz bu kitabı gösterir, analiz ederek okuyun derim.
Muazzamlığını
sadeliğinden alan bir hikâye, “Kahramanın sonsuz yolculuğuna” örnek bir
anlatım. Çemberi tamamlayıp yeniden evine/kendine vardığında değişen dünyası
ile yeni bir insana dönüşen kahraman. Adeta yaratıcı yazarlık derslerinde örnek
metin olarak okutulabilecek bir kitap yazmış usta romancı Ahmet Altan.
“2021
Femina Yabancı Roman Ödülü” ile “2021 Transfuge En iyi Avrupa Romanı Ödülü”nü
alan kitap birçok dilde yayınlandıktan sonra yazıldığı dilin okuyucuyla 15
Kasım’da buluştu. Yazarın diğer kitapları gibi Everest Yayınlarından çıktı.
Hayat
Hanım romanının bir editörü yok. Çünkü yazım süreci cezaevi koşullarında
gerçekleşti. El yazısıyla kaleme alındı, her sayfası “Görülmüştür” damgası ile
dışarı çıktı. Dolayısıyla temize çekenlerin zorlanmaması, yazılanları rahat
okuyabilmeleri için kısa cümlelerle yazıldığı Ahmet Altan’ca belirtildi. Böylece
ekonomik bir dil kullanıldığını görüyoruz. Dijital dünyanın dikkatini azalttığı
okur için kısa bir metnin çıkması avantajdı. Yazarı için ince sayılabilecek bu
kitap metnin arasından ruha sızan hislerle öyle kuvvetliydi ki toplamda iki yüz
on sekiz sayfa okusanız da etkisinin günlerce süreceği belliydi. Benim için de öyle
oldu.
İyi
kitaplarda olan o akıcılık, eline alıp bırakamadan devam etme isteğini epeydir
bir kitapta bu kadar güçlü duymamıştım. Hem bir çırpıda okumak hem de
bitmesinden korkarak yavaşlamak. Bir noktada durdum, kitabı kapatıp kaldırdım.
Hissettirdiği duyguların içinde biraz daha uzun kalmak istedim, birkaç gün
ruhumda demlenmesi için süre tanıdım kendime.
İki
edebiyat öğrencisinin yarenliği üzerinden devam eden romanda diyaloglar bolca
kullanılmış. Mitoloji kahramanları ve dünya edebiyatının seçkin romanlarından
alıntılarla yapılan tartışmalar da yazı/okuma ile ilgilenenler için rehber
niteliğinde. Tabi ki asla didaktik tarzda değil. Kaynak sıkıntısı yaşanan zaman
ve mekânda yazı işleri ile ilgilenmeyen okuru da yormayacak şekilde metne
yedirilmiş olması tam bir ustalık göstergesi.
Hayatları
bir günde değişen iki tecrübesiz gencin yaşamı öğrenirken birbirine tutunması,
acıların yakınlığı arttırması ve romana adını veren aslında çok ayrı dünyaların
insanı olan Hayat Hanımla yollarının kesişmesi. Bunca farklı karakteri aynı hikâyede
buluşturan ortam, çevre şartları hepsi öyle güzel, öyle düzenli yerleştirilmiş ki
kaleme hayran olmamak elde değil.
Mekanların
usul usul metne girişi, sonuna kadar yaşayışı ve Çehov’un klasik söyleminde “Duvarda
asılı tüfeğin ileriki bölümlerde patlaması” kuralına riayet. Yani, bir hikâyede
kullanılan her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların
kaldırılmasını belirten bu dramatik ilkenin kusursuz uygulanışı. Gereksiz
tasvir, betimleme gibi unsurların, metnin içine hiçbir şekilde girmeyerek
"Hatalı vââtler" vermemesi gerçekten önemlidir malum.
Metne
bir şekilde dahil olan karakter ve tiplerin hepsinin hikayesinin ana
karakterleri güçlendirecek şekilde akması, çember tamamlanırken de usulca
toparlanıp insan, mekân, atmosfer bütünlüğü ile değişimin görünürlüğüne katkı
sunulmasını çok başarılı buldum.
Edebiyatın
hayatı etkileme gücünün de tartışıldığı kitapta bu kadar sade biçimde hüznün,
çaresizliğin anlatılması da etkileyiciydi. Tabi şartlar ne kadar kötü olursa
olsun insanın dayanacak donanımda olduğunu göstererek umudu taze tuttuğunu da
söylemek gerek.
Arka
kapakta da giriş cümlesinden ilhamla aktarıldığı gibi bu kitap “Herkesin
lunaparklardaki atış poligonlarında duran kukla hedefler gibi bir vuruşla
devrilip kaybolma ihtimali ile yaşadığı günlerde aşkın dönüştürücü gücüne” yeniden
inandırıyor insanı.
Kitap
Türkiye’de basılmadan önce yazarı ile yapılan bir YouTube söyleşisinde Ahmet
Altan içeride üç kitap yazdığını söylüyor. Bu romanı kaleme aldığı vakitlerse
sık sık henüz kapanmamış olan eski FlashTV’yi izlediğinden bahsedince dikkatimi
çekti. Çok seyrettiğim bir kanal değildi ama ara sıra parmaklıklar ardında
çekilen bir programa rastlamış Dilberay adlı bir sanatçının içli şarkılar
söylediğini görmüştüm. Yazar da cezaevinde olunca romanın parmaklıklar ardında
geçeceğini düşünmüştüm. Televizyonda bu konsepte programlar yapılırken hatta cezaevi
temalı diziler yurtiçi ve yurtdışında çok revaçtayken kitapta da konu bu
olabilirdi. Ama okuyunca gördüm ki cezaevi kelimesi bile neredeyse hiç
geçmiyordu. Birkaç yerde tutuklananlardan bahsedilmişti o kadar.
İşte
o zaman yazmanın özgürleştirici gücünün gerçek bir yazarı mekândan,
yaşanılanların sarsıcılığından koruduğunu, soğuğun, sıcağın korkutmadığı gibi bir
şekilde beslediğini gördüm. O, içeride iken dışarıyı, dışarıdakilerden daha iyi
yazacak kadar hayal gücü, kalem ustalığı ve entelektüel birikime sahip kırk
yılı aşkın süredir yazan bir romancıydı ne de olsa. Dil gücüne, şartlara göre
değişmeyen tavrına şapka çıkardım.
Kadını,
aşkı kadınlardan iyi anlatan en başarılı romancılardan olduğu zaten kendisini
seven, sevmeyen herkesin kabulü iken ustalığı sayesinde edebiyatla hayatı,
yazmakla yaşamayı, aşkla sevgiyi belli bir ritimde dans ettirdiği satırları
hayranlıkla okudum. Aşka yeniden inandım. Geçtiğimiz yerlerde ruhuna
dokunduğumuz insanlarda hep yaşadığımızı bir kez daha hatırladım.
Roman
yazmak üzerine yoğunlaştığım bu vakitlerde kitabı sadece okur gözüyle değil
yazım tarzına dikkat ederek okuduğumdan duygularımdan ziyade teknik
sayılabilecek başlıklar üzerinden değerlendirmelerde bulundum. Henüz kitabı okumayanları
düşünerek konuya dair fazla bir şey yazmadım.
Kalemin
cesaretle birleştiğinde bir romancıya, yazının ruhunda olmazsa olmaz o
özgürleştirici gücü verdiğini gördüm.
Edebiyat,
hayatı bir çırpıda değiştirmiyordu elbette ama hepimizin yaşarken bir başkasına
dönüştüğü bu yolda beraber yürüdüğümüzü anımsatıp yalnız değilsin diyordu.
İnsanın kalabalıkta ya da bir başına, sosyal medyada binlerce takipçili ya da
değilken hiç fark etmez, yalnızlığın pençesinde can çekiştiği zamanımızda bu da
az bir kazanım değildi. Hem roman dediğimiz sanat insan ruhuna tuttuğu
projektörle, aydınlık ve karanlık yanlarını gösterirdi. Böylece kendiyle yüzleşme
cesareti bulan insan, daha çıkması gereken çok basamak olduğunu hatırlar,
edebiyattan aldığı güçle harekete geçerdi.
Kalemini
özlediğimiz yazarın, nice eserini daha, keyifle okuyacağımız güzel günlerde
beraber olmayı dilerken nerde olursa olsun özgür olan kalemini hep “Dışarda”
oynatmasını temenni ediyorum.
Handan
Kılıç
Not: Bu yazı ilk kez Medıum Türkçe Yayın adresinde, ikinci olarak da Edebiyatblog sayfasında yayınlanmıştır.
Bir öyküm daha farklı bir mecrada yayınlandı. Halley Dergisinden okumak için linki tıklayabilirsiniz.
#nardugan
21 Aralık,
Nam-ı diğer “Şeb-i yelda” geldi çattı. Gün dönümünün ve uzun gecelerin
taşıyıcısı kış başlıyor. Zaten 2021’nin bitmeyen dertli günleri,
virüsleri, maskeleri, ekonomik krizleriyle hepimizi zorladığı bir dönemde,
hayattan yorulmuşken şimdi bir de Nevruz bayramına kadar sürecek bu soğuk
mevsimi atlatmamız gerekiyor. Zaman döngüsü, bizi de önüne katmış
bahara akarken, bu kış içimizi ısıtacak, gönlümüzde kök salıp meyveye duran
ağaçların çiçeklerini tomurcuklandıracak bir seraya ihtiyaç var.
Merhaba İzmir, Seni özlemişim. Hasret ne bitmez bir duyguymuş. Ama neyse ki etkinlikler ve dernekler var. Şubat Tatili sebebiyle düzenlene...